|
Bizim Ütopistler
Beşir Ayvazoğlu
Giriş Yerine
Ütopya, kusursuz bir toplum düzeninde bütün
insanlarla mutlu yaşama imkânı sağlayacağına
inanılan ideal ülkenin adıdır. Birçok filozof,
edebiyat adamı ve reformist, fikirlerini ve toplum
projelerini ideal ülkeler tasarlayarak anlatmaya
çalıştılar. Batı'da Eflatun'un Cumhuriyetime
başlayan zengin bir ütopya edebiyatı vardır.
Yunanca ou ve topos kelimelerinden türetilen ve
"olmayan yer" anlamına gelen ütopya kelimesi ilk
defa Thomas More tarafından kullanıldı (Utopia,
1516) ve bu kelime insanlığın geleceği için ideal
bir toplum düzeninin tasvir edildiği eserlerin ve
tasarıların genel adı oldu. Çoğunlukla mülkiyetin
bulunmadığı bir dünya tasarlandığı için ütopyalar
ilk sosyalist teoriler olarak da kabul edilmiştir.
Aslında birçok ütopya mevcut düzeni eleştirmek
amacıyla yazılmıştır; ancak Güneş Ülke (l602)'nin
yazan Thomas Campanella gibi, ütopyalarının
gerçekleşebileceğine samimiyetle inanmış o-lanlar da
vardı. Nitekim Ephrata ve Harmony gibi bazı ütopyacı
topluluklar ütopyalarını hayata geçirmeyi denemiş ve
Amerika'da çeşitli koloniler kurmuşlardır.
Önceleri bütün ütopyalar güleryüzlü bir geleceğe
dairdi; ne var ki özellikle hızlı tekno- lojik
ilerlemenin beraberinde getirdiği tehlikeler,
sanayileşme, aşırı silahlanma ve kitle imha
silahlarının hızla yaygınlaşması, nüfusun
kontrolsüz bir biçimde artışı ve çevre kirliliği
gibi olumsuz gelişmeler, insanlık için karabasandan
farksız geleceklerin tasarlanmasına ve fe-laket
senaryolarının yazılmasına, yani anti-üto-pia
edebiyatına yol açtı. Bu edebiyatın en tipik
örnekleri hiç şüphesiz Aldous Huxley'in Türkçe'ye
Yeni Dünya adıyla çevrilen Brave New World (1932) ve
George Orcvell'in Türkçeye Bindokuzyüzseksendört
adıyla çevrilen Nine-teen Eighty-Four (1949) adlı
romanlarıdır.
Bizde İlk Ütopyalar
İslam Tarihinde bu mânâda pek fazla ütopya yazan
yetiştiği söylenemez; ancak Fa-rabî'nin siyaset
felsefesini geniş bir biçimde açıkladığı El-Medinetü'l-fazüaadlı
eseri bir çeşit ütopya sayılır; bütün insanlığı
kuşatmış erdemli bir dünya devleti tasarlayan
Farabî, Hilmi Ziya'ya göre, başta Platon olmak
üzere dayandığı bütün Yunan filozoflarını
aşmaktadır, îbn Tufeyl'in Hayy İbn Yakzan'ı da bu
kategoride ele alınabilir. Bacon'ın Yeni
Atlantis'inden Robenson Crusedya kadar Robensonad
adı verilen ada romanlarının öncüsü olarak kabul
edilen Hayy İbn Yakzan, İslam kültür çevresinde de
benzer eserlere örnek teşkil etmiştir.
Aslına bakılırsa, İslam dünyasında yazılan
siyasetnâmelerin hemen tamamı ütopiste karakter
taşır; yani bütün siyasetnâmeler aynı zamanda ideal
devlet, dolayısıyla ideal bir toplum
tasavvurlarıdır. Osmanlı dönemini bu açıdan
inceleyenlerin öncelikle siyasetnamelere ve rüya
tarzında yazılmış bazı metinlere bak-malan gerekir.
