Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Bilgi Çağında Değişim 

Salih Kılıç 

Yaşadığımız çağın son yıllarında tüm dünyayı etkisine alan bir gelişme yaşanmakta­dır. Çağdaş teknolojideki değişmeler ve özel­likle iletişim, ulaşım, bilgi teknolojisinde görü­len olağanüstü gelişmeler bir "bilgi çağı"na gi-rildiğini işaret etmekte ve tüm ülkeleri son de­rece dinamik bir biçimde etkileyen bu süreç her alanda değişimi gerekli kılmaktadır. Bu ye­ni yapılanmada "değişim" anahtar sözcük ol­maktadır.

Bütün dünyada, küreselleşme veya glo­balleşme olarak adlandırılan bu gelişme sonra­sında artık yeni bir dünya düzeninden söz edilebilmektedir. Dünya bütünleşirken ulusal sı­nırların ve ulusal devletlerin eski gücünü ve önemini yitirmekte olduğu ileri sürülmekte, korumacılığın yerini rekabeün aldığı söylen­mektedir. Ekonomik alanda sihirli sözcük "ser­best piyasa"dır ve piyasa güçlerinin devleti kontrol ettiği varsayılmaktadır. 

Küreselleşme sonucu devletin rolü; hem üretim alanında KİT sektörünün özelleşti­rilmesiyle, hem sosyal hizmet alanında bütçenin küçültülmesiyle, hem de piyasanın düzenlenmesinin serbest olmasının sağlanmasıyla iyice azalmaktadır veya azalmalıdır. Sürükleyi­ci güç özel sektördeki işletmelerdir. Üretim artık madde ve mamul üretiminden çok bilgi üretimi şekline dönüşmektedir. 

Bu durum toplum yapısında da dönüşü­mü gerekli kılmakta, hiyerarşik, merkezi kural­ları belirli bir yapılanma yerine, anti-hiyerarşik, merkez dışı, esnek bir yapılanmaya ihtiyaç du­yulmaktadır. Bu gelişmelerin siyasi yapıya et­kisi de, temsili demokrasinin yerine katılımcı demokrasinin egemen olması ve demokratik sürecin sivil gözetim altında sürekli denetimi mümkün kılmasıdır. 

Dünyadaki bu değişimi savunanlara ve kaçınılmaz olarak görenlere göre; . bu yeni dünya düzeni herkes için iyi bir şeydir ve ülke, işletme ve birey seviyesinde olumlu sonuçlar vermektedir. Çünkü ekonomilerin gelişmesi önündeki engellerin kalkması sonucu herke­sin refahı artacaktır. 

Oysa gerçek, şimdiye kadar söylenen, savunulan bu ve benzeri görüşlerden tama­mıyla farklı olmuştur.

Dünyada yaşanan büyük teknolojik ge­lişim ve ekonomik büyümeye rağmen, insan­lar çok büyük yoksullaşma, gelir dağılımı çar­pıklıkları ve çevre tahribatı ile karşı karşıya kalmaktadır. 

Günümüzde dünya ekonomisi, geçmiş­te olamayan ölçüde bir çok bakımdan bütün­leşmiş olmasına karşın, entegrasyon tüm açı­lardan olmamıştır. Ulusal ekonomilerin birbiri­ne yaklaşarak büyümesi yerine, birçok açıdan kutuplaşma eğilimi söz konusu olmuştur. Bu eğilim sosyo-ekonomik yapıyı derinden etkile­mekte, yoksulluk göze çarpan temel özellik ol­maktadır. 

UNCTAD tarafından açıklanan ve Türk-Iş tarafından çevriltilerek dağıtımı yapılan "1997 Ticaret ve Kalkınma Raporu"nda, küre­selleşmenin gelir dağılımını daha da adaletsiz kılan sonucuna yer verilmektedir. Küreselleş­me bugün gerek ulusal boyutta, gerek uluslar­arası boyutta eşitsizlikleri büyütmüş, gelirler arasındaki uçurumu daha da derinleştirmiştir. 

Gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülke­ler arasındaki farklılaşma giderek artmaktadır. Uluslar arasındaki farklılık artarken, ülke için­deki gelir dağılımı da giderek bozulmaktadır. Sermaye, işgücüyle karşılaştırıldığında daha kazançlı çıkmış ve kar payları yükselmiştir. Or­ta sınıfın giderek çökmesi, bir çok ülkede gö­rülen önde gelen özellik olmuştur. 

Bu sorun özellikle, zenginlerin, ülke içinde yaratılan milli hasılanın yansından fazla pay aldığı ve fakat zenginliğe katkıda bulunan yatırımlar ve faaliyetler konusunda fazla harca­mada bulunulmadığı ülkeler açısından korku­tucu gelişmelere yol açacak niteliktedir. 

Türkiye'nin ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan içinde bulunduğu en önemli soamun, gelir bölüşümündeki eşitsizlik olduğu bilin­mektedir. Son yıllarda Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu olumsuz koşullar ve uygula­nan sosyo-ekonomik politikalar ülkede her za­man varolan gelir bölüşümü eşitsizliğini alt ge­lir düzeyindekiler aleyhine daha da bozmuş­tur. Bu nedenle ülkemizde her dönem tartışma konusu olan gelir dağılımındaki bozuk yapı bugün üzerinde önemle dunılması gereken bir somn niteliğine bürünmüştür. Kişi başına gelir düzeyinin zaten düşük olduğu ülkemizde, ge­lir dağılımındaki önemli bozukluğun artması, yoksulluk sorununu ortaya çıkarmaktadır. Yoksulluk olgusunun, toplumun geniş, kitlele­ri arasında yaygınlaşmasının ise ekonomik, sosyal ve siyasal bir dizi olumsuzluğu berabe­rinde getirmesi kaçınılmazdır.

Gelir bölüşümünün adaletsiz olduğu bir ülkede toplumsal huzursuzluğun olması kaçı­nılmazdır. Varolan eşitsizlikleri azaltma ve ge­lir düzeyi düşük kesimlerin gelirlerini ekono­mik gelişmeye paralel olarak arttırmak bu ba­kımdan önem taşımaktadır. Türkiye'de, özel­likle son yıllarda daha adaletsiz ve dengesiz yapıya dönüşen gelir dağıtımının düzeltilebil­mesi için, süratle bir takım tedbir ve politikala­rın uygulamaya sokulması ertelenmez bir ge­reklilik olarak gözükmektedir. 

D.I.E. tarafından yapılan ve üretim fak­törlerinin gayri safi yurtiçi hasıladan aldıkları payları gösteren çalışmanın sonuçlarına göre; işgücü ödemelerinin GSYÎH içindeki payı 1996 yılında yüzde 24.2 iken, kira, faiz ve kar gelir­leri toplamından oluşan sermaye gelirlerinin aldığı pay yüzde 60.7 oranındadır. 

Gelir dağılımındaki bozulmanın artarak devam ettiğinin diğer bir önemli göstergesi de DlE'nün "1994 Hanehalkı Gelir Dağılımı Anke­ti" çalışmasının sonuçlarıdır. Yüzde 20'lik hane gaıplarının gelir paylarını saptayan çalışma, gelir dağılımındaki bozukluğun benzeri çalış­manın yapıldığı 1987 yılından daha da kötü ol­duğunu ortaya koymaktadır.

Yapılan çalışmanın sonuçlarına göre: 1987 yılında milli gelirden yüzde 52 oranında pay alan en düşük yüzde 20'lik hane gaıbunun 1994 yılında aldığı pay yüzde 4.9'a gerilemiştir. En üst yüzde 20'lik hane grubunun gelirden al­dığı pay ise aynı dönemde yüzde 49.9'dan yüz­de 54.9'a yükselmiştir. 

Ülkedeki alt ve orta gelir düzeyindeki yüzde 60'lık hane grupları dikkate alındığında gelir dağılımı çarpıklığının boyutları daha net görülmekte, yoksullaşma sürecinin alt ve orta gelir grubunu oluşturan kesimlerde hızlandığı­nı ortaya çıkarmaktadır. 1987 yılında, alt ve or­ta gelir düzeyini oluşturan hane halkının yüz­de 60'ı gelirin yüzde 28.9'unu alırken, bu pay 1994'de yüzde 26.1'e düşmüştür.

