Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Bilim Çağı Bilim Toplumu ve Biz 

Ziraat Yüksek Mühendisi, Orhan Türköz 

Cenab-ı Allah insanları nerede olurlarsa olsunlar her devirde, belirli bir zaman kesitin­de duyduklan ihtiyaçları karşılayabilecek bir mükemmellikte yaratmıştır. Dünyayı da insan­lar için gerekli kaynaklarla donatmıştır. İnsan­lar sayılarının, bilgilerinin, ihtiyaçlarının sınırlı olduğu devirlerde çevrelerinde kendiliğinden yetişen bitkilerin meyvelerini ve diğer aksamı­nı devşirmek, hayvanları basit usullerle avla­mak suretiyle hayatlannı sürdürebilmişlerdir. 

Sayılannın artması veya ihtiyaçlarının çoğalması ve çeşitlenmesi sonucu, ihtiyaçların karşılanmasının güçleştiği her an, insan beyni­nin potansiyel imkânları işletilerek yeryüzün­deki potansiyel kaynakların o zamana kadar değerlendirilmeyen bir bölümü devreye sokul­muştur.

Yeni ihtiyaçtann giderilmesinde ilk mer­hale, kendiliğinden yetişen ürünlerin, henüz kimse tarafından tüketilmediği yeni mekânla­rın aranması; bulunması ve oradaki kaynakla­rın kullanılması olmuştur. 

Nüfus artışına paralel olarak, tabiatın kendiliğinden verdiği ile insaniann geçimine imkân tanıyan bütün mekânlann, geçici olarak da olsa, işgal edilmesi ve burada yetişenlerin tamamının mevcut nüfusça tüketilir hale gel­mesi insanoğlunu, tabiatın kendiliğinden ver­diğini, tabiatın değişik yerlerine dağıttığı üre­tim faktörlerini, belirli yerde yoğunlaştırarak kendi gayretiyle üretmeye zorlamış ve bu mer­halede yarı yerleşik ve zamanla yerleşik düze­ne geçilmiş; avlanma ve devşirmeciliğe dayalı hayat tarzı, yerini tarıma dayalı hayat tarzına terketmiştir. Nüfus ve tüketimin sürekli bir şe­kilde artmasıyla bir yörede mevcut imkânların yetersiz hale geldiği her zaman, belirli bir sı­kıntılı dönemden sonra, yeni imkânlar bulun­muş, yeni ufuklar açılmış, yeni sıçramalar ol­muş ve her zaman insanoğlu terakkiye devam ederek daha iyi şartlara kavuşmuştur. 

Tabiatıyla her türlü gelişme, her yerde aynı anda ve aynı hızla gerçekleşmediğinden dolayı, o an için imkânı sınırlı kalan yöreler­den imkânı gelişen yörelere doğru nüfus hare­ketlerine de rastlanmıştır. 

İnsanlığın tarihi; taş devri, cilâlı taş dev-ri, tunç devri v.s. gibi isimlerle anılan bir dizi terakkinin tarihidir.

Başka bir çizgide; o odun devri, kömür devri, petrol devri, doğalgaz devri, nükleer enerji devri; jeotermal enerji, rüzgâr ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir kaynaklardan elde edilen enerji devri gibi başka bir dizi oluştur­mak mümkündür.

İnsanlığın ihtiyacını karşılamakta kulla­nılan her türlü ürün ve hizmet için de aynı şey yapılabilecektir. 

Bizim gibi yaşı altmışı geçmiş olan nes­lin ömrü boyunca pişirme ihtiyaçlan için ocak­tan pompalı ve fitilli gaz ocaklarına, daha son­ra ipragaz, milangaz gibi markalarla anılan tüplü ocaklara, havagazı, doğalgaz ocaklarına elektirikli fırınlara geçilmiştir.

