Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Beşeri Sermaye – İktisadi Kalkınma İlişkisi

İktisadi Kalkınma ve Büyüme 

Önce bir saptama yapmak istiyorum: Biz eğitime sözde bir ilgi duyuyoruz. Eğitimin ne kadar önemli olduğunu çokça söylüyoruz. Ama iş gereğini yapmaya geldiğinde orada yokuz. İktisadi kalkınmanın çok önemli bir bileşeni beşeri ser­maye. Beşeri sermaye de temel olarak eğitime dayanıyor. Beşeri sermaye deyin­ce biraz yanlış anlaşılabiliyor. Çünkü sermaye denildiğinde akla ilk olarak fizik­sel sermaye geliyor. Ancak aslında sermayeyi fiziksel, beşeri ve sosyal olmak üzere üçe ayırmak gerekiyor. Fiziksel sermaye tümüyle somuttur ve gözlenebilir materyal bir formda içselleşmiştir. Beşeri sermaye ise daha az somuttur. Bir bi­rey tarafından elde edilmiş bilgi ve beceride somutlaşır. Sosyal sermaye daha da az somuttur ve kendisini bireyler arasındaki ilişkinin niteliğinde ortaya koyar. Ol­dukça yeni bir kavram olan sosyal sermaye, fiziksel ve beşeri sermayeden farklı olarak tekil değil, birçok aktörün karşılıklı ilişkisinin bir sonucudur. Beşeri ser­maye bireylerin kalitesi iken sosyal sermaye, toplumdaki ve organizasyonlardaki bireylerin birbiriyle olan ilişkilerinin kalitesidir. Ben bu konuşmamda beşeri ser­maye ve özellikle de eğitim ve beceri edinme konusu üzerinde odaklaşacağım. Beşeri sermayenin önemli bir bileşeni olan sağlık konusunu dışarıda bırakaca­ğım.

Önce bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Dünyada işletmelerin üretimlerini gerçekleştirmek için ihtiyaç duydukları faktörler arasında bilgiye dayalı değerler, gittikçe daha çok öne çıkıyor ve piyasada daha yüksek fiyatla değerlendiriliyor. Ör­neğin, 1982 yılında işletmelerin bilgiye dayalı değerleri, toplam değerlerinin yak­laşık yüzde 38'i kadar iken, bu oran 10 yıl sonra 1992'de, yüzde 62 düzeyine yük­selmiştir. Çağdaş ekonomilerde çalışanların değer üretme bilgisinin, yani beşeri sermayenin, toplam refahı oluşturmadaki payının yaklaşık yüzde 70 kadar olduğu tahmin edilmektedir. Buradan yola çıkarak, bilginin oluşmasında kaynak teşkil eden beşeri sermayenin giderek daha merkezi bir önem taşımaya başladığı söylene­bilir. 

Gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere karşı en büyük avantajlarının kay­nağında, sahip oldukları bilgi ve beceri düzeyi yüksek beşeri sermaye yatıyor. Be­şeri sermayenin temelini ise, bir kez üretildikten sonra kullanılırken ek bir maliye­te katlanılması gerekmeyen bilgi oluşturuyor. Bilgi dışındaki üretim faktörleri, kul­lanıldıkça biter ve üretimin artırılabilmesi için ek maliyetlere katlanmak gerekir. 

Bilginin kullandıkça azalmayan, aksine artan özelliği, onu üretim için gerekli olan diğer girdilerden çarpıcı bir şekilde ayırır. Bilginin paylaşımıyla, azalan değil ço­ğalan bir süreç yaşanır. İki artı iki dörde değil, belki beşe belki de daha fazlasına eşit olabilir. Bu özellik, bilginin iktisadi kalkınma açısından çok olumlu etkileri ol­duğu anlamına gelir. Bilgi birikimine büyük önem veren ve bilgi paylaşımının da yüksek düzeylerde olduğu toplumlar bu açıdan çok önemli bir avantaja sahip olur­lar. Dolayısıyla, daha çok paylaşımcı bir kültür yapısına sahip olan az gelişmiş ül­kelerin bireyci felsefeye dayanan gelişmiş ülkeler karşısında belli avantajları olabileceği göz ardı edilmemelidir. Bununla birlikte, sahip oldukları ortalama bilgi biri­kiminin çok daha yüksek olması sayesinde, gelişmiş ülkelerde hem daha çok buluş ve yenilik yapabilmekte hem de işgücü verimliliği daha yüksek düzeylerde gerçek­leşmektedir. Bu durumun doğal bir sonucu olarak bu ülkeler küresel işbölümünde daha çok katma değeri yüksek alanlarda, bilgi birikimi düşük olan az gelişmiş ül­keler ise daha çok katma değeri düşük alanlarda karşılaştırmalı üstünlük elde ede­bilmektedirler. 

