|
Beşeri Sermaye – İktisadi
Kalkınma İlişkisi
İktisadi
Kalkınma ve Büyüme
Önce bir saptama yapmak istiyorum: Biz eğitime sözde bir ilgi
duyuyoruz. Eğitimin ne kadar önemli olduğunu çokça
söylüyoruz. Ama iş gereğini yapmaya geldiğinde orada
yokuz. İktisadi kalkınmanın çok önemli bir bileşeni
beşeri sermaye. Beşeri sermaye de temel olarak
eğitime dayanıyor. Beşeri sermaye deyince biraz
yanlış anlaşılabiliyor. Çünkü sermaye denildiğinde
akla ilk olarak fiziksel sermaye geliyor. Ancak
aslında sermayeyi fiziksel, beşeri ve sosyal olmak
üzere üçe ayırmak gerekiyor. Fiziksel sermaye
tümüyle somuttur ve gözlenebilir materyal bir formda
içselleşmiştir. Beşeri sermaye ise daha az somuttur.
Bir birey tarafından elde edilmiş bilgi ve beceride
somutlaşır. Sosyal sermaye daha da az somuttur ve
kendisini bireyler arasındaki ilişkinin niteliğinde
ortaya koyar. Oldukça yeni bir kavram olan sosyal
sermaye, fiziksel ve beşeri sermayeden farklı olarak
tekil değil, birçok aktörün karşılıklı ilişkisinin
bir sonucudur. Beşeri sermaye bireylerin kalitesi
iken sosyal sermaye, toplumdaki ve
organizasyonlardaki bireylerin birbiriyle olan
ilişkilerinin kalitesidir. Ben bu konuşmamda beşeri
sermaye ve özellikle de eğitim ve beceri edinme
konusu üzerinde odaklaşacağım. Beşeri sermayenin
önemli bir bileşeni olan sağlık konusunu dışarıda
bırakacağım.
Önce bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Dünyada işletmelerin
üretimlerini gerçekleştirmek için ihtiyaç duydukları
faktörler arasında bilgiye dayalı değerler, gittikçe
daha çok öne çıkıyor ve piyasada daha yüksek fiyatla
değerlendiriliyor. Örneğin, 1982 yılında
işletmelerin bilgiye dayalı değerleri, toplam
değerlerinin yaklaşık yüzde 38'i kadar iken, bu
oran 10 yıl sonra 1992'de, yüzde 62 düzeyine
yükselmiştir. Çağdaş ekonomilerde çalışanların
değer üretme bilgisinin, yani beşeri sermayenin,
toplam refahı oluşturmadaki payının yaklaşık yüzde
70 kadar olduğu tahmin edilmektedir. Buradan yola
çıkarak, bilginin oluşmasında kaynak teşkil eden
beşeri sermayenin giderek daha merkezi bir önem
taşımaya başladığı söylenebilir.
Gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere karşı en
büyük avantajlarının kaynağında, sahip oldukları
bilgi ve beceri düzeyi yüksek beşeri sermaye
yatıyor. Beşeri sermayenin temelini ise, bir kez
üretildikten sonra kullanılırken ek bir maliyete
katlanılması gerekmeyen bilgi oluşturuyor. Bilgi
dışındaki üretim faktörleri, kullanıldıkça biter ve
üretimin artırılabilmesi için ek maliyetlere
katlanmak gerekir.
Bilginin kullandıkça azalmayan, aksine artan
özelliği, onu üretim için gerekli olan diğer
girdilerden çarpıcı bir şekilde ayırır. Bilginin
paylaşımıyla, azalan değil çoğalan bir süreç
yaşanır. İki artı iki dörde değil, belki beşe belki
de daha fazlasına eşit olabilir. Bu özellik,
bilginin iktisadi kalkınma açısından çok olumlu
etkileri olduğu anlamına gelir. Bilgi birikimine
büyük önem veren ve bilgi paylaşımının da yüksek
düzeylerde olduğu toplumlar bu açıdan çok önemli bir
avantaja sahip olurlar. Dolayısıyla, daha çok
paylaşımcı bir kültür yapısına sahip olan az
gelişmiş ülkelerin bireyci felsefeye dayanan
gelişmiş ülkeler karşısında belli avantajları
olabileceği göz ardı edilmemelidir. Bununla
birlikte, sahip oldukları ortalama bilgi
birikiminin çok daha yüksek olması sayesinde,
gelişmiş ülkelerde hem daha çok buluş ve yenilik
yapabilmekte hem de işgücü verimliliği daha yüksek
düzeylerde gerçekleşmektedir. Bu durumun doğal bir
sonucu olarak bu ülkeler küresel işbölümünde daha
çok katma değeri yüksek alanlarda, bilgi birikimi
düşük olan az gelişmiş ülkeler ise daha çok katma
değeri düşük alanlarda karşılaştırmalı üstünlük elde
edebilmektedirler.
