|
Mali Sorunlara Yeni Bir Yaklaşım: Anayasal
iktisat Teorisi
Araştırma Görevlisi, M. Umur Tosun
Giriş
1970'li yıllara kadar geleneksel iktisat teorileri
birtakım sorunları aşmada devlet müdahalesi olgusu
ile ilgilenmiş ve devlet müdahalesinin bilimsel
dayanağını oluşturmuştur. Devlet müdahalelerinin
sorunlan çözmede etkili ve yeterli olacağı
yönündeki görüşler ağırlık kazanmış olmakla
birlikte, bu görüşlerin tam tersi düşünceler de
ortaya atılmış ancak yeterli ilgiyi görememiştir.
1973 petrol şoku ile devlet müdahalelerine rağmen
enflasyon ve işsizlik bir arada görülmeye
başlanınca, devlet müdahalesi karşıtı görüşler
yeniden gündeme gelmiştir. Geleneksel iktisat
teorileri, genellikle insanların tercihleri ile
ilgilenmektedir. Bu tercihlerin ortaya çıktığı
yasal, kurumsal ve anayasal çerçeve veri olarak
kabul edilmektedir. Tercihler ise bu değişmez yasal
çerçeve içinde analiz edilmiştir. Halbuki yasal,
kurum-sal ve anayasal çerçeve insanların
tercihlerini etkileyebildiği gibi, bazı tercihleri
veya faaliyetleri de yasaklayabilmektedir. Örneğin
girişi yasaklanmış bir piyasaya müteşebbisin girip
faaliyet göstermesi, yatırım yapması mümkün
değildir. Anayasal iktisat teorisi sözü edilen
yasal, kurumsal ve anayasal yapıyı incelemekte, bu
incelemeyi yaparken politik koşullan göz önünde
anmaktadır. Yasal, kurumsal ve anayasal yapıyı
incelerken de temel yapı olarak piyasa ekonomisini
benimsemektedir.
Teorinin geliştirildiği ülke, piyasa ekonomisinin
neredeyse tüm kurumlarıyla çalıştığı bir ülke olan
Amerika Birleşik Devletleri'dir. Peki söz konusu
ülke piyasa ekonomisini tüm kurumlarıyla yerleştiren
bir ülke ise bu teoriye neden ihtiyaç duyulmuştur?
Ya da başka bir deyişle teorinin doğuş yeri neden
piyasa ekonomisinin hakim olduğu bir ülkedir? Bu
soru-ya verilecek cevap herhalde ülkemizde konuya
önyargılı yaklaşan çevrelerin endişelerini
giderebilir. Söz konusu çevrelerin endişeleri
anayasal iktisat teorisinin hükümetlerin ekonomi
ile ilgili faaliyetlerini kısıtlamak için getirmeye
çalıştığı optimal kurallarla ilgilidir. Çünkü söz
konusu optimal kurallar, devlet müdahalelerini en
aza indirerek, piyasa temelli bir ekonomi yaratmak
istemektedir. Bu anlamda taraflar arasındaki
tartışmalar ideolojik zeminde sürüp gitmektedir. Bu
makale ile amacımız ideolojik tartışmalara mümkün
olduğu kadar girmeden teorinin temellerini ortaya
koyup, ülkemizde teoriye olan yaklaşımı
açıklayabilmektir.
Anayasal İktisat Teorisinin Kaynağı
Yukarıda da belirtildiği gibi, anayasal iktisat
teorisi hükümet faaliyetlerini kısıtlamak amacıyla
oluşturulan optimal kurallar kümesini tanımlama
çabasıdır. Sadece böyle bir anayasa ile, hükümetin,
vatandaşların haklarını ihlal etmeden bireylerin
hayatlarını ve özgürlüklerini koruyabileceği
düşünülmektedir (Anderson 1994: 201). Teoriye göre
politikacılar da, herkes gibi, kendi refahlarını
maksimize edecek şekilde davranırlar. Kendi
refahları için yeniden seçilmeyi amaç edinecek olan
politikacılar, toplumda ister ekseriyet ister
azınlık olsun organize çıkar gruplarının
isteklerine, uygun
davranmak zonında kalırlar. Bu şekilde gelişen
servet transferleri ise bir yandan sosyal yapıyı
tahrip ederken diğer yandan da ekonomik etkinliği
düşürür (Anderson 1994: 202). Öte yandan verimli
yatırımlara yönelmesi gereken kaynaklar, politik
servet transferi amacına yönelik olarak tahsis
edilmeye başlar. Öyleyse söz konusu türden rant
kollama faaliyetlerinin sınırlandırılması
gerekmektedir. Amerikan anayasası yıkar grupları
vasıtası ile rant kollayan politikacıların
faaliyetlerini önleyen birçok kısıtlamayı bünyesinde
banndırmaktadır. Ancak daha sonra da anlatılacağı
gibi teori bilimsel yöntem olarak bireyci olması
nedeniyle, Amerikan anayasası ile gerçek olaylar
arasında birey özgürlüğü açısından aıtarsızlıklar
mevcuttur. Örneğin bazı eyaletlerde su kullanımına
ilişkin maddelere atıfta bulunarak özel mülkiyet
yerine kamu mülkiyetine ağırlık verilmiştir. Alaska
anayasasına göre eyalet içinde su kaynaklan ortak
kullanım içindedir ve özel mülkiyet yasaklanmıştır.
