Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

"Bilgi Toplumu"na Bilgiden Yana Reddiye 

Kadir Cangızbay 

Bilgi çağı, bilgi toplumu; hem sahtekar­lık, hem de cahillikle malûl bir tabir, daha doğ­rusu, bir rürkçeleştirme. Tabiî bunların hem te­melindeki, hem de devamındaki kolaycılık, hazıra konmacılık, yani bilinçli çaba göster­mekten, emek harcamaktan imtina, dolayısıyla insanlıktan istifa; zira, "la societe, c'est le trava-il": yani, toplum (toplumsal gerçeklik; beşerî gerçeklik; insanı bildiğimiz anlamda insan ya­pan beşerî yanı/boyutu) emektir, iştir, çalışma­dır (Saint-Simon); kısacası, beşerî varlık alanı, insanın kendi dışından verili/hazır bulmayıp da, kendi ürettiği, kendisi ürettiği takdirde var­lık kazanan bir alandır. 

Bilgi çağı, bilgi toplumu; Özal'ın Cross marka kalemi; hani şu, televizyonda "icraatın içinden" milletin gözüne soktuğu kalem; kal­bin üzerinde değil de dış göğüs cebinde taşı­nan/takılan kalem; kravatın kendisi değil de, kravat iğnesi misali, daha ziyade bir takı; erkek süs eşyası; Amerika'ya biyatın sembolü/rozeti adeta -en son, Karayalçın'm elinde görmüş­tüm, tabiî televizyonda-; genellikle akın veya gümüş kaplama: isterse kaplama değil de som altın veya gümüş olsun; bütün bunlar kaleme hakaretmiş gibi gelir bana hep; sanki kalem olarak, yani kendisi olarak, aslî fonksiyonu iti­bariyle eksik/özürlü, dolayısıyla, o haliyle ta­şınmaya değmezmiş de, kalemliğiyle doğru­dan ilişkili olmayan dışsal bir unsurun kendisi­ne eklenmesiyle değerli kılınmaya çalışmıyor­muş gibi bir durum. Otomobil sergileri...par­don!, "car show" larda da, yarıdan az çıplak, ama dardan da sıkı kıyafetleriyle arabaların üzerine iliş(tiril)miş manken kızlar; burada da, arabaya hakaret gibi bir şeyler var aslında; al­tın değil de et kaplama: bir arkadaşım, viyolo­nist, Cemil, İstanbul'dan gelmiş şarkıcı bir kıza beni doçent diye takdim etmişti de, daha tam tamına düz bir asistanken, sanki düz Kadir ola­rak tanıştırılmaya değmezmişim gibi, üstelik de bana kıyakçılık yapıyormuş havasıyla; adamla bir daha ne görüştüm, ne de konuş­tum, aşağı yukarı bir yirmi yıl oluyor.

Bilgi çağı, bilgi toplumu: entrensek de­ğerlerin inkarı; herhangi bir şeyin kendisinden doğan, kendi içinde taşıdığı değerlerin gözden dümesi, kaale alınmaz/ hesaba katılmaz/ pe-ine düşülmez hale gelmesi. Tabiî bu arada "Türkiye'nin dışa açılması bayağı geç oldu, ama neyse ki, bilgi çağında oldu da, illaki sa-nayileşeceğiz diye bir sürü sosyal ve ekolojik tahribatı yaşamaktan kurtulduk" diyen Özal dönemi siyaset 'bilim'cileri, iktisatçıları, ikinci Cumhuriyet doç'ları, prof lan... ve benim özbe­öz teyze oğlum, yine bir on-oniki yıldır görme­diğim; bütün gününü Sakarya Caddesinde ta­pu dairesiyle vergi dairesi arasında, sokakta, çay ocağı ya da kahvede her konuşulana kulak kabartıp, kimin malı-mülkü üzerinde haciz var, haciz gelmek üzere ya da adam satış yapacak da haczi kaldırmak zorunda, sonuçta acilen nakde ihtiyacı var; onu öğrenmeye, bunlardan haberdar olmaya çalışarak geçiren; tabiî, ya adamcağızın evini/dükkanını/ arsasını ucuza kapatmak ya da faizle para vermek üzere. 

