|
"Bilgi Toplumu"na Bilgiden Yana Reddiye
Kadir Cangızbay
Bilgi çağı, bilgi toplumu; hem sahtekarlık, hem de
cahillikle malûl bir tabir, daha doğrusu, bir
rürkçeleştirme. Tabiî bunların hem temelindeki, hem
de devamındaki kolaycılık, hazıra konmacılık, yani
bilinçli çaba göstermekten, emek harcamaktan
imtina, dolayısıyla insanlıktan istifa; zira, "la
societe, c'est le trava-il": yani, toplum (toplumsal
gerçeklik; beşerî gerçeklik; insanı bildiğimiz
anlamda insan yapan beşerî yanı/boyutu) emektir,
iştir, çalışmadır (Saint-Simon); kısacası, beşerî
varlık alanı, insanın kendi dışından verili/hazır
bulmayıp da, kendi ürettiği, kendisi ürettiği
takdirde varlık kazanan bir alandır.
Bilgi çağı, bilgi toplumu; Özal'ın Cross marka
kalemi; hani şu, televizyonda "icraatın içinden"
milletin gözüne soktuğu kalem; kalbin üzerinde
değil de dış göğüs cebinde taşınan/takılan kalem;
kravatın kendisi değil de, kravat iğnesi misali,
daha ziyade bir takı; erkek süs eşyası; Amerika'ya
biyatın sembolü/rozeti adeta -en son, Karayalçın'm
elinde görmüştüm, tabiî televizyonda-; genellikle
akın veya gümüş kaplama: isterse kaplama değil de
som altın veya gümüş olsun; bütün bunlar kaleme
hakaretmiş gibi gelir bana hep; sanki kalem
olarak, yani kendisi olarak, aslî fonksiyonu
itibariyle eksik/özürlü, dolayısıyla, o haliyle
taşınmaya değmezmiş de, kalemliğiyle doğrudan
ilişkili olmayan dışsal bir unsurun kendisine
eklenmesiyle değerli kılınmaya çalışmıyormuş gibi
bir durum. Otomobil sergileri...pardon!, "car show"
larda da, yarıdan az çıplak, ama dardan da sıkı
kıyafetleriyle arabaların üzerine iliş(tiril)miş
manken kızlar; burada da, arabaya hakaret gibi bir
şeyler var aslında; altın değil de et kaplama: bir
arkadaşım, viyolonist, Cemil, İstanbul'dan gelmiş
şarkıcı bir kıza beni doçent diye takdim etmişti de,
daha tam tamına düz bir asistanken, sanki düz Kadir
olarak tanıştırılmaya değmezmişim gibi, üstelik de
bana kıyakçılık yapıyormuş havasıyla; adamla bir
daha ne görüştüm, ne de konuştum, aşağı yukarı bir
yirmi yıl oluyor.
Bilgi çağı, bilgi toplumu: entrensek değerlerin
inkarı; herhangi bir şeyin kendisinden doğan, kendi
içinde taşıdığı değerlerin gözden dümesi, kaale
alınmaz/ hesaba katılmaz/ pe-ine düşülmez hale
gelmesi. Tabiî bu arada "Türkiye'nin dışa açılması
bayağı geç oldu, ama neyse ki, bilgi çağında oldu
da, illaki sa-nayileşeceğiz diye bir sürü sosyal ve
ekolojik tahribatı yaşamaktan kurtulduk" diyen Özal
dönemi siyaset 'bilim'cileri, iktisatçıları, ikinci
Cumhuriyet doç'ları, prof lan... ve benim özbeöz
teyze oğlum, yine bir on-oniki yıldır görmediğim;
bütün gününü Sakarya Caddesinde tapu dairesiyle
vergi dairesi arasında, sokakta, çay ocağı ya da
kahvede her konuşulana kulak kabartıp, kimin
malı-mülkü üzerinde haciz var, haciz gelmek üzere ya
da adam satış yapacak da haczi kaldırmak zorunda,
sonuçta acilen nakde ihtiyacı var; onu öğrenmeye,
bunlardan haberdar olmaya çalışarak geçiren; tabiî,
ya adamcağızın evini/dükkanını/ arsasını ucuza
kapatmak ya da faizle para vermek üzere.