Keza California eyaleti anayasasına göre, suyun
israf edilmesi veya sebepsiz şekilde kullanılması
yasaktır. "İsraf' ve "sebep"in tanımlanması yasama
organına bırakılmıştır. Bu türden açık uçlu maddeler
özel mülkiyeti göz önüne almamaktadır. Bilindiği
gibi söz konusu eyaletlerde su kıt kaynaktır. Çünkü
Amerika'nın baü bölgeleri çöldür (Anderson 1994,
204). Söz konusu türden maddeler politikacıların
rant kollama faaliyetlerini arttırabilmektedir.
Yine Hawaii anayasasının 11. Maddesinin 9. Bendine
göre "insanlar, temiz hava ve temiz su hakkına,
aşırı ve gereksiz gürültüden konınma hakkına
sahipler-tir"der. Her ekonomik faaliyet bir miktar
kirlenme gerektirdiğinden özel mülkiyet sahipleri
bazı ekonomik faaliyetlerden sakınmakla yükümlü
tutulmaktadırlar. Bütün bu anayasal maddeler,
toplumsal sınıfların (müteşebbisler, toprak
sahipleri vb.) çevreye zarar verdikleri gerekçesi
ile özel mülkiyet sahiplerini itham edebilmelerine
olanak sağlayan maddelerdir. Halbuki özel mülkiyet
sahipleri, kendi üretken faaliyetleri için kaynak
istihdam etmiş olabilirler. Öyleyse "çevre koruma"
önermesi mülkiyet haklarının sınırlandırılması ile
birleşerek mülkiyetin değerinin düşürülmesine yol
açmaktadır (Anderson 1994: 206).
Kısıtlamalar sadece özel mülkiyeti değil piyasada
rekabetin kısıtlanmasına ilişkin de olabilmektedir.
Piyasada rekabetin kısıtlanmasına yol açtığı ileri
sürülen maddelere örnek olarak şunlar verilmektedir.
Dokuz eyalet anayasası, emek piyasasında, kamu iş
yerlerinde çalışanların sekiz saatten fazla
çalıştırılamayacağını belirtmektedir (Anderson 1994.
207). Ayrıca New York anayasası, kamu işlerinde
çalışanlara sendika ölçeğine göre ödemede
bulunulacağını hüküm altına almaktadır.
Zorunlu servet transferleri amacıyla hükümetler
tarih boyunca ödünç alınabilir fonlar piyasalarına
müdahalelerde bulunmuşlardır (Anderson 1994: 207).
Transferler borç verenden alıcıya, alıcıdan borç
verene veya her ikisine birden olabilmektedir. Söz
konusu türden hükümet müdahaleleri rant kollama
faaliyetlerine yol açabilmektedir. Hatta bu türden
müdahalelerin serbest rekabetten ziyade rant
kollamayı korudukları ifade edilmektedir. Örneğin
Alabama anayasası, bankaların sadece 20 yıl için
kurulabileceğini hüküm altına almıştır. Oklahoma
anayasası, bir bankanın diğer bir bankadaki
varlıkları üzerinden faiz geliri elde edebilmesini
yasaklamıştır. Kaliforniya anayasası, tefeciliği
(Tefecilik, iktisadi açıdan son derece rasyonel bir
davranış kalıbı olarak düşünülmelidir) yasaklarken,
mevduat faiz oranını %10'la sınırlandırmaktadır.
Texas anayasası ile üç eyalette yine tefecilik
sınırlandırılmaktadır. Illinois anayasası, branş
bankacılığının yasama meclisinin 3/5 oyu ile
yasallaştığı taktirde yapılabileceğini
belirtmektedir. Texas eyalet anayasası, yabancı
bankaların eyalet içinde faaliyette
bulunamayacaklarını anayasal teminata bağlamış
bulunmaktadır.
Eyalet anayasaları sıkça hükümetlerin belirli
endüstrileri düzenlemelerinin (regüle etme) yasal
tabanını oluşturmaktadır. Özellikle tren yolu,
sigortacılık, ulaştırma ve sanayi sek-törleri ortak
düzenleme alanları olarak bilin-mektedir. Bu
belgelere dayanarak devlet fiyat
kontrollerini meşrulaştırmaktadır (Anderson 1994:
208). Türkiye Cumhuriyeti anayasasında da benzer
hükümleri bulmak hiç de zor değildir. Ancak soran
yukarıdan da anlaşılacağı gibi bireysel özürlüğün
ve ekonomik etkinliğin arka plana atılması
sorunudur. Dolayısıyla teorinin A.B.D.'de ortaya
atılmış olması şaşırtıcı değildir.
