Bilim Çağı Bilim Toplumu ve Biz
Ziraat Yüksek Mühendisi, Orhan Türköz
Cenab-ı Allah insanları nerede olurlarsa olsunlar
her devirde, belirli bir zaman kesitinde duyduklan
ihtiyaçları karşılayabilecek bir mükemmellikte
yaratmıştır. Dünyayı da insanlar için gerekli
kaynaklarla donatmıştır. İnsanlar sayılarının,
bilgilerinin, ihtiyaçlarının sınırlı olduğu
devirlerde çevrelerinde kendiliğinden yetişen
bitkilerin meyvelerini ve diğer aksamını devşirmek,
hayvanları basit usullerle avlamak suretiyle
hayatlannı sürdürebilmişlerdir.
Sayılannın artması veya ihtiyaçlarının çoğalması ve
çeşitlenmesi sonucu, ihtiyaçların karşılanmasının
güçleştiği her an, insan beyninin potansiyel
imkânları işletilerek yeryüzündeki potansiyel
kaynakların o zamana kadar değerlendirilmeyen bir
bölümü devreye sokulmuştur.
Yeni ihtiyaçtann giderilmesinde ilk merhale,
kendiliğinden yetişen ürünlerin, henüz kimse
tarafından tüketilmediği yeni mekânların aranması;
bulunması ve oradaki kaynakların kullanılması
olmuştur.
Nüfus artışına paralel olarak, tabiatın
kendiliğinden verdiği ile insaniann geçimine imkân
tanıyan bütün mekânlann, geçici olarak
da olsa, işgal edilmesi ve burada yetişenlerin
tamamının mevcut nüfusça tüketilir hale gelmesi
insanoğlunu, tabiatın kendiliğinden verdiğini,
tabiatın değişik yerlerine dağıttığı üretim
faktörlerini, belirli yerde yoğunlaştırarak kendi
gayretiyle üretmeye zorlamış ve bu merhalede yarı
yerleşik ve zamanla yerleşik düzene geçilmiş;
avlanma ve devşirmeciliğe dayalı hayat tarzı, yerini
tarıma dayalı hayat tarzına terketmiştir. Nüfus ve
tüketimin sürekli bir şekilde artmasıyla bir yörede
mevcut imkânların yetersiz hale geldiği her zaman,
belirli bir sıkıntılı dönemden sonra, yeni imkânlar
bulunmuş, yeni ufuklar açılmış, yeni sıçramalar
olmuş ve her zaman insanoğlu terakkiye devam ederek
daha iyi şartlara kavuşmuştur.
Tabiatıyla her türlü gelişme, her yerde aynı anda ve
aynı hızla gerçekleşmediğinden dolayı, o an için
imkânı sınırlı kalan yörelerden imkânı gelişen
yörelere doğru nüfus hareketlerine de
rastlanmıştır.
İnsanlığın tarihi; taş devri, cilâlı taş dev-ri,
tunç devri v.s. gibi isimlerle anılan bir dizi
terakkinin tarihidir.
Başka bir çizgide; o odun devri, kömür devri, petrol
devri, doğalgaz devri, nükleer enerji devri;
jeotermal enerji, rüzgâr ve güneş enerjisi gibi
yenilenebilir kaynaklardan elde edilen enerji devri
gibi başka bir dizi oluşturmak mümkündür.
İnsanlığın ihtiyacını karşılamakta kullanılan her
türlü ürün ve hizmet için de aynı şey
yapılabilecektir.
Bizim gibi yaşı altmışı geçmiş olan neslin ömrü
boyunca pişirme ihtiyaçlan için ocaktan pompalı ve
fitilli gaz ocaklarına, daha sonra ipragaz,
milangaz gibi markalarla anılan tüplü ocaklara,
havagazı, doğalgaz ocaklarına elektirikli fırınlara
geçilmiştir.
