|
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Alınmamasında Din Bir Faktör
Olabilir Mi?
Yrd. Doç. Dr. Kemal Çiçek
Türkiye'nin Avrupa Birliğini (AB) üyeliğini
hararetle istemesine rağmen, üyeliğe alınması
konusunda bir tarih bile verilememesi, içte ve
dışta çeşitli yorumlara neden olmaktadır, Bu
yorumların en ilginçlerinden birisi, bizce,
Türkiye'de ve Avrupa'da bazı çevrelerin,
Türkiye'nin müslüman bir ülke olması nedeniyle
topluluğa alınmadığına dair görüşleridir. Son
zamanlarda Avrupa'da Avrupa Bir-liği'nin en yetkili
kişilerinden birisi olan Jac-que Delors bile samimi
bir şekilde AT'nin (veya 1 Kasım 1993'ten sonra
anıldığı şekliyle AB) bir "Hıristiyan Klııbü"
olduğunu ve dolayısıyla Türkiye'nin üyeliğine soğuk
bakılmasının normal olduğunu ifade etti. Bu
sözlerin Delors'un ağzından duyulması bizi hiç
şaşırtmadı, zira AT'nin uzun süre başkanlığını
yapan ve bir Fransız olmasına rağmen kendisini
ciaha çok Avrupa vatandaşı olarak gören Delors,
topluluk içinde AB'ni en radikal ve ideal şekliyle
kurmak isteyen kişilerden birisi olarak
tanınmaktadır. Bilindiği gibi Delors, AB'ni bir
tür "Birleşik Avrupa Devleti" haline getirerek her
konuda üye devletlerin üstünde karar verebilen bir
konuma getirme gayretleriyle tanınmaktadır. Delors,
tam olarak değilse bile "Maastricht"
anlaşmasıyla düşüncelerini önemli ölçüde
gerçekleştirmeyi başarmıştır. Gümrük Birliği, Para
Birliği ve üye devletlerin bazı mahalli yetkilerini
merkeze (Avrupa Parlamentosu) devretmeleri
onun başarılarıdır. (O, bu düşünceleri nedeniyle
bir çok Avrupalı devlet adamıyla, ve özellikle
İngiltere Başbakanı Thatcher ile, ters düşmüştür.
Yalnız bu konular yazımızın içeriği dışındadır.)
İşte idealindeki AB'ni kurma savaşı ve ren
Delors'den üyelikte dinin bir ölçü oldu-ğunu duymak,
ancak onun samimiyetinin bir göstergesi olarak kabul
edilmelidir. Türkiye'de| de yetkililer son
demeçleriyle artık Avrupalı-ların bu sözlerinde
samimi ve içten oldukla-rını kabul etmeye
başlamışlar, ancak salt laik lik penceresinden
konuya baktıkları için bu tür yaklaşımlara bir anlam
verememektedirler. Gerçekten de, Avrupa gibi
ortaçağın skolastik düşünce anlayışının etkisinden
kur-tulmuş devletlerin bulunduğu ve yaklaşık ola rak
iki asırdır artık dinin devletlerarası ilişki lerde
belirleyici bir unsur olarak kabul edilme diği bir
kıtada, hala din devletler arası iiişki lerde
belirleyici bir faktör olabilir mi? Bizce bu sorunun
cevabı maalesef "evet"dir. Çünkü, Avrupa'da Delors
ve onun gibi düşünen, özel likle Hıristiyan Demokrat
veya Muhafazakar Parti mensuplarının AB'yi bir
Hıristiyan Klubü ve sınırları içinde müslüman bir
ülkenin yer al madiği bir birlik olarak görmeleri,
aslında, on-ların bilinç altlarındaki ideal Avrupa
Birliği imajından kaynaklanmaktadır. Nedir bu De
lors'un başını çektiği bazı Avrupalı devlet
adamlarının ideallerindeki Avrupa Birliği? Bu birlik
içinde Hıristiyan olmayan ülkelere yer var mıdır? Bu
birliğin sınırlan nelerdir? Bizce, yukarıdaki
somlara yanıt bulmak için ortaçağ larda ve özellikle
modern Avrupa siyasi dü şüncesinin temellerinin
atıldığı "Aydınlanma çağı" olarak bilinen dönemde,
Avrupa birliği düşüncesinin doğuşu ve gelişmesi ve
birlik düşüncesinin hayata geçirilmesi için ortaya
atılan bazı görüşlerin incelenmesi gerekir. Bu,
günümüz Avrupasındaki bazı devlet adamlarının
bilinç altlarındaki ideal AB imajını da daha berrak
bir şekilde görmemizi sağlayacaktır.