Anayasal
İktisat Teorisinin Tanımı ve Temelleri
Anayasal iktisat teorisi, ekonomide devlet
müdahalesi sonucunda ortaya çıkan israfların
önlenmesi amacıyla bireylerin ekonomik hak ve
özgürlükleriyle ilgili anayasanın hazırlanması ve
bu çerçevede piyasa meknizmasının hakim kılınmasını
öngören iktisat teorisidir. Diğer bir tanıma göre,
Anayasal iktisat teorisi, demokrasilerde
politikacıların oy alma, vatandaşların çıkar sağlama
çabalan sonucu ortaya çıkabilen mali iflas ve mali
disiplinsizlik olgularını ortadan kaldırma
çabasıdır. Dönemsel olarak yapılan seçimlerin
politikacıları yeterince sınırlayamaması sonucunda
ortaya çıkan "oy vemıe ve çıkar sağlama ticareti"
demokrasileri tehdit edebilmektedir. Hayek (1973:
5) "trajik yanılgı" olarak nitelendirdiği bu durumu
bakın nasıl vurgulamaktadır:
"Demokratik yöntemlerin benimsenmesi ile, siyasi
iktidar üzerine başka sınırlamalara gerek
kalmadığının sanılması, asrımızın trajik bir
hatasıdır. Demokratik yöntemlerin kullanılması,
siyasi iktidarın denetlenmesinde kullanılan
geleneksel sınırlamalara artık ihtiyaç kalmadığı
inancını da yaygınlaştırmıştır. Halbuki belli
çevrelerin yararına olan faaliyet programlarını
destekleyecek çoğunluk gruplarım oluşturmak
zarureti, yeni bir keyfi- lik ve tarafgirlik kaynağı
olmuş ve çoğunluğun ahlaki prensipleriyle
bağdaşmayan sonuçlar yaratmıştır. Parlamento
çoğunluğu, çoğunluk olarak kalabilmek için de ne
istiyorlarsa yapmak zorundadır."
Yukarıdaki paragraftan çıkarılabilecek en önemli
sonuç ekonomide kamu mülkiyeti ve dolayısıyla
politikacı-bürokrat davranışlarının ağırlığının
yarattığı israflardır. Anayasal iktisat teorisine
göre, çıkar çevreleri ile politikacı-bürokrat
arasındaki zincirlerin kırılması ancak ekonomide
yeniden yapılanma ve piyasa ekonomisinin hakim
kılınması ile mümkündür.
Anayasal iktisat teorisi, temelinde liberal
demokrasi düşüncesi bulunan bir teori olması
sebebiyle, kişilerin tek tek haklarının, özellikle
ekonomik haklarının, korunması düşüncesindedir. Bu
noktadan hareketle, sadece çoğunluğun değil
azınlığın haklarının da anayasa ile korunma altına
alınmasını savunmaktadır. Azınlık kavramını bu
noktada biraz daha açmak gerekebilir; azınlıklar,
etnik ve dinsel olabileceği gibi, politik olarak da
iktidara desteğini vermek istemeyen bireyler olarak
tanımlanabilir. Daha açık bir ifade ile, devlet
yönetimini elinde bulunduranların dışındaki
bireylerin haklarının da koaınması temel amaç
olarak alınmıştır. Korunması gereken hakların
başında ekonomik haklar gelmektedir. Anayasal
iktisat teorisi tarafından ekonomik haklara bu
kadar büyük önem atfedilmesinin nedeni, devletin
birtakım idealleri ön plana çıkartarak ekonomiye
aşırı müdahalesi sonucunda, bireylerin iktisadi
faaliyet alanlarını kısıtlayabilmesidir. Anayasal
iktisat teorisinin iktisadi faaliyet alanlarına
getirilen kısıtların kaldırılmasında hareket
noktası olarak şunlar belirtilmektedir: Yöntemsel
Bireycilik, Ferdin Rasyonelliği ve Politikaya
Mübadeleci Yaklaşım.
Yöntemsel Bireycilik
Anayasal iktisat teorisi, başta politika ve ekonomi
olmak üzere, yaşamın her alanında en iyi karar
alıcının "bireyler" olduğu varsayımından hareket
etmektedir. Dolayısıyla hareket noktasını, daha iyi
bir deyişle analizlerinin odak noktasını, "bireyler"
oluşturmaktadır. "Bireycilik" terimi, sosyalizm
terimi gibi Saint-Simonians'lar tarafından
yaratılmıştır. İlk önce, "bireycilik" terimini karşı
olduktan rekabetçi toplumu ifade etmek üzere
kullanmışlar, ardından da "sosyalizm" terimini
bütün aktivitelerin aynı prensiple yönetildiği
merkezden planlamalı toplumu ifade etmek üzere icat
etmişlerdir (Hayek 1980: 3).