Gelir dağılımındaki dengesizliklerin dü­zeltilebilmesi sosyal devlet anlayışının bir so­nucudur ve bunun sağlanabilmesi belli ekono­mik, sosyal ve mali politikaların uygulanması­nı gerektirir. Bilindiği gibi, sosyal devletin hiz­met anlayışı içinde, iktisaden zayıf olan büyük çoğunluğa insan onuruna yaraşır bir düzeyde yaşam koşullarını sağlamak önde gelen görev­dir. 

Türkiye'de, özellikle son yıllarda çalışanlar aleyhine daha adaletsiz ve dengesiz yapıya dönüşen gelir dağılımının düzeltilebilmesi için, süratle bir takım tedbir ve politikaların uygulamaya sokulması gerekmektedir. 

Piyasa güçlerinin serbest bırakılmasının ve devletin piyasadan çekilmesinin gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki uçurumu azaltacağı ve bu durumun, gelir dağı­lımındaki düzelmeyi de sağlayarak anlamlı olacağı düşüncesinin uygulamada bir örneği bugüne kadar yaşanmamıştır. 

Küreselleşme sonucu devletin rolü, hem üretim alanında KİT sektörünün özelleşti­rilmesiyle, hem sosyal hizmet alanında bütçe­nin küçültülmesiyle, hem de piyasanın düzen­lenmesi alanında serbestleşmenin sağlanma­sıyla iyice azaltılmaya çalışılmaktadır. Küresel­leşme ile birlikte hız kazanan ve son yirmi yıl­lık dönemde gündemi işgal eden özelleştirme politikaları ile devletin ekonomik alandan çe­kildiği de tartışmalı bir konudur. Gelişmiş ül-. kelerin ekonomilerinde devlet bütçesinin milli gelir içindeki payı, 1980 sonrasında azalmak bir yana artmıştır. Örneğin toplam vergi gelir­lerinin gayri safi yurt içi% hasıla içindeki payı OECD üyesi ülkeler ortalaması olarak yüzde 38.4'tür. Avrupa Birliği'nde ise yüzde 42.5'tir. Türkiye'de ise bu pay yüzde 22.2 oranındadır.

Gelişmiş ülkeler, devletin müdahale ağının da daraltılmasını kendi toplumlarında kolayca gerçekleştirememekte, ama bu tür bir ideolojiyi ve uygulamayı, kendilerine ekono­mik açıdan bağımlı kıldıkları az gelişmiş/orta gelişmiş ülkeler grubuna kolayca dayatmakta­dırlar.

Türkiye'nin artan kaynak ihtiyacı ve uluslararası sermaye örgütlerinin talebi doğrul­tusunda KİT'lerin özelleştirilmesi gündemde tutulmaktadır. KİT'lerin özelleştirilerek daha verimli hale getirilmesi ve böylece ülke ekono­misine katkıda bulunulması gibi gerekçelerin arkasına sığınmaya bile gerek duyulmadan sırf kaynak ihtiyacının giderilmesi amacıyla KİT'ler bir an önce elden çıkarılmak istenmektedir. Aslında özelleştirme sonuçlan incelendiğinde özelleştirme ile-bir kaynak yaratmanın ötesin­de elde edilen kaynakların israfı söz konusu­dur. Türkiye'de özelleştirme uygulamaları ile gelir dağılımını daha da bozmaktan öte, hiçbir ekonomik yarar sağlamanın söz konusu olma­dığı ortadadır 

Son dönemde özelleştirme adı altında yağma ve talan düzenine hız kazandırılmasıyla Devletin sosyal devlet olma niteliği ortadan kaldırılmak, iktisaden güçsüz geniş bir kesim sosyal devletin koruyucu şemsiyesi dışına çı­karılmak istenmektedir. Dolayısıyla ekonomik hak ve özgürlükler sözde serbest piyasa eko­nomisinin koşullarına bırakılacaktır. KİT'lerin ekonomik gelişme ve bölgesel kalkınmamız­daki rolleri de sona erdirilmek istenmektedir. Oysa bütün bunların yeniden tanımlanarak ge­liştirilmesine ihtiyaç bulunmaktadır. 