Bilgi çağı, bilgi toplumu; informatics society'den,
societe d'information'dan çevrilme; ama güya; zira
bilgi, information'u Türkçe'de karşılamak üzere
kullanılabilecek en son kelime.Ama olsun, nas'olsa
Dünya'da "anything goes (her şey uyar,her yol çıkar,
her şey mümkün, dolayısıyla da meşru, öyleyse her
yol da-mubah)" (Feyerabend) , bizde de "iş
bitiricilik" , yani " işi bitir de, nasıl bitirirsen
bitir", dolayısıyla da, yine aynen "her yol mubah"
devri ve de zaten Globalleşme Çağı'nda öyle ayrı
gayrı olunur mu dünyayla... Hinlik şurada ki, bilgi
sözcüğü, bilim, bilim adamı, bilgin, bilge ile aynı
aileden, onlarla aynı çağırışım çerçevesine dahil;
yani prestijli bir kavram; oysa burada peşinde
olunan şey, hasbî bir tecessüsün fonksiyonu
kesinlikle değil; tam tersine, ya spekülasyon, ya
manipülasyon, ya gabin, ya muhbirlik ya da şantaja
yönelik menhus bir haberdar-lık; daha doğnısu, ilk
ve/ya da tek haberdar olma rantı. Ancak mesele sırf
bu değil: şu da bir vakıa ki, ülkemin kafası
koparılmış, 12 Eylül'le; baş olsunlar diye ortaya
salıverilenlerin ise ne ruhu, ne zihni, ne de dili
insanın bilgi'deki aktif özne, enformasyon
karşısında ise, taa içinden, yani
ruhundan/beyninden biçimlendirilmiş bir nesne
konumunda bulunduğunu ayırt/ifade etmeye müsait;
hele vitrindekileri-nin çoğu tarzan, amerikan
cangılmdan devşir-1me; dilini bilmeden dil
öğrenirim/öğrendim sanmış, tabiî dil diye de
İngilizce'yi -tngilizce, ayrıca öğrenilmeyi ne kadar
gerektirir, öğrenilmeye ne kadar değerse- anadilini
bilmeyen, yabancı dil ne kadar
öğrenebilirse-anadilini bilmek, dil değil konuşmayı
bilmek, konuşabilmek de insan olmanın temel bir
fonksiyonu olduğuna göre,ne kadar insan olabilirse!.
Evet, bilgi toplumu kesinlikle değil; ya enformasyon
toplumu.ya haberdarlık toplumu, isterseniz
haberleşim veya malumatdarlık toplumu; ama
kesinlikle bilgi toplumu değil. Haberdarlık ya da
malumatdarlık kötü birşey mi? Tabiî ki değil, yeter
ki haberdar olan, sadece haberdarlığından ibaret
olmasın. Salt haber-darlığına indirgenmiş insanın
durumu ise trajik, en azından dramatik...Otuz yıl
kadar önce, Türkiye'de YÖK yok, üniversite var ve
"cam- pus" adı altında dağa bayıra sürülmemiş,
Hacattepe de Hacettepe'de iken, sevgili Nezihe
Mavi'yle her cumartesi Çayhane'de buluşur-duk,
herhalde son dersi kırarak, saat onbir/on-
birbuçukta, özel olarak dedikodu yapmak, yani
başkalarının yapıp ettiklerini birbirimize iletmek,
bunlardan birbirimizi haberdar etmek üzere. Müthiş
keyf alırdık; ama, müthiş de hü-zünlenirdik: her
ikimiz de başarısız, buluşacak sevgilisi
olmayan/sevdiğiyle buluşamayan kısacası dedikodusu
yapılacak, yani başkaları için haber teşkil
edecek/haberdarı olunmaya değecek hiç bir şey
beceremeyen.