Bireycilik, gerçek anlamıyla modern gelişimine John
Locke ve özellikle Bernard Mandeville ve Davıd Hume
ile başlamış olup, Jesiah Tucker, Adam Ferguson ve
Adam Smith'in çalışmaları ile ilk defa gerçek
boyutuna ulaşmıştır.
Herşeyden önce belirtilmesi gereken husus,
"bireyciliğin" öncelikle bir toplum teorisi
olduğudur. Yani, bireycilik, insanın sosyal hayatını
belirleyen kuvvetleri anlama çabası ve toplumun bu
yönünden türetilen kurallar (maxims) kümesidir.
Bireyciliğin bu yönü yanlış anlamaları ortadan
kaldırmaya yeterli olamamıştır. Bu yanlış anlayış
ise, bireyciliğin insanlığın bütün doğasının ve
niteliklerinin toplumda varoluşları ile
belirlendiği başlangıç noktasından ziyade kendi
kendine yeten, tecrit edilmiş bireyler gerektirdiği
şeklindeki inanıştır. Eğer bu düşünce doğru
olsaydı, bireyciliğin, toplumu algılamamıza katkısı
olmazdı. Ancak bireyciliğin ana fikri bu durumdan
oldukça farklıdır; bireyciliğe göre gözlenmesi
gereken doğal sosyal olaylan anlamanın tek yolu
bireylerin, diğer bireylere karşı yaptıkları
hareketleri anlamak ve tecavüzlerden korumaktır.
Bireyciliğin bu temel niteliği, bireyciliği, sosyal
bütünleri kapsayan, toplum gibi, oluşumları
kendisine özgü (sui generis), kendisini oluşturan
bireylerden bağımsız şekilde meydana gelen
oluşumlar olarak gören kollektivist toplum
teorilerinin karşısına yerleştirmiştir (Hayek 1995:
37).
Liberalizmin ve bu arada Anayasal iktisat
teorisinin temel değeri yukarıda sözü edildiği gibi
"bireydir". Bu bakımdan, insan hayatı başka herhangi
birşey için araç değildir. İnsan hayatı, kendi
başına bir değer olduğundan, ona kasteden her eylem,
hiçbir şekilde haklı
gösterilemez. Ancak insan amaçlı, bir varlık olarak,
çevresini kendi amaçları için düzeltmek,
değiştirmek ve dönüştürmek ister; amaçlı eylemle
kendini gerçekleştirmeye çalışır. İnsani varoluşun
ve amaçlılığının bu değeri, özerk insan fikrini
öngörür. İnsan ancak kendi kaderini tayin edebildiği
ve Kantin işaret ettiği gibi, kendi ahlak yasasını
özgürce koyabildiği ve bu doğrultuda davranabildiği
sürece insandır
Liberal düşüncede "insan" söz konusu olduğunda
kastedilen "birey" olarak insandır, yoksa başka
kollektif varlıklar değildir. Çünkü liberaller,
"sınıf, "devlet" ve "toplum" gibi kavramların gerçek
birer varlığı (entity) anlat-madıklannı, bunların
sadece birer kavramsal soyutlama olduklarını
düşünürler. "Toplum" diye gözlenebilir bir varlık
yoktur; o, bireylerin toplamından ibarettir. Bu
noktadan hareketle, "toplumun amacı" anlamında bir
"ortak iyi'den söz edilemez; bu tür sözler tamamen
illüzyondur. Toplumun, kendisini oluşturan
bireylerin amaçlarından, değerlerinden,
çıkarlarından bağımsız, hele onların üstünde bir
amacı, değeri, çıkarı kısaca bir iyi anlayışı
yoktur (Erdoğan 1993: 6). Gerçekten gerek
toplumdaki bireyler, gerekse iktisatçılar ülkedeki
milli gelirin paylaşımının adil olmadığı yönünde
düşünceye sahiptir. Dikkatli bir düşünüre, adil
gelir dağılımının kime göre adil olacağı gibi bir
som sorulursa, kendi sübjektif değerlerine göre bir
cevap verecektir. Düşünürün kendi değer yargılarına
göre verebileceği bu cevap, sadece düşünüre mahsus
bir cevaptır ve ülkede bu türden birçok cevap
almanız mümkündür. Bundan dolayı, topluma izafe
edilen eylem ve kararlar ancak bireysel eylem've
kararlara çevrildiklerinde anlam kazanabilirler.