"Sosyal devlet" ilkesi, yoksulluğu geri­letmek ve refahı yaygınlaştırmak için sahip çı­kılması gereken bir kavramdır ve sermayenin sosyal sorumluluğu artık tartışma konusu edil­mek durumundadır. 

Ülkenin bugün içinde bulunduğu şart­larda ülkeyi yönetmek istek ve iddiasında olanlar, popülist yaklaşımları yerine yapısal çözümler tercih etmek durumunda olmalıdır. Böylesi bir yaklaşım ise, ekonomik alanda ön­görülen değişim yanısıra ve öncelikle demok­rasi ve idari yapılanmada köklü değişiklikleri hedeflemelidir. 

Türkiye ikibinli yıllarda;

*  Çoğulcu, özgürlükçü ve katılımcı par­lamenter demokrasi içinde,

*  Misak-ı milli sınırları içindeki üniter devlet yapısını koruyarak,

*  insan haklarına dayalı, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerini gözeterek,

*  Çağdaş işçi-memur hakları ve sendi­kal hak ve özgürlükleri tanıyarak,

» Sosyal devlet ve sosyal adaleti esas alan refah devleti temelinde, 

açılım yaparak, ülkenin ve toplumun sorunla­rına çözüm bulmak, bu doğrultudaki değişimi gerçekleştirmek durumunda olmalıdır.

Sivil toplum örgütlenmesine Anayasa ve ona bağlı olarak çıkarılan yasalar düzeyinde getirilen kısıtlamalar, Türkiye'de siyasal ve sosyal dengelerin sağlıklı biçimde oluşmasına en­gel oluşturmaktadır. Türkiye'de demokratik katılımı yasaklayan anlayışın ortadan kaldırıl­ması gerekmektedir. 1982 Anayasası ve yasalar devleti bireye karşı korumak esasında düzen­lenmiştir. Böylece toplumsal baskı kanalları en azından yasal olarak devre dışı bırakılmakta­dır. Bu durum bireyin devlet karşısında güç­süzlüğünü ve doğal olarak hesap sorma boyu­tunu ortadan kaldırmaktadır. 

Kuşkusuz sorunlarımızın çözüm platfor­mu Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. içinde bulunduğumuz bunalımın aşılmasında Parla­mentomuza büyük görevler düşmektedir. Bu bakımdan Parlamentonun halkın gündeminde olan sorunlara çözüm sağlayacak bir çalışma içinde olması büyük önem taşımaktadır. 

"İşleyen Devlet" her şeyden önce ba­ğımsız yargı ve adaletin etkinliğinin artmasını sağlayacak düzenlemelerle hayatiyet bulacak­tır. Gelir dağılımının adaletsiz olduğu bir ülke­de toplumsal adaletsizliğin boy göstermesi ka­çınılmazdır. Bugün ülkemizde var olan tıka­nıklığın en çarpıcı yönü çete tartışmaları, yol­suzluk, rüşvet ve hırsızlıklardır. Maalesef dev­let, yaratılan ekonomik rantın paylaşım aracı konumuna düşürülmekte veya en azından bir bölümüyle bu tartışmaların içinde yer almakta­dır. Kuşkusuz "değişim" bir arınma ve temizlik ile birlikte söz konusu olmalıdır. 

Siyasetçi-bürokrat-iş adamı çerçevesin­de kamuoyuna yansıyan yolsuzluklar karşısın­da toplumun gösterdiği duyarlılığa rağmen si­yasi irade ve yargının kayıtsızlığı bu alandaki toplumsal beklentide hayal kırıklığı yaratma­nın ötesinde, yeni yolsuzluklara da fırsat yarat­maktadır.

Bugün temel ve öncelikli hedef, çoğul­cu, özgürlükçü ve katılımcı parlamenter de­mokrasinin kuruluş ve işleyişinin önündeki tüm antidemokratik engellerin bir an önce kal­dırılmasıdır.