Habnâme-i Veysî ile başlayıp Ziya Paşa'nm meşhur
Rüya'sıyla birlikte yaygınlaşan rüyalar, siyasî
tenkit ve hiciv niteliği taşımakla beraber, özlenen
geleceğe dair ipuç-lan da verir. Bu bakımdan en
tipik rüya Erkân-ı Harp zabitlerinden Ruşenî
tarafından yazılmıştır. Ali Birinci'nin
tesbitlerine göre, Tah-ran'da basılan Ruşenînin
Rüyası'nda (1331-1334), İttihat ve Terakki
Fırkası'nca takip edilen dış politikanın izleri
vardı; yazar rüyasında,
Ortadoğu ve Asya'daki İslam ülkelerini siyasî bir
birlik içinde görür ve bütün bu ülkeleri uçakla
dolaşır.
Bir Türk düşünürünün yazdığı ilk ütopya,
muhtemelen, Gaspıralı ismail Beyin'in Bahçesaray'da
1906 yılında kitap olarak yayımlanan Dârürrâbat
Müslümanlar'ı adlı eseridir. 1887 yılında
Tercüman'da tefrika edilen bu ütopik hikâyede hayalî
olaylarla siyasî tasavvurlar ustaca
birleştirilmiştir. Hikâyenin kahramanı Gırnatalı
Molla Abbas, Güney İspanya'da dağlar arasında
kurulmuş, gizli bir ideal müslüman devletinde
yaşamaktadır; buradaki müslümanlar asırlarca
kimseye tabi olmadan kendi ilim ve tekniklerini
geliştirirler. Gaspıralı'nm bu hikâyesinde
müslümanlann kalkınmış milletlerin seviyesine
ulaşabilecekleri mesajını vermek istediği çok
açıktır.
Batı medeniyetinin büyük askerî ve teknolojik
gücüyle tanıştıktan sonra, Türk aydınlan modern bir
Türkiye tasarlayarak Batı'daki örneklerine benzer
ütopyalar yazmaya heveslenmiş, genellikle
sanayileşmiş ve yaşamayı kolaylaştıran her türlü
teknolojik imkânlarla donatılmış, hatta bu konuda
Batı'nm da ilerisine geçmiş bir ülke hayal ederler.
Ancak Albül-hak Hâmid'in Arzîler (1923) adlı ütopik
piyesinde karamsar bir gelecek tasarlaması
ilginçtir. Daha önceki eserlerinin kahramanlarından
olan Dilşad ve Bağdad'ı Arzîler'de neler olup
bittiğini görmek maksadıyla dünyaya gönderen Hâmid,
40. yüzyılı Yahudilerin hakim olduğu, maddeye tapan
bir dünya olarak tasavvur etmiştir. Bulutlar
üzerine kurulmuş fabrikalar, her yerde hizmet eden
karmaşık makineler, televizyona benzer âletler vb.
Hayat-ı Muhayyel
ideal ülke tasavvurlarının şüphesiz her zaman bir
toplum projesi olması gerekmiyor; bazı şairler O
Belde'ler, grup halinde veya tek başına yaşayıp
mutlu olabilecekleri kusursuz dünyalar
tasarlamışlardır. Servet-i Fünuncula-nn, muhtemelen
J. J. Rousseau tesiriyle inşa ettikleri hayal
ülkesinden öncelikle söz edilmelidir. Bir ara
Harmony topluluğu gibi ütopyalarını gerçekleştirmek
için Yeni Zelanda'ya topluca göç edip orada bir
koloni kurmaya karar veren Servet-i Fünuncular, bu
hayalleri gerçekle-şemeyince Hüseyin Kâzım Kadri
Bey'in Manisa dolaylarındaki Sarıçam'da sahip
olduğu araziye geniş bir çiftlik kurarak orada hep
birlikte yaşamaya karar verirler Planlannı Fikret'in
çizdiği köşkler yapacak, toprağı işleyecek,
birlikte yaşayıp çocuklarını bizzat yetiştirerek
baskı ortamından uzakta huzurlu bir ömür
süreceklerdir. Hatta bunun için Hüseyin Cahit bir
keşif yolculuğu yapar. Ne var ki Fikret'in
vazgeçmesi yüzünden proje suya düşecektir.