Bütün bu değişikliklerin gerisinde her zaman, herkes tarafından açıkça görülmese   bile daima varlığım koruyan, giderek büyü­yen ve önemi artan bir tek faktör vardır. Bilgi. 

Atalarımız "at ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır" demişler. Ne yazık ki zaman meydanları da harabetmekte şanları ve şerefle­ri de unutturmaktadır. Zamanın alıp götürme­diği daima büyük bir ihtimamla koynunda bes­leyip büyüttüğü tek şey vardır. Bilgi.

Mezapotamya, Mısır, Anadolu Medeni­yetleri ve daha niceleri yokolup gitmiş geriye sadece bir yığın harabe kalmıştır.

Ancak Öklit, Tales, Pisagor, Arşimet v.b. teoremleri öldürmek, imha etmek, yok etmek mümkün olmamıştır. 

Bilginin kaynağı hayatın idamesi için verilen mücadele ve çabadır. Değişik bir ifade ile, hiç değilse başlangıçta, bilgi hayatı idame gayretlerinin bir yan ürünü olarak ortaya çık­mıştır. Önceleri yavaş cereyan eden ve anlam­lı bir hale gelmesi için asırlara ihtiyaç gösteren bu birikim, kendisine yapılan her ilâve ile hız­lanarak ivme kazanmış, yani, gittikçe artan bü­yük bir hızla büyümüştür. Bir su kolonunun yüksekliği arttıkça taban basıncının artması, buna bağlı olarak tabandaki bir menfezden akan suyun hızının ve sıçrama mesafesinin art­ması gibi, ilmî birikim arttıkça ilmî ilerleme hı­zı da artmıştır. Önümüzdeki birkaç on yılda bu biz, algılanması ve idraki güç bir büyüklü­ğe ulaşacaktır, 

Bilgi birikimi belirli bir seviyeye ulaştık­tan sonra bilim, hayatı, idame çabalarının bir yan ürünü olmaktan çıkmış ve başlı basma bir meslek ve meşgale haline gelmiştir. Ancak ge­niş bir mekâna yayıldığı, diğer mesleklerin ürünleri gibi müşahhas bir varlığa sahip olma­dığı için başlangıçta bu yeni mesleğin ürünle­rinin algılanması ve takdiri güç olmuştur. Bun­dan dolayı da bu mesleğin yararlarının anlaşıl­ması zaman almış, belki bir süre zenginlerin inhisarında kalmış ve sadece prestij kaynağı olarak görülmüştür. Ancak zamanla ilmî meslek dolaylı olarak da olsa, her mesleğe katkı sağlayan geniş açılı bir meslek her aşa katıla­cak bir aız haline gelmiştir. 

ilmî birikim arttıkça bu birikimin tama­mının kavranması güçleşmiş uygun yerlerden ayrılarak kavranabilecek kadar küçük bölüm­lere aynlmıştır. Yeni oluşan her dalda da biri­kim hızla artarak yeniden kavranamayacak bir büyüklüğe erişmiş ve tekrar insanın yeterince nüfuzuna imkan veren yeni dallar halinde bö­lünmeye devam etmiştir. 

ihtisaslaşma dediğimiz bu olgu, bir yan­dan bilgi birikimine yeni hız ve ivmeler kazan­dırırken diğer yandan ileri ihtisas dallarında çalışan bilim adamlarının bütünü görmesini engelleyen bir amil olmuştur.

Bir yandan ilmin günlük meşgalelerden bağımsız bir meslek halini alması, diğer yan­dan her mesleğe katkıda bulunacak bir mahi­yet kazanması günlük hayata dönük meslek­lerle ilmî meslekler arasında bir köprünün, il­min verilerini günlük hayata aktaran ve adına teknoloji denen daha yeni bir mesleğin, daha doğrusu meslekler dizisinin oluşmasına yol aç­mıştır. 

ihtisaslaşmanın bulgularının insanlığa tam anlamıyla aktarılabilmesi gereği, zamanla, yeni fakat bu defa düşey değil, yatay istikamet­te bir gelişmeye ihtiyaç göstermiştir. Bu geliş­me ve çeşitli ihtisas dallarının bulgularının bir bütün olarak ele alınıp insanlığın emrine veril­mesidir.