Demokrasi öncelikli konudur. 

Çünkü; 

*  Demokratikleşme, kendi ulusal siya­sal gelişmemizin içinde varolan bir zorunlu­luktur.

*  Demokratikleşme, günümüz dünya­sında çağdaş uluslararası ilişkilerin gelişme doğrultusunun ayrılmaz bir boyutu olduğu için zorunludur.

*  Haklı, adil ve meşru bir yönetim an­cak ve ancak demokratik bir rejimde gerçekle­şebilir.

*  Başta çalışanlar olmak üzere, iktisa­den zayıf kesimlerin hak ve çıkarlarının gelişti­rilmesi ve korunması, ancak demokratik rejim içinde mümkündür. 

Sendikalar, demokraside bir baskı gru­bu olarak siyasete katılmak ve siyasal süreci iş­çilerin çıkarları ve istekleri doğrultusunda etki­lemek olanağına sahiptir. Bir toplumda, belirli grupların çıkar ve isteklerini, o gmpların oluş­turduğu örgütlerden başka hiçbir kurum ge­rektiği biçimde temsil edemez, ifade edemez, izleyemez. Sendikaların siyasetten uzak dur­malarını öngören siyasal çözümler, siyaset ala­nını ekonomik bakımdan güçlü olan kesimle­re terkedilmesi sonucunu beraberinde getirir. Böyle bir yapı ve düzenlemenin egemen oldu­ğu durumlarda, çalışanların sürekli kayıplara uğradığı ve toplumsal gerilimlerin uç verdiği yaşanan gerçeklerdir. 

Çalışma yaşamını düzenleyen kurallar, demokratik toplumun varlığını belirleyen en açık kriterdir. Sendika, toplu pazarlık, grev gi­bi özellikle kollektif hak ve özgürlükleri ifade eden kurumların varlığı ve bunları düzenleyen kuralların niteliği, bir toplumun demokrasinin neresinde olduğunu anlamak için yeterli argü­manları verirler. 

Bugün ülkemizde gerek bireysel iş hu­kuku, gerek kollektif iş hukuku alanında sınır­lamalar, kısıtlamalar ve yasaklamalar vardır. Çalışma yaşamamızın temelini oluşturan Ana­yasal kurallar ile özellikle kollektif iş ilişkileri­ni düzenleyen yasal kurallar, demokrasinin askıya alındığı bir dönemin ürünüdürler. Uluslar­arası asgari normların dahi altında kalan bu ya­sal koşullardan, mevzuat ciddi, radikal değişik­liklerle arındırılmış değildir. 

İşçi hak ve özgürlükleri ile ilgili yasal düzenlemelerle getirilen ve çoğu Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)'nün evrensel normlarına aykırı olan kısıtlamaların ortadan kaldırılması ve ülkemizce onaylanan ILO sözleşmelerinin iç hukuk kurallarına yansıtılması gerekir.

Bu çerçevede:

*  2821 sayılı Yasanın sendika özgürlü­ğüne ve sendikal hakların kullanılmasına ters düşen hükümleri değiştirilmelidir.

2822 sayılı Yasanın toplu iş sözleşme­si akdetme hakkı ile grev hakkının kullanılma­sına yönelik sınırlayıcı hükümleri kaldırılmalı­dır.

. * îş Yasasında, işçinin işten çıkartılması halinde yargı yoluna başvurma ve yargı kararı ile işe iade müessesesinin yerleştirilmesi için köklü değişiklik yapılmalı, "istihdam güvence­si" sağlanmalıdır. İş Yasasının ilgili maddeleri öncelikli olarak iş güvencesini sağlayacak bir bakış açısı ile değiştirilmelidir.

*  işçinin her kademede ve etkin biçim­de yönetime katılmasını mümkün kılacak dü­zenlemeler gerçekleştirilmelidir.

•  Tarım işçileri yasal güvenceye kavuş­turulmalı ve çalışma ilişkilerinin niteliğine ve özelliğine göre uygulanmayacak kurallar belir­tilmek kaydıyla İş Yasasına tabi tutulmalıdır.