İkinci Dünya Savaşı'm kaybetmiş olan Japonya ve Almanya'nın daha sonra gös­terdikleri performans, bilgi birikimi düzeyinin iktisadi kalkınmada ne kadar önem­li olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu ülkelerden Japonya doğal kaynaklar açı­sından çok fakirdir. Almanya'nın da zengin doğal kaynaklara sahip olduğunu söy­lemek zordur. İkinci Dünya Savaşı esnasında bu ülkelerin fiziksel sermayeleri ne­redeyse tümüyle tahrip olmuştu. Ancak bu ülkeler savaşta verilen kayıplar nedeniy­le azalan ama asla yok olmayan çok önemli bir sermayeye sahiptiler: bilgi ve bece­ri düzeyi yüksek beşeri sermaye. Bugün İkinci Dünya savaşını kaybetmiş Japon­ya'nın iktisadi açıdan dünyanın en büyük ikinci, Almanya'nın ise üçüncü büyük ül­kesi olmasında sahip oldukları beşeri sermayenin kalitesinin ve savaş kaybetmenin ortaya çıkarttığı dayanışma ortamında gelişen sosyal sermayenin önemi büyük olsa gerektir. 

Bugün beşeri sermaye konusu, içselleşmiş büyüme (endogenous growth) model­leri ile ilgilenen iktisatçıların sayısının hızla artması ile de bağlantılı olarak artan bir ilgi görüyor. Bu modellere neden içselleşmiş denildiğine kısaca bakmakta fayda var. Halen egemen olan neoklasik iktisat anlayışında, teknolojinin ekonomik sisteme dış­sal olduğu ve teknolojik gelişmeyi sağlayan sistem içi bir mekanizma olmadığı gö­rüşünden hareket edilmiştir. Başka bir deyişle bu iktisadi anlayışı benimseyenler teknolojik gelişmeyi bugüne kadar hep, ne zaman ve nereden geleceği bilinmeyen bir misafir gibi görmüşlerdir. Temel olarak neoklasik iktisat anlayışı içinde kalan, ancak teknolojik gelişmenin sisteme dışsal nedenlerden kaynaklanmadığını savunan içselleşmiş büyüme modelleri ise, teknolojik gelişmenin söz konusu ülkenin eğiti­me, araştırma-geliştirmeye ayırdığı kaynaklarla büyük ölçüde bağlantılı olduğu noktasından hareket etmektedirler. Bu bağlantı çok açık olmasına rağmen iktisatçılar, bu bağlantıyı maalesef çok gecikmeli olarak fark edebilmişlerdir. İçselleşmiş bü­yüme modellerinin temellerini attığı söylenebilecek Paul M. Romer'in ve Robert Lucas'ın makaleleri ancak 1980'lerin sonuna doğru ortaya çıkabilmiştir. Bugün ar­tık bu konudaki açık hızla kapanmaktadır ve şimdiden oldukça geniş bir literatür oluşmuştur. 

Bir ülkenin araştırma-geliştirmeye (Ar&Ge) verdiği önem nispetinde küre­selleşme sürecinden yararlanabileceğini söyleyebiliriz. Bilginin merkezi önemde olduğu bir çağın içinde yaşıyoruz ve bu durum ülkeler arasındaki ge­lir dağılımına da yansıyor. 1960'larda dünyadaki en yüksek yüzde 5'lik gelir dilimine sahip olanlarla en düşük yüzde 5'lik gelir dilimine sahip olanlar kar­şılaştırıldığında aradaki fark yaklaşık olarak 1/30. 1980'lere gelindiğinde fark 1/60'a yükseliyor; 1990'ların sonunda da 1/74'e ulaşıyor. Gelir farkı gittikçe açılıyor ve bazı ülkelerin gelirleri hızla artmaya devam ederken, özellikle son 20-30 yılda Afrika'daki bazı ülkelerin gelirlerinde gerilemeler görülüyor. Dünyadaki en zengin 50 insandan 3'ü Microsoft'tan. Bu üç kişinin geliri, dün­yadaki 1 milyar kişinin gelirine eşit. İlk 200 kişinin geliri 2.5 milyar insanın gelirine eşit. Bu 200 kişinin çoğunun meslekleri bilgi teknolojileri alanında yoğunlaşıyor. 

