Bilgi Çağında Değişim
Salih Kılıç
Yaşadığımız çağın son yıllarında tüm dünyayı
etkisine alan bir gelişme yaşanmaktadır. Çağdaş
teknolojideki değişmeler ve özellikle iletişim,
ulaşım, bilgi teknolojisinde görülen olağanüstü
gelişmeler bir "bilgi çağı"na gi-rildiğini işaret
etmekte ve tüm ülkeleri son derece dinamik bir
biçimde etkileyen bu süreç her alanda değişimi
gerekli kılmaktadır. Bu yeni yapılanmada "değişim"
anahtar sözcük olmaktadır.
Bütün dünyada, küreselleşme veya globalleşme olarak
adlandırılan bu gelişme sonrasında artık yeni bir
dünya düzeninden söz edilebilmektedir. Dünya
bütünleşirken ulusal sınırların ve ulusal
devletlerin eski gücünü ve önemini yitirmekte olduğu
ileri sürülmekte, korumacılığın yerini rekabeün
aldığı söylenmektedir. Ekonomik alanda sihirli
sözcük "serbest piyasa"dır ve piyasa güçlerinin
devleti kontrol ettiği varsayılmaktadır.
Küreselleşme sonucu devletin rolü; hem üretim
alanında KİT sektörünün özelleştirilmesiyle, hem
sosyal hizmet alanında bütçenin küçültülmesiyle, hem
de piyasanın düzenlenmesinin serbest olmasının
sağlanmasıyla iyice azalmaktadır veya azalmalıdır.
Sürükleyici güç özel sektördeki işletmelerdir.
Üretim artık madde ve mamul üretiminden çok bilgi
üretimi şekline dönüşmektedir.
Bu durum toplum yapısında da dönüşümü gerekli
kılmakta, hiyerarşik, merkezi kuralları belirli bir
yapılanma yerine, anti-hiyerarşik, merkez dışı,
esnek bir yapılanmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Bu
gelişmelerin siyasi yapıya etkisi de, temsili
demokrasinin yerine katılımcı demokrasinin egemen
olması ve demokratik sürecin sivil gözetim altında
sürekli denetimi mümkün kılmasıdır.
Dünyadaki bu değişimi savunanlara ve kaçınılmaz
olarak görenlere göre; . bu yeni dünya düzeni herkes
için iyi bir şeydir ve ülke, işletme ve birey
seviyesinde olumlu sonuçlar vermektedir. Çünkü
ekonomilerin gelişmesi önündeki engellerin kalkması
sonucu herkesin refahı artacaktır.
Oysa gerçek, şimdiye kadar söylenen, savunulan bu ve
benzeri görüşlerden tamamıyla farklı olmuştur.
Dünyada yaşanan büyük teknolojik gelişim ve
ekonomik büyümeye rağmen, insanlar çok büyük
yoksullaşma, gelir dağılımı çarpıklıkları ve çevre
tahribatı ile karşı karşıya kalmaktadır.
Günümüzde dünya ekonomisi, geçmişte olamayan ölçüde
bir çok bakımdan bütünleşmiş olmasına karşın,
entegrasyon tüm açılardan olmamıştır. Ulusal
ekonomilerin birbirine yaklaşarak büyümesi yerine,
birçok açıdan kutuplaşma eğilimi söz konusu
olmuştur. Bu eğilim sosyo-ekonomik yapıyı derinden
etkilemekte, yoksulluk göze çarpan temel özellik
olmaktadır.
UNCTAD tarafından açıklanan ve Türk-Iş tarafından
çevriltilerek dağıtımı yapılan "1997 Ticaret ve
Kalkınma Raporu"nda, küreselleşmenin gelir
dağılımını daha da adaletsiz kılan sonucuna yer
verilmektedir. Küreselleşme bugün gerek ulusal
boyutta, gerek uluslararası boyutta eşitsizlikleri
büyütmüş, gelirler arasındaki uçurumu daha da
derinleştirmiştir.
Gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler
arasındaki farklılaşma giderek artmaktadır. Uluslar
arasındaki farklılık artarken, ülke içindeki gelir
dağılımı da giderek bozulmaktadır. Sermaye,
işgücüyle karşılaştırıldığında daha kazançlı çıkmış
ve kar payları yükselmiştir. Orta sınıfın giderek
çökmesi, bir çok ülkede görülen önde gelen özellik
olmuştur.
Bu sorun özellikle, zenginlerin, ülke içinde
yaratılan milli hasılanın yansından fazla pay aldığı
ve fakat zenginliğe katkıda bulunan yatırımlar ve
faaliyetler konusunda fazla harcamada bulunulmadığı
ülkeler açısından korkutucu gelişmelere yol açacak
niteliktedir.
Türkiye'nin ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan
içinde bulunduğu en önemli soamun, gelir
bölüşümündeki eşitsizlik olduğu bilinmektedir. Son
yıllarda Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu
olumsuz koşullar ve uygulanan sosyo-ekonomik
politikalar ülkede her zaman varolan gelir bölüşümü
eşitsizliğini alt gelir düzeyindekiler aleyhine
daha da bozmuştur. Bu nedenle ülkemizde her dönem
tartışma konusu olan gelir dağılımındaki bozuk yapı
bugün üzerinde önemle dunılması gereken bir somn
niteliğine bürünmüştür. Kişi başına gelir düzeyinin
zaten düşük olduğu ülkemizde, gelir dağılımındaki
önemli bozukluğun artması, yoksulluk sorununu ortaya
çıkarmaktadır. Yoksulluk olgusunun, toplumun geniş,
kitleleri arasında yaygınlaşmasının ise ekonomik,
sosyal ve siyasal bir dizi olumsuzluğu beraberinde
getirmesi kaçınılmazdır.
Gelir bölüşümünün adaletsiz olduğu bir ülkede
toplumsal huzursuzluğun olması kaçınılmazdır.
Varolan eşitsizlikleri azaltma ve gelir düzeyi
düşük kesimlerin gelirlerini ekonomik gelişmeye
paralel olarak arttırmak bu bakımdan önem
taşımaktadır. Türkiye'de, özellikle son yıllarda
daha adaletsiz ve dengesiz yapıya dönüşen gelir
dağıtımının düzeltilebilmesi için, süratle bir
takım tedbir ve politikaların uygulamaya sokulması
ertelenmez bir gereklilik olarak gözükmektedir.
D.I.E. tarafından yapılan ve üretim faktörlerinin
gayri safi yurtiçi hasıladan aldıkları payları
gösteren çalışmanın sonuçlarına göre; işgücü
ödemelerinin GSYÎH içindeki payı 1996 yılında yüzde
24.2 iken, kira, faiz ve kar gelirleri toplamından
oluşan sermaye gelirlerinin aldığı pay yüzde 60.7
oranındadır.
Gelir dağılımındaki bozulmanın artarak devam
ettiğinin diğer bir önemli göstergesi de DlE'nün
"1994 Hanehalkı Gelir Dağılımı Anketi" çalışmasının
sonuçlarıdır. Yüzde 20'lik hane gaıplarının gelir
paylarını saptayan çalışma, gelir dağılımındaki
bozukluğun benzeri çalışmanın yapıldığı 1987
yılından daha da kötü olduğunu ortaya koymaktadır.
Yapılan çalışmanın sonuçlarına göre: 1987 yılında
milli gelirden yüzde 52 oranında pay alan en düşük
yüzde 20'lik hane gaıbunun 1994 yılında aldığı pay
yüzde 4.9'a gerilemiştir. En üst yüzde 20'lik hane
grubunun gelirden aldığı pay ise aynı dönemde yüzde
49.9'dan yüzde 54.9'a yükselmiştir.
Ülkedeki alt ve orta gelir düzeyindeki yüzde 60'lık
hane grupları dikkate alındığında gelir dağılımı
çarpıklığının boyutları daha net görülmekte,
yoksullaşma sürecinin alt ve orta gelir grubunu
oluşturan kesimlerde hızlandığını ortaya
çıkarmaktadır. 1987 yılında, alt ve orta gelir
düzeyini oluşturan hane halkının yüzde 60'ı gelirin
yüzde 28.9'unu alırken, bu pay 1994'de yüzde 26.1'e
düşmüştür.