ister insan köpeği ısırmış olsun, ister köpek
insanı, bunun kendisi için haber olamayacağı iki
varlık vardır: ısıran ve de ışınlan. Haberdar,
tanımı gereği, oyun/sahne dışıdır; ne fail olabilir,
ne de meful; dolayısıyla ne katil ne de maktul, ne
zalim ne de mazlum vb... insan gerçekten haberdar
konumunda ise, haberdarı olduğu dunım, olgu ya da
olayların da gerçekten dışındadır; ancak,
haberdarlığın bir bilinç durumu olduğunu hesaba
katarsak, şu da pekala mümkündür: haberdarlık
bilinci, insanı, aslında kendisini de kapsayan,
kendisinin de içinde yer/rol aldığı bir oyunu,
tümüyle kendi dışında, kendisinden bağımsız olarak
var ve oynanıyor; kendisini de bu oyundan tümüyle
bağımsız, tümüyle onun dışındaymış gibi gö rür/hisseder
hale getirilebilir ki, bu haliyle artık o , aktif
öznesi olabileceği bir oyunun basit bir
figüranından, canlı dolgu maddesinden ] başka bir
şey değildir; tabiî, bunu bile bileme den. insan,
haber olarak formatlanarak kendi başına/ kendi
içinde bir nesneymiş gibi kendisine sunulan olgu ya
da olayların kendi hayatıyla olan içiçelik ve
devamlılığını, kendisine de uzanan/dokunan
sonuçlarını, kısacası kendi mefullüğünü hissedemez
hale geldiği ölçüde, objetif olarak, yani bir özne
değil de nesne olarak, faillerin safına katılmış,
onlann parçası/aracı haline gelmiş olur.
Bu noktada, bilgi diye yutturdukları enformasyona
geri dönüp, hemen şunu söyleyelim: her enformasyon,
haber boyutunun yanı-sıra, aynı zamanda bir talimat
boyutu da taşır. Örneğin, "istanbul istikamatine
gidecek olan motorlu tren şu saatte, şu numaralı
peronun şu numaralı yolundan hareket edecektir"
şeklindeki bir anons, bir şeyi haber veriyordur;
an-cak bunu cümle alem bilsin diye değil, söz konusu
trene binmek isteyenlerin ne şekilde davranmak,
nerede ne zaman bulunmak zorunda olduklarını
bildirmek üzere. Enformasyonun talimat boyutu tabiî
her zaman bu örnekte olduğu kadar alenî/aşikar
olmayabilir; ancak her enformasyonun enforme edilen
karşısındaki öncelliği ve aşkmllığı da mutlaktır.
Başka bir ifadeyle, enforme edimişliğinden ibaret
bir insan kendi dışından
verilmiş/belirlenmiş/biçimlendirilmiş yapılar
karşısında, hayvanın doğal gerçekliğin bütünü ve bu
gerçeklikte mündemiç düzenlilik karşısında sahip
olduğu konuma benzer bir konumda bulunuyor demektir
ki, buradaki insan tam tamına, toplumsal yapı
kavramını kendi problematiği dışında tutmakla o
günün egemenlerini Tann katma oturtup, onların
egemenliklerinin yeniden üretilmesini mümkün kılan
yapıları da doğal, dolayısıyla da değişmez, en
azından insan tarafından değiştirilmesi olanaksız,
bu yüzden de problem edilmeleri hem gereksiz, hem
de anlamsız yapılar-mış gibi gösteren amerikan-işi
davranış bi-lim(?)lerinin 'insan'ına tekabül eder.