Eğitim ile iktisadi kalkınma arasında nasıl bir ilişki olduğuna baktığımızda şun­ları görüyoruz: Eğitim öncelikle bireye, çevresini kontrol altına alma ve ona yön verme olanağı sağlıyor. Bir insanın beceri düzeyi büyük ölçüde eğitimle belirleni­yor. Bu çerçevede eğitim, ekonomik gelişmenin temel ve aktif bir öğesi olan beşeri sermayenin oluşturulmasında ve geliştirilmesinde en önemli faktör olarak öne çıkı­yor. Ekonomik gelişmeyi sağlayan sanayiinin kurulması, geliştirilmesi, yeniliklerin yapılması ve dolayısıyla teknolojinin ilerlemesinde dayanılan eğitimin ise, genel eğitimden çok teknik eğitim olduğunu görüyoruz. Dikkat çekici bir husus; Japonya, Kore ve Tayvan gibi hızlı iktisadi gelişme gerçekleştiren ülkelerin eğitime yaptıkla­rı yatırımı önce ilk ve orta öğretimde, hemen ardından mesleki ve teknik eğitim alan­larında yoğunlaştırmalarıdır. Aynca Linsu Kim'in2 işaret ettiği gibi, beşeri sermaye­nin oluşturulmasında öncelik ise, iş üzerindeki eğitime (on-the-job) ya da başka bir deyişle yetiştirime verilmiştir. 

Başarılı Uzak Doğu ülkelerinin endüstriyel gelişmelerinin en önemli unsurları arasında ilk olarak eğitim düzeyinin hızla yükseltilerek yaygınlaştırılması, ikinci olarak da ihtiyaç duyulan mesleki ve pratik eğitimi gerçekleştirecek altyapının ku­rulması göze çarpmaktadır. Örneğin Tablo 1 incelendiğinde görüleceği gibi Kore'de öncelik ilköğretime verilmiş, bu konuda elde edilen hızlı gelişmenin hemen ardın­dan mesleki ve teknik eğitim üzerinde odaklanılmıştır. Bu ülkelerde öncelik ilk ve ortaöğretimin yaygınlaştırılmasına verilmiş, üniversite eğitiminin yaygınlaştırılması bir öncelik olarak görülmemiştir. 

TABLO 1

SEÇİLMİŞ ÜLKELERİN ÇAĞ NÜFUSU İTİBARIYLA OKULLAŞMA ORANLARI (Türkiye İktisadi Kalkınma)

Ülke

İlköğretim

Ortaöğretim

Yüksek Öğretim

 

1965

1995

1965

1995

1965

1975

1985

1995

Güney Kore

100

95

35

101

6

10

34

52

Japonya

100

102

82

103

13

25

29

41

Singapur

100

95

45

73

10

9

12

34

Filipinler

100

116

41

79

19

18

38

30

Tayland

78

87

14

55

2

4

20

20

Türkiye

100

108

16

59

4

9

10

18

Düş. ve Ort. Gel. Ülk.

76

102

21

55

4

7

7

10

Yüksek Gelirli Ülk.

99

103

67

106

20

33

37

58

Dünya Ortalaması

82

102

32

63

9

14

13

18

Ülkelerin iktisadi kalkınmalarını gerçekleştirebilmeleri, yatırım yapmalarına ve gerekli teknolojileri elde edebilmelerine bağlıdır. Gelişmekte olan ülkeler genellikle teknolojiyi kendileri üretmeye kalkışmaktan ziyade gelişmiş ülkelerden transfer etme eğilimindedirler. Gelişmekte olan bir ülke açısından yeni transfer edilerek özümsen-miş bir teknoloji, önemli bir teknolojik gelişmeyi ifade eder. Ancak bu gelişmekte olan bir ülkede teknoloji geliştirme çabasının önemsiz olduğu anlamına gelmez. Tek­noloji transferi pasif bir işlem değildir. Gelişmekte olan bir ülkenin en azından o ül­ke için en uygun teknolojileri belirleyebilecek ve belirlenen teknolojileri de ülke ko­şullarına adapte edebilecek beşeri sermayeye sahip olması gerekir. Ancak, gelişmiş ülkeleri yakalayabilmek için bu da yeterli değildir. Bu amaca ulaşmak için, yeni tek­nolojileri aktarmanın ötesinde bu teknolojileri daha da geliştirebilecek bir teknolojik kapasitenin oluşturulabilmesi gerekir.5 Bunun başarıyla gerçekleştirilebilmesi ise, bir ülkenin sahip olduğu beşeri sermayenin düzeyine bağlıdır. Beşeri sermayenin kalite­sini ve miktarını belirleyen en önemli etmen ise eğitimdir. Bu nedenle, eğitimi ger­çekleştiren kurumların hem nitel hem de nicel olarak, ülke ihtiyaçlarım karşılayabi­lir düzeyde olması çok büyük öneme sahiptir. İyi bir eğitim sistemi, yeni çalışma me­totlarına hızla ve etkin olarak adapte olabilen, beceri sahibi bir işgücü havuzu sağlar. 