Bu yazımızda, AB düşüncesinin felsefi temellerini
kuran aydınların görüşlerinden yola çıkarak,
günümüzde bazı batılı devlet adamları için dinin
niçin bir faktör olabileceğini göstermeye
çalışacağız. Önce Avrupalıların kafasındaki
"Avrupa" imajını bir kaç örnekle göstermeye
çalışalım.
Avrupa Eşittir Hıristiyan Kıta
Evet, maalesef bugün bazı batılı devlet adamlarının
kafasındaki Avrupa imajı budur. Bunun bazı tarihsel
nedenleri olabilir : Ünlü tarihçi Heredot'un "Avnıpa"
sözcüğünü ilk kez coğrafi bir alanı tanımlamak için
kullanmasından sonra, uzun yıllar boyunca,
özellikle Avrupa kıtasındaki "Birlikçilerin (Universalist)
dağarcığında bu sözcük Hıristiyanlığın sınırlarını
belirlemek için de kullanır olmuştur. Ancak
ortaçağlarda Hıristiyanlığın saldırıya geçerek önce
Kudüs'ü (1099) ve daha sonra da Bizans başkentini
(1204) ele geçirmesiyle Avrupa sözcüğü coğrafi bir
terim olarak anlamını yitirmiş ve tarihi metinlerde
çok az kullanılır olmuştur, çünkü Avrupa
Hıristiyandır ve sınırlarını yani coğrafi alanını
aşmıştır. Ne zaman ki Türkler İstanbul'u (Avrupa'yı)
tehdit etmişler, o zaman Constance'ın Konsül'ünde
bir Papaz "şimdi, sadece Avrupa Hıristiyan"
demiştir. Bu tarihten sonra Avrupa sözcüğünün
tekrar literatüre girdiğini ve sık sık coğrafi bir
alan olarak "Hıristiyan Avrupa'mı tanımlamak için
kullanıldığını görüyoruz. 13. yüzyılda bir ingiliz
Rahibi ve Ansiklopedi derleyicisi olan Bartholomew
da sözcüğü bu anlamda kullanmıştır. Ünlü Dante
(1265-1321) ise Monarşi (De monarchia) adlı eserinde
Avrupa sözcüğünü yalnızca bir kıta olarak değil, "Avnıpa
Dünyası ve Halkları" anlamında kullanmıştır.
Kardinal John Bessarion (1395-1472) da Avrupa için
sınır koyarak, "Hıristiyan Dünyası bütün Avrupa'yı
kapsar"demiştir. Tasso ise, Avmpa'nın Türklere karşı
savaşını Asya'ya karşı bir savaş olarak
değerlendirerek adeta bugün medeniyetler
çatışmasından söz edenlere ışık tutmuşaır.
Türkiye'yi bir çok Avrupalı'nın hala bir Asya ülkesi
olarak görme eğilimlerinin nedeni bu olsa gerektir.
Yine geçenlerde Almanya'da koalisyon hükümetinin
büyük ortağı Hıristiyan birlik partilerinden Meclis
Grup Başkanı
\Volfgang
Schaeııble\n "Birliğin sınırları gayet nettir. Bu
sınır içinde Türkiye'nin yeri yoktur, Türkiye AB'ye
tam üye olma hayalinden vazgeçmelidir" şeklindeki
sözleri, bize göre, bilinç altındaki AB fikrinin
dışavurumu olarak yorumlanmalıdır.d) Bu ve bu
anlamda bazı Avrupalı devlet adamlarının sık sık
verdiği demeçler; onların hala Avrupa'nın
Hıristiyan bir kıta ve AB'nin de Hıristiyan bir "club"
olduğuna samimiyetle inandıklarını göstermiyor mu?
Her ne kadar bu düşünce AB üyeliğinde din
faktörünün yeri olabileceğini açıkça
göstermekteyse, laik Türkiye'nin AB dışı
bırakılmasının nedenlerini tam olarak açıklamaz.
En azından, artık teokratik devlet düşün cesinden
tamamen kurtulan Avaıpa ve Avrupalı'nın laik
Türkiye'ye karşı tavrının nedenlerini hiç
açıklamaz. Bizim kanaatimize göre, Avrupa'nın
Türklere karşı kesin ve tavizkar olmayan tavrının
nedeni de tarihseldir ve Avrupa Birliği
düşüncesinin doğuş sebepleri ile yakından ilgilidir.