İkinci Dünya Savaşı'm kaybetmiş olan Japonya ve
Almanya'nın daha sonra gösterdikleri performans,
bilgi birikimi düzeyinin iktisadi kalkınmada ne
kadar önemli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu
ülkelerden Japonya doğal kaynaklar açısından çok
fakirdir. Almanya'nın da zengin doğal kaynaklara
sahip olduğunu söylemek zordur. İkinci Dünya Savaşı
esnasında bu ülkelerin fiziksel sermayeleri
neredeyse tümüyle tahrip olmuştu. Ancak bu ülkeler
savaşta verilen kayıplar nedeniyle azalan ama asla
yok olmayan çok önemli bir sermayeye sahiptiler:
bilgi ve beceri düzeyi yüksek beşeri sermaye. Bugün
İkinci Dünya savaşını kaybetmiş Japonya'nın
iktisadi açıdan dünyanın en büyük ikinci,
Almanya'nın ise üçüncü büyük ülkesi olmasında sahip
oldukları beşeri sermayenin kalitesinin ve savaş
kaybetmenin ortaya çıkarttığı dayanışma ortamında
gelişen sosyal sermayenin önemi büyük olsa gerektir.
Bugün beşeri sermaye konusu, içselleşmiş büyüme (endogenous
growth) modelleri ile ilgilenen iktisatçıların
sayısının hızla artması ile de bağlantılı olarak
artan bir ilgi görüyor. Bu modellere neden
içselleşmiş denildiğine kısaca bakmakta fayda var.
Halen egemen olan neoklasik iktisat anlayışında,
teknolojinin ekonomik sisteme dışsal olduğu ve
teknolojik gelişmeyi sağlayan sistem içi bir
mekanizma olmadığı görüşünden hareket edilmiştir.
Başka bir deyişle bu iktisadi anlayışı benimseyenler
teknolojik gelişmeyi bugüne kadar hep, ne zaman ve
nereden geleceği bilinmeyen bir misafir gibi
görmüşlerdir. Temel olarak neoklasik iktisat
anlayışı içinde kalan, ancak teknolojik gelişmenin
sisteme dışsal nedenlerden kaynaklanmadığını savunan
içselleşmiş büyüme modelleri ise, teknolojik
gelişmenin söz konusu ülkenin eğitime,
araştırma-geliştirmeye ayırdığı kaynaklarla büyük
ölçüde bağlantılı olduğu noktasından hareket
etmektedirler. Bu bağlantı çok açık olmasına rağmen
iktisatçılar, bu bağlantıyı maalesef çok gecikmeli
olarak fark edebilmişlerdir. İçselleşmiş büyüme
modellerinin temellerini attığı söylenebilecek Paul
M. Romer'in ve Robert Lucas'ın makaleleri ancak
1980'lerin sonuna doğru ortaya çıkabilmiştir. Bugün
artık bu konudaki açık hızla kapanmaktadır ve
şimdiden oldukça geniş bir literatür oluşmuştur.
Bir ülkenin araştırma-geliştirmeye (Ar&Ge) verdiği
önem nispetinde küreselleşme sürecinden
yararlanabileceğini söyleyebiliriz. Bilginin merkezi
önemde olduğu bir çağın içinde yaşıyoruz ve bu durum
ülkeler arasındaki gelir dağılımına da yansıyor.
1960'larda dünyadaki en yüksek yüzde 5'lik gelir
dilimine sahip olanlarla en düşük yüzde 5'lik gelir
dilimine sahip olanlar karşılaştırıldığında aradaki
fark yaklaşık olarak 1/30. 1980'lere gelindiğinde
fark 1/60'a yükseliyor; 1990'ların sonunda da 1/74'e
ulaşıyor. Gelir farkı gittikçe açılıyor ve bazı
ülkelerin gelirleri hızla artmaya devam ederken,
özellikle son 20-30 yılda Afrika'daki bazı ülkelerin
gelirlerinde gerilemeler görülüyor. Dünyadaki en
zengin 50 insandan 3'ü Microsoft'tan. Bu üç kişinin
geliri, dünyadaki 1 milyar kişinin gelirine eşit.
İlk 200 kişinin geliri 2.5 milyar insanın gelirine
eşit. Bu 200 kişinin çoğunun meslekleri bilgi
teknolojileri alanında yoğunlaşıyor.
Eğitim ile iktisadi kalkınma arasında nasıl bir
ilişki olduğuna baktığımızda şunları görüyoruz:
Eğitim öncelikle bireye, çevresini kontrol altına
alma ve ona yön verme olanağı sağlıyor. Bir insanın
beceri düzeyi büyük ölçüde eğitimle belirleniyor.