Gelir dağılımındaki dengesizliklerin
düzeltilebilmesi sosyal devlet anlayışının bir
sonucudur ve bunun sağlanabilmesi belli ekonomik,
sosyal ve mali politikaların uygulanmasını
gerektirir. Bilindiği gibi, sosyal devletin hizmet
anlayışı içinde, iktisaden zayıf olan büyük
çoğunluğa insan onuruna yaraşır bir düzeyde yaşam
koşullarını sağlamak önde gelen görevdir.
Türkiye'de, özellikle son yıllarda çalışanlar
aleyhine daha adaletsiz ve dengesiz yapıya dönüşen
gelir dağılımının düzeltilebilmesi için, süratle bir
takım tedbir ve politikaların uygulamaya sokulması
gerekmektedir.
Piyasa güçlerinin serbest bırakılmasının ve devletin
piyasadan çekilmesinin gelişmiş ülkelerle gelişmekte
olan ülkeler arasındaki uçurumu azaltacağı ve bu
durumun, gelir dağılımındaki düzelmeyi de
sağlayarak anlamlı olacağı düşüncesinin uygulamada
bir örneği bugüne kadar yaşanmamıştır.
Küreselleşme sonucu devletin rolü, hem üretim
alanında KİT sektörünün özelleştirilmesiyle, hem
sosyal hizmet alanında bütçenin küçültülmesiyle,
hem de piyasanın düzenlenmesi alanında
serbestleşmenin sağlanmasıyla iyice azaltılmaya
çalışılmaktadır. Küreselleşme ile birlikte hız
kazanan ve son yirmi yıllık dönemde gündemi işgal
eden özelleştirme politikaları ile devletin ekonomik
alandan çekildiği de tartışmalı bir konudur.
Gelişmiş ül-. kelerin ekonomilerinde devlet
bütçesinin milli gelir içindeki payı, 1980
sonrasında azalmak bir yana artmıştır. Örneğin
toplam vergi gelirlerinin gayri safi yurt içi%
hasıla içindeki payı OECD üyesi ülkeler ortalaması
olarak yüzde 38.4'tür. Avrupa Birliği'nde ise yüzde
42.5'tir. Türkiye'de ise bu pay yüzde 22.2
oranındadır.
Gelişmiş ülkeler, devletin müdahale ağının da
daraltılmasını kendi toplumlarında kolayca
gerçekleştirememekte, ama bu tür bir ideolojiyi ve
uygulamayı, kendilerine ekonomik açıdan bağımlı
kıldıkları az gelişmiş/orta gelişmiş ülkeler grubuna
kolayca dayatmaktadırlar.
Türkiye'nin artan kaynak ihtiyacı ve uluslararası
sermaye örgütlerinin talebi doğrultusunda KİT'lerin
özelleştirilmesi gündemde tutulmaktadır. KİT'lerin
özelleştirilerek daha verimli hale getirilmesi ve
böylece ülke ekonomisine katkıda bulunulması gibi
gerekçelerin arkasına sığınmaya bile gerek
duyulmadan sırf kaynak ihtiyacının giderilmesi
amacıyla KİT'ler bir an önce elden çıkarılmak
istenmektedir. Aslında özelleştirme sonuçlan
incelendiğinde özelleştirme ile-bir kaynak
yaratmanın ötesinde elde edilen kaynakların israfı
söz konusudur. Türkiye'de özelleştirme uygulamaları
ile gelir dağılımını daha da bozmaktan öte, hiçbir
ekonomik yarar sağlamanın söz konusu olmadığı
ortadadır
Son dönemde özelleştirme adı altında yağma ve talan
düzenine hız kazandırılmasıyla Devletin sosyal
devlet olma niteliği ortadan kaldırılmak, iktisaden
güçsüz geniş bir kesim sosyal devletin koruyucu
şemsiyesi dışına çıkarılmak istenmektedir.
Dolayısıyla ekonomik hak ve özgürlükler sözde
serbest piyasa ekonomisinin koşullarına
bırakılacaktır. KİT'lerin ekonomik gelişme ve
bölgesel kalkınmamızdaki rolleri de sona erdirilmek
istenmektedir. Oysa bütün bunların yeniden
tanımlanarak geliştirilmesine ihtiyaç
bulunmaktadır.