Bilgi çağı, bilgi toplumu; informatics society'den, societe d'information'dan çevrilme; ama güya; zira bilgi, information'u Türkçe'de karşılamak üzere kullanılabilecek en son kelime.Ama olsun, nas'olsa Dünya'da "anything goes (her şey uyar,her yol çıkar, her şey müm­kün, dolayısıyla da meşru, öyleyse her yol da-mubah)" (Feyerabend) , bizde de "iş bitiricilik" , yani " işi bitir de, nasıl bitirirsen bitir", dolayı­sıyla da, yine aynen "her yol mubah" devri ve de zaten Globalleşme Çağı'nda öyle ayrı gayrı olunur mu dünyayla... Hinlik şurada ki, bilgi sözcüğü, bilim, bilim adamı, bilgin, bilge ile aynı aileden, onlarla aynı çağırışım çerçevesi­ne dahil; yani prestijli bir kavram; oysa burada peşinde olunan şey, hasbî bir tecessüsün fonk­siyonu kesinlikle değil; tam tersine, ya spekü­lasyon, ya manipülasyon, ya gabin, ya muhbir­lik ya da şantaja yönelik menhus bir haberdar-lık; daha doğnısu, ilk ve/ya da tek haberdar ol­ma rantı. Ancak mesele sırf bu değil: şu da bir vakıa ki, ülkemin kafası koparılmış, 12 Eylül'le; baş olsunlar diye ortaya salıverilenlerin ise ne ruhu, ne zihni, ne de dili insanın bilgi'deki ak­tif özne, enformasyon karşısında ise, taa için­den, yani ruhundan/beyninden biçimlendiril­miş bir nesne konumunda bulunduğunu ayırt/ifade etmeye müsait; hele vitrindekileri-nin çoğu tarzan, amerikan cangılmdan devşir-1me; dilini bilmeden dil öğrenirim/öğrendim sanmış, tabiî dil diye de İngilizce'yi -tngilizce, ayrıca öğrenilmeyi ne kadar gerektirir, öğrenil­meye ne kadar değerse- anadilini bilmeyen, yabancı dil ne kadar öğrenebilirse-anadilini bilmek, dil değil konuşmayı bilmek, konuşa­bilmek de insan olmanın temel bir fonksiyonu olduğuna göre,ne kadar insan olabilirse!. 

Evet, bilgi toplumu kesinlikle değil; ya enformasyon toplumu.ya haberdarlık toplu­mu, isterseniz haberleşim veya malumatdarlık toplumu; ama kesinlikle bilgi toplumu değil. Haberdarlık ya da malumatdarlık kötü birşey mi? Tabiî ki değil, yeter ki haberdar olan, sade­ce haberdarlığından ibaret olmasın. Salt haber-darlığına indirgenmiş insanın durumu ise tra­jik, en azından dramatik...Otuz yıl kadar önce, Türkiye'de YÖK yok, üniversite var ve "cam- pus" adı altında dağa bayıra sürülmemiş, Ha­cattepe de Hacettepe'de iken, sevgili Nezihe Mavi'yle her cumartesi Çayhane'de buluşur-duk, herhalde son dersi kırarak, saat onbir/on- birbuçukta, özel olarak dedikodu yapmak, yani başkalarının yapıp ettiklerini birbirimize iletmek, bunlardan birbirimizi haberdar etmek üzere. Müthiş keyf alırdık; ama, müthiş de hü-zünlenirdik: her ikimiz de başarısız, buluşacak sevgilisi olmayan/sevdiğiyle buluşamayan kı­sacası dedikodusu yapılacak, yani başkaları için haber teşkil edecek/haberdarı olunmaya değecek hiç bir şey beceremeyen. 

ister insan köpeği ısırmış olsun, ister köpek insanı, bunun kendisi için haber olama­yacağı iki varlık vardır: ısıran ve de ışınlan. Ha­berdar, tanımı gereği, oyun/sahne dışıdır; ne fail olabilir, ne de meful; dolayısıyla ne katil ne de maktul, ne zalim ne de mazlum vb... insan gerçekten haberdar konumunda ise, haberdarı olduğu dunım, olgu ya da olayların da gerçek­ten  dışındadır; ancak, haberdarlığın bir bilinç durumu olduğunu hesaba katarsak, şu da pe­kala mümkündür: haberdarlık bilinci, insanı, aslında kendisini de kapsayan, kendisinin de içinde yer/rol aldığı bir oyunu, tümüyle kendi dışında, kendisinden bağımsız olarak var ve oynanıyor; kendisini de bu oyundan tümüyle bağımsız, tümüyle onun dışındaymış gibi gö rür/hisseder hale getirilebilir ki, bu haliyle ar­tık o , aktif öznesi olabileceği bir oyunun basit bir figüranından,  canlı dolgu maddesinden   ] başka bir şey değildir; tabiî, bunu bile bileme den. insan, haber olarak formatlanarak kendi başına/ kendi içinde bir nesneymiş gibi kendi­sine sunulan olgu ya da olayların kendi haya­tıyla olan içiçelik ve devamlılığını, kendisine de uzanan/dokunan sonuçlarını, kısacası ken­di mefullüğünü hissedemez hale geldiği ölçü­de, objetif olarak, yani bir özne değil de nesne olarak, faillerin safına katılmış, onlann parça­sı/aracı haline gelmiş olur.