Bu çerçevede eğitim, ekonomik gelişmenin temel ve
aktif bir öğesi olan beşeri sermayenin
oluşturulmasında ve geliştirilmesinde en önemli
faktör olarak öne çıkıyor. Ekonomik gelişmeyi
sağlayan sanayiinin kurulması, geliştirilmesi,
yeniliklerin yapılması ve dolayısıyla teknolojinin
ilerlemesinde dayanılan eğitimin ise, genel
eğitimden çok teknik eğitim olduğunu görüyoruz.
Dikkat çekici bir husus; Japonya, Kore ve Tayvan
gibi hızlı iktisadi gelişme gerçekleştiren ülkelerin
eğitime yaptıkları yatırımı önce ilk ve orta
öğretimde, hemen ardından mesleki ve teknik eğitim
alanlarında yoğunlaştırmalarıdır. Aynca Linsu
Kim'in2 işaret ettiği gibi, beşeri
sermayenin oluşturulmasında öncelik ise, iş
üzerindeki eğitime (on-the-job) ya da başka bir
deyişle yetiştirime verilmiştir.
Başarılı Uzak Doğu ülkelerinin endüstriyel
gelişmelerinin en önemli unsurları arasında ilk
olarak eğitim düzeyinin hızla yükseltilerek
yaygınlaştırılması, ikinci olarak da ihtiyaç duyulan
mesleki ve pratik eğitimi gerçekleştirecek
altyapının kurulması göze çarpmaktadır. Örneğin
Tablo 1 incelendiğinde görüleceği gibi Kore'de
öncelik ilköğretime verilmiş, bu konuda elde edilen
hızlı gelişmenin hemen ardından mesleki ve teknik
eğitim üzerinde odaklanılmıştır. Bu ülkelerde
öncelik ilk ve ortaöğretimin yaygınlaştırılmasına
verilmiş, üniversite eğitiminin yaygınlaştırılması
bir öncelik olarak görülmemiştir.
TABLO 1
SEÇİLMİŞ ÜLKELERİN ÇAĞ NÜFUSU İTİBARIYLA
OKULLAŞMA ORANLARI (Türkiye İktisadi
Kalkınma) |
Ülke |
İlköğretim |
Ortaöğretim |
Yüksek Öğretim |
1965 |
1995 |
1965 |
1995 |
1965 |
1975 |
1985 |
1995 |
Güney Kore |
100 |
95 |
35 |
101 |
6 |
10 |
34 |
52 |
Japonya |
100 |
102 |
82 |
103 |
13 |
25 |
29 |
41 |
Singapur |
100 |
95 |
45 |
73 |
10 |
9 |
12 |
34 |
Filipinler |
100 |
116 |
41 |
79 |
19 |
18 |
38 |
30 |
Tayland |
78 |
87 |
14 |
55 |
2 |
4 |
20 |
20 |
Türkiye |
100 |
108 |
16 |
59 |
4 |
9 |
10 |
18 |
Düş. ve Ort. Gel. Ülk. |
76 |
102 |
21 |
55 |
4 |
7 |
7 |
10 |
Yüksek Gelirli Ülk. |
99 |
103 |
67 |
106 |
20 |
33 |
37 |
58 |
Dünya Ortalaması |
82 |
102 |
32 |
63 |
9 |
14 |
13 |
18 |
Ülkelerin iktisadi kalkınmalarını gerçekleştirebilmeleri, yatırım
yapmalarına ve gerekli teknolojileri elde
edebilmelerine bağlıdır. Gelişmekte olan ülkeler
genellikle teknolojiyi kendileri üretmeye
kalkışmaktan ziyade gelişmiş ülkelerden transfer
etme eğilimindedirler. Gelişmekte olan bir ülke
açısından yeni transfer edilerek özümsen-miş bir
teknoloji, önemli bir teknolojik gelişmeyi ifade
eder. Ancak bu gelişmekte olan bir ülkede teknoloji
geliştirme çabasının önemsiz olduğu anlamına gelmez.
Teknoloji transferi pasif bir işlem değildir.
Gelişmekte olan bir ülkenin en azından o ülke için
en uygun teknolojileri belirleyebilecek ve
belirlenen teknolojileri de ülke koşullarına adapte
edebilecek beşeri sermayeye sahip olması gerekir.
Ancak, gelişmiş ülkeleri yakalayabilmek için bu da
yeterli değildir. Bu amaca ulaşmak için, yeni
teknolojileri aktarmanın ötesinde bu teknolojileri
daha da geliştirebilecek bir teknolojik kapasitenin
oluşturulabilmesi gerekir.5 Bunun
başarıyla gerçekleştirilebilmesi ise, bir ülkenin
sahip olduğu beşeri sermayenin düzeyine bağlıdır.