Bu gelişme, bir inşaat için gerekli bütün malzemenin inşaat alanına yığılmasından son­ra inşaatta yerli yerinde kullanılmasına veya bir makinanın değişik unsurlarının farklı tez­gâhlarda imal edildikten sonra montaj hattında birleştirilmesine benzemektedir.

Bu yeni gelişme sayesinde şimdiye ka­dar kendi dar ihtisas alanlarında değerlendiri­len bulguların çok daha geniş bir anlamda, çok değişik amaçlar için, kullanımına imkân hazır­lanmıştır. 

ihtisaslaşmayı takip eden bu bütünleş­me çeşitli safhalardan geçmiştir. 

tik safhada bir dal içinde yeni ihtisasla­rın oluşması, hudutlarda teşekkül eden yeni ihtisas alanlarının, başka hudutlar içindeki ye­ni ihtisas alanlarıyla temasını sağlamış; fizikle kimyanın hududunda oluşan fiziko-kimya ala­nı fizikle kimyanın bütünleştirilmesinde baş­langıç teşkil etmiştir. Bu bütünleşmeyi üst dü­zeylerde sosyo-ekonomik, tekno-ekonomik v.b. daha kapsamlı bütünleşmeler takip etmiş­tir.

Bu bütünleşme sayesinde, zamanla, bir problemin çözümüne tek bir meslek yerine birçok mesleğin bakış açışım esas alan yakla­şımlar geliştirilmiştir. Bu yolla bir problemi çö­zenken başka bir problemin yaratılması ihtima­li azaltılmıştır. Problemin çözümüne katkı sağ­layan disiplinlerin sayısı arttıkça ekoloji, çevre gibi meseleyi kendi bütünlüğü içinde ele alan yaklaşımlar gündeme gelmiş, külfetlerin me­kân içinde kaydırılması gibi yararsız çözümler, yerlerini problemin daha rasyonel, bütün me­kanlar için çözümüne terk etmiştir. Ekonomik büyümenin; toprak, orman gibi kendi kendini çoğaltan/yenileyen kaynakların belirli aralık­larla verdiği ürünlerin değil, bu kaynakların ana stoklarının tüketimine dayandığı, insanlı­ğın bindiği dalı, altın yumurtlayan tavuğu kes­tiği anlaşılınca sürdürülebilir kalkınma kavra­mı ortaya çıkmış, böylelikle külfetlerin zaman içinde kaydırılması gibi yararsız çözümler de terkedilerek meselenin bütün zamanlar için çözümü benimsenmiştir. 

Bir bakıma, başlangıçtan bu yana bü­tün, önce parçalanmış, sonra nüfuz sağlandık­tan sonra aynı parçalar tekrar bütünleştirilmiş, bu arada bütüne de nüfuz imkânı sağlanmış, bütün adeta şeffaflık kazanmıştır.

insanların ihtiyaçları sadece karınlarını doyurmak, örtünmek ve bir örtü altına sığın­maktan ibaret olmamış; aynca, kendi iradeleri dışında cereyan eden tabiî hadiselere karşı ko­runmayı veya onlardan yararlanmayı da gerekli kılmıştır. İnsanoğlu zamanla kuraklığın, yok­luğun, aşırı yağışın felâket olduğunu; hangi olayların nerede, ne zaman, ne ölçüde cereyan ettiğini, bunların ne gibi sonuçlar verdiğini de müşahade etmiş ve gerekli tedbirleri almaya başlamıştır. Bu kollektif tecrübe birikimleri de bilgi nüvelerinin oluşmasına katkıda bulun­muştur. Bu kollektif müşahadeler, eskiden te­sadüfi bir yer ve zamanda cereyan eden olay­ların önemli bir bölümünü lâbaratuvarda, iste­diğimiz zaman, istediğimiz sayıda tekrarlama­nın imkân dahilinde olduğu bu gün bile öne­mini korumakta, adeta araşürmalar için bir başlangıç noktası teşkil etmektedir.