Bütün bu değişikliklerin gerisinde her zaman, herkes
tarafından açıkça görülmese
bile
daima varlığım koruyan, giderek büyüyen ve önemi
artan bir tek faktör vardır. Bilgi.
Atalarımız "at ölür meydan kalır, yiğit ölür şan
kalır" demişler. Ne yazık ki zaman meydanları da
harabetmekte şanları ve şerefleri de
unutturmaktadır. Zamanın alıp götürmediği daima
büyük bir ihtimamla koynunda besleyip büyüttüğü tek
şey vardır. Bilgi.
Mezapotamya, Mısır, Anadolu Medeniyetleri ve daha
niceleri yokolup gitmiş geriye sadece bir yığın
harabe kalmıştır.
Ancak Öklit, Tales, Pisagor, Arşimet v.b. teoremleri
öldürmek, imha etmek, yok etmek mümkün olmamıştır.
Bilginin kaynağı hayatın idamesi için verilen
mücadele ve çabadır. Değişik bir ifade ile, hiç
değilse başlangıçta, bilgi hayatı idame
gayretlerinin bir yan ürünü olarak ortaya
çıkmıştır. Önceleri yavaş cereyan eden ve anlamlı
bir hale gelmesi için asırlara ihtiyaç gösteren bu
birikim, kendisine yapılan her ilâve ile hızlanarak
ivme kazanmış, yani, gittikçe artan büyük bir hızla
büyümüştür. Bir su kolonunun yüksekliği arttıkça
taban basıncının artması, buna bağlı olarak
tabandaki bir menfezden akan suyun hızının ve
sıçrama mesafesinin artması gibi, ilmî birikim
arttıkça ilmî ilerleme hızı da artmıştır.
Önümüzdeki birkaç on yılda bu biz, algılanması ve
idraki güç bir büyüklüğe ulaşacaktır,
Bilgi birikimi belirli bir seviyeye ulaştıktan
sonra bilim, hayatı, idame çabalarının bir yan ürünü
olmaktan çıkmış ve başlı basma bir meslek ve meşgale
haline gelmiştir. Ancak geniş bir mekâna yayıldığı,
diğer mesleklerin ürünleri gibi müşahhas bir varlığa
sahip olmadığı için başlangıçta bu yeni mesleğin
ürünlerinin algılanması ve takdiri güç olmuştur.
Bundan dolayı da bu mesleğin yararlarının
anlaşılması zaman almış, belki bir süre zenginlerin
inhisarında kalmış ve sadece prestij kaynağı olarak
görülmüştür. Ancak zamanla ilmî meslek dolaylı
olarak da olsa, her mesleğe katkı sağlayan geniş
açılı bir meslek her aşa katılacak bir aız haline
gelmiştir.
ilmî birikim arttıkça bu birikimin tamamının
kavranması güçleşmiş uygun yerlerden ayrılarak
kavranabilecek kadar küçük bölümlere aynlmıştır.
Yeni oluşan her dalda da birikim hızla artarak
yeniden kavranamayacak bir büyüklüğe erişmiş ve
tekrar insanın yeterince nüfuzuna imkan veren yeni
dallar halinde bölünmeye devam etmiştir.
ihtisaslaşma dediğimiz bu olgu, bir yandan bilgi
birikimine yeni hız ve ivmeler kazandırırken diğer
yandan ileri ihtisas dallarında çalışan bilim
adamlarının bütünü görmesini engelleyen bir amil
olmuştur.
Bir yandan ilmin günlük meşgalelerden bağımsız bir
meslek halini alması, diğer yandan her mesleğe
katkıda bulunacak bir mahiyet kazanması günlük
hayata dönük mesleklerle ilmî meslekler arasında
bir köprünün, ilmin verilerini günlük hayata
aktaran ve adına teknoloji denen daha yeni bir
mesleğin, daha doğrusu meslekler dizisinin
oluşmasına yol açmıştır.
ihtisaslaşmanın bulgularının insanlığa tam anlamıyla
aktarılabilmesi gereği, zamanla, yeni fakat bu defa
düşey değil, yatay istikamette bir gelişmeye
ihtiyaç göstermiştir. Bu gelişme ve çeşitli ihtisas
dallarının bulgularının bir bütün olarak ele alınıp
insanlığın emrine verilmesidir.