Oysa insan, hep böyle bir insan olsaydı, bildiğimiz
anlamdaki, yani beşerî bir varlık olarak, insan
olamazdı; zira insan, virili yapıları olduğu gibi
kabul edip, bu yapılar çerçevesinde ve mevcut
koşulları değiştirmeksizin, kendi irade ve
müdahalesini de ek bir koşul olarak varlığa
katmaksızın, sadece onlara göre davranan,
koşullara uyum göstermekle yetinen bir varlık
olarak hayatım idame ettirseydi, doğal gerçekliğin
basit bir devamı olarak kalır, dolayısıyla da, ne
doğal gerçekliği indirgenmesi, ne de doğal
belirleyiciliklerle açıklanması mümkün olan farklı
bir gerçekliğe, yani beşerî/toplumsal gerçekliğe
hayat vermiş olabilirdi. Bu ise demektir ki, bu
insan tarih üretmiş, yani tarihin öznesi
olamayacak, dolayısıyla tarih diye bir şey de
olmayacaktır; zira tarih, insanın mevcut yapıları
kendi bilinçli çabasıyla değişikliğe uğratması, bu
yapılara tekabül eden bazı tekralanırlıkları
kesintiye uğratırken, o güne kadar mevcut olmayan
bazı yeni tekrarianırlıklar ihdas etmesinden,
dolayısıyla da kendisinin dıştan belir-lenmişlik
payını azaltırken, değişikliğe uğrattığı yapılann
şahsında bu yapılan kurup ayakta
tutan güçlerin kendi üzerindeki egemenliklerini
geriletmesinden başka bir şey olmayıp, tarihin de
insandan başka öznesi yoktur: "Fransa'da krala
küfredip Kilise'ye karşı çıkan, Bas-tille'e atılır"
da ifadesini bulan yüzlere yıllık tekrarlanırlığı
bir kudu Temmuz öğleden sonrasından itibaren artık
tekrarlanmaz kılıp, ancak -di'li geçmişle ifade
edilebilir hale getiren, yani "tarih" eden, Tanrı ya
da doğa değil, fakat insanlar, yani "insan"dır ve de
dua, sihir ya da büyüyle değil, doğrudan doğruya,
yapıla-cak/başarılacak işin kendi iç gerekleri
doğrultusunda yine kendi aklıyla biçimlendirip
düzenlediği bilinçli bir çabayla; yani emekliyle.
işte tam bu noktada, "bilgi" toplumu/çağı efsanesi
ile, amerikan menşe'li "Tarihin Sonu" tezi ve yine
amerikan patentli "davranış bilimleri" ideolojisi
arasındaki doğrudan bağı ve bunlann karşılıklı
olarak birbirlerini besleme ve tamamlama ilişkisi
içinde bulunduklarını gözden kaçırma ya da
görmezden gelmenin de, ancak ve ancak ya yetersiz ya
da dışandan/ birilerince beslenmeyle ilişkili
olabileceğini söyleyebiliriz: tarihin sonu demek,
artık insan mevcut yapılan değiştiremeyecek demektir
ki, bu da mevcut yapıların şahsında o gün için
dünyaya kim egemense onun egemenliğini ilelebet
payidar, yani insanın kaderi, kader olduğuna göre de
meşru olarak ilan etmekten başka bir şey değildir.