Fikret'in Bir An-ı Huzur, Bir Ömr-i Muhayyel ve
Yeşil Yurt adlı şiirlerinde bu ideal hayat hakkında
ipuçlan vardır. Hüseyin Cahit Yalçın da aynı hayali
Hayât-t Muhayyerde anlatmıştır. Hikâyede proje
gerçekleşir; geçmişle bütün bağlarını koparan grup
şirin bir sahilde kendi köylerini kurar, evlerini
yaparlar. Herşey ortaklaşa alınan kararlar sonunda
uygulamaya konulmaktadır. Köyün ortasında müşterek
bir bina, bu binada bütün köy halkını alacak kadar
geniş bir yemek salonu ve büyük bir kütüphane
vardır. Akşamlan burada toplanılır, yenilip içilir,
konuşulur, piyano çalınır, şiir okunur vb. Hayât-ı
Muhayyel {1315), bilindiği gibi Hüseyin Cahid'in on
iki hikâyeden oluşan ilk hikâye kitabının da
adıdır.
Edebiyatımızda daha özel ve daha soyut hayal
ülkeleri de vardır. Ahmet Haşim'in Yollar ve O Belde
şiirlerinde anlattığı ülke, çok özel bir ütopya
olarak edebiyat tarihimizde önemli bir yere
sahiptir. Aslında kavramın sınırlarını biraz geniş
tutarak Hacı Bayram Veli'nin nâge-han vardığı,
yapılır gördüğü ve kendisinin dahi bile yapıldığı
şardan Kara Fazlî'nin Gül-ü Bu/bükündeki ve benzeri
mesnevilerdeki bahar ülkelerine, Şemseddin
Sivasî'nin Gülşenâ-bâd'ından Şeyh Galib'in Hüsn ü
Aşkındaki Zatü's-suver kalesine ve nezhetgeh-i
mâ'nâya kadar, birçok hayalî ülkenin ütopya veya
kar-şı-ütopya niteliği taşıdığı söylenebilir.
Turan
ikinci Meşrutiyet'ten sonra ideal ülke tasavvurları
birer gelecek projesi olarak ideolojik bir muhteva
kazanır. Türk dünyasının çeşitli yerlerinden
İstanbul'a gelen aydınların teşvikiyle filizlenen
Turan fikri de bu çerçevede ele alınmalıdır. Ziya
Gökalp, Hüzeyinzâde'nin Turan adlı şiirinin
etkisiyle aynı adı taşıyan ve
1911 'de Selanik'te, Rumeli gazetesiyle Genç
Kalemler dergisinde yayımlanan ünlü Turan şiiri Türk
milliyetçilerinin ideal ülkesini tarif etmektedir:
"Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan / Vatan
büyük ve müebbed bir ülkedir; Turan"
Halide Edip Adıvar da Yeni Turan (1328 /1913) adlı
romanında Gökalp'in Turan'ıyla Prens Sabahaddin'in
adem-i merkeziyet fikrim birleştirerek yirmi yıl
sonrasını, yani –romanı 1912
yılında yazdığına göre- 1932 Türkiye'sini ve mevcut
sınırlar içinde Türk milliyetçiliğine, dolayısıyla
Türk hâkimiyetine dayanan yeni bir uyanışı hayal
eder. Yeni Turan, kadının cemiyette klasik
rollerinin dışında önemli görevler üstlendiği,
modern eğitim sistemi ve her alanda kumlan modern
müesseseleriyle "muasır medeniyet seviyesi"ne
ulaşmış, fakat aynı zamanda her şeyiyle Türk olan
bir ülkedir. Ro-
manda, geleceğin ideal Türkiyesini yaratacak olan
insanların millî tarih, coğrafya, din ve ferdî
sorumluluk duygularıyla dolu olarak yetiştiği ve
ideal Türk devletini kurduğu tasavvur edilir. Kendi
teşkilatlarım kurup memleket çapında yayan ve
projelerini uygulama imkânı bulan bu idealist neslin
temsilcileri öz Türk adları taşımaktadırlar. Oğuz,
Kaya, Ertuğrul ve Sungur.
Aynı yıllarda, Paris'ten dönen ve henüz bir Nev-Yunanî
olan Yahya Kemal ise, Türk tarihinin Fâtih'ten
sonra farklı bir gelişme seyri takip ettiği
varsayımından hareketle kurduğu ütopyayı Çamlar
Altında Musahabelerinin birincisinde anlatır: Bu
ütopyaya göre, Fâtih İbn Rüşd'ün fikirlerini
çürütmek maksadıyla Hoca-zâde'ye Tehâfüt yazdıran
bir hükümdar değil, nedimi Zağanos Mehmed Paşa'nın
telkinleriy-le, antik Yunan felsefesiyle Bizans'ta
hâlâ antik kültürü devam ettiren düşünürlerin ve
sanatkarların önünü açan bir padişahtır.