Beşeri sermayenin kalitesini ve miktarını
belirleyen en önemli etmen ise eğitimdir. Bu
nedenle, eğitimi gerçekleştiren kurumların hem
nitel hem de nicel olarak, ülke ihtiyaçlarım
karşılayabilir düzeyde olması çok büyük öneme
sahiptir. İyi bir eğitim sistemi, yeni çalışma
metotlarına hızla ve etkin olarak adapte olabilen,
beceri sahibi bir işgücü havuzu sağlar.
Şimdi beşeri sermaye düzeyi ile ulusal gelir
arasında nasıl bir ilişki olduğunu ortaya koymaya
çalışalım. Eğitim düzeyi ile ulusal gelir arasında
ne kadar kuvvetli ilişki olduğu Türkiye ile Güney
Kore birbirleriyle karşılaştırıldığında açık bir
şekilde görülebilir. Türkiye'de kişi başına düşen
milli gelir 1962 yılında 220$ iken aynı yıl Güney
Kore'de kişi başına düşen milli gelir Türkiye'deki
düzeyin sadece yüzde
40'ı düzeyinde, yani 87$ kadardı. Kore, doğal
kaynaklar açısından son derece fakir bir ülke ve
Türkiye'nin yaklaşık sekizde biri büyüklüğünde bir
yüzölçümüne sahip. 1910-1945 yılları arasında
Japonya'nın sömürgesi olan Kore, 1950-1953 yılları
arasında da toplam olarak yaklaşık 1.3 milyon
Korelinin öldüğü dünyanın en kanlı savaşlarından
birine şahit olmuştu. İçinde bulunduğu olumsuzluklar
dikkate alındığında Kore, dünyada hızlı iktisadi
gelişme göstermesi beklenebilecek belki de en son
ülkeydi. Ancak, beklenmeyen gerçekleşti ve Kore
dünyanın en hızlı ve uzun dönemli büyüme gösteren
ülkelerinden birisi oldu. Kore'de, kişi başına düşen
milli gelir 1996 yılında 11.380$'a kadar ulaştı.
1997 yılında karşı karşıya kaldığı büyük bir
finansal kriz ve yüksek oranlı bir devalüasyonun
ardından kişi başına düşen milli gelir 1998 yılında
6.723$ kadar düştüyse de, Kore çabuk toparladı ve
1999 yılında yüzde 10.9, 2000 yılında yüzde 8.8
büyümeyi başardı. Kore'de kişi başına düşen milli
gelir 1999 yılı itibarıyla 8.551$ dolar olarak
gerçekleşmiş bulunuyor ve 2000 yılı sonunda da bu
rakamın 10.000$ (9.628$) civarında gerçekleşeceği
tahmin edilmektedir. Diğer taraftan Türkiye'de,
1990'lann başlarında ulaşılan 3000$ düzeyindeki
kişi başına düşen milli gelir, geçen süre zarfında
artmak bir yana, 2000 yılı sonunda ve 2001 yılı
başında içine düşülen finansal krizler ve yaşanan
yüksek devalüasyonun sonucu olarak, 2260$ dolara
düşmüştür. Mevcut durum itibarıyla Kore'nin
performansı Türkiye ile karşılaştırıldığında sonuç
çarpıcıdır. Kişi başına düşen milli gelir 1962
yılında Türkiye'de Kore'deki düzeyin yaklaşık 2,5
katı iken, bugün ortalama olarak bir Koreli bir
Türk'ten yaklaşık 4,5 kat daha fazla gelir elde
etmektedir. Başka bir ifadeyle, son kırk yılda kişi
başına düşen gelir açısından Kore'nin performansı
Türkiye'den en az 10 kat daha iyidir. Bilirsiniz,
biz özellikle Turgut Özal döneminde "çağ atlamak"
tan çok söz ettik. Ancak görüldüğü gibi biz çağ
atlamayı ağzımıza sakız edip bugünkü duruma
düşerken, çağ atlama lafını ağzına almayanlar çok
farklı konumlara geliyor.
Peki Kore bu başarısını neye borçlu? Kore, doğal
kaynaklan çok sınırlı, iklim şartları çetin, nüfus
yoğunluğu yüksek, dünya devlerinin (Japonya, Rusya,
Çin) arasına sıkışmış küçük bir ülke. Bu ülkelerden
Japonya'nın 1910-45 yılları arasında sömürgesi
olmuş, 1953'ten bu yana da bölündüğü Kuzey Kore ile
bir barış anlaşması imzalanmamış. Amerika'nın da
uluslararası politik çıkarları nedeniyle varlığını
yoğun olarak hissettirdiği, dolayısıyla jeopolitik
ortamın çok gergin olduğu bu ortamda Kore var olma
savaşı veriyor. Genellikle Kore'nin hızlı kalkınması
denilince çoğu kimsenin aklına hemen ABD geliyor.