Bireyselliğin, kendi başına değerli sayılması,
bireyin kendini gerçekleştirmesinin önündeki
engellerin ve her türlü dış müdahalenin reddini
gerektirir. Bireysel etkinliğe müdahale sadece
devlet veya hükümetlerden gelmez; başka bireylerin
eylemlerinden, dini kurallar ve geleneklerden gelen
kısıtlamaların da
giderilmesi gerekir. Bunun için, bireyin, devlet
dahil başka hiçbir otoritenin karışamayacağı özgür
bir etkinlik alanına sahip olması, her
si-yasal-toplumsal örgütlenmenin temelini
oluşturması gerekir. Bireylerin amaçları,
istekleri, duyarlılıkları kısaca değerli saydıkları
şeyler farklı olduğu için (veya olabileceği için)
herkes kendi "iyi" anlayışına göre etkinlikte
bulunmakta serbest bırakılmalıdır. İnsanlara, bir
"ortak iyi" anlayışının dışardan (devlet, cemaat
veya başka bir kollektivite tarafından) zorla kabul
ettirilmeye çalışılmaması gerekmektedir. Bu konunun
hukuk kuralları ile çeliştiği düşünülebilir. Buna
rağmen bireylerin tek tek kendi amaçlarını
gerçekleştirmek için hukukun sağladığı öngörülebilir
çerçeveye ihtiyaçları söz konusudur.
Ferdi Rasyonellik
Anayasal İktisat teorisinin, sosyal realiteyi veya
rasyonel sosyal hareketi tartışma konusu yapmak
gibi bir düşüncesi yoktur. Ancak anayasal iktisat
teorisi, daha önce sözü edildiği gibi seçim
yapanların bireyler olduğu ve rasyonel davranışın
ancak birey hareketleri çerçevesinde tartışıldığı
zaman anlam kazanabileceği noktasından hareket
etmektedir. Dolayısıyla rasyonel birey davranışı ile
neyin kastedildiğinin tanımlanması gerekmektedir.
Modern iktisatçılar ortalama vatandaşın, alternatif
mal sepetleri karşısında sıralama yapabildiği ve bu
sıralamanın geçişken olduğunu varsayarlar. Daha açık
ifade ile bireyin, A,B,C sepetlerinden, A'yı B'ye;
B'yi C'ye tercih ediyor ise A'yı C'ye tercih edeceği
varsayılmaktadır. Bu taktirde bireylerin,
seçimlerinin tutarlı olması durumunda "çoğu" "aza"
tercih etmesinin rasyonel olduğu söylenebilir.
Bireylerin, gözlenen piyasa davranışları, bu
düşünceleri yanlışlar nitelikte değildir. Tüketici
diğer değişkenler sabitken, mal sepetleri içinden
daha çok mal bileşeni olanı seçer ve gelirini çok
geniş bir yelpazede harcar. Piyasada bu tür
davranış şekli kollektif tercihte acaba nasıl
yapılabilir?
Anayasal iktisat teorisi, bütün kollektif
hareketlerin ekonomik boyuta
dönüştürülebileceklerini düşünmektedir. Bu nokta
dikkate alındığında birey rasyonelliğini piyasada
olduğu gibi, kollektif tercihlere de
genişletebilire imkanı doğabilmektedir. Öyleyse,
piyasada olduğu gibi, bireylerin kollektif alanda
da alternatifleri sıralayabildiğim ve bunların
geçişken bir özellik arz etmekte olduğunu
söyleyebiliriz. Başka bir ifade ile, bireylerin
kendi fayda fonksiyonları tarafından atfedilen
sıralamada en yüksekteki kollektif hareketi
seçebilecekleri varsayılmaktadır. Dahası piyasada
olduğu gibi, bireylerin kamusal mal sepetlerini
sıralamaya tabi tuttukları varsayılmaktadır. Bu
varsayımlardan hareketle, kamu sektöründe de
azalan marjinal ikame hadleri olduğunu farzeder
(Buchanan 1990; 31-39). Rasyonel davranış modeli,
kollektif karar alma sürecine genişletilirse birey
davranışları hakkında ekonomi teorisinin içerdiği
önermelere paralel önermeler türetilebilir. Eğer
hipotezler geçerli ise, temeli bireyin uygun
alternatiflerle karşılaştığında, kamusal malların
fıyatımn düştüğü durumlarda, diğer değişkenler
sabitken, daha fazla kamusal mal talep etmeleri
gerekir. Başka bir ifade ile, ortalama olarak
ödenmesi gereken vergi miktarı düştükçe bireyler
daha çok kamusal mal için oy kullanacaklardır. Diğer
yandan eğer, vergi hadleri arttırılırsa, bireyler
daha az kamusal mal talebinde bulunacaklardır.
Elbette yukarıda söz edilen türden sonuçlara
ulaşılabilmesi için kamu sektöründe mali
farklılaşmanın önlenmesi gerekir. Mali farklılaşma,
mal ve hizmet üretiminin maliyetini karşılayan
kişilerle o mal veya hizmetten yararlananların
daima aynı kişiler olmadığı durum olarak
tanımlanabilmektedir (Savaş 1989: 22).
Piyasadaki seçimi analiz ettiğimizde bireylerin
davranışları ile davranışın sonuçları arasında
"birebir eşleme" vardır. Yani bireyler yaptıklan
seçimin sonuçlarına iyi ya da kötü olsun katlanmak
zorundadırlar. Ancak politik süreçteki birey
davranışı ile davranışın sonucunu analiz ederken
dikkat edilmesi gereken bir belirsizlik unsuru
mevcuttur. Bu belirsizlik
bireyin davranışı ile davranışın sonucu arasında
"birebir eşleme"'nin olmayabileceğidir. Dolayısıyla
kollektif seçimde bireylerin piyasada olduğundan
daha az rasyonel olduklarını söyleyebiliriz.