Bu noktada, bilgi diye yutturdukları en­formasyona geri dönüp, hemen şunu söyleye­lim: her enformasyon, haber boyutunun yanı-sıra, aynı zamanda bir talimat boyutu da taşır. Örneğin, "istanbul istikamatine gidecek olan motorlu tren şu saatte, şu numaralı peronun şu numaralı yolundan hareket edecektir" şeklin­deki bir anons, bir şeyi haber veriyordur; an-cak bunu cümle alem bilsin diye değil, söz konusu trene binmek isteyenlerin ne şekilde dav­ranmak, nerede ne zaman bulunmak zorunda olduklarını bildirmek üzere. Enformasyonun talimat boyutu tabiî her zaman bu örnekte ol­duğu kadar alenî/aşikar olmayabilir; ancak her enformasyonun enforme edilen karşısındaki öncelliği ve aşkmllığı da mutlaktır. Başka bir ifadeyle, enforme edimişliğinden ibaret bir in­san kendi dışından verilmiş/belirlenmiş/biçim­lendirilmiş yapılar karşısında, hayvanın doğal gerçekliğin bütünü ve bu gerçeklikte münde­miç düzenlilik karşısında sahip olduğu konu­ma benzer bir konumda bulunuyor demektir ki, buradaki insan tam tamına, toplumsal yapı kavramını kendi problematiği dışında tutmak­la o günün egemenlerini Tann katma oturtup, onların egemenliklerinin yeniden üretilmesini mümkün kılan yapıları da doğal, dolayısıyla da değişmez, en azından insan tarafından değişti­rilmesi olanaksız, bu yüzden de problem edil­meleri hem gereksiz, hem de anlamsız yapılar-mış gibi gösteren amerikan-işi davranış bi-lim(?)lerinin 'insan'ına tekabül eder. Oysa in­san, hep böyle bir insan olsaydı, bildiğimiz an­lamdaki, yani beşerî bir varlık olarak, insan olamazdı; zira insan, virili yapıları olduğu gibi kabul edip, bu yapılar çerçevesinde ve mevcut koşulları değiştirmeksizin, kendi irade ve mü­dahalesini de ek bir koşul olarak varlığa kat­maksızın, sadece onlara göre davranan, koşul­lara uyum göstermekle yetinen bir varlık ola­rak hayatım idame ettirseydi, doğal gerçekliğin basit bir devamı olarak kalır, dolayısıyla da, ne doğal gerçekliği indirgenmesi, ne de doğal be­lirleyiciliklerle açıklanması mümkün olan fark­lı bir gerçekliğe, yani beşerî/toplumsal gerçek­liğe hayat vermiş olabilirdi. Bu ise demektir ki, bu insan tarih üretmiş, yani tarihin öznesi ola­mayacak, dolayısıyla tarih diye bir şey de ol­mayacaktır; zira tarih, insanın mevcut yapıları kendi bilinçli çabasıyla değişikliğe uğratması, bu yapılara tekabül eden bazı tekralanırlıkları kesintiye uğratırken, o güne kadar mevcut ol­mayan bazı yeni tekrarianırlıklar ihdas etme­sinden, dolayısıyla da kendisinin dıştan belir-lenmişlik payını azaltırken, değişikliğe uğrattı­ğı yapılann şahsında bu yapılan kurup ayakta tutan güçlerin kendi üzerindeki egemenlikleri­ni geriletmesinden başka bir şey olmayıp, tari­hin de insandan başka öznesi yoktur: "Fran­sa'da krala küfredip Kilise'ye karşı çıkan, Bas-tille'e atılır" da ifadesini bulan yüzlere yıllık tekrarlanırlığı bir kudu Temmuz öğleden son­rasından itibaren artık tekrarlanmaz kılıp, an­cak -di'li geçmişle ifade edilebilir hale getiren, yani "tarih" eden, Tanrı ya da doğa değil, fakat insanlar, yani "insan"dır ve de dua, sihir ya da büyüyle değil, doğrudan doğruya, yapıla-cak/başarılacak işin kendi iç gerekleri doğrul­tusunda yine kendi aklıyla biçimlendirip dü­zenlediği bilinçli bir çabayla; yani emekliyle. 

