Bir Tereddüdün Küreselleşmesi
Cengiz Aydoğdu
"Ben dünyayı sonsuza dek bellerdim Meğer dünya bir
sultanlık yoğ imiş."
Karacaoğlan
Nasreddin Hoca'nın kıyametini bilirsiniz; "Karım
ölünce küçük kıyamet ben ölünce büyük kıyamet
kopar." dermiş. Dünyanın faniliğini vurgulayan,
"yalan dünya" esprisi üzerine kumlmuş hikmetli bir
nükte. İnsanların başlarına gelen olaylardan umumi
hükümler çıkarma temayülü Nasreddin Hoca'ya has
olmadığı gibi, ondan önce de ondan sonra da devam
edegelmiştir. "Sonu olan bu alemde sonsuzluğun
yolcusu olan insan", böyle yapmakla hayatına bir
anlam kattığına ve kendisini bütün varlıkla
irtibatlandırdığına inanır. Esasen insan, düşününce
basma gelen herşeyde bir anlam bulabilir; alemdeki
kozmik yeri bunu gerekli kılar. Ezel ve ebed duygusu
ihtiyacıyla teçhiz edildiğimiz için, gelecek
hakkında tahmin yapmak da insan varlığının
ihtiyaçları arasındadır. İlk çağdan beri böyledir
bu. Bu yüzden ilk çağdan beri insanın macerası
hakkında pekçok şey söylenmiş. Günümüze kadar pek
çok kişi düşünmüş, yorum ve kehanetlerde bulunmuş,
kimisi müjdelemiş, kimisi korkutmuştur.
Geçtiğimiz son on yılda yaşadığımız üç olay,
kendilerinden sonra yapılan yorum ve
değerlendirmelerde; tarihin seyrinde bir eksen
kaymasının delilleri gibi gösterilmeye çalışıldı.
Bunlar, demirperdenin çöküşü, Körfez'deki kriz ve
Bosna olaylanydı. Her üç olay da aslında, "gidişaf'ın
tabii neticeleriydi. Ne var ki, bu hadiseler
tesirlerinin büyüklüğü ve mahiyetleri itibariyle
tarihi kırılma noktaları olarak değerlendirilmeye
müsaitti. Nitekim öyle oldu. Aydınlanma'dan mevaıs
kategorik batı menta-litesi, hadiselerin asıl
mahiyetlerini değil, (hadiseler yeni bir çağa
geçişi işaret eden kilometre taşlarıymış gibi) yeni
devrin muhtemel ve muhayyel özelliklerini öne
çıkardı.
Aslında Bosna dramı, Avrupa ile tarih arasında
cereyan eden bir meseleydi. Avrupa, Bosna'da sadece
kendinin değil bütün insanlığın tarihiyle
hesaplaşmak ve modern "kaza-nım"larını ibra etmek
fırsatını yakalamıştı. Ancak değerlendiremedi.
Kendi vicdanında bile temize çıkamadı. Bu yüzden
Batı Intelijansiya-sı, 21. yüzyıl kehanetlerini
Bosna hadisesi hiç olmamış gibi ortaya koymak
ikiyüzlülüğünden kurtulamadı. Çağrışımları
itibariyle Bosna bizim için de (Avrupa ile
ilişkilerimiz konseptin-de) tarihle hesaplaşma
fırsatıydı. Osmanlı'dan bu yana Avrupa'yla aramızda
değişip değişmeyenleri gösterme kabiliyeti
açısından dikkate şayandı. Lakin Türkiye, o dikkati
gösterecek zihni bir takate (zihniyet kaynaklarının
frengi illetiyle "mefluç" olmasından) hiç bir zaman
ulaşamadı.