işleyiş düzeni açısından nihaî biçimine ulaşmış bir
dünyada, bütün mesele fırsatları iyi
değerlendirmektir; yani at binenin, kılıç
kuşananın, kaptan ise gemisini yürütebilendir: eğer
adam fakir, işsiz, hatta hastaysa, bu kendi
kabahatidir; sömürü, istismar falan ne kelime,
kader, yani beşer-üstü bir irade, Tanrı'nm veya
tanrıların iradesi bile açıklayıcılığmı yitirmiş,
temel değeri insan, ama "I"li, yani genel olarak
insan değil de, birey olarak insan, daha doğnısu
insan bireyi olan bir hiper-prometheuscu-luk başat
olmuştur; anak biraz paradoksal bir prometheusculuk;
zira buradaki insan kendi kaderini kendi çizecek,
kendi kaderinden ken-dişi sorumlu olacaktır ama,
kendisi tarafından kurulmamış bir düzenek
çerçevesinde -Hayek'in ekonominin yapısı ve işleyişi
hakkında söylediklerini hatırlayalım -; sanki beşerî
düzenlemelerin tümü insan ürünü değilmiş, eğer
insan ürünü olmasalardı, doğal gerçeklikten farklı
bir beşerî varlık alanından bahsedilebilir-miş
gibi... Kısıcası Yeni Dünya Düzeni'nde, nasıl ki,
eğer adam treni kaçırdıysa, enformasyon bürosundan
yapılan anonsu dinlemediği, duymadığı ya da ona
uymadığı içindir; işsiz kaldıysa, bu da, piyasa
kurallarından haberdar olmadığı, rakiplerinin
taktiklerini yeterince izlemediği, yeterince fiyat
kırmadığı, talep ettiği ücret konusunda yeterince
esnek davranmadığı içindir; tabiî bu mantıkla,
işsizlik sorunu, işsizlerden, yani işi kapma
konusunda doğru davranışı doğru yer ve doğru
zamanda göstermesini bilemeyenlerden kaynaklanan bir
sorundur da denilebilir ve "iş kapma teknikleri"
diye bilimsel bir disiplin ihdas edilip kurslar,
seminerler düzenlenebilir: Dale Carnegie'nin toprağı
bol, hatta bütün topraklar onun olsun; dünyaya
zamanından önce gelip, bu günleri göremeden gitmiş
zavallı... Bu yeni dünyada, insan fırsatları
değerlendirecektir ama, fırsat dediğimiz şey,
aslında bir diğer insanın ya da diğer insanların
içinde bulunduğu durumdan başka bir şey değildir:
belirli bir hisse senedinin değeri düşüyorsa, bu,
birileri kaybediyor demektir; herkesin kazandığı ne
bir borsa vardır, ne de bir kumar masası...Tarihin
sona ermiş, dolayısıyla mevcut yapılarda somutlaşan
işleyiş düzeninin insanın bilinçli müdahalesiyle
artık değişikliğe uğratılamayacak olduğu bir kere
kabul edilmiş, ancak bu işleyiş düzeni çerçevesinde
kaybedenlerin, yani açlann, işsizlerin,
evsiz-bark-sız, okulsuz, hastanesizlerin mevcudiyeti
de bir veri iken, insanların kaybeden durumundan
kurtulmak için yapabilecekleri tek şey diğerlerine
kaybettirmektir ve en kaybetmiş dununda bulunanın
kaybettirtmeye gücünün yeteceği de, yine kendisi
gibi en kaybetmiş du- rumda bulunanlardır ki, bu da,
insanlar, ne denli kaybetmişlerse, kaybetmişlikleri
temelin- de birleşmeleri de o ölçüde
olanaksızlaşacak ve en şiddetli karşıtlık ve
mücadeller de yine en fazla en kaybetmişler
arasında görülecek demektir: kaybetmişlik en uç
noktasında açlık yani ölmek demekse, kaybedenler
arasındaki mücadele de, kaybetmişlikleri ölçüsünde,
bir ölüm-kalım savaşı olacaktır.