"Sosyal devlet" ilkesi, yoksulluğu geriletmek ve
refahı yaygınlaştırmak için sahip çıkılması gereken
bir kavramdır ve sermayenin sosyal sorumluluğu artık
tartışma konusu edilmek durumundadır.
Ülkenin bugün içinde bulunduğu şartlarda ülkeyi
yönetmek istek ve iddiasında olanlar, popülist
yaklaşımları yerine yapısal çözümler tercih etmek
durumunda olmalıdır. Böylesi bir yaklaşım ise,
ekonomik alanda öngörülen değişim yanısıra ve
öncelikle demokrasi ve idari yapılanmada köklü
değişiklikleri hedeflemelidir.
Türkiye ikibinli yıllarda;
* Çoğulcu, özgürlükçü ve katılımcı parlamenter
demokrasi içinde,
* Misak-ı milli sınırları içindeki üniter devlet
yapısını koruyarak,
* insan haklarına dayalı, laik ve sosyal hukuk
devleti ilkelerini gözeterek,
* Çağdaş işçi-memur hakları ve sendikal hak ve
özgürlükleri tanıyarak,
» Sosyal devlet ve sosyal adaleti esas alan refah
devleti temelinde,
açılım yaparak, ülkenin ve toplumun sorunlarına
çözüm bulmak, bu doğrultudaki değişimi
gerçekleştirmek durumunda olmalıdır.
Sivil toplum örgütlenmesine Anayasa ve ona bağlı
olarak çıkarılan yasalar düzeyinde getirilen
kısıtlamalar, Türkiye'de siyasal ve sosyal
dengelerin sağlıklı biçimde oluşmasına engel
oluşturmaktadır. Türkiye'de demokratik katılımı
yasaklayan anlayışın ortadan kaldırılması
gerekmektedir. 1982 Anayasası ve yasalar devleti
bireye karşı korumak esasında düzenlenmiştir.
Böylece toplumsal baskı kanalları en azından yasal
olarak devre dışı bırakılmaktadır. Bu durum bireyin
devlet karşısında güçsüzlüğünü ve doğal olarak
hesap sorma boyutunu ortadan kaldırmaktadır.
Kuşkusuz sorunlarımızın çözüm platformu Türkiye
Büyük Millet Meclisi'dir. içinde bulunduğumuz
bunalımın aşılmasında Parlamentomuza büyük görevler
düşmektedir. Bu bakımdan Parlamentonun halkın
gündeminde olan sorunlara çözüm sağlayacak bir
çalışma içinde olması büyük önem taşımaktadır.
"İşleyen Devlet" her şeyden önce bağımsız yargı ve
adaletin etkinliğinin artmasını sağlayacak
düzenlemelerle hayatiyet bulacaktır. Gelir
dağılımının adaletsiz olduğu bir ülkede toplumsal
adaletsizliğin boy göstermesi kaçınılmazdır. Bugün
ülkemizde var olan tıkanıklığın en çarpıcı yönü
çete tartışmaları, yolsuzluk, rüşvet ve
hırsızlıklardır. Maalesef devlet, yaratılan
ekonomik rantın paylaşım aracı konumuna düşürülmekte
veya en azından bir bölümüyle bu tartışmaların
içinde yer almaktadır. Kuşkusuz "değişim" bir
arınma ve temizlik ile birlikte söz konusu
olmalıdır.
Siyasetçi-bürokrat-iş adamı çerçevesinde kamuoyuna
yansıyan yolsuzluklar karşısında toplumun
gösterdiği duyarlılığa rağmen siyasi irade ve
yargının kayıtsızlığı bu alandaki toplumsal
beklentide hayal kırıklığı yaratmanın ötesinde,
yeni yolsuzluklara da fırsat yaratmaktadır.
Bugün temel ve öncelikli hedef, çoğulcu, özgürlükçü
ve katılımcı parlamenter demokrasinin kuruluş ve
işleyişinin önündeki tüm antidemokratik engellerin
bir an önce kaldırılmasıdır.