Demirperdenin çöküşü dünyaya suni ve biraz da zoraki
bir iyimser hava yaydı. Emper-yal gücü çöken Rusya
bile, kendisini iyimser hissetme mecburiyetini acı
bir tebessümle kabul etmek zorunda kaldı. Zira
tarihin şahit olmadığı türden bir hegemonya kendini
odaksız ve merciisiz göstererek hükmünü
yürütüyordu. Hükmü yürüyen şey sanki bütün
insanlığın ortak kanaatiydi. Tarafsız ve bağlantısız
olmanın veya öyle görünmenin avantajını kullanan
kart "Janus", insanlığı kendi kanaatlerini kabule
zorluyordu. Herkes iyimser olmak veya görünmek
zorundaydı çünkü, yeni kültürel hegemonyanın nazik
buyruğu o noktadaydı. Demirperdenin çöküşünün
arkasından gelen Körfez şoku bu iyimserliğin
temelsizliğini gösterebilirdi. Ancak, Amerika
dışında kalan dünyanın iyimser olmamaya gücü,
yetkisi ve hakkı yoktu. Nitekim Amerika, iyimser
olma hakkını kullanarak, tıpkı bir rüya yapıcısı
gibi 'Yeni Dünya Düzeni", "kutupsuz ve çatışmasız
bir dünya", "global değerler" gibi mit'ler etrafında
"küresel" beklentiler icat etti. Ve bu icatlarını
adeta bir "pagemaster" marifetiyle nükleer
füzelerinin gölgesinde dünyaya telkin etmeye
başladı. Körfez'deki temaşa bu telkinin efektleri
gibiydi. Amerika Körfez'de aslında bütün insanlığın
masallarını bombaladı ve Hollywo-od'vari bir "action"la
sanal hikayesini bütün dünyaya kabul ettirdi.
Bosna'ya karşı gösterilen tepkisizlik, sebepleri
bakımından Körfez'deki trajedinin tersinden tekrarı
olduğu için dünyayı rüyadan uyandırabilirdi. Ne var
ki, dünyanın uyanmaya niyeti (ve cesareti) yoktu.
Bosna, bütün bu olanları sahici bir eksene
oturtabilecek bir sarsıntıydı. Bir medeniyet birimi
olarak, farklılıkları birarada yaşatmanın en güzel
timsali olan şehir, Bosna'da saldırıya uğradı. Bugün
söylenen manada, insanlığın küresel ahenginin bir
vaadden öte hayata geçiriliş tecrübesi kesilip
atıldı. Ve bütün dünya olanlara kulaklarını
tıkayarak küresel değerler masalını dinlemeye razı
oldu. Ne "hür dünya" ne de islam dünyası anlatılan
masalın fiilen yokedildiğini itiraf edemedi. Artık,
hiç bir şey olmamış gibi Amerikan fütürologlarının
garip telkinlerini dinleme imtiyazını kazanma
yarışına girilebilirdi, insanlar gözlerinin önünde
cereyan eden trajik çelişkilere baka baka bilgi
toplumu, global toplum, üçüncü dalga, küreselleşme,
dünya vatandaşlığı gibi kavramlarla "kesb-i kemal-i
hüner" eylemeye başladı.
Ad Koymak Mevcudiyete Bir Anlam ilave Etmektir
Wallerstein'a sorarsanız, demirperdenin çökmesi ile
başlayan iki kutuplu dünya düzeni ve soğuk savaşın
sona ermesi süreci aslında, Amerikan yüzyılının da
ölüm çanlarıdır. Ona göre iki kutuplu soğuksavaş
düzenini ayakta tutan şey Rusya'nın değil
Amerika'nın gücüydü; yıkan şey de Amerikan'ın
zayıflaması olmuştu. Zira Amerika iki kutuplu
düzeni devam ettirebilecek yükümlülüklerim ve
vaadlerini yerine getiremeyecek bir duruma
düşmüştü. Bu yorumu kabul eder veya etmeyiz. Ancak
sarih olarak görülen bir şey var ki, hadiselerin
odağında Rusya'dan çok Amerika durmaktadır.