Bu gelişme, bir inşaat için gerekli bütün malzemenin
inşaat alanına yığılmasından sonra inşaatta yerli
yerinde kullanılmasına veya bir makinanın değişik
unsurlarının farklı tezgâhlarda imal edildikten
sonra montaj hattında birleştirilmesine
benzemektedir.
Bu yeni gelişme sayesinde şimdiye kadar kendi dar
ihtisas alanlarında değerlendirilen bulguların çok
daha geniş bir anlamda, çok değişik amaçlar için,
kullanımına imkân hazırlanmıştır.
ihtisaslaşmayı takip eden bu bütünleşme çeşitli
safhalardan geçmiştir.
tik safhada bir dal içinde yeni ihtisasların
oluşması, hudutlarda teşekkül eden yeni ihtisas
alanlarının, başka hudutlar içindeki yeni ihtisas
alanlarıyla temasını sağlamış; fizikle kimyanın
hududunda oluşan fiziko-kimya alanı fizikle
kimyanın bütünleştirilmesinde başlangıç teşkil
etmiştir. Bu bütünleşmeyi üst düzeylerde sosyo-ekonomik,
tekno-ekonomik v.b. daha kapsamlı bütünleşmeler
takip etmiştir.
Bu bütünleşme sayesinde, zamanla, bir problemin
çözümüne tek bir meslek yerine birçok mesleğin bakış
açışım esas alan yaklaşımlar geliştirilmiştir. Bu
yolla bir problemi çözenken başka bir problemin
yaratılması ihtimali azaltılmıştır. Problemin
çözümüne katkı sağlayan disiplinlerin sayısı
arttıkça ekoloji, çevre gibi meseleyi kendi
bütünlüğü içinde ele alan yaklaşımlar gündeme
gelmiş, külfetlerin mekân içinde kaydırılması gibi
yararsız çözümler, yerlerini problemin daha
rasyonel, bütün mekanlar için çözümüne terk
etmiştir. Ekonomik büyümenin; toprak, orman gibi
kendi kendini çoğaltan/yenileyen kaynakların belirli
aralıklarla verdiği ürünlerin değil, bu kaynakların
ana stoklarının tüketimine dayandığı, insanlığın
bindiği dalı, altın yumurtlayan tavuğu kestiği
anlaşılınca sürdürülebilir kalkınma kavramı ortaya
çıkmış, böylelikle külfetlerin zaman içinde
kaydırılması gibi yararsız çözümler de terkedilerek
meselenin bütün zamanlar için çözümü benimsenmiştir.
Bir bakıma, başlangıçtan bu yana bütün, önce
parçalanmış, sonra nüfuz sağlandıktan sonra aynı
parçalar tekrar bütünleştirilmiş, bu arada bütüne de
nüfuz imkânı sağlanmış, bütün adeta şeffaflık
kazanmıştır.
insanların ihtiyaçları sadece karınlarını doyurmak,
örtünmek ve bir örtü altına sığınmaktan ibaret
olmamış; aynca, kendi iradeleri dışında cereyan eden
tabiî hadiselere karşı korunmayı veya onlardan
yararlanmayı da gerekli kılmıştır. İnsanoğlu zamanla
kuraklığın, yokluğun, aşırı yağışın felâket
olduğunu; hangi olayların nerede, ne zaman, ne
ölçüde cereyan ettiğini, bunların ne gibi sonuçlar
verdiğini de müşahade etmiş ve gerekli tedbirleri
almaya başlamıştır. Bu kollektif tecrübe birikimleri
de bilgi nüvelerinin oluşmasına katkıda
bulunmuştur. Bu kollektif müşahadeler, eskiden
tesadüfi bir yer ve zamanda cereyan eden olayların
önemli bir bölümünü lâbaratuvarda, istediğimiz
zaman, istediğimiz sayıda tekrarlamanın imkân
dahilinde olduğu bu gün bile önemini korumakta,
adeta araşürmalar için bir başlangıç noktası teşkil
etmektedir.