Trakya'ya yapılan bir sefer sırasında yalnız başına
gezintiye çıkan Şehzade Mehmet jica ederler;
istekleri kabul edilmeyince Patrik gücenir ve bütün
ruhban heyetiyle birlikte çekip İtalya'ya gider.
Böylece Bizans kilisesi İtalya'ya yerleşir; eski
Yunan ve Roma edebiyatına, felsefesine, bilim ve
sanatına vakıf olan mühtediler de İstanbul'da kalır,
bir zamanlar Arapların Arapça'ya naklettikleri
Yunanî ilimleri Türkçeye aktarırlar. Böylece saf
bir bilim, felsefe ve edebiyat dili olarak gelişen
Türkçe, bir iki asır sonra dünya dili haline gelir,
bütün komşu ülkeler, insanlığın en güzel dili olduğu
için Türkçe konuşmaya başlarlar. Tiyatro'nun her
türü İstanbul'da gelişir. Pastoral, lirik ve epik
şiir türleri Türk ülkesinde en zengin örneklerinin
verir. Sökün adlı Türk destam insanlığın en büyük
edebî abidesidir. Bütün bilimlerde sanatlar ve
teknolojide olağanüstü ilerlemeler sağlanır.
İstanbul, Konya, Bursa, Belg-rad, Üsküp gibi Türk
şehirlerindeki üniversiteler, dünyanın her
tarafından gelen talebelerle doludur. Eresma,
Copernik, Montaigne ve Ga-lile gibi birçok bilgin ve
düşünür, kadim dünyanın en zengin fikir ve bilgi
dünyasını Türkçe'ye aktarmış, hatta ömürlerinin
sonlarına doğru kendi arzularıyla ihtida ederek Türk
toprağında birer Türk ve Müslüman gibi ölmüşlerdir.
Amerika'yı keşfeden Colomb bile Türk
üniversitelerinde yetişmiş bir kâşiftir ve bulduğu
yeni kıtaya İslam ili adı verilmiştir. "Bu Türk
intibahını en ziyade temin eden, Türklerin hürriyet
üzerinde müesses dinleri îs-lam"dır. "ilmi Çin'de
bile olsa gidin arayın; ilim müslümanın gasbedilmiş
malıdır diyen peygamberlerinin mukaddes sözüyle âmil"
olan Türkler Rönesans'ın gerçek sahibi olmuşlardır.
Fâtih'ten sonra tahta Bayezid değil, Cem geçmiş,
ondan sonra gelen padişahlar tarafından sürekli
genişletilen Türk ülkesi, Asya'daki bütün Türk
havzasını da içine almış, bir taraftan da
Cebelitank boğazına kadar uzanmıştır. Bu geniş
coğrafyada yaşayan bütün kavimler kendi lisanlarını
unutmuş, Türkçe konuşmaya başlamışlardır. Türk
ülkesinde hayat hür ve müreffehtir. "Türk gençleri
gibi kahraman", "Türk kadınlan gibi güzel", "Türk
kızları gibi ince'Ve" Türk gibi hür" sözleri
dünyanın her yerinde darbımesel olarak kullanılmaya
başlamıştır vb.
Çamlar alünda bunları anlatan kumral saçlı genç
sözlerini bitirdikten sonra Yahya Kemal "Heyhat,
diye iç geçirir, ben bu sergüzeşti başka türlü
işittim. Fatih, o sebûdaki iksiri dökmüş, yalnız
sebû elinde kalmış."
Yahya Kemal, Çamlar Altında Musaha-öe'lennin
ikincisinde de H. G. Wells'in Türkçe'ye Zaman
Makinesi adıyla çevrilen romanını okurken
uyuyakalır ve rüyasında Wells'in makinesine benzer
bir âletle zamanda yolculuğa çıkarak 2187 yılının
İstanbul'una gider. Şehrin içinde bile bir yerden
bir yere giderken uçan âletlerin kullanıldığı
istanbul, üniversiteleri, akademileri, tiyatroları,
konservatuarları, bankaları vb. ile ultra-modern bir
şehirdir. Ve bu sonuca, iki asır boyunca iç ve dış
meselelerle boğuşulduktan sonra eğitimde yapılan
köklü inkilap sayesinde ulaşılmıştır.