Kaybedenleri biraraya getirecek ilke
kaybetmişlikleri olamadığına göre, bu, başka bir
şey; yeni dünya düzeninde hem temel de ğer, hem de
temel eylem birimi birey olduğuna göre de, bu başka
şey de, insanlann hem toplu halde, ama hem de mümkün
olduğunca tek ve aynı (identkjue, identical) bir
bireymiş gibi davranıp varolmalarına imkan veren bir
ilke olacaktır ki, böyle bir ilkenin bulunması
insanın beşerî bir varlık olması ölçüsünde
olanaksızdır; zira, hem ayrı ayrı bireyler olup,
hem de aynı belirleyiciliklere eşit derecede tâbi
bir biçimde aynı koşullarda aynı ya da benzer
tepkiler verip davranıyor olmak, ancak tarihsiz bir
zaman çerçevesinde mümkün ve hayvanlara özgü bir
durumdur; insan ise, tam tamına, durumdan
uzaklaştığı, yani zoo-türsel belirlenmişliğinden
ibaret olmaktan çıktığı ölçüde, eş-zamanlı olarak
hem tarihin öznesi, hem doğa karşısında özne, hem de
beşerî bir varlık konumuna ulaşmıştır. Bu durumda,
insanın hem beşerî bir varlık niteliği taşımaya
devam edip, hem de identique, en azından benzer
bireyler olarak birleşme/bütünleşme yönelimine cevap
verecek ilke, insan bireyinin bir canlı olarak türü,
ırkı, cinseyite vb... gibi kendi dışından
verilmiş/belirlenmiş özellikleri misali, yine kendi
dışından belirlenmiş, ancak beşerî varlık alanında
yer alan özellikleri, yani etno-kütürel (dini, dili,
mezhebi, varsa, aşireti, kabilesi türünden ve
bunların uzantısı durumundaki) özellikleri
temelinde oluşmuş bir ilke olacaktır, işte bu
noktada da şunu söyleyebiliriz ki, yerine göre
çok-seslilik/çoğulculuk teması temelinde demokratik
bir açılımmış gibi sunular, yerine göre dinin
yeniden yükselişi ya da mikro-milliyetçilikler
salgım türünden savlara temel edilen, yerine göre de
Medeniyetler Çatışması formülü altında sözde
bilimsel tahlillere nesnelik eden ve gerek ulusal,
gerekse uluslararası ölçekte en yoksun ve en yoksul
kesim ve alanlara inildikçe daha da şiddetli bir
biçimde kendini gösteren "etno-kültürel kimliğin
başatlık kazanması" olgusu, kimlik'in iden-tite/identity'
demek olduğunu da hatırlarsak, aslında insanlığın
"insan" kavramından, belirli bir tarih vermek
gerekirse 26 Ağustos 1789'dan geriye doğru gitmekte,
daha doğrusu götürülmek istenmekte olduğu bir
dönemde yaşamakta olduğumuzun göstergesinden başka
bir şey değildir. Bu arada şunun da altı kalın kalın
çizilerek belirtilmelidir ki, kavramlara öznelik
yükleyip dünyada olup bitenleri şu kültürle bu
kültürün, şu medeniyetle bu medeniyetin, şu dinle bu
dinin çatışması olarak açıklamaya kalkışan
yaklaşımlar, aslında söz konusu olguların gerçek
failleri durumundaki güç odaklarını, bu failler
arasındaki niyet, güç, dolayısıyla da sorumluluk
farklarını ister istemez daha güçlü olan ve daha
fazla sorumluluk taşıyanlar ley-hine ve her türlü
etik değerlendirmeyi de imkansız kılacak biçimde
gözden gizlemeye çabalarken, her bir şeyi tanrılann
ve de onların yamaklannın birbirleriyle olan çatışma
ve mücadeleleriyle açıklayan antik mitolojilerden
daha az teolojik ve daha az komik değillerdir ama,
naif ve hasbî hiç mi hiç değillerdir: tarihi gerçek
öznelerinden kopartıyor olmaları bakımından,
"Tarihin Sonu"na tekabül etme iddiasındaki Yeni
Dünya Düzeni'nin propagandasal düzeneği içinde
seçkin bir yerleri vardır -Hun-tigton'un da bir
Pentagone görevlisi olduğunu unutmayalım.