Küreselleşen ekonomi ile artan rekabet şartla ti verimlilik ve kaliteyi, dolayısıyla esnek üretimi gerekli kılınca, çalışma şartlarının da bu esnekliğe uyumlu olması gereği seslendiril­meye başlanmıştır.

Vasıflı işgücünün artması ve bireyselli­ğin ön plana çıkması, bireysel iş hukukunun ağırlık kazanmasına neden olmaktadır. Ekono­mide küreselleşme ile başlayan köklü değişik­likler, yeni bir iş hukukunun temelini "esnek" bir yapıyı gündeme getirmiştir. Özellikle işverenler tarafından dile getirilen bu görüş "eko­nomik gelişmelere ve kriz koşullarına uyum gösterecek" bir iş hukuku oluşaırmaya yöne­liktir.

İş hukukunun esnekleştlrilmesi; norm­ların değişen ekonomik koşullara ve sosyal durumlara uyumlu kılınmasıdır. Temelinde, kâr hedefinin arttırılması ve çalışma ilişkilerin­de işverenin insiyatifini arttıracak düzenleme­ler bulunur. Böylece sermaye kesimini endüst­riyel kurallardan ve örgütlü işçi hareketinden, kısıtlamalarından kurtulacak bir yapılanmayı beraberinde getirecektir, iş hukukunun esnek-leştirilmesine karşı çıkmak, varolan çalışma mevzuatını savunmak anlamını taşımaz. Aksi­ne, değişen üretim ilişkileri karşısında çalışma yaşamının insanileştirilmesi, ortaya çıkan yeni istihdam türlerinin yeni yarattığı ilişkilerde ça­lışanı koruyacak düzenlemelerin yapılmasıdır. Bütün düzenlemeler insanın refahı için olmalı­dır. Sonuna sadece rekabet ve kâr açısından yaklaşmak yanlıştır. 

21.yüzyıla damgasını vuran değişim rüzgarının demokrasi yanısıra sosyal adalete dayalı, iş banşını sağlayan uyumlu bir çalışma ortamı yaratması gerekmektedir. 

Endüstri ilişkileri sistemi de, ekonomik ve sosyal sistemin bir alt parçası olarak bu de­ğişimden, küreselleşmeden ve sanayi-ötesi "bilgi toplumu" doğrultusundaki gelişmeler­den büyük ölçüde payım almaktadır/almalıdır. Ancak büyük bir hızla değişen dünya ve ülke şartlarının, toplum yapısını ve bu arada işçi-iş-veren sendikalarını ne yönde etkileyeceği bü­yük önem taşımaktadır. 

Kuşkusuz bu yapılanmada farklı eğilim­ler söz konusu olmaktadır. Örneğin ingiltere ve ABD'de "sendikasızlaştırma" ve toplu pa­zarlığın merkezi yapıdan bireysel sözleşmelere kaydırılması trendi yaşanmaktadır. Diğer Avru­pa ülkelerinde ise, varolan kurumların dönüş­türülmesi söz konusudur. Bu dönüşümde işçi ve işveren sendikalarının işbirliği ve zorunlu dönüşüme uyum sürecinin hızlandırılması amacı bulunmaktadır. Bunun gerekli bir sonu­cu,  sendikalarla işverenler arasında gittikçe güçlenen bir sosyal diyalog ve işbirliğinin, iş­yeri ve işletmelerde uygulanması eğilimidir. 

Ancak rekabet edebilirliği öncelikle üc­retlerin geriletilmesinde gören yaklaşımların güç kazanması durumunda, endüstri ilişkileri­nin daha çatışmacı olması kaçınılmazdır. İstih­dam daralması, sendikasızlaştırma, esnek ça­tıştırma, işletmenin bazı bölümlerini ihale yo­luyla bir başka alt işveren, yani taşerona dev­retme, kaçak çalıştırma uygulamaları buna yol açan nedenler olarak dikkati çekecektir.

işçi kesimi olarak, Türkiye'nin sadece tüketen değil, üreten ve tüm dünyaya kendi ürettiklerini satan bir ülke olmasını istiyoruz. Ancak üreten işçilerin çağdaş sendikal hak ve özgürlüklerinden yararlanan, insan onuruna yaraşır bir şekilde, demokratik toplum içinde hayatlarını sürdürmelerini istiyoaız. Bu doğrul­tuda endüstri ilişkileri sisteminde işbirliği süre­cinin geliştirilmesi' gereği vardır. Hızla değişen dünyada, fevkalade güç ekonomik ve sosyal koşullar altında bile, sendikalar toplumda ge­rekli ve geçerli örgütler olmak durumundadır. 