Bu belli ölçüler içinde doğrudur. Kore özellikle
1950'ler ve 1960'larda ve giderek hızla azalan bir
şekilde 1970'ler ve sonrasındaki yıllarda özellikle
siyasi nedenlerle ABD'den destek görmüştür. Bu
yardımın önemini yadsımamakla birlikte abartmamak da
gerekir. Kore'nin kalkınmasını yakından ele alan
çalışmalar oldukça açık bir şekilde göstermektedir
ki, bu ülkenin baş döndürücü ekonomik başarısındaki
en büyük pay, sahip olduğu iyi yetişmiş beşeri
sermaye ile eldeki kaynakları en iyi sonucu verecek
şekilde yönlendirebilme yönünde oldukça başarılı
olan Kore'nin kalkınmacı devletidir
Sermaye birikimi çok yetersiz olan ve doğal kaynaklar açısından çok
fakir bir ülkenin statik karşılaştırmalı
üstünlükler teorisine göre sanayide pek bir şansı
yoktu ve tarımda uzmanlaşması gerekiyordu. Ancak
Kore, tıpkı model aldığı Japonya gibi, hakim iktisat
anlayışının bu önerisine itibar etmedi. Tarımda
uzmanlaşmak yerine sanayide uzmanlaşmayı yeğledi.
Örneğin tıpkı demir-çelik üretimi için gerekli
hammaddenin yaklaşık yüzde 90'ım ithal etmek
zorunda olduğu halde, dünyanın en büyük demir-çelik
tesislerin birini kuran Japonya gibi, Kore de
gerekli hammaddenin yaklaşık yüzde 96'sini ithal
etmek zorunda olduğu halde ve finansman için
başvurusunun Dünya Bankası tarafından
reddedilmesine rağmen büyük bir demir-çelik
tesisini KİT olarak kurdu. Daha sonra Dünya
Bankası'nın da teyit etmek durumunda kaldığı gibi bu
tesis, dünyanın en verimlilerinden birisi olarak
dünya birinciliği için tıpkı gemi yapımında olduğu
gibi Japonya ile yarışır oldu.
Kore'nin nasıl olup da bu kadar başarılı
olabildiğine baktığımızda, sahip olduğu kalkınmacı
devletin eldeki sınırlı kaynaklan yönlendirmekteki
başarısını ve bununla da ilgili olmak üzere eğitime
verilen önemi görüyoruz. Koreliler, tarihleri
boyunca ekonomik gelişmişlik düzeylerinden
beklenmedik ölçüde eğitime kaynak aktaran bir ulus.
İktisadi kalkınma sürecinin erken aşamalarında bile,
eğitime, benzer gelişmişlik düzeyine sahip
ülkelerden çok daha fazla kaynak ayınyorlar (Bkz.
Tablo 2). Türkiye'den çok daha fakir olduğu
1960'larda Kore'de kişi başına düşen eğitim ortalama
4 yıl. Türkiye'de kişi başına düşen ortalama eğitim
süresinin halen 4 yıl seviyelerinde olduğunu göz
önüne aldığımızda, Kore'de eğitime başından beri ne
denli önem verildiğini görebiliyoruz. Bugün Kore,
kişi başına düşen ortalama 11 yıllık eğitim ile
dünyada eğitim düzeyi en yüksek ülkelerden
birisidir. Eğitim ve yetiştirim düzeyinin yüksek
olmasıyla bağlantılı olarak Kore'de işgücü
verimliliği ve dolayısıyla da uluslararası rekabet
gücü yüksektir. Bugün yüksek teknolojiye dayalı
ürünlerde bile Kore uluslararası rekabet gücüne
sahip bir ülke ve artık gelişmiş ülkeler arasında
gösteriliyor. Basanların ardında mucizeler değil,
bilinçli tercihler ve atılan bilinçli adımlar
yatıyor.