Demokrasi öncelikli konudur.
Çünkü;
* Demokratikleşme, kendi ulusal siyasal
gelişmemizin içinde varolan bir zorunluluktur.
* Demokratikleşme, günümüz dünyasında çağdaş
uluslararası ilişkilerin gelişme doğrultusunun
ayrılmaz bir boyutu olduğu için zorunludur.
* Haklı, adil ve meşru bir yönetim ancak ve ancak
demokratik bir rejimde gerçekleşebilir.
* Başta çalışanlar olmak üzere, iktisaden zayıf
kesimlerin hak ve çıkarlarının geliştirilmesi ve
korunması, ancak demokratik rejim içinde mümkündür.
Sendikalar, demokraside bir baskı grubu olarak
siyasete katılmak ve siyasal süreci işçilerin
çıkarları ve istekleri doğrultusunda etkilemek
olanağına sahiptir. Bir toplumda, belirli grupların
çıkar ve isteklerini, o gmpların oluşturduğu
örgütlerden başka hiçbir kurum gerektiği biçimde
temsil edemez, ifade edemez, izleyemez. Sendikaların
siyasetten uzak durmalarını öngören siyasal
çözümler, siyaset alanını ekonomik bakımdan güçlü
olan kesimlere terkedilmesi sonucunu beraberinde
getirir. Böyle bir yapı ve düzenlemenin egemen
olduğu durumlarda, çalışanların sürekli kayıplara
uğradığı ve toplumsal gerilimlerin uç verdiği
yaşanan gerçeklerdir.
Çalışma yaşamını düzenleyen kurallar, demokratik
toplumun varlığını belirleyen en açık kriterdir.
Sendika, toplu pazarlık, grev gibi özellikle
kollektif hak ve özgürlükleri ifade eden kurumların
varlığı ve bunları düzenleyen kuralların niteliği,
bir toplumun demokrasinin neresinde olduğunu anlamak
için yeterli argümanları verirler.
Bugün ülkemizde gerek bireysel iş hukuku, gerek
kollektif iş hukuku alanında sınırlamalar,
kısıtlamalar ve yasaklamalar vardır. Çalışma
yaşamamızın temelini oluşturan Anayasal kurallar
ile özellikle kollektif iş ilişkilerini düzenleyen
yasal kurallar, demokrasinin askıya alındığı bir
dönemin ürünüdürler. Uluslararası asgari normların
dahi altında kalan bu yasal koşullardan, mevzuat
ciddi, radikal değişikliklerle arındırılmış
değildir.
İşçi hak ve özgürlükleri ile ilgili yasal
düzenlemelerle getirilen ve çoğu Uluslararası
Çalışma Örgütü (ILO)'nün evrensel normlarına aykırı
olan kısıtlamaların ortadan kaldırılması ve
ülkemizce onaylanan ILO sözleşmelerinin iç hukuk
kurallarına yansıtılması gerekir.
Bu çerçevede:
* 2821 sayılı Yasanın sendika özgürlüğüne ve
sendikal hakların kullanılmasına ters düşen
hükümleri değiştirilmelidir.
2822 sayılı Yasanın toplu iş sözleşmesi akdetme
hakkı ile grev hakkının kullanılmasına yönelik
sınırlayıcı hükümleri kaldırılmalıdır.
. * îş Yasasında, işçinin işten çıkartılması halinde
yargı yoluna başvurma ve yargı kararı ile işe iade
müessesesinin yerleştirilmesi için köklü değişiklik
yapılmalı, "istihdam güvencesi" sağlanmalıdır. İş
Yasasının ilgili maddeleri öncelikli olarak iş
güvencesini sağlayacak bir bakış açısı ile
değiştirilmelidir.
* işçinin her kademede ve etkin biçimde yönetime
katılmasını mümkün kılacak düzenlemeler
gerçekleştirilmelidir.
• Tarım işçileri yasal güvenceye kavuşturulmalı ve
çalışma ilişkilerinin niteliğine ve özelliğine göre
uygulanmayacak kurallar belirtilmek kaydıyla İş
Yasasına tabi tutulmalıdır.