"Hülya Bu ya!"
Cumhuriyet devrine geçmeden önce, Refik Halit
Karay'ın bir ütopya parodisi niteliği taşıyan Hülya
Bu ya adlı hikâyesi de zikredil melidir. 1921 'de
yazılan ve daha sonra yazarın Ago Paşa'nın Hatıratı
(1939) adlı kitabında yer alan bu hikâyede, Mr. Jon
Hülya adındaki Amerikalı seyyahın ağzından,
insanların bir yerden bir yere yürüyen yollarla
gittikleri ve portatif telsiz telefonlarla
haberleştikleri bir Ankara tasvir edilir. Her
vekilin olağanüstü makineler icat ettiği bu şehirde
güneşe, rüzgâra ve yağmura bile hükmedebilecek
derecede üstün bir teknolojik seviyeye ulaşılmıştır.
Mesela Maarif vekili Hamdullah Suphi Bey, insan
ruhunun fotoğrafım çeken bir makine icad etmiştir;
Ankara'ya gelenlerin daha şehre girerken ruhlarının
fotoğrafı çekilerek seciyeleri tesbit
edebilmektedir. Sıhhiye Vekili Adnan (Adıvar) beyin
icat ettiği bir tıp cihazı da, her yere -mesela
otellere- yerleştirilmiştir; kendiliğinden ve
ânında insanı muayene etmekte, banyo suyunun
derecesini ve hamam saatini müşterinin kalbine,
bünyesine, mizacına göre ayarlamaktadır. Uyku
makinesinin uyutmak için çaldığı milli bestenin
güftesi Ziya Gö-kalp'e, bestesi ise Halide Edip
Hanım'a aittir
Yemek için masaya oturulduğunda gizli bir cihaz
birkaç saniye içinde mideleri muayene ederek gerekli
gıdayı belirler. Adliye vekili Ce-laleddin Arif
Bey'in icad ettiği bir âlet de haklıyı haksızdan
kolayca ayırmakta ve adaleti bir milim bir sapmadan
tevzi edebilmektedir. En ilginci ise Maliye
Vekilinin yaptığı, ağzından atılan altınları
arkasından kağıt para olarak döken deve biçimindeki
acayip âlettir.
Ahmet Ağaoğlu'nun Cumhuriyet'in manevi ideolojisini
kurmak amacıyla yazdığını söylediği "Serbest
İnsanlar Ülkesi (1930) de ütopya tarzında
kurgulanmış, Ankara'ya yönelik üzeri kapalı bir
eleştiridir. Serbest Fırka hareketinin içinde de
yer alan Ağaoğlu, 1930'dan itibaren devlet-birey
ilişkileri konusunda odaklanarak liberal bir
muhalefet hareketinin merkezinde yer almış ve resmî
ideolojinin belirleyici unsurlarından olan Gökalpçi
teze karşı ferdi ve ferdî gelişmeyi savunmuştur.
Ferdin öneminin vurgulandığı Serbest İnsanlar
Ülkesi'nde, bir esir, kapatıldığı kaleden hürriyete
kaçıp uçsuz bucaksız bir çölü geçtikten sonra
hürriyet yoluna saparak ulaştığı Şerbet İnsanlar
Ülkesi'nin düzenini ve kanunlarını çok beğenir,
hürriyet meleği üzerine yemin ederek vatandaşlık
varakasını imzalar.
Yakup Kadri'nin ütopik romanı Ankara da aslında bir
Ankara eleştirisidir. Üç bölümden oluşan romanının
birinci bölümünde Millî Mücadele yıllarının
Ankara'sı, ikinci bölümünde ise Cumhuriyet'in
ilanını takip eden yıllar anlatılmaktadır. Üçüncü
bölümde ise 1937-1942 yılları arasını hayal ederek
özlediği Ankara'yı anlatan Yakup Kadri'nin
muhayyilesi son derece kısır görünüyor. O'nun için
gelişmişlik ölçüsü, büyük bir stadyum, bu stadyumda
yapılan yarışmalar, büyük konser ve sergi
salonlarında sergi, senfonik konser, tiyatro
temsilleri gibi faaliyetlerdir. Tarih ve dil
cemiyetleri birleşerek büyük Türk Akademisini'ni
meydana getirmiş, öte yanan bir İçtimaî
Mükellefiyet Teşkilatı kurulmuştur vb.