Sebebi ne olursa olsun bu yıkılış yeni bir dönemin
başlangıcı gibi takdim edilmek zorundaydı. Batı
mentalitesi ve aydınlanmacı doğaısal tarih anlayışı
böyle bir adlandırmayı zihinsel olarak adeta icbar
ediyordu. Siyasi açıdan da taktik gereğiydi. Zira
tasnif etme ve ad koyma Batı'nın her zaman emperyal
bir imtiyazı olmuştur.
Kısa bir bocalama devresi yaşandı ve Fukuyama
"Tarihin Sonu"nu ilan etti. Bu ilanı etnik menşei
itibariyle Fukuyama'nın yapması gerekiyordu. Nitekim
Huntington da yine etnik menşeinin verdiği itimat
duygusuyla pervasız bir şekilde "Medeniyetler
Çatışmasından bahsetti. Şayet medeniyetler
çatışmasından Fukuyama bahsetseydi kimse
dinlemezdi. "Page-master" suflörlerini iyi
seçiyordu. Bu arada son yıllarda bilim ve iktisat
çevrelerinde yavaş yavaş adı geçen bir kavram her
derde deva bir tarzda arz-ı endam etti;
Globalisation, Türkçe söyleyişle küreselleşme.
Sorulması gereken ve gözlerden titizlik-le uzak
tutulan som yeni olan şeyin ne olduğuydu. Yeni bir
döneme girdiğimiz söylenirken yeniliğin ne olduğunu
sormamız hakkımız değil mi? Yoksa, yeni bir şey yok
ve biz Batı mentalitesinin isim koyma ve tasnif etme
temayülünün çok acemice arayışlanyla mı karşı kar-şıyayız?
Hadiselere derinliğine ve tarihi seyri içinde
bakarsak bütün bu isimlendirmelerin hiç birinin
tarihi bir kırılma noktasına veya girilen yeni bir
döneme işaret etmediğini görürüz. Evet yeni bir
döneme giriyoruz ama, bu yeni dönem her gün doğan
gün ne kadar yeni ise o kadar yeni. "Gidişat"
değişmiyor. Çizgisinde devam eden şey tabii olarak
bir takım yenilikleri de beraberinde getiriyor.
Sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda 20. Yüzyıl,
hal ve gidişine uygun bir tarzda emaneti 21.
yüzyıla devretmeye hazırlanıyor. Beklenmeyen ve
sürpriz sayılabilecek hiç bir aykırı değişiklik
ufukta gözükmüyor (Bu hükmü verişimizdeki rahatlığın
sebebi içinde yaşadığımız çağın za-ten bizatihi
ilginç ve aykırı bir çağ olması; öyle bir çağ ki,
hiç bir yenilik yeni değil, hiç bir beklenilmeyen
sürpriz değil. Sanki anlamından arındırılmış bir
çağ.).
Eskiden Kalmadı Mihr ü Muhabbet
20. yüzyılın ikinci yarısında değişim ve yenilik
kavramları eskisinden farklı değerlendirilmeye
başlandı. Artık değişimin ölçüsü baş döndürücü bir
hızdı ve değişim hızıyla ölçülmekteydi. Gelişen
teknoloji ve iletişim araçları insanların sadece
dünyayı idraklerini değil ondan faydalanma
usûllerini de etkiledi, insanların gündelik ilgi
alanlarına artık bütün dünya giriyordu. Dünya
haritası bir coğrafya değil bir fikir haline
gelmişti. Aslında bu anlayış fikir olarak yeni
değildi. Atilla'dan Cengiz'e, Napol-yon'dan
Kanuni'ye kadar bütün büyük cihangir fatihler
dünyayı küresel bir fikir olarak idrak etmişlerdi
(cihangir kelimesi bile "cihan"la ilgilidir). Bu
manada bütün büyük tek tanrılı dinlerin de, küresel
bir zaman ve mekan idrakine sahip olduklarını
rahatlıkla söyleyebiliriz.
Dünya coğrafyası bugün modern insanın kimlik mekanı
olarak sunulmak isteniyor. Sınırların önemini
kaybettiği ve vatan anlayışının zihni bir kaymayla
karşı karşıya olduğu iddia ediliyor. Bugün için bu
iddianın doğruluğunu tartışabiliriz ama Hz.