Avrupa Birliği'nin doğuşunu etkileyen filozoflar
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Türklerin özellikle 11.
yüzyıldan sonra Avrupa ve Hıristiyan dünyasını
tehdit etmeleri Avrupa Birliği1 nin
doğuşunda en önemli etkenlerden birisi olarak kabul
edilmelidir. Bu yüzyıldan sonra bütün Avrupa
Türklere karşı cephe almış, "Kutsal İttifak"
Anadolu'ya haçlı seferleri başlatmıştır. Ancak
Papalığın organize ettiği seferlerin başarısızlıkla
sonuçlanması eleştirilere neden olmuş, Avrupalı
düşünürler birliğin hangi çatı altında ve ne şekilde
olması gerektiği konusunda farklı görüşler ve
birleşme senaryoları ortaya atmışlardır. Bu
düşünürlerin öncülerinden birisi Papalığın
otoritesini sorgulamakla işe başlayan Dante'dir.
Dante'nin Papalığın egemenliğine karşı Avrupa
Krallığını savunan fikirleri daha sonraları
Avnıpa'da yaşayan insanların bir birlik olması ve
bir krallık altında yönetilmesi fikrini savunanlara
ışık tutmuştur. Avrupa Birliğini savunanların
çoğunluğunun bir din adamı olması da ayrıca dikkat
çekicidir. Mesela, Admontlu bir rahip ve Alman
asilzadesi olan Engelbert 1307 ile 1310 yılları
arasında yazdığı "Roma İmparatorluğu' mm Menşei ve
Sonu Hakkında" (On the Ori-gin and the End of the
Roman Empire) adlı eserinde Avrupa Birliğinin
Papalık'tan çok bir krallık altında gerçekleşmesini
savunmuştur. "Tek başlı, tek bir İmparatorluk" ("a
single empire with a single head") fikrini ortaya
atan bu rahip eskiden Roma'nın hakimiyeti altında
bulunan İspanya, Fransa, İngiltere, Macaristan,
Bulgaristan, Yunanistan gibi krallıkların tekrar bir
krallık altında toplanmasını, özellikle
"Hıristiyanlık ile Putperest Dünya" arasındaki bir
savaşta bunun elzem olduğunu ifade etmiştir.
Engelbert'e göre putperestlerle savaşın Avrupa'nın
zaferi ile sonuçlanması Avrupa'da barışın
korunmasına bağlıdır. Bunun için de birlik şarttır.
Bu birlik, 'Yüksek Hakem" konumundaki bir kral
yönetiminde ve bağımsız krallıklardan oluşacaktır.
Engelbert idealindeki birlik için hukuki çatıyı da
oluşturmaya çalışmış, doğa kanunun bütün insanlar
için olduğunu fakat pozitif hukukun ülkeden ülkeye
gelenek, görenek ve etnik çeşitliliğe göre
değişebileceğini, dolayısıyla her ülkede bağımsız
krallıklar bulunmasının bir "İmparatorluk" altında
birleşmeye engel olamayacağını savunmuştur.
Avrupa barışının sürmesi için birlik fikri, 14.
yüzyılda, İngiliz William, Fransız Pierre Dubois
gibi ünlü yazarlar tarafından da savunulmuştur.
Aynı fikir 15. yüzyılda da taraftar bulmuştur.
Örneğin, daha sonra Papa olan Ae-neas Silvius
Piccolumini (Papa II. Pius) "Roma imparatorluğu'mm
Otoritesinin Menşei" (The Origin of the Authority
of the Roman Empire/ 1445) adlı eserinde
Avrupa'daki krallıkları ve prenslikleri geçici
olarak görür ve hepsinin Roma İmparatorluğu'na tabi
olması gerektiğini savunur. Yine benzeri şekilde,
l464'de Bohemya Kralı George Podiebrad da Fransız
An-toine Marine'den aldığı ilham ile bütün
Hıristiyan prenslerinin bir araya getirildiği bir
meclisin Avrupa barışını temin edebileceğini iddia
etmiştir. Kral XI. Louis'e sunulan bu plana göre,
barışa uymayan Avrupalı prenslere karşı "hakem" ve
gerekirse "ambargo" gibi vasıtalarla müeyyideler
uygulanması önerilmiştir. Bu plan, her ne kadar
reddedilmiş de olsa, ilk kez "Prensler Ligi" veya
(Milletler Liginden) söz etmesi nedeniyle önem
arzetmektedir.