Şimdi beşeri sermaye düzeyi ile ulusal gelir arasında nasıl bir ilişki olduğunu or­taya koymaya çalışalım. Eğitim düzeyi ile ulusal gelir arasında ne kadar kuvvetli ilişki olduğu Türkiye ile Güney Kore birbirleriyle karşılaştırıldığında açık bir şekil­de görülebilir. Türkiye'de kişi başına düşen milli gelir 1962 yılında 220$ iken aynı yıl Güney Kore'de kişi başına düşen milli gelir Türkiye'deki düzeyin sadece yüzde 40'ı düzeyinde, yani 87$ kadardı. Kore, doğal kaynaklar açısından son derece fakir bir ülke ve Türkiye'nin yaklaşık sekizde biri büyüklüğünde bir yüzölçümüne sahip. 1910-1945 yılları arasında Japonya'nın sömürgesi olan Kore, 1950-1953 yılları ara­sında da toplam olarak yaklaşık 1.3 milyon Korelinin öldüğü dünyanın en kanlı sa­vaşlarından birine şahit olmuştu. İçinde bulunduğu olumsuzluklar dikkate alındığın­da Kore, dünyada hızlı iktisadi gelişme göstermesi beklenebilecek belki de en son ülkeydi. Ancak, beklenmeyen gerçekleşti ve Kore dünyanın en hızlı ve uzun dö­nemli büyüme gösteren ülkelerinden birisi oldu. Kore'de, kişi başına düşen milli ge­lir 1996 yılında 11.380$'a kadar ulaştı. 1997 yılında karşı karşıya kaldığı büyük bir finansal kriz ve yüksek oranlı bir devalüasyonun ardından kişi başına düşen milli ge­lir 1998 yılında 6.723$ kadar düştüyse de, Kore çabuk toparladı ve 1999 yılında yüz­de 10.9, 2000 yılında yüzde 8.8 büyümeyi başardı. Kore'de kişi başına düşen milli gelir 1999 yılı itibarıyla 8.551$ dolar olarak gerçekleşmiş bulunuyor ve 2000 yılı so­nunda da bu rakamın 10.000$ (9.628$) civarında gerçekleşeceği tahmin edilmekte­dir. Diğer taraftan Türkiye'de, 1990'lann başlarında ulaşılan 3000$ düzeyindeki ki­şi başına düşen milli gelir, geçen süre zarfında artmak bir yana, 2000 yılı sonunda ve 2001 yılı başında içine düşülen finansal krizler ve yaşanan yüksek devalüasyo­nun sonucu olarak, 2260$ dolara düşmüştür. Mevcut durum itibarıyla Kore'nin per­formansı Türkiye ile karşılaştırıldığında sonuç çarpıcıdır. Kişi başına düşen milli ge­lir 1962 yılında Türkiye'de Kore'deki düzeyin yaklaşık 2,5 katı iken, bugün ortala­ma olarak bir Koreli bir Türk'ten yaklaşık 4,5 kat daha fazla gelir elde etmektedir. Başka bir ifadeyle, son kırk yılda kişi başına düşen gelir açısından Kore'nin perfor­mansı Türkiye'den en az 10 kat daha iyidir. Bilirsiniz, biz özellikle Turgut Özal dö­neminde "çağ atlamak" tan çok söz ettik. Ancak görüldüğü gibi biz çağ atlamayı ağ­zımıza sakız edip bugünkü duruma düşerken, çağ atlama lafını ağzına almayanlar çok farklı konumlara geliyor. 