işte tam bu noktada, "bilgi" toplu­mu/çağı efsanesi ile, amerikan menşe'li "Tari­hin Sonu" tezi ve yine amerikan patentli "dav­ranış bilimleri" ideolojisi arasındaki doğrudan bağı ve bunlann karşılıklı olarak birbirlerini besleme ve tamamlama ilişkisi içinde bulun­duklarını gözden kaçırma ya da görmezden gelmenin de, ancak ve ancak ya yetersiz ya da dışandan/ birilerince beslenmeyle ilişkili ola­bileceğini söyleyebiliriz: tarihin sonu demek, artık insan mevcut yapılan değiştiremeyecek demektir ki, bu da mevcut yapıların şahsında o gün için dünyaya kim egemense onun ege­menliğini ilelebet payidar, yani insanın kaderi, kader olduğuna göre de meşru olarak ilan et­mekten başka bir şey değildir. 

işleyiş düzeni açısından nihaî biçimine ulaşmış bir dünyada, bütün mesele fırsatları iyi değerlendirmektir; yani at binenin, kılıç kuşa­nanın, kaptan ise gemisini yürütebilendir: eğer adam fakir, işsiz, hatta hastaysa, bu kendi ka­bahatidir; sömürü, istismar falan ne kelime, ka­der, yani beşer-üstü bir irade, Tanrı'nm veya tanrıların iradesi bile açıklayıcılığmı yitirmiş, temel değeri insan, ama "I"li, yani genel olarak insan değil de, birey olarak insan, daha doğnı­su insan bireyi olan bir hiper-prometheuscu-luk başat olmuştur; anak biraz paradoksal bir prometheusculuk; zira buradaki insan kendi kaderini kendi çizecek, kendi kaderinden ken-dişi sorumlu olacaktır ama, kendisi tarafından kurulmamış bir düzenek çerçevesinde -Hayek'in ekonominin yapısı ve işleyişi hakkında söylediklerini hatırlayalım -; sanki beşerî dü­zenlemelerin tümü insan ürünü değilmiş, eğer insan ürünü olmasalardı, doğal gerçeklikten farklı bir beşerî varlık alanından bahsedilebilir-miş gibi... Kısıcası Yeni Dünya Düzeni'nde, na­sıl ki, eğer adam treni kaçırdıysa, enformasyon bürosundan yapılan anonsu dinlemediği, duy­madığı ya da ona uymadığı içindir; işsiz kaldıy­sa, bu da, piyasa kurallarından haberdar olma­dığı, rakiplerinin taktiklerini yeterince izleme­diği, yeterince fiyat kırmadığı, talep ettiği ücret konusunda yeterince esnek davranmadığı için­dir; tabiî bu mantıkla, işsizlik sorunu, işsizler­den, yani işi kapma konusunda doğru davranı­şı doğru yer ve doğru zamanda göstermesini bilemeyenlerden kaynaklanan bir sorundur da denilebilir ve "iş kapma teknikleri" diye bilim­sel bir disiplin ihdas edilip kurslar, seminerler düzenlenebilir: Dale Carnegie'nin toprağı bol, hatta bütün topraklar onun olsun; dünyaya za­manından önce gelip, bu günleri göremeden gitmiş zavallı... Bu yeni dünyada, insan fırsatları değerlendirecektir ama, fırsat dediğimiz şey, aslında bir diğer insanın ya da diğer insanların içinde bulunduğu durumdan başka bir şey değildir: belirli bir hisse senedinin değeri düşüyorsa, bu, birileri kaybediyor demektir; herkesin ka­zandığı ne bir borsa vardır, ne de bir kumar masası...Tarihin sona ermiş, dolayısıyla mev­cut yapılarda somutlaşan işleyiş düzeninin in­sanın bilinçli müdahalesiyle artık değişikliğe uğratılamayacak olduğu bir kere kabul edil­miş, ancak bu işleyiş düzeni çerçevesinde kay­bedenlerin, yani açlann, işsizlerin, evsiz-bark-sız, okulsuz, hastanesizlerin mevcudiyeti de bir veri iken, insanların kaybeden durumun­dan kurtulmak için yapabilecekleri tek şey di­ğerlerine kaybettirmektir ve en kaybetmiş du­nunda bulunanın kaybettirtmeye gücünün ye­teceği de, yine kendisi gibi en kaybetmiş du- rumda bulunanlardır ki, bu da, insanlar, ne denli kaybetmişlerse, kaybetmişlikleri temelin-  de birleşmeleri de o ölçüde olanaksızlaşacak  ve en şiddetli karşıtlık ve mücadeller de yine  en fazla en kaybetmişler arasında görülecek demektir: kaybetmişlik en uç noktasında açlık yani ölmek demekse, kaybedenler arasındaki mücadele de, kaybetmişlikleri ölçüsünde, bir ölüm-kalım savaşı olacaktır. 