Cenab-ı Allah, bir lütuf olarak insanları mükemmeli
bir şekilde yarattığına ve dünyayı insanlar için
donattığına göre; insanoğlunun, bir yandan kendini
anlamaya iç dünyasındaki kainatın sırlarına vakıf
olmaya çalışırken diğer yandan eşyanın tabiatına/hakikatına
nüfuz etmeye çalışması gerekmektedir. Ancak bu
yolla eşya ve insanın birbirini tahribi önlenerek
aralarında uyum sağlanabilecek yeryüzündeki
kaynaklar yerli yerinde kullanılabilecektir.
insan türünün en belirgin özelliği akılla teçhiz
edilmiş ve bu nimete karşılık bir takım
mükellefiyetler yüklenmiş olmasıdır. Bu
mükellefiyetlerin idraki inşam kendi içindeki ve
dışındaki potansiyel imkânlardan yararlanmaya ve
terakkiye sevketmektedir.
Insanlann cemaat hayatı yaşaması da aklın insana
yüklediği mükellefiyetlerin bir sonucudur. Cemaat
hayatı, işbirliği ve işbölümünü, tecrübe
paylaşımını mümkün kılmakta bu da zoru
kolaylaştırmakta ilerlemeyi çabuklaştırmaktadır.
insan türünün terakki ile mükellef kılınması onu,
işbirliği ve işbölümünü esas alan fakat durağan bir
hayat yaşayan diğer türlerden farklı kılmaktadır.
insanların cemaat halinde yaşaması aklın bir gereği
olduğu kadar da bir duygu meşeleşidir, tnsan bir
çatışma için değil, bir uyum için yaratıldığına göre
insanın fıtratına bağlı kalması halinde, aklıyla
duygularının çatışması uzak, uyuşması, bir topluluk
halinde, ahenk içinde yaşaması daha yakın bir
ihtimaldir.
Dolayısıyla insanlığın terakkisi, bütün bireylerin,
hem aklıyla duygularını uyuşturması hem de, aynı
özellikleri taşıdığını farz ettiği diğer bireylerle
uyuşmasına bağlıdır.
İhtilaf ve kavga her zaman kaynak israfı ve
ızdırapla, ittifak ve uyuşma da daima kaynak
tasarrufu ve ahenkle sonuçlanır. Bunu feh-metmeyenler
büyük kayıplara uğradıktan sonra bir yerde hata
yaptıklarım bir gün mutlaka fehmetmektedirler.
İnsanoğlu kendi tabiatına nüfuz ettikçe bir yandan
eşyanın, diğer yandan hemcinslerinin tabiatına
nüfuz etme ihtiyacına duyacak ve bu yolda mesafe
katettikçe terakki kolaylaşacaktır.
İslâm dini kadar bilgiye ve terakkiye önem veren
başka bir sistemin varolabileceği-ni düşünmek
güçtür. Allah'ın Resulüne hitabı oku diye başlamış,
Kur'an bilenlerle bilmeyenlerin eşit olmayacağını
açıkça beyan etmiştir. Resulullah, mealen günü
dününe eşit olan zarardadır diyerek sürekli
terakkiyi emrettikten sonra; mealen, "kendisi için
istediğini kardeşi için de istemeyen bizden
değildir" diyerek sosyal yakınlaşma ve dayanışmanın
temelini atmıştır. Terakki ve karşılıklı
diğergamlığı esas alan bir koordinat sistemine
dayanarak bir sistemin ufkunun ne kadar geniş
önünün ne kadar açık olabileceğini izaha ihtiyaç
yoktur.