TABLO 2
MEZUNİYET ORANLARI VE ORTALAMA
EĞİTİM SÜRESİ |
Ülke |
İlköğretim |
Ortaöğretim |
Yüksek Öğretim |
Ort. Eğitim Süresi (25 yaş üstü) |
|
1965 |
1995 |
1965 |
1995 |
1965 |
1975 |
1985 |
1995 |
1965 |
1990 |
Türkiye |
33 |
41 |
6 |
12 |
1 |
2 |
4 |
7 |
2.1 |
3.4 |
Güney Kore |
35 |
22 |
18 |
54 |
4 |
7 |
12 |
19 |
4.4 |
9.3 |
Düş. ve Ort. Gel. Ulk. |
30 |
34 |
6 |
22 |
1 |
2 |
3 |
6 |
2.1 |
4.4 |
Yüksek Gel. Ülkeler |
58 |
34 |
28 |
39 |
8 |
13 |
18 |
26 |
7.1 |
9.4 |
Dünya Ortalaması |
42 |
34 |
15 |
26 |
3 |
5 |
7 |
10 |
4.2 |
5.7 |
Eğitim ve yetiştirimin iktisadi kalkınma açısından çok önemli
olmasının ardında özellikle gelişmekte olan
ülkelerde eğitimin kamusal mal niteliğine çok
yaklaşması ve önemli düzeyde olumlu dışsallık
yayması yatıyor. Dışsallık, toplumun belli bir üyesi
tarafından gerçekleştirilen üretim veya tüketim
faaliyetinin sonucu olarak ortaya çıkan fayda ve
maliyetlerin toplumun diğer üyelerine taşması olarak
tanımlanabilir. Eğitim ve yetiştirim sonucu olarak
toplumda bilgi ve beceri seviyesinin yükselmesi:
• Üretimde verimliliği arttırmanın yanı sıra yönetimde etkinliği
arttırır.
• Kötü kaynak kullanımından kaynaklanan israfın azalmasını sağlar.
• Rasyonel düşüncenin yaygınlaşması ve ortak bir dil oluşmasına
katkı sağlar.
• Daha çok insanı sistemden yararlanır hale getirerek gelir
dağılımının düzelmesine yardımcı olur.
• Sınıflar arası akışkanlığı arttırarak toplum içi çelişkileri
azaltır. Böyle bir durum ise, hem belli hedefler
doğrultusunda toplumda uzlaşma sağlamayı
kolaylaştırır, hem de politik istikrara katkı
sağlar.
Bütün bu nedenlerle eğitim ve yetiştirim, çok önemli bir toplumsal
yatırım olarak görülmelidir. Ayrıca eğitim ve
yetiştirim eksikliğinden kaynaklanan israfları bir
alternatif maliyet olarak değerlendirmeyi de
unutmamak gerekir. Eğitim ve yetiştirimin bir
toplumsal yatırım olarak sonuçlan:
> Sağlıklı yaşam sürmeye katkı ve nüfus artış oranının düşmesi,
> Gelir dağılımda iyileşme sağlayıcı etki,
> Sosyal ve kültürel kalkınmaya etki,
> Toplumsal dayanışma duygusu ve siyasal istikrara katkı,
> Suç oranında düşme.
Şimdi de eğitim ve yetiştirimin iktisadi kalkınmaya
doğrudan etkileri üzerinde duralım. Eğitim ile
iktisadi kalkınma arasında sıkı bir ilişki olduğu
açıktır. Ancak bu ilişkinin büyüklüğü, alınan
eğitimin düzeyine ve türlerine göre değişmektedir.
Örneğin, yatırım yönü ağır basan teknik öğretimle,
tüketim yönü ağır basan edebiyat öğretiminin
kalkınma üzerindeki etkileri farklıdır.9
Bir ülkedeki sermayenin rasyonel olarak
kullanılabilmesi, o ülkedeki eğitim ve yetiştirimin
niteliği ve düzeyine bağlıdır. İşgücünün
niteliğinin ölçümünde ya da sayılara aktarılmasında,
eğitim düzeyi en kolay başvurulan ve yaygın
kullanılan göstergedir. Ancak, işgücünün eğitim
durumuna ilişkin veriler, alınan eğitimin niteliği
ve içeriği konusunda bilgi içermeyip, yalnızca
diploma durumunu göstermektedir. Oysa çok iyi
bilindiği gibi, eğitim kurumları arasında büyük
nitelik farkları vardır ve bu farklar da sonuçta
alınan eğitimin kalitesinde farklılık oluşmasına
yol açar. Ayrıca işgücünün niteliği yalnız biçimsel
eğitime bağlı değildir. Alınan biçimsel eğitimin
yanında diploma ile açıklanmayan beceriler de
önemlidir. Özellikle iş başında eğitimin ve edinilen
deneyimlerin,
işgücünün niteliği açısından önemi yadsınamaz.
Genellikle iş başında beceri elde edinilmesi eğitimi
olan yetiştirim, hem çok kısa bir sürede
gerçekleştirilebilmekte, hem de çok daha kısa bir
zamanda ekonomik faydaları ortaya çıkmaktadır.