Sonuç olarak, ortaçağ Avrupa düşünürleri dönemin
özelliklerine uygun olarak Avrupa birliğini hep
Papa veya "Emperor"un başkanlığı altında
sağlanabilecek bir birlik olarak görmüşlerdir. Bu
düşünce iki asır süren mücadelelerde etken olmuş
ise de sonuçta, bilindiği gibi, krallıklar
Papalığa karşı galip gelmiş, Kennedy'nin ifade
ettiği anlamda, Avrupa'nın merkezileşme süreci
durmamış, ancak bir kaç asır daha gecikmiştir.®
Bunun doğal sonucu olarak, özellikle batı Avrupa'da,
kendisini "İm parator" ilan eden krallar kendi
bağımsız kral lıklannı kurarak, sürekli bir idare
ile kendi ordu ve vergi sistemlerini
oluşturmuşlardır. Bu durumun diğer bir sonucu olarak
da Papalığın arzuladığı Magna Civitas Christiana '"büyükÎ
Hıristiyan vatandaşları" sistemi çökmüştü Bu son
siyasi yapılanma, aynı zamanda Batı Avrupa'daki
feodal düzenin de adıdır. Başka bir deyişle "res
publica Chıistiana'hm yerini Avrupa Devletler
Sistemi almıştır/5) Ancak do-ğu Avrupa'ya
önce Moğolların daha sonra da Türklerin hakim olması
bu gelişmenin sadece batı Avrupa ile sınırlı
kalmasına yol açmıştır.
16. yüzyıl ise Avrupa Birliği düşüncesi için bir
dönüm noktası kabul edilebilir. Os inanlıların bu
yüzyılda Avrupa'ya üstünlükleri ni iyice kabul
ettirmeleri, Avrupa Birliği düşüncesinin
olgunlaşması için yeni bir dayanak
teşkil etmiştir. Bu dayanak "Türk tehtidine karsı
Avrupa" faktörüdür. Ortaçağ Avrupa insanının
kafasındaki Türk imajı da bu tehdit ile alakalıdır.
Avrupalılara göre, Türkler, ürkütücü insanlar,
barbarlardır. Ama onaltıncı yüzyılda Türkler
karşısında alınan mağlubiyetler, Avrupa'da Türk'ün
gücüne karşı korku ile karışık bir hayranlığın da
doğmasına neden olmuştur. Bu hayranlık sonucu, bazı
düşünürler Türkler ve teşkilat yapılarının Avrupa
için bir model olup olamayacağını tartışmışlardır.
Bu ve benzeri konular 16. yüzyıldan itibaren ciddi
olarak tartışılmış, ancak, özellikle papalar bu
fikre karşı "Haçlı" ruhunu savunmuşlardır. Mesela
Papa
II.
Pius "Türklerin İstanbul'da olması demek, Avrupa'da
hatta evimizin içinde, kendi mülkümüzde" demektir
anlamına gelen sözlerle halkı Haçlı seferine
katılmaya çağırmıştı. İtalyan şairi Ludovico
Ariosto (1474-1533) "Bitli Türkler'in dünyanın en
güzide yeri olan" İstanbul'u işgal etmesini lanetle
anmıştır.
Yine Portekiz'li olan şair Luis de Camoens "Lusiads"
adlı şiirinde Avrupa'yı "vahşi Os-manlılar'a karşı
savaşan zavallı bir millet" olarak tanımlamıştır.
Başka bir şair Battista da Mantua ise "Biz hepimiz
bir Milletiz, İsa'nın Milleti" diyerek, bütün Avnıpa
insanlarını bir birlik altında toplanmaya
çağırmıştır. Erasmus da Avrupa'yı Hıristiyanlık ile
özdeşleştirmiş ve bir eserinde (De bel/o Turcis
inferendo) Hıristiyan Avrupa'yı Türklere karşı
yapılacak savaşa davet etmiştir. İspanyol bilim
adamı ve eğitimci Juan Luis Vives (1492-1540), "Türk
Boyunduruğu altında Hıristiyanların Yaşam Şartlan"
(De conditione vitae Christianorıtm stıb Turca) adlı
kitabında Avrupa Birliğinin Türklere karşı kurulması
fikrini kamçılamıştır. Bu bilim adamı yazdığı diğer
eserlerinde ortaçağda Avrupa'nın dağınıklığından
endişe duyarak "Avrupa Milletleri" tabirini sık sık
kullanmış ve belki de başlığında Avrupa sözcüğü yer
alan ilk kitabı (De Eııropae stattı ac tıımııl-tibııs
/Avrupa'nın Durumu ve Kanunsuzluğu) yazmıştır.