Piyasadaki bir seçimde kararın sorumluluğu tamamen
karar alıcıya aittir. Çünkü maliyetler ve yararlar
daha anlaşılır olmakta, bireyin alternatifleri
önceden değerlendirme olanağı ortaya çıkabilmektedir
Aksine kollektif seçimde, sonuçlar doğru olarak
öngorulebilse biie bireyin kararları ile sonuçlan
arasın-da bir ilişki mevcut değildir. Birey "oy"unu
kullanırken elbette önerilen kamusal hareketin
maliyet ve yararını dikkate alacaktır ancak piyasa
seçimi ile kıyaslandığında ne maliyet içerisindeki
payını ne de yararlanma derecesini tahmin
edemeyecektir.
Sonuç olarak, elmalar ile portakallar arasında seçim
yapanlarla, A adayı ile B adayı arasında seçim
yapanlar aynı kişiler olmakla beraber seçimlerin
sonuçlan üzerindeki farklılık göz önünde
tutulmalıdır. Anayasal iktisat teorisi, yukarıda
sözü edilen kollektif seçimdeki belirsizliklerin
ortadan kaldırılması ve birey davranışlarının
öngörülebilir olması için oylama kuralı olarak
"ittifak kuralının" (oybirliği) benimsenmesini ancak
böylelikle seçmenler ile bu seçimlerin sonuçlan
arasında "birebir eşleme"nin sağlanabileceğini ileri
sürmektedir.
Politikaya Mübadeleci (Değişimci) Yaklaşım
Anayasal iktisat teorisinin dayandığı temel
noktalardan sonuncusu "politikaya mübadeleci
yaklaşım" olup diğer iki temel noktanın
tamamlayıcısı şeklinde nitelendirilebilinir.
Politikaya mübadeleci yaklaşım (Catallaxy),
bireylerin ekonomik ilişkilerde olduğu gibi
politik ilişkilerde de kendi çıkarları
doğrultusunda hareket edebildikleri varsayımı olarak
tanımlanabilmektedir. Tanımdan da anlaşılabileceği
üzere, politikada da hareket noktası bireyin
kendisidir. Piyasa ve devlet, işbirliğinin organize
edildiği ve mümkün hale geldiği iki devre olarak
nitelendirilmektedir (Buchanan 1990:19). Bireyler
organize olmuş piyasalarda mal ve hizmet mübadele
etmek amacıyla işbirliğine girişerek mukayeseli
kazançlar elde edebilirler. Bireyin mübadeleye
girmesindeki amaç, mal ve hizmet elde ederek kendi
çıkarını devam ettirmek, böylelikle alışveriş
yaptığı bireylerle birlikte doğrudan yarar
sağlamaktır. Temelde, devlete bireyci açıdan
yaklaşılması da politik veya kollektif hareketin
yukarıda sözü ' edilen piyasa benzeri işlemlere
yaklaştınlmak istenmesindendir. iki veya daha fazla
birey, mukayeseli olarak avantajlı bulmaları
sebebiyle ortak amaçlan gerçekleştirebilmek için
güçlerini bir araya getirebilmektedirler. Gerçek
anlamda, ortak kullanıma hazırlanacak çıktıyı . elde
edebilmek amacıyla girdi mübadele
edebilmektedirler.
Maliyecilerin aşina oldukları Crusoe-Friday modeli
konuyu açıklamak için yararlı olabilir. Crusoe çok
iyi bir balıkçı, Friday ise çok iyi bir ağaç
tırmanıcısıdır. Mukayeseli olarak işbölümü yapmayı
ve mübadeleye girişmeyi avantajlı olacağı için kabul
etmektedirler. Benzer olarak, bu iki birey, gizli
ortak bir yer yapı-mı için işbirliğine girişmenin
avantajlı olacağını farkettiklerinde, politik
olarak "mübadeleye girişerek kaynaklanın bu ortak
malın inşasını gerçekleştirmek için kullanmayı
avantajlı bulacaklardır. Bu örnekten de
anlaşılacağı üzere insan davranışlarında yukarıdaki
iki durumda da bireyleri güdüleyen değer, temelde
aynıdır. Dolayısıyla ortalama bireyin, temelde
ekonomik veya politik ilişkilerde aynı değer
yargılarına, kendi çıkarları için mübadeleye girmek,
sahip olduğu varsayımı yapılabilir.