Peki Kore bu başarısını neye borçlu? Kore, doğal kaynaklan çok sınırlı, iklim şartları çetin, nüfus yoğunluğu yüksek, dünya devlerinin (Japonya, Rusya, Çin) ara­sına sıkışmış küçük bir ülke. Bu ülkelerden Japonya'nın 1910-45 yılları arasında sö­mürgesi olmuş, 1953'ten bu yana da bölündüğü Kuzey Kore ile bir barış anlaşması imzalanmamış. Amerika'nın da uluslararası politik çıkarları nedeniyle varlığını yo­ğun olarak hissettirdiği, dolayısıyla jeopolitik ortamın çok gergin olduğu bu ortam­da Kore var olma savaşı veriyor. Genellikle Kore'nin hızlı kalkınması denilince ço­ğu kimsenin aklına hemen ABD geliyor. Bu belli ölçüler içinde doğrudur. Kore özel­likle 1950'ler ve 1960'larda ve giderek hızla azalan bir şekilde 1970'ler ve sonrasın­daki yıllarda özellikle siyasi nedenlerle ABD'den destek görmüştür. Bu yardımın önemini yadsımamakla birlikte abartmamak da gerekir. Kore'nin kalkınmasını ya­kından ele alan çalışmalar oldukça açık bir şekilde göstermektedir ki, bu ülkenin baş döndürücü ekonomik başarısındaki en büyük pay, sahip olduğu iyi yetişmiş beşeri sermaye ile eldeki kaynakları en iyi sonucu verecek şekilde yönlendirebilme yönün­de oldukça başarılı olan Kore'nin kalkınmacı devletidir 

Sermaye birikimi çok yetersiz olan ve doğal kaynaklar açısından çok fakir bir ül­kenin statik karşılaştırmalı üstünlükler teorisine göre sanayide pek bir şansı yoktu ve tarımda uzmanlaşması gerekiyordu. Ancak Kore, tıpkı model aldığı Japonya gibi, hakim iktisat anlayışının bu önerisine itibar etmedi. Tarımda uzmanlaşmak yerine sanayide uzmanlaşmayı yeğledi. Örneğin tıpkı demir-çelik üretimi için gerekli ham­maddenin yaklaşık yüzde 90'ım ithal etmek zorunda olduğu halde, dünyanın en bü­yük demir-çelik tesislerin birini kuran Japonya gibi, Kore de gerekli hammaddenin yaklaşık yüzde 96'sini ithal etmek zorunda olduğu halde ve finansman için başvuru­sunun Dünya Bankası tarafından reddedilmesine rağmen büyük bir demir-çelik te­sisini KİT olarak kurdu. Daha sonra Dünya Bankası'nın da teyit etmek durumunda kaldığı gibi bu tesis, dünyanın en verimlilerinden birisi olarak dünya birinciliği için tıpkı gemi yapımında olduğu gibi Japonya ile yarışır oldu.

Kore'nin nasıl olup da bu kadar başarılı olabildiğine baktığımızda, sahip olduğu kalkınmacı devletin eldeki sınırlı kaynaklan yönlendirmekteki başarısını ve bununla da ilgili olmak üzere eğitime verilen önemi görüyoruz. Koreliler, tarihleri boyunca ekonomik gelişmişlik düzeylerinden beklenmedik ölçüde eğitime kaynak aktaran bir ulus. İktisadi kalkınma sürecinin erken aşamalarında bile, eğitime, benzer gelişmişlik düzeyine sahip ülkelerden çok daha fazla kaynak ayınyorlar (Bkz. Tablo 2). Türki­ye'den çok daha fakir olduğu 1960'larda Kore'de kişi başına düşen eğitim ortalama 4 yıl. Türkiye'de kişi başına düşen ortalama eğitim süresinin halen 4 yıl seviyelerinde olduğunu göz önüne aldığımızda, Kore'de eğitime başından beri ne denli önem veril­diğini görebiliyoruz. Bugün Kore, kişi başına düşen ortalama 11 yıllık eğitim ile dün­yada eğitim düzeyi en yüksek ülkelerden birisidir. Eğitim ve yetiştirim düzeyinin yük­sek olmasıyla bağlantılı olarak Kore'de işgücü verimliliği ve dolayısıyla da uluslara­rası rekabet gücü yüksektir. Bugün yüksek teknolojiye dayalı ürünlerde bile Kore ulus­lararası rekabet gücüne sahip bir ülke ve artık gelişmiş ülkeler arasında gösteriliyor. Basanların ardında mucizeler değil, bilinçli tercihler ve atılan bilinçli adımlar yatıyor. 

TABLO 2

MEZUNİYET ORANLARI VE ORTALAMA

EĞİTİM SÜRESİ

Ülke

İlköğretim

Ortaöğretim

Yüksek Öğretim

Ort. Eğitim Süresi (25 yaş üstü)

 

1965

1995

1965

1995

1965

1975

1985

1995

1965

1990

Türkiye

33

41

6

12

1

2

4

7

2.1

3.4

Güney Kore

35

22

18

54

4

7

12

19

4.4

9.3

Düş. ve Ort. Gel. Ulk.