Cenab-ı Allah, bir lütuf olarak insanları mükemmeli bir şekilde yarattığına ve dünyayı insanlar için donattığına göre; insanoğlunun, bir yandan kendini anlamaya iç dünyasındaki kainatın sırlarına vakıf olmaya çalışırken diğer yandan eşyanın tabiatına/hakikatına nüfuz et­meye çalışması gerekmektedir. Ancak bu yolla eşya ve insanın birbirini tahribi önlenerek ara­larında uyum sağlanabilecek yeryüzündeki kaynaklar yerli yerinde kullanılabilecektir. 

insan türünün en belirgin özelliği akılla teçhiz edilmiş ve bu nimete karşılık bir takım mükellefiyetler yüklenmiş olmasıdır. Bu mükellefiyetlerin idraki inşam kendi içindeki ve dışındaki potansiyel imkânlardan yararlanma­ya ve terakkiye sevketmektedir.

Insanlann cemaat hayatı yaşaması da aklın insana yüklediği mükellefiyetlerin bir so­nucudur. Cemaat hayatı, işbirliği ve işbölümü­nü, tecrübe paylaşımını mümkün kılmakta bu da zoru kolaylaştırmakta ilerlemeyi çabuklaş­tırmaktadır.

insan türünün terakki ile mükellef kılın­ması onu, işbirliği ve işbölümünü esas alan fa­kat durağan bir hayat yaşayan diğer türlerden farklı kılmaktadır.

insanların cemaat halinde yaşaması ak­lın bir gereği olduğu kadar da bir duygu meşeleşidir, tnsan bir çatışma için değil, bir uyum için yaratıldığına göre insanın fıtratına bağlı kalması halinde, aklıyla duygularının çatışması uzak, uyuşması, bir topluluk halinde, ahenk içinde yaşaması daha yakın bir ihtimaldir.

Dolayısıyla insanlığın terakkisi, bütün bireylerin, hem aklıyla duygularını uyuşturma­sı hem de, aynı özellikleri taşıdığını farz ettiği diğer bireylerle uyuşmasına bağlıdır. 

İhtilaf ve kavga her zaman kaynak isra­fı ve ızdırapla, ittifak ve uyuşma da daima kay­nak tasarrufu ve ahenkle sonuçlanır. Bunu feh-metmeyenler büyük kayıplara uğradıktan son­ra bir yerde hata yaptıklarım bir gün mutlaka fehmetmektedirler.

İnsanoğlu kendi tabiatına nüfuz ettikçe bir yandan eşyanın, diğer yandan hemcinsleri­nin tabiatına nüfuz etme ihtiyacına duyacak ve bu yolda mesafe katettikçe terakki kolaylaşa­caktır. 

İslâm dini kadar bilgiye ve terakkiye önem veren başka bir sistemin varolabileceği-ni düşünmek güçtür. Allah'ın Resulüne hitabı oku diye başlamış, Kur'an bilenlerle bilmeyen­lerin eşit olmayacağını açıkça beyan etmiştir. Resulullah, mealen günü dününe eşit olan za­rardadır diyerek sürekli terakkiyi emrettikten sonra; mealen, "kendisi için istediğini kardeşi için de istemeyen bizden değildir" diyerek sos­yal yakınlaşma ve dayanışmanın temelini at­mıştır. Terakki ve karşılıklı diğergamlığı esas alan bir koordinat sistemine dayanarak bir sis­temin ufkunun ne kadar geniş önünün ne ka­dar açık olabileceğini izaha ihtiyaç yoktur. 