Demokratik rejimin temel unsurların­dan birisi "görüş ve düşünce ayrılığı", diğer bir ifadeyle çoğulculuk ise, bir diğeri de "hoşgörü ve uzlaşma"dır. Bu unsurların bir arada bulun­ması, ancak konuların ilgili kesim veya kişile­rin arasında bir diyalog imkanı olmasıyla mümkün olacaktır. 

Çağdaş demokrasilerde varolan yozlaş­malardan birisi de, çoğunluğu eline geçiren bir kesimin, dilediği her kararı alabileceği biçi­mindeki düşünce biçimidir. Bu durum siyasal alanda söz konusu olabileceği gibi, ekonomik alanda da görülmektedir. Örneğin bir işletme­nin sahibi olan sermaye grubu, çalışanlan göz-ardı eden yaklaşımları sergileyebilmekte, işçi­lerin temsilcisi sendikaları güçsüzleştirmeye, etkinsizleştirmeye yönelebilmektedir. Böyle bir tutum, zaten ekonomik bakımdan güçlü olan ve ayrı bir örgütlenmeye gitmesine gerek olmayan sermaye kesimine, herhangi bir karar alma dunımunda çalışan kesimin dışlamasına yol açmakta ve toplumsal uzlaşma istenilen boyutta gerçekleşememektedir. 

Toplumsal uzlaşma, diyalog ile müm­kündür ve bunun için kesimlerin serbestçe ör­gütlenebilmeleri gerekir. Örgütlenme düzeyi­nin düşük olması, işçi ve işveren kesimlerinin temsil gücünü zayıflatırken, hükümetin etkinli­ğini arttırmaktadır. Bu durum, işbirliği imkanı­nın yerleşmesini; uygulamanın kurumsallaş­masını ve karşılıklı güveni sarsan bir sonuç ya­ratmaktadır. Günümüzde çağdaş endüstri iliş­kileri sistemlerinin temelinde, sorunlara ortak çözüm üreten barışçı modeller, sosyal diyalog­lar bulunmaktadır. 

Değişimde mekanizmaların oluşturul­masında en önemli dayanak samimiyet,dürüst-lük ve doğallarda buluşmak ve birleşmektir. Bilgi çağında üretim modellerinin verimli bir şekilde hayata geçirilmesinin temeli insandır. Sermaye ve teknolojinin gücü bilgidir, bilgiyi yaratan insandır. Dünya rekabetçi ortamında en etkili silahı bilgidir. 

İşi yaratan ve kullanan insanlığın mutlu­luğuna sunan, kurulacak sistem ve mekaniz­malarda uygulayan İNSANDIR.

Esen değişim rüzgarlarına karşı duvar örmek değil, kendi ülke şartlarımıza ve gelişen evrensel değerlerle bütünleşen bir değişim. Küresel düşünüp gelişirken yerel yaşayıp deği­şimi hayata geçirmek felsefemiz olmalı. 

Değişimin önündeki zorluklar çıkar ve baskı grupları, hoşnutlar grubu, korku, siyasi miyopluklar, kıskançlık ve anlaşmazlık, vur­dumduymazlık, umursamamazlık gibi belirli bazı faktörlerin veya kesimlerin değişimin ger­çekleştirilmesine engel olduklarını söylemek mümkündür. Reformların bir ucu kendi ayağı­na dolaşmadığı sürece, herkes reformcudur. Değişim için dürüst ve samimi olmak gerekir. 

Değişim için inançlı ve kararlı olmak ge rek. Geçmişini iyi bilmek, geleceği iyi görebilmekle mümkündür.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005