Yüce Resul, "ilim Müslümanın kayıp malıdır, nerede
bulursa orada alır". "Kadın erkek her Müslümana
ilim öğrenmek farzdır", "ilim Cinde bile olsa gidip
alınız" diyerek ilmi teşvik etmiştir, islam dini
ilmî ve tefekkürü iba- dete tercih eden prensiplerle
doludur. Yüce
Resul'e göre "insanların en hayırlısı başkaları-na
faydalı olandır". Bugün başkalanna faydalı olmanın
en müessir yolu ilim ve teknolojide
ilerlemek ve ilmini, teknolojik bilgisini
insanlığın emrine sunmaktır.
Yüce Peygamber Allah'a, "bana eşyanın hakikatini
öğret" diye yalvarmıştır. Eşyanın hakikatini
öğrenmenin müsbet bilim tahsilinden başka bir yolu
mevcut değildir. Yaradanın gücünü idrak etmenin,
yaratıkların mahiyetini öğrenmekten daha güzel bir
yolunun varlığını iddia etmek mümkün olabilecek
midir?
Hz. Muhammed (S.A.V.) ilme böylesine büyük bir değer
izafe ettikten sonra faydasız ilimden Allah'a
sığınmıştır. Faydasız olan bir şey ilim olma
özelliği kazanamayacağına göre yüce Peygamberin
Allah'a sığındığı ilim, öğrenildikten sonra
insanlığın emrine sunulmayan, atıl bırakılan ilim
olmalıdır.
Bu açıklamaların ışığında ilmi, îslâmi ilimler,
Îslâmi olmayan ilimler diye iki grubu ayırmanın
imkânsızlığı, eşyanın tabiatını açıklamaya yarayan
her ilmin îslâmiliği kendiliğinden ortaya
çıkacaktır.
İlmî terakkinin her çeşit düzenin temeli
tutarlılıktır, ilim başlangıçtaki tespitlerin,
varsayımlarının üzerine bina edilir. Sonraki bul-gulann
bu tesbit ve varsayımlarla çatışması halinde ya bu
tesbit ve varsayımların veya sonraki bulgulann
yeniden gözden geçirilip düzeltilmesi, aradaki
çelişkinin giderilmesi gerekir. Birbiriyle çelişen
prensip ve varsayımlann üzerine ilim yapmak, maili
inhidam bir duvan inşada ısrar göstermekten
farksızdır.
îki kere iki her yerde, her zaman, her konuda,
herkes için dört etmiyor; bazen üç, bazen beş etmesi
isteniyorsa hesaplarda mutabakat sağlamanın yolu
yoktur. Hesaplarda mutabakat sağlanamayan bir
toplulukta ihtilâfların önünü almanın bir çaresi
mevcut değildir.
Tutarlılık beraberinde tahmin edilebilirliği
getirir. Tahminler tahkiklere başlangıç teşkil
eder, ilmin önü açılır.
Doğru yolda, tutarlı bir çizgide hareket eden bir
kişiyle ihtilâfa düşmek için kasıt ve özel bir
gayret sarf etmek gereklidir.
Yanlış bir yolda da olsa davranışları tutarlılık
gösteren bir kişiyle, işbirliği ve ittifaka girmek
güç olsa bile o kimseyle ihtilâfa düşmekten
kaçınmak büyük ölçüde mümkündür. Zira tutarlı
insanın hangi şartlar altında nasıl bir davranış
içinde olacağını talimin etmek, araya bir mesafe
koyarak, istenmeyen davranışlardan kaçınmak, böyle
bir davranışa yol açmayacak hallerde o kişiyle
diyaloga ve ilişkiye girmek mümkündür.
Buna karşılık herhangi bir harekete karşı nerede,
ne zaman, nasıl bir davranış içinde bulunacağı
kestirilemeyen birisiyle hiçbir konuda diyalog
kurmak ve işbirliğine girmek mümkün olamamaktadır.