30

34

6

22

1

2

3

6

2.1

4.4

Yüksek Gel. Ülkeler

58

34

28

39

8

13

18

26

7.1

9.4

Dünya Ortalaması

42

34

15

26

3

5

7

10

4.2

5.7

Eğitim ve yetiştirimin iktisadi kalkınma açısından çok önemli olmasının ardında özellikle gelişmekte olan ülkelerde eğitimin kamusal mal niteliğine çok yaklaşması ve önemli düzeyde olumlu dışsallık yayması yatıyor. Dışsallık, toplumun belli bir üyesi tarafından gerçekleştirilen üretim veya tüketim faaliyetinin sonucu olarak or­taya çıkan fayda ve maliyetlerin toplumun diğer üyelerine taşması olarak tanımlana­bilir. Eğitim ve yetiştirim sonucu olarak toplumda bilgi ve beceri seviyesinin yük­selmesi:

• Üretimde verimliliği arttırmanın yanı sıra yönetimde etkinliği arttırır.

• Kötü kaynak kullanımından kaynaklanan israfın azalmasını sağlar.

• Rasyonel düşüncenin yaygınlaşması ve ortak bir dil oluşmasına katkı sağlar.

• Daha çok insanı sistemden yararlanır hale getirerek gelir dağılımının düzelme­sine yardımcı olur.

•  Sınıflar arası akışkanlığı arttırarak toplum içi çelişkileri azaltır. Böyle bir du­rum ise, hem belli hedefler doğrultusunda toplumda uzlaşma sağlamayı kolaylaştı­rır, hem de politik istikrara katkı sağlar.

Bütün bu nedenlerle eğitim ve yetiştirim, çok önemli bir toplumsal yatırım ola­rak görülmelidir. Ayrıca eğitim ve yetiştirim eksikliğinden kaynaklanan israfları bir alternatif maliyet olarak değerlendirmeyi de unutmamak gerekir. Eğitim ve yetişti­rimin bir toplumsal yatırım olarak sonuçlan: 

> Sağlıklı yaşam sürmeye katkı ve nüfus artış oranının düşmesi,

> Gelir dağılımda iyileşme sağlayıcı etki,

> Sosyal ve kültürel kalkınmaya etki,

> Toplumsal dayanışma duygusu ve siyasal istikrara katkı,

> Suç oranında düşme. 

Şimdi de eğitim ve yetiştirimin iktisadi kalkınmaya doğrudan etkileri üzerinde duralım. Eğitim ile iktisadi kalkınma arasında sıkı bir ilişki olduğu açıktır. Ancak bu ilişkinin büyüklüğü, alınan eğitimin düzeyine ve türlerine göre değişmektedir. Örne­ğin, yatırım yönü ağır basan teknik öğretimle, tüketim yönü ağır basan edebiyat öğ­retiminin kalkınma üzerindeki etkileri farklıdır.9 Bir ülkedeki sermayenin rasyonel olarak kullanılabilmesi, o ülkedeki eğitim ve yetiştirimin niteliği ve düzeyine bağlı­dır. İşgücünün niteliğinin ölçümünde ya da sayılara aktarılmasında, eğitim düzeyi en kolay başvurulan ve yaygın kullanılan göstergedir. Ancak, işgücünün eğitim duru­muna ilişkin veriler, alınan eğitimin niteliği ve içeriği konusunda bilgi içermeyip, yalnızca diploma durumunu göstermektedir. Oysa çok iyi bilindiği gibi, eğitim ku­rumları arasında büyük nitelik farkları vardır ve bu farklar da sonuçta alınan eğiti­min kalitesinde farklılık oluşmasına yol açar. Ayrıca işgücünün niteliği yalnız biçim­sel eğitime bağlı değildir. Alınan biçimsel eğitimin yanında diploma ile açıklanma­yan beceriler de önemlidir. Özellikle iş başında eğitimin ve edinilen deneyimlerin, işgücünün niteliği açısından önemi yadsınamaz. Genellikle iş başında beceri elde edinilmesi eğitimi olan yetiştirim, hem çok kısa bir sürede gerçekleştirilebilmekte, hem de çok daha kısa bir zamanda ekonomik faydaları ortaya çıkmaktadır. Yetişti­rim bizde maalesef sürekli geri planda kalmakta, hak ettiği önemi görmemektedir. Diğer taraftan yüksek ekonomik başarılarıyla dikkat çeken uzak doğu ülkelerinde bu alana büyük önem verilmektedir. Bu ülkelerin eğitim sistemlerinde dikkat çeken bir diğer husus, matematik ve fen bilimlerine verilen önemdir. Bu konuda ne kadar ba­şarılı oldukları da, uluslararası bilim sınavlarında Uzak Doğu'lu öğrencilerin çoğu kez Amerikalı ve Avrupalı öğrencilerden daha yüksek puanlar almaları şeklinde ken­disini ortaya koymaktadır. 