Yetiştirim bizde maalesef sürekli geri planda
kalmakta, hak ettiği önemi görmemektedir. Diğer
taraftan yüksek ekonomik başarılarıyla dikkat çeken
uzak doğu ülkelerinde bu alana büyük önem
verilmektedir. Bu ülkelerin eğitim sistemlerinde
dikkat çeken bir diğer husus, matematik ve fen
bilimlerine verilen önemdir. Bu konuda ne kadar
başarılı oldukları da, uluslararası bilim
sınavlarında Uzak Doğu'lu öğrencilerin çoğu kez
Amerikalı ve Avrupalı öğrencilerden daha yüksek
puanlar almaları şeklinde kendisini ortaya
koymaktadır.
Uzak Doğu'da başarılı bir beşeri sermaye geliştirme politikası
uygulayan ülkelerden Güney Kore'ye yakından
baktığımızda, bu ülkede kalkınmanın farklı
aşamalarının gereksinimlerini karşılayacak bir
beşeri sermaye geliştirme politikası uygulandığını
görüyoruz. Kalkınma sürecinin kalkışa geçiş
aşamasında birçok az gelişmiş ülkeden çok daha iyi
bir beşeri sermaye gelişmişlik düzeyine sahip
olmasının sonucu olarak Kore, 1970'lere kadar fazla
bir sorun yaşamıyor. Hatta eğitim düzeyi çok yüksek
işçilere iş bulamama sorunuyla karşılaşmaya
başlıyor. Fakat bu yanlış anlaşılmasın, işsizlik
1997 krizi hariç Kore'de 1970'lerden sonra neredeyse
hep yüzde 3'ün altında kalıyor. 1997 krizinde
işsizlik yüzde 8.6'ya kadar yükseliyor ancak
ardından 2000 yılının ortalarına doğru yüzde 3.6'ya
kadar düşüyor. Kore'de devlet, üniversite öncesinde
okullar arasında fark olmaması için sıkı bir denetim
uyguluyor. Bu nedenle üniversite öncesinde bir
rekabet olmuyor. Bunun ne kadar iyi bir politika
olduğu Kore'de de yoğun olarak tartışılan bir konu.
Kore'de üniversite öncesinde rekabet yaşanmamakla
birlikte, üniversiteye giriş aşamasında korkunç bir
rekabet yaşanıyor.
Eğitimin kalitesi çok açık olduğu üzere
öğretmenlerin kalitesine dayanıyor. Dolayısıyla
öğretmenlerin nitelikli olmasını garanti altına
almak, bir eğitim sisteminin başarılı veya başarısız
olmasında en önemli faktör. Türkiye'de, öğretmen
yetiştirmede nitelik sorunu çözülebilmiş değil.
Günübirlik politikalar dikkat çekiyor. Mesela,
öğretmenlik formasyonuna sahip olmayanlar sırf
duyulan ihtiyaç nedeniyle öğretmen olarak
atanabiliyor. Oysa diğer taraftan Kore'de,
öğretmenliğe verilen değeri ortaya koyacak şekilde,
eğitim fakültelerine başvuranların yüksek bir orta
öğretim not ortalamasının yanı sıra, bir dizi
testten de başarıyla geçmeleri gerekiyor. Bu
testler öğretmenliğe başvuranların bilgi düzeyinin
yanı sıra bu meslek için gerekli sevecenliğe ve
yeteneğe sahip olup olmadıklarını da ölçmeyi
amaçlıyor. Öğretmenlik mesleğine başarılı
öğrencileri çekmek amacıyla, bu mesleği seçen
öğrencilere, eğitim masraflarının yüzde 40'ını
karşılayacak düzeyde burs sağlanıyor. Ayrıca sınavla
öğretmen alınıyor ve başvuruda bulunan kişilerin
başarı oranı da yaklaşık yüzde 20. Dahası
öğretmenlerin yeni bilgi-teknolojilere hakim
olmalarına özen gösteriliyor. Kore'de eğitime
verilen önemi öğretmenlere ödenen ücretlerde de
gözlemek mümkün. Türkiye'de bir çok öğretmen, ancak
ek bir iş yaparak geçinebildiği için kendini
yenileyemezken, Kore'de öğretmenlerin gelir düzeyi
oldukça tatmin edici bir düzeyde bulunuyor.
Örneğin, Kore'de 15 yıl deneyime sahip bir lise
öğretmeni 1997 yılına ilişkin verilere göre OECD
ülkeleri arasında İsviçre'nin hemen ardından ikinci
en yüksek geliri elde etmektedir.
Türkiye ve Kore'de eğitim için bütçeden ayrılan
payları karşılaştırdığımızda önemli farklar
görüyoruz. 1995 yılı itibarı ile Güney Kore'de
eğitim için bütçeden ayrılan pay Türkiye'dekinden
yüzde 85 daha fazla. Kaldı ki, bu sadece kamu
bütçesinden eğitim için yapılan harcamadaki fark.