Peygamber için bütün yeryüzünün kimlik mekanı
olduğunu tartışamayız. Dünyanın sınırlardan ve etno-kültü-rel
unsurlardan ari bir şekilde bir bütün olarak
kavranılması hiç de yeni değildir. Belki bu fikrin
sokaktaki insana intikali ve gündelik hayatı
etkilemesi yenidir. Belki de yakın çağlarda içine
sıkıştırıldığımız milli sınırlar ve milli devletler
kapalılığının ideal durum olarak takdiminin
arkasından böyle bir şeyin söylenilmesi yenidir.
İşin esası, ilk ve orta çağlara uygun bir mekan
idrakine doğaı gittiğimizi söylemek daha doğru bir
tesbit olacaktır. Zaten W. McNeill üstadın söylediği
de bundan farklı bir şey değil; medeni hayatın
tarihsel normu çok budun-lu imparatorluklardır,
milli devlet formu tarihi çizgiden bir sapmadır
buyuruyor. Ona göre insanlık, tekrar poli-etnik
imparatorluk sistemlerine dönecektir. (Avrupa
Birliği, Pasifik havzası, NAFTA gibi oluşumları bu
bakış açısıyla yeniden değerlendirebilirsiniz.)
Gelişen iletişim araçları ve sebep olduğu yeni
bilgilenme tarzlarının tabi neticesi insanlığın
yaşadığı şuur depremidir. İnsanın her şeyden çok
kolay haberdar olması bizatihi haberin ve bilginin
üretim ve idrak usûllerini de değiştirdi, insanoğlu
her şeyin değişmekte olduğu zehabına kapıldı.
Beyazıd-i Bestami'nin deyişiyle "ezeli olanı zamana
bağlı olan"dan ayırma hasletini yitirdi, ihmal kabul
etmeyen, bedeli çok ağır değişmeyen şeyleri ihmal
etti. Bunun sebebi, gelişen teknolojiyle beraber
herkesin evinde seyredip farkedebileceği bir
değişimi yaşıyoruz zannetmemizdi. Evet, 20. yüzyılın
farkı ve imtiyazı belki ortaçağlar gibi değişimin
neticelerini görünce değil, hazırlık ve oluşum
safhasında farkedilmesindeydi lakin, değişmeyeni
farkedebilecek feraseti hiçbir teknik imkan bize
sunamadı, sunmuyor ve sunmayacak. Değişmeyeni ve
değişmemesi gerekeni farketmek için tek kılavuzumuz
geleneksel bilgilenme yolları, geleneksel bilgi ve
kültürdür.
Soğuk savaşın bitmesi milletlerarası tenakuzları ve
asırlık meseleleri de bitirmedi. Sadece tartışmada
bir unsur eksildi. Denklemin bir bilinmeyeni yok
oldu. Elbette sadece bu bile bir değişimdi ve bir
takım tesirleri olacaktı. Zaten bir takımdan daha
fazla tesirleri oldu ve olmaya devam ediyor.
Herşeyden önce eski dünyanın önemlice bir kısmı
yeniden düzenlemeyi gerektirdi. Soğuk savaşın
dehşet dengesiyle korkutularak sisteme dahil edilen
ülkeler artık küreselleşme totalitesi ile icbar
edileceklerdi. (Zaten "şelf determinasyon"
kavramının önemini yitirdiği söylenmiyor muydu.)
Herşe-ye rağmen yeni düzenleme kolay görünmüyor.
Zira, yeni dönemin ideolojik önkabulleri henüz tam
zeminine oturtulamadı.