Yüce Resul,  "ilim Müslümanın kayıp malıdır, nerede bulursa orada alır". "Kadın er­kek her Müslümana ilim öğrenmek farzdır", "ilim Cinde bile olsa gidip alınız" diyerek ilmi  teşvik etmiştir, islam dini ilmî ve tefekkürü iba- dete tercih eden prensiplerle doludur. Yüce

Resul'e göre "insanların en hayırlısı başkaları-na faydalı olandır". Bugün başkalanna faydalı olmanın en müessir yolu ilim ve teknolojide ilerlemek ve ilmini, teknolojik bilgisini insanlı­ğın emrine sunmaktır.

Yüce Peygamber Allah'a, "bana eşyanın hakikatini öğret" diye yalvarmıştır. Eşyanın ha­kikatini öğrenmenin müsbet bilim tahsilinden başka bir yolu mevcut değildir. Yaradanın gü­cünü idrak etmenin, yaratıkların mahiyetini öğrenmekten daha güzel bir yolunun varlığını iddia etmek mümkün olabilecek midir?

Hz. Muhammed (S.A.V.) ilme böylesine büyük bir değer izafe ettikten sonra faydasız ilimden Allah'a sığınmıştır. Faydasız olan bir şey ilim olma özelliği kazanamayacağına göre yüce Peygamberin Allah'a sığındığı ilim, öğre­nildikten sonra insanlığın emrine sunulmayan, atıl bırakılan ilim olmalıdır.

Bu açıklamaların ışığında ilmi, îslâmi ilimler, Îslâmi olmayan ilimler diye iki grubu ayırmanın imkânsızlığı, eşyanın tabiatını açık­lamaya yarayan her ilmin îslâmiliği kendiliğin­den ortaya çıkacaktır. 

İlmî terakkinin her çeşit düzenin temeli tutarlılıktır, ilim başlangıçtaki tespitlerin, var­sayımlarının üzerine bina edilir. Sonraki bul-gulann bu tesbit ve varsayımlarla çatışması ha­linde ya bu tesbit ve varsayımların veya sonra­ki bulgulann yeniden gözden geçirilip düzel­tilmesi, aradaki çelişkinin giderilmesi gerekir. Birbiriyle çelişen prensip ve varsayımlann üze­rine ilim yapmak, maili inhidam bir duvan in­şada ısrar göstermekten farksızdır. 

îki kere iki her yerde, her zaman, her konuda, herkes için dört etmiyor; bazen üç, bazen beş etmesi isteniyorsa hesaplarda muta­bakat sağlamanın yolu yoktur. Hesaplarda mu­tabakat sağlanamayan bir toplulukta ihtilâfla­rın önünü almanın bir çaresi mevcut değildir.

Tutarlılık beraberinde tahmin edilebilir­liği getirir. Tahminler tahkiklere başlangıç teş­kil eder, ilmin önü açılır.

Doğru yolda, tutarlı bir çizgide hareket eden bir kişiyle ihtilâfa düşmek için kasıt ve özel bir gayret sarf etmek gereklidir. 

Yanlış bir yolda da olsa davranışları tu­tarlılık gösteren bir kişiyle, işbirliği ve ittifaka girmek güç olsa bile o kimseyle ihtilâfa düş­mekten kaçınmak büyük ölçüde mümkündür. Zira tutarlı insanın hangi şartlar altında nasıl bir davranış içinde olacağını talimin etmek, araya bir mesafe koyarak, istenmeyen davranışlar­dan kaçınmak, böyle bir davranışa yol açma­yacak hallerde o kişiyle diyaloga ve ilişkiye girmek mümkündür. 

Buna karşılık herhangi bir harekete kar­şı nerede, ne zaman, nasıl bir davranış içinde bulunacağı kestirilemeyen birisiyle hiçbir ko­nuda diyalog kurmak ve işbirliğine girmek mümkün olamamaktadır.