Yakup Kadri'nin aksine, hayranlık verici bir
muhayyile zenginliğine sahip olan Ahmet Hamdi
Tanpınar'm Saatleri Ayarlama
Enstitüsü (196ı) adlı romanı ise bir karşı ütopya
olarak ele alınabilir. Türkiye'nin iki savaş
arasındaki meselelerine ironik bir üslupla yaklaşan
Tanpınar, karşımıza, özellikle projesi ayaklı bir
saatin mekanizması model alınarak çizilen karmaşık
enstitü binasını, bu binada oluşan akılalmaz
bürokrasi çarkını, güya saatlerin ayarsızlığı
yüzünden kaybedilen zamanı yeniden kazanmak amacıyla
kurulmuş bir müessesenin, etrafında Saatleme
Bankası, Saat Sevenler Cemiyeti gibi aynı ölçüde
lüzumsuz bir yığın kuruluş yaratışını anlatırken
aynı zamanda usta bir bilim-kurgu yazarı olarak
çıkar.
Simeranya
Türk edebiyatının en ciddi ütopyası, hiç şüphesiz
Peyami Safa imzasını taşımaktadır. Simeranya,
Yalnızız (1951) adlı son romanının en önemli
kahramanı olan ve Peyami'nin sözcülüğünü üstlenen
Samim'in sıkıldıkça kendisini attığı bir hayal
ülkesidir; zamanımızdan yüzelli yıl sonra, bütün
zıtlıklann birbiriyle ba-rıştırıldığı bir mutluluk
adası olarak tasarlan-mışür. Aslında eserde
Simeranya'nın ada olup olmadığı açıkça
belirtilmiyor; ancak Samim'in hatıra defterindeki
notlardan birinde kılavuzunun kendisini
Simeranya'ya bir yelkenliyle götürdüğünü
belirtildiğine göre, ada olduğunu düşünebiliriz.
Ütopya yazma geleneğinde "ada"nın taşıdığı önem,
muhtemelen Peyami'nin Simeranya'yı bir ada olarak
tasavvur etmesine yol açmıştır.
Samim, Simeranya'ya dair notlarını ilk fırsatta
toparlayıp düzene soktuktan sonra yayımlamak
niyetindedir. Ancak ona göre böyle bir kitabı
herkesin okuması gerekmez. Sayılı birkaç adamı
düşündürmesi yeter de artar bile. O halde
Simeranya'yı en fazla iki yüz tane bastırıp her
meseleyi dünya perspektifinde görebilen kimselere
hediye etmek en doğrusudur. Önsözde yirminci asrın
ilk yarısını dolduran ve hepsi iflasla sonuçlanan
ihtilallerin ve dünya harplerinin neden bir çağ sonu
işaretleri olduğunu, neden yeni bir dünya hasreti
doğurduğunu ve anticipation romanlarım çoğalttığını
izah etmeyi düşünmektedir. Fakat Simeranya
bir roman olmayacak, sadece bugün dünyada her
bakımdan inkılaba ihtiyaç olduğunu hisseden bir
adamın yüzelli yıl sonraki tekâmül imkânlarını
düşünerek tasarladığı muhayyel bir ülkedeki hayatı
seyahatname tarzında anlatacaktır.
Simeranya, her seviyede okuma salonlarının,
laboratuvarlann, atelyelerin vb. bulunduğu ve
herkesin merak ettiği konuyu bizzat araştırarak
öğrendiği bir ülkedir. Bu ülkede pedagoji, insanın
bütün hayatında öğrendiği şeyleri sadece kendi
istediği zaman ve kendi araştırmaları neticesinde
öğrenebildiğini tesbit etmiştir. Eski okullarda
çocuklara ve gençlere öğretilen şeylerin, muayyen
istidat ve ihtiyaçları karşılamadıkça, hayatta
hiçbir işe yaramadığı anlaşılmış ve klasik okullar
kapatılmıştır. Ne sınıf, ne kürsü, ne ders programı,
ne öğretmen, hatta ne de diploma. Çünkü iş
hayatından daha büyük mektep, tecrübeden daha
büyük ders, tecessüsden daha büyük öğretmen,
başarıdan daha büyük diploma olamaz!