Eğitim için yapılan tüm harcamalar, kamu ve özel
kesim birlikte ele alınırsa, fark çok daha büyük. Bu
şekilde bir karşılaştırma yapılması durumunda,
Güney Kore'de eğitim için yapılan harcamaların
GSMH'ya oranı Türkiye'dekinin yaklaşık 2.5 katı.
Türkiye eğitim için yapılan harcamaların GSMH'ya
oranı açısından sadece Güney Kore'nin değil; Şili,
Kuveyt, Polonya, Tayland ve Mısır gibi ülkelerin de
gerisinde. Belirtmek gerekir ki eğitimin tamamen
kamu tarafından finansmanında bazı sorunlar söz
konusu. Bilindiği gibi kamu harcamalarını
karşılayacak temel kaynak vergilerdir. Burada gözden
kaçmaması gereken husus, toplanan vergilerin düşük
ve yüksek gelirlilerden aynı oranda alınması
durumunda bile, düşük gelirliler aleyhine bir
durumun ortaya çıkacağıdır. Kaldı ki gelir düzeyi
yüksek olan kesimde kişi başına düşen eğitim
düzeyinin gelir düzeyi düşük olan kesimden çok daha
yüksek olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla eğitimden
bir bedel alınmaması durumunda, yüksek gelirlilere
kıyasla, eğitimden daha az yararlanan düşük gelirli
kesimler eğitimin finansmanına aslında daha fazla
katkıda bulunmaktadır. Bu da, düşük gelirlilerin
yüksek gelirlilerin eğitiminin finansmanına katkıda
bulunmaları gibi adaletsiz bir sonuca yol
açmaktadır. Bu adaletsizliği gidermenin yolu,
fırsat eşitliğine ters düşmeyecek bir şekilde
özellikle üniversite eğitiminden bir bedel almak
olarak gözükmektedir. Fırsat eşitliğini zedeleyerek
başka tür bir adaletsizliğe yol açmamak için, bunun
düşük gelirlilerin üniversiteye gitmelerini
engellemeyecek bir şekilde formüle edilmesi
gereklidir. Örneğin, üniversiteye giriş esnasında
yüksek gelirlilerden yüksek bir bedel alınırken,
düşük gelirlilerden bir bedel alınmaz. Ancak bir
bedel belirlenir ve bu bedelin yıllar içinde artan
oranlı bir şekilde ödemesi sağlanır. Bu yolla, düşük
gelirli olanlar da eğitim olanağından
yararlanabilir ve ödeyebilecek duruma geldiklerinde
de, finansman yetersizliğinden normalde eğitim
olanağına kavuşamayanların, eğitim olanağından
faydalanması sağlanmış olur. Bu sayede düşük
gelirliler dışlanmadan, ülkedeki eğitim
olanaklarından yararlanabilenlerin sayısı
arttırılabilir. Bu yaklaşımın özünü, ülkedeki eğitim
düzeyini arttırmak için eğitimin finasmanına daha
fazla katkıda bulunabilecek durumda olanlardan ek
bir katkı yapmalarını garanti altına almak
yatmaktadır. Bu sayede sağlanacak ek finansmanla
hem eğitim düzeyi artırılabilir, hem de adil
olmayan bir duruma çözüm getirilebilir.
Son birkaç şey daha söyleyerek bitirmek istiyorum.
Beşeri sermaye yetersizliği içindeki ülkeler,
dijital bölünmenin kurbanı olmak tehlikesiyle karşı
karşıya bulunuyor. Küreselleşmenin sunduğu
fırsatlardan en iyi şekilde faydalanılabilmesi ve
yol açtığı olumsuzlukların etkisinin en aza
indirilebilmesi, öncelikleri iyi belirlenmiş bir
beşeri sermaye politikası oluşturularak etkinlikle
uygulanabilmesine bağlıdır. Yukarıda ele aldığım
gibi eğitim, çok önemli olumlu dışsallıkları olan
toplumsal bir yatırım özelliğine sahip.
Dolayısıyla, sürdürülebilir hızlı bir kalkınma
hızına ulaşmak isteyen ülkelerin, eğitim ve
yetiştirimi öncelikli bir yatırım alanı olarak
görmeleri ve daha fazla kimsenin daha kaliteli
olarak bu olanaktan yararlanmalarını garanti altına
almaları gerekmektedir. Eğitim kalitesinin
arttırılması ve eğitimin toplumun daha geniş
kesimlerine yaygınlaştırılabilmesinde öncelikli konu
yeterli finansmanın sağlanabilmesi olarak ortaya
çıkıyor. Eğer yeterli finansman sağlanamazsa, eğitim
gibi getirişi çok yüksek bir yatırım yapılamamış,
dolayısıyla da bu büyük potansiyel harekete
geçirilememiş demektir. Artık sorularınızı
alabilirim.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Erdoğdu
|