Talimin edilebilirlik beraberinde insan­ların birbirlerine karşı vaziyet almasını, araları­na koyacakları mesafeyi tayin imkânını getir­mekte ve sonuçta insanlar birbirlerine karşı be­lirli şartlar altında, belirli ölçüler içinde güven duymakta, güven istikrara yol açmakta istikrar da bir düzenin temelini teşkil etmektedir. 

Tutarsızlık, insanın kendi iç dünyasını düzene koyamamış oluşunun bir göstergesi­dir. Kendi içinde düzen kuramayanların kendi dışlarında kurulacak bir düzenin bir parçası ol­maları da mümkün değildir.

Son çeyrek veya yarım asırda ilim ve tek­noloji özellikle ulaşım ve iletişim alanında kay­dedilen gelişmeler mesafe kavramını eritip çöz­müş, dünyayı adeta avuç içine sığacak kadar kü­çültmüş, dünyanın herhangi bir yerindeki bir ha­dise dünyanın her yerini etkiler hale gelmiştir.

Buna ilâveten ilmî birikim ve terakkî olayların cereyan hızını artırmıştır. 

Modern insafı, hem dünyanın her tarafın­da olup bitenleri takip hem de bunlara karşı ânî reaksiyon gösterme mecburiyetindedir. Modern donanımlarla donatılmaması halinde insanın bu gerilime tahammül göstermesi, devre dışı kal­maktan içtinab etmesi, mümkün değildir.

Hadiselerin hız kazanması, bunlara kar­şı anında ve doğru bir şekilde reaksiyon gösterebilecek şekilde donatılmış olanlar için büyük bir şans, aksi takdirde bir talihsizliktir.

Hem tutarsız, hem donanımsız kişi veya toplumların modern dünyada varlıklarını sür­dürmeleri adeta imkânsızdır. 

İslâmiyet insana müstesna bir değer ver­mektedir, inancımıza göre Allah insanı çamur­dan yaratmış ve ona ruhundan üflemiştir, in­sanlığın atası olan Hz. Adem'i yaratmış ve me­leklere ona secde etmelerini emretmiştir, iblis hariç hepsi bu emre itaat etmiştir. Öylese insan üstün ve aziz değil midir? Nitekim Allah insanı yeryüzünde kendisine halife tayin etmiştir.

İslâm insana ve onların haklarına Al­lah'ın kendisinin bile müdahaleden içtinab edeceği ölçüde, büyük bir değer vermiş her türlü günahı ve hatayı affa hazır olduğu halde insanların birbirleri üzerindeki hukuku kendi aralarında halletmelerini istemiştir.

islâmiyet insana verilen değeri, insanın içini ürpertecek ölçüler içinde ortaya koyan prensiplerle doludur.

Bu bakımdan insana ve insan haklarına verilen değer yönünden tslâmiyetle modern düşünce ve demokrasinin ciddi bir çatışmaya girmesi uzak bir ihtimaldir. 

insana ve ilme böylesine yüce bir yer veren bir kültür mirasına sahip olmuş olmamı­za rağmen ilim alanında emeklememizin insan haklarına verdiğimiz değer yönünden her yer­de muaheze edilmemizin sebebi nedir?

Bu sebeplerin başında, Türk toplumu­nun yönetimi elinde tutan bir kesiminin bütü­nüyle Türk insanına karşı duyduğu güvensizlik ve hareket tarzlanndaki tutarsızlık gelmektedir.

Kendilerine paye verenlerin yanında Türk insanı, kendi halinde bırakıldığında ya davulcuya ya zurnacıya varacağı sanılan gelin­lik kızdan farksızdır.

Anayasamızın birinci maddesine hâki­miyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu yazdıktan sonra anayasanın müteakip madde­lerinde bu hakimiyete bir dizi sınırlama getirip içini boşaltmanın başka bir izahı yoktur. 