Uzak Doğu'da başarılı bir beşeri sermaye geliştirme politikası uygulayan ülke­lerden Güney Kore'ye yakından baktığımızda, bu ülkede kalkınmanın farklı aşama­larının gereksinimlerini karşılayacak bir beşeri sermaye geliştirme politikası uygu­landığını görüyoruz. Kalkınma sürecinin kalkışa geçiş aşamasında birçok az geliş­miş ülkeden çok daha iyi bir beşeri sermaye gelişmişlik düzeyine sahip olmasının sonucu olarak Kore, 1970'lere kadar fazla bir sorun yaşamıyor. Hatta eğitim düzeyi çok yüksek işçilere iş bulamama sorunuyla karşılaşmaya başlıyor. Fakat bu yanlış anlaşılmasın, işsizlik 1997 krizi hariç Kore'de 1970'lerden sonra neredeyse hep yüz­de 3'ün altında kalıyor. 1997 krizinde işsizlik yüzde 8.6'ya kadar yükseliyor ancak ardından 2000 yılının ortalarına doğru yüzde 3.6'ya kadar düşüyor. Kore'de devlet, üniversite öncesinde okullar arasında fark olmaması için sıkı bir denetim uyguluyor. Bu nedenle üniversite öncesinde bir rekabet olmuyor. Bunun ne kadar iyi bir politi­ka olduğu Kore'de de yoğun olarak tartışılan bir konu. Kore'de üniversite öncesin­de rekabet yaşanmamakla birlikte, üniversiteye giriş aşamasında korkunç bir reka­bet yaşanıyor. 

Eğitimin kalitesi çok açık olduğu üzere öğretmenlerin kalitesine dayanıyor. Do­layısıyla öğretmenlerin nitelikli olmasını garanti altına almak, bir eğitim sisteminin başarılı veya başarısız olmasında en önemli faktör. Türkiye'de, öğretmen yetiştirme­de nitelik sorunu çözülebilmiş değil. Günübirlik politikalar dikkat çekiyor. Mesela, öğretmenlik formasyonuna sahip olmayanlar sırf duyulan ihtiyaç nedeniyle öğret­men olarak atanabiliyor. Oysa diğer taraftan Kore'de, öğretmenliğe verilen değeri ortaya koyacak şekilde, eğitim fakültelerine başvuranların yüksek bir orta öğretim not ortalamasının yanı sıra, bir dizi testten de başarıyla geçmeleri gerekiyor. Bu test­ler öğretmenliğe başvuranların bilgi düzeyinin yanı sıra bu meslek için gerekli seve­cenliğe ve yeteneğe sahip olup olmadıklarını da ölçmeyi amaçlıyor. Öğretmenlik mesleğine başarılı öğrencileri çekmek amacıyla, bu mesleği seçen öğrencilere, eği­tim masraflarının yüzde 40'ını karşılayacak düzeyde burs sağlanıyor. Ayrıca sınavla öğretmen alınıyor ve başvuruda bulunan kişilerin başarı oranı da yaklaşık yüzde 20. Dahası öğretmenlerin yeni bilgi-teknolojilere hakim olmalarına özen gösteriliyor. Kore'de eğitime verilen önemi öğretmenlere ödenen ücretlerde de gözlemek müm­kün. Türkiye'de bir çok öğretmen, ancak ek bir iş yaparak geçinebildiği için kendini yenileyemezken, Kore'de öğretmenlerin gelir düzeyi oldukça tatmin edici bir dü­zeyde bulunuyor. Örneğin, Kore'de 15 yıl deneyime sahip bir lise öğretmeni 1997 yılına ilişkin verilere göre OECD ülkeleri arasında İsviçre'nin hemen ardından ikin­ci en yüksek geliri elde etmektedir. 