Simeranya'da bir de aşk enstitüsü vardır. Samim,
Meral'e duyduğu sevginin niteliği üzerinde
düşünürken kendini yine hayalen Simeranya'da bulur.
Kılavuzu onu yepyeni şekillerde düzenlenmiş
caddelerden çok farklı bir mimariye sahip olan Aşk
Enstitüsü'ne götürür. Bu enstitünün Eski Dünya
Problemleri Şube-si'nde bir odaya alınır ve koltuğa
uzanıp gözlerini kapadıktan sonra meselesini yüksek
sesle düşünmesi gerektiği söylenerek yalnız
bırakılır. Gizli bir cihaz sesini kaydedecek ve bu
kayıt incelenerek meselesine çözüm getirilecektir.
Ertesi gün, aynı binanın başka bir odasında Samim'i
kabul eden yaşlı, ciddî ve sevimli bir adam,
meselenin incelendiğini ve tipik bulunduğunu,
hadiseyi eski dünya psikologlanmn yaptığı gibi
sadece psikoloji ilminin ışığında aydınlatmanın
mümkün olmadığını söyledikten sonra, Simeranya
ilminde "fizik hadise", "biyolojik hadise", "sosyal
hadise" diye birbirinden ayrı vaka serilerinin
bulunmadığını, bu hadiselerin "bütün"ün ışığı
altında incelendiğini ifade eder. Aşk
Enstitüsü'ndeki uzmana göre, böyle bütüncü bir
ineleme metodu kullanılmadığı takdirde hiç bir
hadise hakkında doğru hüküm verilemez. Eski dünya
ilminin mahiyetleri kavramaktaki aciz kalması ve
izah edemediği hadiseleri inkâra kadar varması bir
çıkmazdan başka bir çıkmaza düşmesi yüzündendir.
Eğer meseleyi bu görüş açısından ele almazsa,
Samim'in sevgilisinin küçücük bir his yalanıyle
bütün varlığın zıtlık prensibi arasındaki
münasebeti kavraması imkânsızdır. Eski dünyada bütün
hayat şekillerini, sosyal kurumları ve meslekleri
sarsan yalan, bir tekamül zarureti oduğu kadar,
Simeranya'da "kutuplaşma dramı" adım verilen bir
"dip zıtlık" gerçeğinin de zarurî sonucudur.
Peki dip zıtlık nedir? Peyami, romanın daha sonraki
sayfalarında Samim'in dilinden bu meseleyi de ele
alır. Mantıktaki zıtlık prensibinden doğru-yanlış,
aydınlık-karanlık, haz-keder gibi sayısız
zıtlıklardan ve Eflatun'dan Hegel'e kadar birçok
filozofun bu zıtlıklan barıştırma yönünde
gösterdikleri gayretten söz eden Samim, Alman
romantik düşünürlerinden Novalis'in fikirlerini de
özetledikten sonra, Simeranya'da zıtlıkların en
genel fikir ve en küllî (tümel) kavram olan varlıkla
yokluk arasındaki zıtlığa irca edildiğini söyler.
Dip zıtlık budur, yani varlıh-yokluk zıtlığıdır.
Bütün canlıların, bilhassa insanın hayatında bu dip
zıtlıktan varlaşma ve yoklaşma kutupları doğar.
Bergson'un hayat hamlesi dediği bir varlaşma, fakat
aynı zamanda onun kadar gerçek ve kuvvetli bir
yoklaşma hamlesi vardır. İki hamle arasındaki
devamlı çakışmadan doğan bütün zıtlıkların sebep
olduğu felaket ve kederlerin hepsine olmak dramı
denir.