Milletin kendisi için en doğru yolu bula­cağından şüphemiz varsa millete bazı kayıt ve şartlar altında bir hâkimiyet tanınması daha dürüst, daha tutarlı bir davranış değil midir? Böyle bir şüphemiz yoksa bu sınırlamalara ne ihtiyaç vardır?

Millet eline geçirdiği bir hâkimiyeti ye­niden padişahlara, sultanlara teslim edecek ka­dar aptal mıdır?

Avrupanm göbeğinde üç milyonluk bir Türk kolonisi kuran, hem kendi göbeğini ke­sen, hem köyünü imar eden, kısa bir süre için­de sokak süpürücülüğü, tuvalet temizleyiciliği ve yeraltı maden işçiliğinden işverenliğe terfi eden, çocuklarını ve torunlarını teknisyen, mü­hendis v.s. düzeyine çıkaran işçilerimizin aklı selimi, onları yönlendirdiğini sananlarınkinden daha mı zayıftır? 

Devletin kendi iktisadî teşebbüslerini adam gibi idare edememenin ötesinde tasviye-yi bile beceremediği bir dönemde, dünyanın dört bir tarafını kolaçan eden, küçük esnafımı­zın, orta ve büyük işletmecilerimizin basireti devletin tepe noktalarında yuvalanıp devleti her anlamda batağa saplayanlarınkinden daha mı zayıftır? 

Çeyrek asra yaklaşan bir süreden beri çektiği sıkıntılara, şahit olduğu yolsuzluk ve soygunlara rağmen devlete karşı sesini bile yükseltmeyenlerin devlete olan bağlılığı devle­ti bu hale getiren milleti inim inim inleten ke­rameti kendinden menkul bilmiş takımınınkin-den daha mı azdır?

Hayır!

Öyleyse bu güvensizlik bu korku neden? Millet sizin sandığınız gibi davulcu veya zurnacıya varacak genç kızdan farksız ise şimdiye kadar yaptıklarınız ne işe yaramıştır? 

Lütfen söyler misiniz?

Durum gerçekten sizin sandığınız gibiy­se işimiz Allah'a kalmış demektir. Ancak Al­lah'tan fayda ummak da beyhudedir. O, kendi yolunu değiştirmeyen bir topluluğun yolunu değiştirmeyeceğini yüce kitabında açıkça orta­ya koymuştur. 

Anayasamız kanunların kendisine uy­gunluğunu kontrol etmek üzere bir Anayasa Mahkemesinin kurulmasını hükme bağladık­tan sonra birtakım kanunların Anayasaya aykı­rılıklarının iddia edilemeyeceğini hükme bağ­lamıştır. Bu hüküm, o kanunların Anayasaya aykırılığının itirafından başka bir şey midir? Anayasasında öylesine bariz çelişkiler içeren bir ülkenin hukuk sisteminde tutarlılık sağla­mak mümkün müdür? 

Anayasamız vicdan hürriyetini teminat al­tına almıştır. Vicdan hürriyetinin tecelli etiği en önemli alan din alanıdır. Din hürriyetinin sınınnı dinin kendi kaynaklarının tayin etmesi en tabiî bir haldir. Buna rağmen bu alanı kanunlarla ta­yin etmenin savunulması mümkün müdür? İste­diğin dine inanır ve o dinin gereklerini yerine getirebilirsin, ancak o dinin sınırlanın çizmek, esaslarını tesbit etmek bana aittir demeyi makul bulabiliyor musunuz? Bunun mantık planında savunulmasını mümkün görüyor musunuz? 

Kendi başımıza geldiğinde yıllarca şikâyet ettiğimiz bir durumu, başkalarının başına geldiğinde görmemezlikten gelirseniz demokrat olduğunuzu söylemeniz, güvenilir ve inandırıcı olmanız ne derece inandırıcı olabilecektir? 

İki kere iki her yerde, her zaman, her­kes için dört etmiyorsa sizin yaptığınız hesaba kim inanır Allah aşkına?

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005