Türkiye ve Kore'de eğitim için bütçeden ayrılan payları karşılaştırdığımızda önemli farklar görüyoruz. 1995 yılı itibarı ile Güney Kore'de eğitim için bütçeden ayrılan pay Türkiye'dekinden yüzde 85 daha fazla. Kaldı ki, bu sadece kamu bütçe­sinden eğitim için yapılan harcamadaki fark. Eğitim için yapılan tüm harcamalar, kamu ve özel kesim birlikte ele alınırsa, fark çok daha büyük. Bu şekilde bir karşı­laştırma yapılması durumunda, Güney Kore'de eğitim için yapılan harcamaların GSMH'ya oranı Türkiye'dekinin yaklaşık 2.5 katı. Türkiye eğitim için yapılan har­camaların GSMH'ya oranı açısından sadece Güney Kore'nin değil; Şili, Kuveyt, Po­lonya, Tayland ve Mısır gibi ülkelerin de gerisinde. Belirtmek gerekir ki eğitimin ta­mamen kamu tarafından finansmanında bazı sorunlar söz konusu. Bilindiği gibi ka­mu harcamalarını karşılayacak temel kaynak vergilerdir. Burada gözden kaçmama­sı gereken husus, toplanan vergilerin düşük ve yüksek gelirlilerden aynı oranda alın­ması durumunda bile, düşük gelirliler aleyhine bir durumun ortaya çıkacağıdır. Kal­dı ki gelir düzeyi yüksek olan kesimde kişi başına düşen eğitim düzeyinin gelir dü­zeyi düşük olan kesimden çok daha yüksek olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla eğitim­den bir bedel alınmaması durumunda, yüksek gelirlilere kıyasla, eğitimden daha az yararlanan düşük gelirli kesimler eğitimin finansmanına aslında daha fazla katkıda bulunmaktadır. Bu da, düşük gelirlilerin yüksek gelirlilerin eğitiminin finansmanına katkıda bulunmaları gibi adaletsiz bir sonuca yol açmaktadır. Bu adaletsizliği gider­menin yolu, fırsat eşitliğine ters düşmeyecek bir şekilde özellikle üniversite eğiti­minden bir bedel almak olarak gözükmektedir. Fırsat eşitliğini zedeleyerek başka tür bir adaletsizliğe yol açmamak için, bunun düşük gelirlilerin üniversiteye gitmeleri­ni engellemeyecek bir şekilde formüle edilmesi gereklidir. Örneğin, üniversiteye gi­riş esnasında yüksek gelirlilerden yüksek bir bedel alınırken, düşük gelirlilerden bir bedel alınmaz. Ancak bir bedel belirlenir ve bu bedelin yıllar içinde artan oranlı bir şekilde ödemesi sağlanır. Bu yolla, düşük gelirli olanlar da eğitim olanağından ya­rarlanabilir ve ödeyebilecek duruma geldiklerinde de, finansman yetersizliğinden normalde eğitim olanağına kavuşamayanların, eğitim olanağından faydalanması sağlanmış olur. Bu sayede düşük gelirliler dışlanmadan, ülkedeki eğitim olanakla­rından yararlanabilenlerin sayısı arttırılabilir. Bu yaklaşımın özünü, ülkedeki eğitim düzeyini arttırmak için eğitimin finasmanına daha fazla katkıda bulunabilecek du­rumda olanlardan ek bir katkı yapmalarını garanti altına almak yatmaktadır. Bu sa­yede sağlanacak ek finansmanla hem eğitim düzeyi artırılabilir, hem de adil olma­yan bir duruma çözüm getirilebilir. 

Son birkaç şey daha söyleyerek bitirmek istiyorum. Beşeri sermaye yetersizliği içindeki ülkeler, dijital bölünmenin kurbanı olmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Küreselleşmenin sunduğu fırsatlardan en iyi şekilde faydalanılabilmesi ve yol açtığı olumsuzlukların etkisinin en aza indirilebilmesi, öncelikleri iyi belirlenmiş bir beşeri sermaye politikası oluşturularak etkinlikle uygulanabilmesine bağlıdır. Yuka­rıda ele aldığım gibi eğitim, çok önemli olumlu dışsallıkları olan toplumsal bir yatı­rım özelliğine sahip. Dolayısıyla, sürdürülebilir hızlı bir kalkınma hızına ulaşmak is­teyen ülkelerin, eğitim ve yetiştirimi öncelikli bir yatırım alanı olarak görmeleri ve daha fazla kimsenin daha kaliteli olarak bu olanaktan yararlanmalarını garanti altı­na almaları gerekmektedir. Eğitim kalitesinin arttırılması ve eğitimin toplumun da­ha geniş kesimlerine yaygınlaştırılabilmesinde öncelikli konu yeterli finansmanın sağlanabilmesi olarak ortaya çıkıyor. Eğer yeterli finansman sağlanamazsa, eğitim gibi getirişi çok yüksek bir yatırım yapılamamış, dolayısıyla da bu büyük potansiyel harekete geçirilememiş demektir. Artık sorularınızı alabilirim. 

Yrd. Doç. Dr. Mustafa Erdoğdu

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005