Juan Luis Vivies'in bir eserinde savunduğu görüşler
de konumuzla ilgili, ve oldukça ilginçtir : "Biz
Câdız'dan (İspanya'nın en batısı) Tuna'ya kadar iki
deniz arasında uzanan
bir bölgeyi işgal ediyoruz. Avnıpa güçlü ve
cesurdur. Biz, eğer burada birlik olursa, sadece
Türklerle eşit olmaz; fakat bütün Asya'dan daha
güçlü oluruz. Bunu milletlerin cesareti, zekası ve
tecrübeleri göstermektedir. Aslında, Avrupa'nın
asgari gücüne bile, Asya asla mukavemet edemez."
Ancak, bilindiği gibi gelişmeler Avrupalı
düşünürleri hayal kırıklığına uğratmış, Türklere
karşı ortak mücadele bir yana, Kanuni Sultan
Süleyman Fransa Kralı I. Francis ile V. Şarl'a karşı
ittifak yapmıştır. 16. yüzyılın ikinci yarısında bir
çok Hıristiyan, V. Şarl, onun iki halefi Ferdinand
(Avusturya Habsburg kralı) ve II. Philip'i
Hıristiyanlık için bir ümit olarak görmüşlerdir.
Buna karşılık bazı Almanlar da Almanya'yı Avrupa
Birliğini sağlayacak devlet olarak görmüşlerdir.
Doğal olarak Avrupa'nın parçalanmasına suçlular da
aranmıştır. Martin Luther sorumluluğun Akdeniz'in
hastalığı olarak gördüğü Papa'ya ait olduğunu iddia
etmiştir. Halbu ki olaylar bir katolik olan İspanyol
Kralına Türkler'in ilerleyişini durdurma fırsatı
verdi. 1559'da V. Şarl Türklerle ateşkes antlaşması
yapmak için zemin yoklarken, II. Philip,
"Hıristiyanlık namına" bu tür bir girişimi
reddetti. 1590'da tesis edilen ve öncülüğünü Papa V.
Pius'un yaptığı "Kutsal Lig" aslında II. Pius'un bir
yüzyıl önce planladığı büyük haçlı seferinin sadece
zayıf bir yansıması olmalıydı. Çünkü, 1571'deki
İnebahtı yenilgisinden sonra bile Osmanlılar bazı
başarılar elde etmişlerdi. Halbuki, Hıristiyan
güçlerin İnebahtı zaferini ünlü tarihçi Fernand
Braudel, "Türklerin sihirli gücünün (en azından
denizde) kırıldığı bir dönüm noktası" olarak
yorumlamaktadır. Ona göre, artık Türkler
savunmadadır
Buna rağmen Avrupa'da birlik yönünde somut adımlar
atıldığı söylenemez. Avrupa'da birliğe gönül
verenler arasında da "Türk terörünün" Avrupa
birliği fikrini hala yeterince kamçılayamaması
üzüntü ile hatırlanıyordu Ortalığı bir keder ve
üzüntü havası kaplamıştı:
Sürekli birbiri ile ters düşen ve ittifak yapmaktan
aciz olan Avrupalılar için artık "Eııropa nostra"
ideali yerini "ınisera Eııropa"'yani zavallı
Avrupa'ya bırakmıştı. Avrupa'nın bütünü Türk
tehditinden şans eseri kurtulmuştu; ama hepsi
kurtulamamıştı. James Brown Scott, Hu-go Grotius'un
editörü olarak "Avrupa'nın gü-neydoğu'da Osmanlılar
ile sınır; kuzeyde Polonya'nın batı sınırıyla
kuşatılmış, sanki Moskova gibi dışta kalmış bir
bölge durumuna düştüğünü" söylüyordu.
Gerçekten de, 17. yüzyıl başlarında yazmasına
rağmen Grotius Avrupa'dan meşhur Uluslararası Hukuk
ile ilgili bir kitabında yalnızca bir kez bahseder.
Daha önce de kısaca söz ettiğimiz gibi, bu bunalım
ve ümitsizlik yıllarında artık Türkler'in model
olarak alınmasını savunan "Tıırkoma-nia" veya "Tıırkopbiliaiar
artmış ve Osmanlı' ya giden ve gezen seyyahların
anlattıkları hayranlıkla izlenmiştir^ Ancak bu
üzerinde durulacak kadar uzun bir süre devam
etmemiş, Osmanlıların bunalıma düşmesi ve gerilemeye
başlamasıyla eski akımlar tekrar güç kazanmıştır.