Küreselleşen ekonomi ile artan rekabet şartla ti
verimlilik ve kaliteyi, dolayısıyla esnek üretimi
gerekli kılınca, çalışma şartlarının da bu esnekliğe
uyumlu olması gereği seslendirilmeye başlanmıştır.
Vasıflı işgücünün artması ve bireyselliğin ön plana
çıkması, bireysel iş hukukunun ağırlık kazanmasına
neden olmaktadır. Ekonomide küreselleşme ile
başlayan köklü değişiklikler, yeni bir iş hukukunun
temelini "esnek" bir yapıyı gündeme getirmiştir.
Özellikle işverenler tarafından dile getirilen bu
görüş "ekonomik gelişmelere ve kriz koşullarına
uyum gösterecek" bir iş hukuku oluşaırmaya
yöneliktir.
İş hukukunun esnekleştlrilmesi; normların değişen
ekonomik koşullara ve sosyal durumlara uyumlu
kılınmasıdır. Temelinde, kâr hedefinin arttırılması
ve çalışma ilişkilerinde işverenin insiyatifini
arttıracak düzenlemeler bulunur. Böylece sermaye
kesimini endüstriyel kurallardan ve örgütlü işçi
hareketinden, kısıtlamalarından kurtulacak bir
yapılanmayı beraberinde getirecektir, iş hukukunun
esnek-leştirilmesine karşı çıkmak, varolan çalışma
mevzuatını savunmak anlamını taşımaz. Aksine,
değişen üretim ilişkileri karşısında çalışma
yaşamının insanileştirilmesi, ortaya çıkan yeni
istihdam türlerinin yeni yarattığı ilişkilerde
çalışanı koruyacak düzenlemelerin yapılmasıdır.
Bütün düzenlemeler insanın refahı için olmalıdır.
Sonuna sadece rekabet ve kâr açısından yaklaşmak
yanlıştır.
21.yüzyıla damgasını vuran değişim rüzgarının
demokrasi yanısıra sosyal adalete dayalı, iş banşını
sağlayan uyumlu bir çalışma ortamı yaratması
gerekmektedir.
Endüstri ilişkileri sistemi de, ekonomik ve sosyal
sistemin bir alt parçası olarak bu değişimden,
küreselleşmeden ve sanayi-ötesi "bilgi toplumu"
doğrultusundaki gelişmelerden büyük ölçüde payım
almaktadır/almalıdır. Ancak büyük bir hızla değişen
dünya ve ülke şartlarının, toplum yapısını ve bu
arada işçi-iş-veren sendikalarını ne yönde
etkileyeceği büyük önem taşımaktadır.
Kuşkusuz bu yapılanmada farklı eğilimler söz konusu
olmaktadır. Örneğin ingiltere ve ABD'de
"sendikasızlaştırma" ve toplu pazarlığın merkezi
yapıdan bireysel sözleşmelere kaydırılması trendi
yaşanmaktadır. Diğer Avrupa ülkelerinde ise,
varolan kurumların dönüştürülmesi söz konusudur. Bu
dönüşümde işçi ve işveren sendikalarının işbirliği
ve zorunlu dönüşüme uyum sürecinin hızlandırılması
amacı bulunmaktadır. Bunun gerekli bir sonucu,
sendikalarla işverenler arasında gittikçe güçlenen
bir sosyal diyalog ve işbirliğinin, işyeri ve
işletmelerde uygulanması eğilimidir.
Ancak rekabet edebilirliği öncelikle ücretlerin
geriletilmesinde gören yaklaşımların güç kazanması
durumunda, endüstri ilişkilerinin daha çatışmacı
olması kaçınılmazdır. İstihdam daralması,
sendikasızlaştırma, esnek çatıştırma, işletmenin
bazı bölümlerini ihale yoluyla bir başka alt
işveren, yani taşerona devretme, kaçak çalıştırma
uygulamaları buna yol açan nedenler olarak dikkati
çekecektir.
işçi kesimi olarak, Türkiye'nin sadece tüketen
değil, üreten ve tüm dünyaya kendi ürettiklerini
satan bir ülke olmasını istiyoruz. Ancak üreten
işçilerin çağdaş sendikal hak ve özgürlüklerinden
yararlanan, insan onuruna yaraşır bir şekilde,
demokratik toplum içinde hayatlarını sürdürmelerini
istiyoaız. Bu doğrultuda endüstri ilişkileri
sisteminde işbirliği sürecinin geliştirilmesi'
gereği vardır. Hızla değişen dünyada, fevkalade güç
ekonomik ve sosyal koşullar altında bile, sendikalar
toplumda gerekli ve geçerli örgütler olmak
durumundadır.