Talimin edilebilirlik beraberinde insanların
birbirlerine karşı vaziyet almasını, aralarına
koyacakları mesafeyi tayin imkânını getirmekte ve
sonuçta insanlar birbirlerine karşı belirli şartlar
altında, belirli ölçüler içinde güven duymakta,
güven istikrara yol açmakta istikrar da bir düzenin
temelini teşkil etmektedir.
Tutarsızlık, insanın kendi iç dünyasını düzene
koyamamış oluşunun bir göstergesidir. Kendi içinde
düzen kuramayanların kendi dışlarında kurulacak bir
düzenin bir parçası olmaları da mümkün değildir.
Son çeyrek veya yarım asırda ilim ve teknoloji
özellikle ulaşım ve iletişim alanında kaydedilen
gelişmeler mesafe kavramını eritip çözmüş, dünyayı
adeta avuç içine sığacak kadar küçültmüş, dünyanın
herhangi bir yerindeki bir hadise dünyanın her
yerini etkiler hale gelmiştir.
Buna ilâveten ilmî birikim ve terakkî olayların
cereyan hızını artırmıştır.
Modern insafı, hem dünyanın her tarafında olup
bitenleri takip hem de bunlara karşı ânî reaksiyon
gösterme mecburiyetindedir. Modern donanımlarla
donatılmaması halinde insanın bu gerilime tahammül
göstermesi, devre dışı kalmaktan içtinab etmesi,
mümkün değildir.
Hadiselerin hız kazanması, bunlara karşı anında ve
doğru bir şekilde reaksiyon gösterebilecek şekilde
donatılmış olanlar için büyük bir şans, aksi
takdirde bir talihsizliktir.
Hem tutarsız, hem donanımsız kişi veya toplumların
modern dünyada varlıklarını sürdürmeleri adeta
imkânsızdır.
İslâmiyet insana müstesna bir değer vermektedir,
inancımıza göre Allah insanı çamurdan yaratmış ve
ona ruhundan üflemiştir, insanlığın atası olan Hz.
Adem'i yaratmış ve meleklere ona secde etmelerini
emretmiştir, iblis hariç hepsi bu emre itaat
etmiştir. Öylese insan üstün ve aziz değil midir?
Nitekim Allah insanı yeryüzünde kendisine halife
tayin etmiştir.
İslâm insana ve onların haklarına Allah'ın
kendisinin bile müdahaleden içtinab edeceği ölçüde,
büyük bir değer vermiş her türlü günahı ve hatayı
affa hazır olduğu halde insanların birbirleri
üzerindeki hukuku kendi aralarında halletmelerini
istemiştir.
islâmiyet insana verilen değeri, insanın içini
ürpertecek ölçüler içinde ortaya koyan prensiplerle
doludur.
Bu bakımdan insana ve insan haklarına verilen değer
yönünden tslâmiyetle modern düşünce ve demokrasinin
ciddi bir çatışmaya girmesi uzak bir ihtimaldir.
insana ve ilme böylesine yüce bir yer veren bir
kültür mirasına sahip olmuş olmamıza rağmen ilim
alanında emeklememizin insan haklarına verdiğimiz
değer yönünden her yerde muaheze edilmemizin sebebi
nedir?
Bu sebeplerin başında, Türk toplumunun yönetimi
elinde tutan bir kesiminin bütünüyle Türk insanına
karşı duyduğu güvensizlik ve hareket tarzlanndaki
tutarsızlık gelmektedir.
Kendilerine paye verenlerin yanında Türk insanı,
kendi halinde bırakıldığında ya davulcuya ya
zurnacıya varacağı sanılan gelinlik kızdan
farksızdır.
Anayasamızın birinci maddesine hâkimiyetin kayıtsız
şartsız millete ait olduğunu
yazdıktan sonra anayasanın müteakip maddelerinde bu
hakimiyete bir dizi sınırlama getirip içini
boşaltmanın başka bir izahı yoktur.