Anayasal iktisat teorisinin, politikaya mübadeleci
yaklaşım ile sağlamaya çalıştığı temel nokta,
politikayı zora dayanan ilişkiler yumağından
çıkararak gönüllü ilişkiler yumağı haline
dönüştürebilmektir. Politik ilişkiler gönüllü hale
getirilebilirse yasal ve anayasal kurallarda
reforma gidilebileceği düşünülmektedir. Hem politik
hem de ekonomik faaliyet alanları ancak kuralların
iyi tanımlanması ve faaliyete katılanların "gönüllü
işbirliği" ile geliştirilebilinir. "Gönüllü
işbirliği"nin gerçekleştirilmesinin yollarından bir
tanesi de, temeli işbirliğine dayanan "piyasa
mekanizmasıdır".
Sonuç
Türkiye, 19. yüzyıl başından bu yana ekonomik
gelişmeyi sağlamaya çalışmaktadır, tik gelişme
çabaları daha Japonya'nın kapalı ve gelişmemiş bir
ekonomiye sahip olduğu 200 yıl öncesine
dayanrnaktadır. Bu durum bize, Türkiye'nin gelişme
çabalarının Cumhuriyet ile birlikte başlamadığını
daha önceleri de kalkınma çabalarının varlığını
göstermektedir (Akalın 1995: 91). Cumhuriyetin
kurulmasından önce, Türkiye seri savaşlar
neticesinde zaten az olan ekonomik gücünü
kaybetmiştir. Ancak asıl önemli olan nokta,
Cumhuriyetin kunılmasının ardından ekonomik gücünü
yeniden sağlayabilmek için seçtiği yoldur. Bir
İmparatorluğun ekonomisini savaşlarla kaybetmiş
olan Türk hükümeti kapalı ve planlı bir ekonomik
yapıya sahip olan eski Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği'nden etkilenmiş ve aynı
metodları Türkiye Ekonomisi'ne uygulamaya
çalışmıştır. 1933-1938 yıllarında gerçekleştirilen
ilk plan çerçevesinde tekstil, kağıt, şeker ve demir
endüstrileri kurulmuştur. Modern bir ekonominin
kunılması amacıyla devletçilik yürürlüğe
konulmuştur. Ancak aradan geçen zaman devletin güç
kullanma yetkisi ile ekonomik gücün birleşmesi
sonucunda suisti-mal ve yozlaşmanın olabileceğini
kanıtlamıştır.
Yozlaşmanın ve suistimalin önlenmesi için gücü en
ufak birimlere kadar yaymayı başarabilen bir
mekanizmaya ihtiyaç bulunmaktadır. Piyasa
ekonomisi, sözü edilen gücün en ufak ekonomik
ajanlara kadar yayılmasını sağlayan bir devredir,
insanlara ekonomi içinde kendi çıkarlarını yerine
getirebilme şansının verilmesi karşılıklı çıkar
olgusu ile bütünleşin-ce, genelin iyiliği için
çalışan bir ekonomik yapı ortaya çıkabilmektedir.
Dolayısıyla devletin, böyle bir yapı içerisindeki
görevi yapının işleyişini kolaylaştıracak önlemleri
almaktır. Bu önlemler kanun hakimiyetinin tesis
edilmesi, piyasanın işleyişini engelleyici her türlü
önlemin önüne geçmesi olarak nitelendirilebilir.
Anayasal iktisat Teorisi bu sözü edilen önlemlerin
anayasalarda yer almasını ve bu önlemlerin dar bir
çoğunluk (ekseriyet) ile ortadan kaldırılmasını
engellemek istemektedir.
Diğer bütün ülkelerde olduğu gibi ülkemiz tarihinin
siyasal mücadelelerle geçmiş olması, anayasalara da
yansımış ancak ekonomik mücadelelerin sürekli
siyasal mücadeleleri gericinde kalması ekonomik
anayasa veya daha iyi bir deyişle anayasalarda
ekonomik hak ve özgürlüklerle ilgili maddelerin
yeterince nitelikli olmamasının nedeni olmuştur.
Ülke gündemini işgal eden birçok sorunun temel
kaynağının ekonomik olması ve ekonomik sorunların
diğer sorunları ağırlaştırabilmesi, aynı bağımsızlık
mücadelesinde olduğu gibi topyekün ekonomik
bağımsızlık mücadelesinin başlatılmasını gerekli
kılmaktadır. Ekonomik bağımsızlıktan kastettiğimiz,
devletin saf kamusal mallar dışındaki malların
üretiminden çekilmesi ve minimum devlet anlayışı
çerçevesinde adalet, milli savunma ve altyapı
hizmetlerinin gerçekleştirilmesi, bunun dışında
hiçbir ekonomik faaliyeti yürütmemesidir. Bu
ideolojik bir tercihten daha çok ekonomik bir tercih
olacaktır. Minimum devlet tercihinin kabulü
devletin varlığını yok etmek amacıyla değil,
devleti etkili kılmak amacıyla yapılmalıdır ve
böyle algılanmalıdır. Bu yeni anlayışla devletin
görevi artık kimin nereye yatırım yapacağını
öngörmekten çok, yatırım yapan bireylerin
haklarının korunması olacaktır. Günümüzde ekonomik
sorunlan aşmak için sözü edilen türden öneriler çok
sık dile getirilmekte, köklü değişikliklerden
bahsedilmektedir. Köklü değişiklik önerilerinin
başında anayasaların değiştirilmesi gelmektedir.