Kaybedenleri  biraraya  getirecek ilke kaybetmişlikleri olamadığına göre, bu, başka bir şey; yeni dünya düzeninde hem temel de ğer, hem de temel eylem birimi birey olduğu­na göre de, bu başka şey de, insanlann hem toplu halde, ama hem de mümkün olduğunca tek ve aynı (identkjue, identical) bir bireymiş gibi davranıp varolmalarına imkan veren bir il­ke olacaktır ki, böyle bir ilkenin bulunması in­sanın beşerî bir varlık olması ölçüsünde ola­naksızdır; zira, hem ayrı ayrı bireyler olup, hem de aynı belirleyiciliklere eşit derecede tâ­bi bir biçimde aynı koşullarda aynı ya da ben­zer tepkiler verip davranıyor olmak, ancak ta­rihsiz bir zaman çerçevesinde mümkün ve hayvanlara özgü bir durumdur; insan ise, tam tamına, durumdan uzaklaştığı, yani zoo-türsel belirlenmişliğinden ibaret olmaktan çıktığı öl­çüde, eş-zamanlı olarak hem tarihin öznesi, hem doğa karşısında özne, hem de beşerî bir varlık konumuna ulaşmıştır. Bu durumda, in­sanın hem beşerî bir varlık niteliği taşımaya devam edip, hem de identique, en azından benzer bireyler olarak birleşme/bütünleşme yönelimine cevap verecek ilke, insan bireyinin bir canlı olarak türü, ırkı, cinseyite vb... gibi kendi dışından verilmiş/belirlenmiş özellikleri misali, yine kendi dışından belirlenmiş, ancak beşerî varlık alanında yer alan özellikleri, yani etno-kütürel (dini, dili, mezhebi, varsa, aşireti, kabilesi türünden ve bunların uzantısı duru­mundaki) özellikleri temelinde oluşmuş bir il­ke olacaktır, işte bu noktada da şunu söyleye­biliriz ki, yerine göre çok-seslilik/çoğulculuk teması temelinde demokratik bir açılımmış gi­bi sunular, yerine göre dinin yeniden yükselişi ya da mikro-milliyetçilikler salgım türünden savlara temel edilen, yerine göre de Medeni­yetler Çatışması formülü altında sözde bilimsel tahlillere nesnelik eden ve gerek ulusal, gerek­se uluslararası ölçekte en yoksun ve en yoksul kesim ve alanlara inildikçe daha da şiddetli bir biçimde kendini gösteren "etno-kültürel kimliğin başatlık kazanması" olgusu, kimlik'in iden-tite/identity' demek olduğunu da hatırlarsak, aslında insanlığın "insan" kavramından, belirli bir tarih vermek gerekirse 26 Ağustos 1789'dan geriye doğru gitmekte, daha doğrusu götürül­mek istenmekte olduğu bir dönemde yaşa­makta olduğumuzun göstergesinden başka bir şey değildir. Bu arada şunun da altı kalın kalın çizilerek belirtilmelidir ki, kavramlara öznelik yükleyip dünyada olup bitenleri şu kültürle bu kültürün, şu medeniyetle bu medeniyetin, şu dinle bu dinin çatışması olarak açıklamaya kal­kışan yaklaşımlar, aslında söz konusu olgula­rın gerçek failleri durumundaki güç odaklarını, bu failler arasındaki niyet, güç, dolayısıyla da sorumluluk farklarını ister istemez daha güçlü olan ve daha fazla sorumluluk taşıyanlar ley-hine ve her türlü etik değerlendirmeyi de im­kansız kılacak biçimde gözden gizlemeye ça­balarken, her bir şeyi tanrılann ve de onların yamaklannın birbirleriyle olan çatışma ve mü­cadeleleriyle açıklayan antik mitolojilerden da­ha az teolojik ve daha az komik değillerdir ama, naif ve hasbî hiç mi hiç değillerdir: tarihi gerçek öznelerinden kopartıyor olmaları bakı­mından, "Tarihin Sonu"na tekabül etme iddia­sındaki Yeni Dünya Düzeni'nin propagandasal düzeneği içinde seçkin bir yerleri vardır -Hun-tigton'un da bir Pentagone görevlisi olduğunu unutmayalım. 