Osmanlıların Avrupa karşısında gerilemeye başladığı
bir döneme rastlamasına rağmen, 17. yüzyılın
sonlarına doğru Avnıpa barışı için öneriler daha da
somutlaşmıştır. Bu dönemin en ünlü simalarından
İngiliz William Penn l693'te "Avrupa'nın Bugünkü ve
Gelecekteki Barışma Doğru Bir Çalışma" adıyla
yazdığı kitapçıkta Avrupa barışının sağlanması için
önerilerini sıralamıştır. Penn'in ilk önerisi Avrupa
krallarının bir tür Avrupa Meclisi, Avnıpa
Parlamentosu veya Avrupa Devleti kurulması ile
ilgilidir. Bu meclis, bir hakem rolü oy-nacak ve bu
hakemin kararlarına karşı hareket eden güce karşı
diğer bütün Avrupa devletlerinin askeri güçleri
birleşecektir. Savaş halleri dışında, Avrupa
Meclisine üye krallar tam bağımsız
olabileceklerdir. Penn'in ikinci önerisi
silahsızlanma hakkındadır. Penn, bunun başarılması
halinde tarım, ticaret, bilim ve eğitimin
geliştirilmesinin mümkün olacağını söylemektedir.
Bu sayede Penn de meslektaşı Pierre Dubois'nın
kendisinden dört asır önce savunduğu gibi
Hıristiyanlığın itibarının muhafaza edilebileceğini
ve Türk tehdidine karşı birleşmenin mümkün
olabileceğini iddia etmiştir.
Penn'in bu çalışması dömemin İngiliz siyasetçileri
arasında oldukça kabul görmüş, hatta 1710 yılında
John Bellers adlı bir parlamenter Penn'in
isteklerine uygun bir teklifi Parlamento'ya
sunmuştur. Bu teklif "Bir Avrupa Devleti için Bazı
Sebepler" adını taşımaktaydı. Teklifte, Avrupa
güçlerine bir evrensel garanti ve yıllık Kongre
önerilmektedir. Bu Kongre, Senato veya Parlamento
gibi işlev görecektir. Amacı ise prenslerin hak ve
hukukları hakkında aralarında ortaya çıkabilecek
anlaşmazlıkları çözümlemektir. Ancak Bellers,
Penn'den farklı olarak önerilen bu teşkilatın
Fransa'ya karşı kurulmasını savunmuştur. Nedeni de
Fransızların o yıllarda neredeyse tüm Avrupa ile
çatışma halinde olmasıdır. Elbette, Fransa dize
getirildikten sonra bu teşkilat lağvedilmeyecek
ilerde başka Avnjpa devletleri arasında oluşabilecek
anlaşmazlıklara da bakacaktır. Zaten teklifte,
bundan böyle hiç bir Avrupa devletinin diğerinden
toprak talep etmemesi koşulu da vardır. Ayrıca
Bellers, Avrupa'nın 100 eşit eyalete bölünerek, her
eyaletin Senato'yu 1000 asker veya gemi ya da
parayla desteklemesini de istemektedir. Böylece,
devletler savaşmaksızın varlıklarını koruyabi- !
lecekler ve Parlamento'da temsil edileceklerdir.
Ancak bu teklif Avrupa genelinde çok az ses getirdi.
Abbe Charles-İrene Castel de Saint-Pierre'in
yayınladığı üç ciltlik kitap ise, tam tersine,
Avnıpa Birliği düşüncesi için bir dönüm noktası
olarak kabul edilebilir. Kitabın ilk iki cildi
"Avrupa'da Kalıcı Barışın Temini Projesi" (Project
to Render Peace Perpetual in Eıırope) başlığını
taşıyordu. Ancak üçüncü cildin başlığı yazarın
Avrupa Birliğini ne amaçla istediğini daha açık bir
şekilde göstermektedir. "Hıristiyan Hükümdarlıklar
arasında Kalıcı Barışın Temini Projesi" (Project to
Render Peace Perpetual among Christian Sovereigns)
adını taşıyan bu ciltte Abbe sadece Avnıpa kıtası
ile sınırlı bir konfederasyon öneriyor, böylece,
Avusturya ile Fransa'nın rekabetinin de son
bulacağına inanıyordu. Projenin asıl hedefi,
konfederasyon çatısı altında kıta Avrapa'sının bir "Avnıpa
Toplumu" ortaya çıkarması idi. Merkezde ise "Daimi
bir Avrupa Kongresi veya Senatosu" bulunacak her
ülke buraya "daimi temsilciler" gönderecek, bu
temsilciler oy çokluluğu esasına göre karar
alacaklardı. O-nun bu fikirleri zamanında oldukça
ütopik bulunmasına rağmen daha sonraki dönemlerde
ünlü bazı Avrupalı devlet adamları (Napoleon
Bonaparte, Prens Metternich gibi) ve çok
sonraları Milletler Ligi'nin kumcuları
üzerinde hayli etkili olmuştur 18. yüzyılın
sonlarında üne kavuşan Jean
Jacqu.es
Rousseau da onun etkisinde kalarak Avrupa Birliği
için çaba gösterenler arasındadır. Rousseau 176l'de
kaleme aldığı kısa bir kitapçıkta adeta Abbe'nin
fikirlerini tasdik etmiş ve 1782'de yazdığı "Kalıcı
bir barış üzerinde Karar" (Judgement on Perpetual
Peace) adlı eseriyle düşüncelerini netleştirmiştir.