Eski patronlardan birisi yeni dönemin de duayeni
gibi görünüyor ancak askeri güç kullanmadan hiçbir
problemi halledemiyor. Çünkü meşruiyet krizi içinde
hegemonya çevrimlerinin askeri sahadan başka bir
alternatifi kalmıyor. Ortaya atılan küresel
kavramların
dünya tarafından tercihe şayan bulunmasının önündeki
en büyük engel Amerika'nın askeri gücü olarak
görünüyor. CNN'in cilalayıp uydudan dünyaya
gönderdiği insanlık idealleri ulaştığı ülkelerde
ete kemiğe bürünemiyor; araya Pentagon giriyor ve
görüntü kirleniyor. Aslında bu sadece Amerika'nın
değil dünyanın problemi, insanlık, teknolojinin
geldiği yer itibariyle eline geçen güç mesabesinde,
o gücü meşru zemine intikal ettirecek kalite ve
kabiliyette ülküler üretemedi. Ruh ve manası
olmayan bir döneme girdik. Bu döneme değişim değil
krizler dönemi demek daha gerçekçi olacak. Bu yeni
dönemde kurumlar çok fazla ön planda ve değişimi
sanki onlar zorluyor. Ne var ki, tarihin hiçbir
döneminde kurumlar eliyle değişimin gerçekleştiği
görülmemiş. Değişim, sürükleyici bir fikir ve buna
uygun bir lider kadrosu istiyor, insansız ve
anlamsız hiçbir sosyal değişim hedefine ulaştığına
ihtiyar tarih şahit olmadı.
Teknolojinin ulaştığı şeddadi boyut, baş döndürücü
hızıyla dünyaya perspektifini kaybettirdi (Kültürel
manada yön kaybının ne demek olduğunu aslında Türk
Milleti çok iyi bilir. Şimdi bütün dünya
öğreniyor). Her ne kadar gelişen teknoloji
sayesinde zihniyet serbest pazarları kurulsa da
zihniyet pazarlanamaz ve asla taklit edilemez bir
şey. Kökleri çok başka yerlerde ve temellükü çok
başka usullerle olur.
Coğrafi ve tarihi muhayyilenin tesirlerini küresel
rahipler ne derse desin gözardı edemeyiz.
Teknolojinin geldiği yer ne olursa olsun kollektif
hafıza bir yerde yoğunlaşır, iddia edildiği gibi yok
olmaz. Esnek sosyal birikimler meydana getirir.
İnsanların zihninde meskun tarihi ve deruni
sınırlan hiç bir internet kablosu aşamaz. Kaldı ki,
mekan ve cemiyet bağlarının kendilerini yenileme
kabiliyetlerinin olduğu da unutulmamalı.
Küreselleşme, Bir Ad Değil Bir Sıfat
Küreselleşme diye yanlış adlandırılan sürecin
kültürel öngörüleri de ne yazık ki, tamamen
imkansız görünüyor. Zira yeni dönemde (her devirde
olduğu gibi) gerçekler kadar mit'ler de tesirli
olacaktır. Sosyal bilimlerde öngörünün seyyaliyeti
bir yana, küreselleşme sürecinin kabulleri dahi
tartışmaya açıktır. Bu gidişin nihai durağı ve
izahı manevi olacaktır. Kültürel ve manevi olarak
anlamlandırılama-yan hiçbir değişimin insanları uzun
süre tatmin etmesi beklenmemeli. Zira insanın
değişmeyen bir tarafı var ki, bu her çağda ilk
çağdaki gibidir. Belki izah ve anlama mekanizmaları
sofistikeleşmiştir. Ancak temel saik değişmemiştir.
Kültürel hegemonya tarihin ilk devrinden beri
tesirleri, işleyiş düzeni ve hareket noktaları
itibariyle mahiyet değiştirmemiştir. Bu manada Jül
Sezar'la Clinton aynı saiklerle hareket etmektedir.
Bugün küreselleşme diye yeni bir dönem olarak
sunulmak istenen olgunun tarihi seyrine bakmak
istersek, ta ilk çağdan izdüşüm bulmak mümkündür.
Dünya binlerce yıldır küreselleşme sürecinde
seyrediyor diyebiliriz. Ve bu sürecin aktörleri de
Hz. Adem'den bu yana bütün insanlıktır.
|