Milletin kendisi için en doğru yolu bulacağından
şüphemiz varsa millete bazı kayıt ve şartlar altında
bir hâkimiyet tanınması daha dürüst, daha tutarlı
bir davranış değil midir? Böyle bir şüphemiz yoksa
bu sınırlamalara ne ihtiyaç vardır?
Millet eline geçirdiği bir hâkimiyeti yeniden
padişahlara, sultanlara teslim edecek kadar aptal
mıdır?
Avrupanm göbeğinde üç milyonluk bir Türk kolonisi
kuran, hem kendi göbeğini kesen, hem köyünü imar
eden, kısa bir süre içinde sokak süpürücülüğü,
tuvalet temizleyiciliği ve yeraltı maden
işçiliğinden işverenliğe terfi eden, çocuklarını ve
torunlarını teknisyen, mühendis v.s. düzeyine
çıkaran işçilerimizin aklı selimi, onları
yönlendirdiğini sananlarınkinden daha mı zayıftır?
Devletin kendi iktisadî teşebbüslerini adam gibi
idare edememenin ötesinde tasviye-yi bile
beceremediği bir dönemde, dünyanın dört bir tarafını
kolaçan eden, küçük esnafımızın, orta ve büyük
işletmecilerimizin basireti devletin tepe
noktalarında yuvalanıp devleti her anlamda batağa
saplayanlarınkinden daha mı zayıftır?
Çeyrek asra yaklaşan bir süreden beri çektiği
sıkıntılara, şahit olduğu yolsuzluk ve soygunlara
rağmen devlete karşı sesini bile yükseltmeyenlerin
devlete olan bağlılığı devleti bu hale getiren
milleti inim inim inleten kerameti kendinden menkul
bilmiş takımınınkin-den daha mı azdır?
Hayır!
Öyleyse bu güvensizlik bu korku neden? Millet sizin
sandığınız gibi davulcu veya zurnacıya varacak genç
kızdan farksız ise şimdiye kadar yaptıklarınız ne
işe yaramıştır?
Lütfen söyler misiniz?
Durum gerçekten sizin sandığınız gibiyse işimiz
Allah'a kalmış demektir. Ancak Allah'tan fayda
ummak da beyhudedir. O, kendi yolunu değiştirmeyen
bir topluluğun yolunu değiştirmeyeceğini yüce
kitabında açıkça ortaya koymuştur.
Anayasamız kanunların kendisine uygunluğunu kontrol
etmek üzere bir Anayasa Mahkemesinin kurulmasını
hükme bağladıktan sonra birtakım kanunların
Anayasaya aykırılıklarının iddia edilemeyeceğini
hükme bağlamıştır. Bu hüküm, o kanunların Anayasaya
aykırılığının itirafından başka bir şey midir?
Anayasasında öylesine bariz çelişkiler içeren bir
ülkenin hukuk sisteminde tutarlılık sağlamak mümkün
müdür?
Anayasamız vicdan hürriyetini teminat altına
almıştır. Vicdan hürriyetinin tecelli etiği en
önemli alan din alanıdır. Din hürriyetinin sınınnı
dinin kendi kaynaklarının tayin etmesi en tabiî bir
haldir. Buna rağmen bu alanı kanunlarla tayin
etmenin savunulması mümkün müdür? İstediğin dine
inanır ve o dinin gereklerini yerine getirebilirsin,
ancak o dinin sınırlanın çizmek, esaslarını tesbit
etmek bana aittir demeyi makul bulabiliyor musunuz?
Bunun mantık planında savunulmasını mümkün görüyor
musunuz?
Kendi başımıza geldiğinde yıllarca şikâyet ettiğimiz
bir durumu, başkalarının başına geldiğinde
görmemezlikten gelirseniz demokrat olduğunuzu
söylemeniz, güvenilir ve inandırıcı olmanız ne
derece inandırıcı olabilecektir?
İki kere iki her yerde, her zaman, herkes için dört
etmiyorsa sizin yaptığınız hesaba kim inanır Allah
aşkına?
|