O, esas olarak öncelikle bir "Prenslikler
Federasyonu" kurularak barışın sağlanmasını
amaçlamıştır, fakat onun aslında prenslere hiç
güvenmediği ve devletleşmelerini dilediği, on yıl
gecikmeli olarak basılan "Polonya Hükümeti
Hakkında Düşünceler" adlı meşhur kitabından
kolayca anlaşılmaktadır. Bu eserinde Rousseau,
"bugün, her ne denirse densin, artık Fransız, Alman,
İspanyol ve hatta İngiliz yoktur; sadece Avrupalılar
vardır. Aynı heyecanı duyarlar, aynı adet, görenek
ve arzuları vardır" demiştir. Rousseau'ya göre,
"Avrupalıların hangi ülkenin kanunlarına tabi
olduklarının hiç bir önemi yoktur. Yeter ki
çalacak para ve bozacak kadın bulsunlar. Bu
şartlarla Avrupalılar her ülkede evlerinde
gibidirler." Bilindiği gibi Rousseau'nun bu
görüşlerini en çok çağdaşı Voltaire eleştirmiş ve
dine karşı olma prensibinden hareketle bu konuda
oldukça farklı görüşler savunmuştur. Voltaire "Avaıpalılaşma"yı
savunurken, Rousseau tersini savunmuş ve onunla
alay etmiştir. Her ne kadar, Voltaire "Felsefe
Sözlüğü" adlı ünlü eserinde "Avrupa" terimine yer
vermemişse de, Montesquieu ve Saint Simon gibi, o
da daha liberal bir Avrupa Birliği kurulması için
ciddi önerilerde bulunmuştur. Onun dine karşı bir
kişi olduğu herkesin bildiği bir gerçek olmakla
birlikte, düşündüğü Avnıpa Birliği'nde Hıristiyan
Avrupa devletleri dışındakilere fırsat tanımadığı
açıktır. Çünkü bir şiirinde (Poeme de Fonteney-1745)
uzun uzun Avrupa insanının meziyetlerini
anlatmıştır. Avrupa insanlarının dünyanın diğer
bölgelerindeki insanların sahip olmadığı ortak
insani değerleri paylaştığı kanısındadır. Ona göre,
Avrupalılar birbirine daha yakın bağlarla bağlıdır
ve benzeri kanunlarla yönetilmektedir. Hükümdar
sülalen akrabadır, vatandaşları sürekli seyahet eder
ve birbirleriyle ortaklıklar kurar. Hıristiyan
Avrupalılar eski antik Yunanlılar gibidirler :
Birbirleriyle savaşabilirler, ama buna rağmen
birbirlerinin özelliklerini taşırlar. Yani bir
Fransız, bir İngiliz, bir Alman ne zaman bu-luşsalar
sanki aynı kasabada doğmuş gibi görünürler. Yine
18. yüzyılın ünlü düşünürü Im-manuel Kant'da Avrupa
Birliği düşüncesine katılmış ve "Kalıcı bir Barış
için" (Zum eıvigen Frieden) adlı eserinde Abbe gibi,
Avrupa devletleri arasında bir "Konfederasyon"
kurulmasını önermiştir. Ancak Kant, milliyetçilik
akımlarının etkisiyle projesinde kalıcı bir barış
için Avrupalı devletlerin Cumhuriyet'le yönetilmesi
şartını koymuştur, çünkü bu yönetim tarzında savaş
kararını "vatandaş" verecektir. Burada aynı asrın
ortalarında Emeric de Vattel'in de ortak çıkarları
için birleşen ve üyeleri bağımsız olan bir tür "Avnıpa
Cumhuriyeti" kurulması fikrini savunduğu ve Kant'ın
ondan etkilenmiş olabileceğini hatırlatalım. Burada
Kant'ın bu fikirlerinin 1912'de ABD Başkanı seçilen
Woo-drow Wilson üzerindeki etkilerini de aydınlanma
çağındaki görüşlerin 20. yüzyılın devlet adamları
üzerindeki etkisini göstermek açısından zikretmek
gerekir kanaatindeyiz. Wilson gerek savaş
öncesindeki barış çabaları ile gerekse savaş
sonrasında barışı korumak için önerdiği Milletler
Cemiyeti fikri ile Kant'ın görüşlerini hayata
geçirmeye çalışmıştır.