Yazımızı bitirmeden önce, enformasyon kavramına bir
kez daha dönüp belirtmek istediğimiz bir husus
vardır ki, o da, herhangi bir teorik çerçeveyle
donanmış olmadığımız takdirde, olan bitenden
haberdarlığımız ölçüsünde gerçekliğin bütünü
hakkında doğru bilgiye daha fazla yaklaşmış değil,
tam tersine daha çok yanlışın taşıyıcısı,
dolayısıyla da yanılma-ya/yanıltılmaya/aldatılmaya
çok daha müsait bir hale gelecek olduğumuzdur. Şöyle
ki, Ay'ın Dünya, Dünya'nın da hem kendi, hem de
Güneş erafında dönmekte olduğu şeklindeki,
kendi deneyimlerimizden kalkarak elde etmiş
olmadığımız/olamayacağımız teorik bilgiyle
donanmış olduğumuz bir durumda, o güne kadar
iletişimde bulunamadığımız, diyelim Ay sakinleriyle
iletişime girip, bildiğimiz Ay ve
Güneş tutulmalarının yanısıra Dünya tutulması diye
bir şeyin de olduğunu öğrenmemiz, bizleri Ay, Dünya
ve Güneş hakkında doğru bilgiye daha fazla
yaklaştırmış olmayacaktır; ancak esas vahim olanı,
aylıların kendimizden üstün olduğuna, şu ya da bu
sebeple bir kere inanmış isek, kendi gördüğümüz/yaşadıgımız/bil-diğimiz
Ay ve Güneş tutulmalarının birer hayal ve kendi
geriliğimizin kanıtı, evrensel doğru-nun ise sadece
ve sadece Dünya tutulması olduğunu kabul
etmemizdir. Başka terimlerle söylersek, herkesin
baktığı yerden gördüklerinin, yani amiyane
bilgilerin toplamının bizi bilimsel bilgiye
götürmeyeceği açıktır ama, bu epistemolojiye ilişkin
bir husustur; ancak, herkesin baktığı yerden
gördükleri temelinde yapılan enformasyon alış
verişin, eşitler arasında değil de, aralarında
egemenlik ilişkisi, birinin diğeri üzerinde
hegemonyası bulunan partö-nerler arasındaki bir alış
veriş olması ölçüsünde, üstün konumda bulunanın,
ast konum-undakinin bildiklerinden hiç de daha
bilimsel olmayan amiyane bilgilerinin, evrensel
geçerliliğe sahip hakikatlermiş gibi kabul edilmesi
söz konusu olacaktır ki, bu da, hegemonya
al-tındakinin, daha doğru olana, en doğru olana
ulaşıyorum, artık onu benimsiyorum derken, aslında,
değil evrenseli yakalamak, en basit anlamıyla
sağduyusunu bile yitiriyor olması demektir ve bu
durumdaki bir insanın da, iç-gü-düsünü yitirmiş bir
hayvandan, diyelim nerede/ne zaman/ne için/ne
şekilde anıracağını bilemeyen ya da anırmayı tümden
beceremez hale gelmiş bir eşekten hiç bir farkı
yoktur; zira sağduyu, insanın hayatta yol alır,
yani hayatını idame ettirirken, nerede bulunup
hangi istikamete gittiğini tespit ve tayip etmede
kendilerine dayanacağı nirengi noktalarının
bilgisi-dir ve her nirengi noktası, tanımı gereği,
kime nirengi noktalığı ediyorsa, işte onun
bulunduğu yerden(de) görünenler arasından seçilmek
zorunda olan bir noktadır; başka bir ifadeyle, eğer
insan, kendi yolunu kendisi çizip kendisi olarak yol
alabilen, yani hacir altında bulunmayan bir varlık
olacaksa, kendi nirengi noktalarını da, ister
istemez kendi bulunduğu yerci) Kim]ik-identitĞ-identique
kavramları üzerinde düşünüp, düşündüklerinden beni
de yararlandıran sosyolog dostum Prof. Dr. Nilgün
Çelebi'ye burada teşekkür ediyorum.
|