Çünkü ekonomik faaliyetlerin sağlıklı işlemesi için
toplumun, üstünde uzlaşmaya vardığı kurumların
varlığı şarttır.
Anayasanın bireyleri uzlaştıran bir yapıda olması,
yani bir sözleşme niteliğini kazanabilmesi,
ekonomik gelişmenin ön şartı ise, Türkiye için
yapılması gereken ekonomik bir anayasa
hazırlamaktır.
Yeni bir ekonomik anayasa, oluşturulması amacıyla
Anayasal İktisat Teorisi çerçevesinde şu maddeler
öngörülebilir:
1. Mülkiyet ilişkilerinde ağırlık özel mülkiyete
verilmeli, kamu mülkiyetinin mümkün olduğunca
sınırlı bırakılması anayasa ile sağlanmalıdır.
Böylelikle ekonomide ortaya çıkacak vekalet sorunu
çözülebilir.
2. Ekonomik birimler arasında sözleşme serbestisi
sağlanmalı, serbest girişimin önünü tıkayabilecek
her türlü engel anayasa tarafından yasaklanmalıdır.
Ekonomik birimlerin sözleşme hükümlerini ihlal
etmeleri durumunda ortaya çıkması, muhtemel sonuçlan
önlemek amacıyla anayasaya sözleşmelerin yerine
getirilmemesi durumunda uygulanacak cezai hükümler
konulmalıdır.
3. Devletin ekonomide planlama gibi bir faaliyete
girişerek, bu amaçla teşkilat kuramayacağı ve
personel istihdam edemeyeceği maddeler halinde
düzenlenmelidir.
4. Anayasada refah devleti ile ilgili maddelere yer
verilmemeli, sosyal güvenlik sisteminden
yararlanacak vatandaşların belirlenmesi açık
kriterlere bağlanmalı ve hükümetlerin bu kriterleri
değiştiremeyeceği anayasal bir kural olarak
benimsenmelidir.
5. Denk bütçe ilkesinin bir bütçe politikası olarak
benimseneceği ve bu ilkeden sapmaların siyasi
iktidarların insiyatifine bırakılamayacağı
hükümleri anayasada yer almalıdır ve bütçeden
mahalli idarelere pay aktarılması önlenmelidir.
Mahalli idarelerin bütçelerinin finansmanında
götürü vergilerden yararlanma ilke olarak
benimsenmelidir.
6. Devletin destekleme alımı,
taban ve tavan fiyat uygulamaları, asgari ücret ve
kira tespiti gibi mekanizmalarla serbest piyasa
ekonomisinin işleyişine müdahale etmesi
düzenlenecek anayasada önlenmelidir.
7. Vergi sisteminin ödeme gücü ilkesinden çok,
yarar ilkesine dayandırılması benimsenmeli,
fiyatlandırılması mümkün kamusal mallar harçlarla,
fiyatlandırılması mümkün olmayan saf kamusal mallar
götürü veya vasıtalı vergilerle finanse edilmelidir.
8. Vergi sistemimiz artan oranlı yapıdan kurtarılıp,
piyasa müşevviklerinin kırılmasına imkan vermeyecek
şekilde sabit oranlı (genel ve tek oranlı) bir hale
getirilip yatırım ve tasarrufların vergiler yoluyla
cezalandırılması önlenmelidir.
9. Vasıtalı vergilerde (Örn. KDV) genel ve düşük
bir oran benimsenmeli, bunun yanında sözü edilen
vergilerin uygulanmasında hiçbir farklılaştırmaya
gidilmemelidir.
10. Her vatandaşın vergi mükellefi olması
sağlanmalı, vergi mükellefi olmayanların seçmen de
olamayacakları anayasada belirtilmelidir.
11. Her vergi mükellefine beyanname verme
zorunluluğu getirilmeli, ancak bu beyannamedeki
matrahtan eğitim ve sağlık har-camlarının
düşülmesine imkan verilmelidir.
12. Devletin para ve maliye politikaları ile
ekonominin işleyişine müdahale etmesi önlenmelidir.
Devletin sosyal güvenlik sistemi içerisindeki
tekelleşmesi önlenmeli, özel teşebbüslerin de
sistem içine dahil edilerek yaratılacak rekabet
sayesinde vatandaşların daha iyi ve ucuz hizmet
alması sağlanmalıdır.
Sonuç olarak, ülkemiz ekonomisi açısından Anayasal
iktisat Teorisi yukarıda sözü edilen maddeler
çerçevesinde bir anayasa hazırlamalı ve piyasa
ekonomisini gerçek anlamda belirlemelidir. Politik
düzlemin son derece yozlaştığı ülkemizde sözünü
etmiş olduğumuz teori bir çıkış yolu olarak
görülmelidir.
|