Yazımızı bitirmeden önce, enformasyon kavramına bir kez daha dönüp belirtmek iste­diğimiz bir husus vardır ki, o da, herhangi bir teorik çerçeveyle donanmış olmadığımız tak­dirde, olan bitenden haberdarlığımız ölçüsün­de gerçekliğin bütünü hakkında doğru bilgiye daha fazla yaklaşmış değil, tam tersine daha çok yanlışın taşıyıcısı, dolayısıyla da yanılma-ya/yanıltılmaya/aldatılmaya çok daha müsait bir hale gelecek olduğumuzdur. Şöyle ki, Ay'ın Dünya, Dünya'nın da hem kendi, hem de Gü­neş  erafında  dönmekte  olduğu  şeklindeki, kendi deneyimlerimizden kalkarak elde etmiş olmadığımız/olamayacağımız  teorik  bilgiyle donanmış olduğumuz bir durumda, o güne ka­dar iletişimde bulunamadığımız, diyelim Ay sakinleriyle iletişime girip, bildiğimiz Ay ve Güneş tutulmalarının yanısıra Dünya tutulması diye bir şeyin de olduğunu öğrenmemiz, bizle­ri Ay, Dünya ve Güneş hakkında doğru bilgiye daha fazla yaklaştırmış olmayacaktır;  ancak esas vahim olanı, aylıların kendimizden üstün olduğuna, şu ya da bu sebeple bir kere inan­mış isek, kendi gördüğümüz/yaşadıgımız/bil-diğimiz Ay ve Güneş tutulmalarının birer hayal ve kendi geriliğimizin kanıtı, evrensel doğru-nun ise sadece ve sadece Dünya tutulması ol­duğunu kabul etmemizdir. Başka terimlerle söylersek, herkesin baktığı yerden gördükleri­nin, yani amiyane bilgilerin toplamının bizi bi­limsel bilgiye götürmeyeceği açıktır ama, bu epistemolojiye ilişkin bir husustur; ancak, her­kesin baktığı yerden gördükleri temelinde ya­pılan enformasyon alış verişin, eşitler arasında değil de, aralarında egemenlik ilişkisi, birinin diğeri üzerinde hegemonyası bulunan partö-nerler arasındaki bir alış veriş olması ölçüsün­de, üstün konumda bulunanın,  ast konum-undakinin bildiklerinden hiç de daha bilimsel olmayan amiyane bilgilerinin, evrensel geçerli­liğe sahip hakikatlermiş gibi kabul edilmesi söz konusu olacaktır ki, bu da, hegemonya al-tındakinin, daha doğru olana, en doğru olana ulaşıyorum, artık onu benimsiyorum derken, aslında, değil evrenseli yakalamak, en basit an­lamıyla sağduyusunu bile yitiriyor olması de­mektir ve bu durumdaki bir insanın da, iç-gü-düsünü yitirmiş bir hayvandan, diyelim nere­de/ne zaman/ne için/ne şekilde anıracağını bi­lemeyen ya da anırmayı tümden beceremez hale gelmiş bir eşekten hiç bir farkı yoktur; zi­ra sağduyu, insanın hayatta yol alır, yani haya­tını idame ettirirken, nerede bulunup hangi is­tikamete gittiğini tespit ve tayip etmede kendi­lerine dayanacağı nirengi noktalarının bilgisi-dir ve her nirengi noktası, tanımı gereği, kime nirengi noktalığı ediyorsa, işte onun bulundu­ğu yerden(de) görünenler arasından seçilmek zorunda olan bir noktadır; başka bir ifadeyle, eğer insan, kendi yolunu kendisi çizip kendisi olarak yol alabilen, yani hacir altında bulun­mayan bir varlık olacaksa, kendi nirengi nok­talarını da, ister istemez kendi bulunduğu yer­ci) Kim]ik-identitĞ-identique kavramları üzerinde düşünüp, dü­şündüklerinden beni de yararlandıran sosyolog dostum Prof. Dr. Nilgün Çelebi'ye burada teşekkür ediyorum.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005