Demokratik rejimin temel unsurlarından birisi
"görüş ve düşünce ayrılığı", diğer bir ifadeyle
çoğulculuk ise, bir diğeri de "hoşgörü ve
uzlaşma"dır. Bu unsurların bir arada bulunması,
ancak konuların ilgili kesim veya kişilerin
arasında bir diyalog imkanı olmasıyla mümkün
olacaktır.
Çağdaş demokrasilerde varolan yozlaşmalardan birisi
de, çoğunluğu eline geçiren bir kesimin, dilediği
her kararı alabileceği biçimindeki düşünce
biçimidir. Bu durum siyasal alanda söz konusu
olabileceği gibi, ekonomik alanda da görülmektedir.
Örneğin bir işletmenin sahibi olan sermaye grubu,
çalışanlan göz-ardı eden yaklaşımları
sergileyebilmekte, işçilerin temsilcisi sendikaları
güçsüzleştirmeye, etkinsizleştirmeye
yönelebilmektedir. Böyle bir tutum, zaten ekonomik
bakımdan güçlü olan ve ayrı bir örgütlenmeye
gitmesine gerek olmayan sermaye kesimine, herhangi
bir karar
alma dunımunda çalışan kesimin dışlamasına yol
açmakta ve toplumsal uzlaşma istenilen boyutta
gerçekleşememektedir.
Toplumsal uzlaşma, diyalog ile mümkündür ve bunun
için kesimlerin serbestçe örgütlenebilmeleri
gerekir. Örgütlenme düzeyinin düşük olması, işçi ve
işveren kesimlerinin temsil gücünü zayıflatırken,
hükümetin etkinliğini arttırmaktadır. Bu durum,
işbirliği imkanının yerleşmesini; uygulamanın
kurumsallaşmasını ve karşılıklı güveni sarsan bir
sonuç yaratmaktadır. Günümüzde çağdaş endüstri
ilişkileri sistemlerinin temelinde, sorunlara ortak
çözüm üreten barışçı modeller, sosyal diyaloglar
bulunmaktadır.
Değişimde mekanizmaların oluşturulmasında en önemli
dayanak samimiyet,dürüst-lük ve doğallarda buluşmak
ve birleşmektir. Bilgi çağında üretim modellerinin
verimli bir şekilde hayata geçirilmesinin temeli
insandır. Sermaye ve teknolojinin gücü bilgidir,
bilgiyi yaratan insandır. Dünya rekabetçi ortamında
en etkili silahı bilgidir.
İşi yaratan ve kullanan insanlığın mutluluğuna
sunan, kurulacak sistem ve mekanizmalarda uygulayan
İNSANDIR.
Esen değişim rüzgarlarına karşı duvar örmek değil,
kendi ülke şartlarımıza ve gelişen evrensel
değerlerle bütünleşen bir değişim. Küresel düşünüp
gelişirken yerel yaşayıp değişimi hayata geçirmek
felsefemiz olmalı.
Değişimin önündeki zorluklar çıkar ve baskı
grupları, hoşnutlar grubu, korku, siyasi
miyopluklar, kıskançlık ve anlaşmazlık,
vurdumduymazlık, umursamamazlık gibi belirli bazı
faktörlerin veya kesimlerin değişimin
gerçekleştirilmesine engel olduklarını söylemek
mümkündür. Reformların bir ucu kendi ayağına
dolaşmadığı sürece, herkes reformcudur. Değişim için
dürüst ve samimi olmak gerekir.
Değişim için inançlı ve kararlı olmak ge rek.
Geçmişini iyi bilmek, geleceği iyi görebilmekle
mümkündür.
|