Sonuç
Görüldüğü gibi Avnıpa Birliği fikrinin oluşma
sürecinde iki temel hedef ön plana çıkmaktadır.
Birincisi, Avrupa'da Hıristiyan devletlerin
birbirleriyle savaşmalarını önleyerek kalıcı bir
barışın sağlanması; ikincisi, bu
sayede Avrupa'nın dış düşmanlarına (çoğunlukla
Türkler) karşı daha güçlü bir konumda karşı
konulmasıdır. Elbette olayın ekonomik boyutu da
vardır. Avrupa Birliği sayesinde Avrupa'da ticaret
gelişecek ve refah artacaktır. 17. yüzyılın
düşünürlerinden Emeric Cruce'ın önerdiği "Avrupa
Devletler Birliği"nde ilke olarak gümrüklerin
indirilmesi öngörülmüş-tür Ancak Avrupa Birliğinin
felsefi temelleri dikkatle incelendiğinde ekonomik
nedenlerin ikinci hatta üçüncü derecede önem
arzettiği görülür.
Bununla beraber, Avrupa Birliği düşüncesinin
doğusundaki nedenlere ister ekonomik isterse siyasi
perspektiften bakılsın, şu gerçek değişmez : Avrupa
Birliğinin gerçekleşmesi en çok Avrupa'da kalıcı
bir barışın kazanılması için istenmiştir.
Düşünürlerin bütün planları da 15. ve 19 yüzyıllar
arasında dağılmış ve bölünmüş bir hanedanlıklar ve
prenslikler mozayiğini andıran Avrupa'yı merkezi
bir devlet haline getirme amacına yöneliktir. Bu
sayede İstanbul'u ele geçirdikten sonra Avrupa için
ciddi bir tehdit oluşturmaya başlayan Türkler'e
karşı ortak bir mücadele başlatılabilecektir. Türk
tehditinin, bizce, ortadan kalktığı yüzyılımızda
ortaçağın bu felsefi akımlarının "Çağdaş Avrupa"lı
devlet adamlarının zihinlerinde hiç yer etmediğini
iddia etmek saflıktır. Gerek I. Dünya Savaşından
sonra kurulan Milliyetler Cemiyetinin, gerekse II.
Dünya savaşından sonra kumlan Avrupa Topluluğu1
nun kurulmasında ortaçağ ve aydınlanma
çağında olgunlaşan fikirlerin katkısı
sanıldığından daha fazladır. Topluluğun kuruluşu,
bu nedenle salt ekonomik sebeplerle açıklanamaz. II.
Dünya Savaşının galiplerinden Komünist Rusya'ya
karşı Avrupa'yı bir "siyasi denge" unsuru, bir "güç
merkezi" olarak bir araya getirme idealinin temel
gaye olduğu dönemlerde bile Konrad Adenauer'in "hıristiyan
ve hümanist dünya görüşü temelinde" bir Batı Avrupa
Birliği tasavvur etmesi oldukça anlamlıdır. Bu
görüşle Sovyet tehditi arasında bir ilişki
kurulamayacağına göre, Adenauer'in bu sözlerinin,
onun bilinç altındaki Avrupa Birliği düşüncesinin
bir dışavurumu olduğundan şüphe etmemeliyiz. Sonuç
olarak, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğinin soğuk
karşılanmasının gerekçeleri ağırlıklı olarak
ekonomik, sosyal ve siyasi nedenler bile olsa,
dinsel nedenlerin de en az bunlar kadar önemli
olduğu artık kabul edilmekte ve bu gerçek bazı
cesur Avrupalılar tarafından açığa vurulmaktadır.
Bu konuda düşüncelerini çekinmeden açıklayan Delors
ve Schaeuble gibi radikal hıristiyan siyaset
adamlarının bilinç altlarında hala "Türk tehditine
karşı Hıristiyan Devletler Birliği"nin varolduğu
anlaşılıyor, Bu yazımızla biz, bu kanaatin
oluşmasında ortaçağ felsefi akımların etkisi
olduğunu tahmin süzgecinden geçirerek göstermeye
çalıştık.
|