Samim'e göre, varlaşma hamlesinden ebedîlik hayali
ve neşesi doğar. Bu özleyiş bütün cesaretini
imkândan almaktadır; insan mümkün olmayan bir şeyi
istemek için kendini yormaz ve paralamaz. Her
çeşidinden aşk ve kahramanlık gibi, kendi fânî ve
geçici benliğinin üstüne sıçramak, kendi kendini
aşmak için yapılan bütün fedakârlıklar varlaşma
hamlesinin devamıdır. Yoklaşma hamlesinden ise
fanilik ve geçicilik duygusuyla birlikte onun büyük
sıkıntısı doğar. İnsan bu sıkıntıyı yaşamaktansa en
büyük felaketlere karşı mücadeleyi göze alabilir;
çünkü mücadele varlaşma hamlesini kırbaçlayarak
insanı yoklaşma hamlesinin korkunç sezgisi içinde
bunalmaktan kurtarır. Yoklaşma hamlesinden doğan
fanilik duygusu "Bugün varızyarın yok', "Bir günün
beyliği beyliktir", " Vur patlasın, çal oynasın"
gibi sözlerde ifadesini bulan hedonist bir ahlaka
yol açabilir, iki zıt hamle, insanda iki benlik
yaratmıştır. Birincisi aşk ve fedakârlık hamleleri
halinde kendini aşar ve ebedîlik değerlerine
sarılır. Sevgili aşkından Allah aşkına kadar gider.
Böyle bir transcendence olmadan varlığın mümkün
olmadığı, Simeranya metafiziğinin esasını teşkil
etmektedir, insan fânilik sıkıntısından böyle
kurtulur ve varlığının en mütekâmil halini yaşar.
Bütün sosyal ve kutsal değerlerin mekânı birinci
benliktir, ikinci benlik, tabiata, uzviyete,
biyolojik hayata ve içgüdülere bağlıdır ve geçici
değerlere sarılır. Para, lüks, kaba iştah, şehvet,
kibir ve gösteriş. Hepsi ikinci benlikte barınır.
Yirminci yüzyılda ikinci benliğin birinciye baskın
çıkmasını uzun tarihî gelişin bir sonucu olarak
değerlendiren Samim, insan düşüncesinin tarih
boyunca Allah ile Tabiat daha doğru bir deyişle
tabiatçı düşünceyle mistik düşünce arasında bir
rakkas gibi sallandığını, kah birinin, kah diğerinin
ağırlık kazandığını, mistik düşüncenin hakim olduğu
çağlarda tabiatın, tabiatçı düşüncenin hakim olduğu
çağlarda Allah'ın ihmal edildiğini anlatır.
Simeranya'da ise problem artık tama-miyle
çözülmüştür. Orada insan düşüncesi topallamaz,
çünkü iki ayağı üzerinde yükselmektedir. Zıtlar
birbiriyle barıştınlmış, eski dünyada çok zaman
kaçınılmaz olan yalan bile Simeranya'da tamamiyle
lüzumsuz bir hale gelmiştir; anlaşılmıştır ki yalan,
tabiatın ve hayatın içindeki zıtlıkları
banştıramayan insanın bir görünüş ahengi yaratmak
için kutuplardan birini örtmek ihtiyacıdır.
Prensibinde kutuplaşma bulunan olmak dramı
karşısındaki âciz insanın elindeki geçici silah,
yalandır; zıtlıklar ortadan kaldırıldığı zaman
elbette bu silaha ihtiyaç kalmaz. Simeranya
tıbbında da hasta ile hastalığı arasındaki zıtlık
ortadan kaldırılma suretiyle aynı prensip
uygulanmaktadır. Bu günkü dünyada doğmuş iki
nazariyenin üzerinde yükselen Simeranya tıbbına
göre, istisna sız her hastalık, uzviyetin kendi
işleyişine zır tesirlere karşı bir "hyperreaction"dur,
vücudun • öfkelenmesidir, isyanıdır Hastalıkların
sebebi ni hastanın vücudundan evvel hayatında
aramak gerekir; yani hastalık çok defa kaderin
aksiliklerine karşı ruhun ve onun peşinden vücudun
isyanıdır. Esasen Simeranya'da tıp diye ayrı bir
bilim şubesi yoktur. Çünkü orada herkes
hastalanmadan önce, hayatın çaresizlikleri önünde
sinirlenmemeyi, isyan etmemeyi öğrenir, dolayısıyla
hastalıklara yol açan şartlar ortadan
kaldırılmıştır, insan Simeranya'ya adımını atar
atmaz kendini her tarafa yayılmış bir intibak ve
ahenk atmosferi içinde bulur. Herkes bu nıh
sağlığının yollarını ve hastalandıktan sonra kendi
kendisine isyandan tevekküle giden yolu açacak
telkinleri de bilir.
Simeranya'da giyim ve moda meselesi de bir problem
olmaktan çıkarılmıştır. Uygun bir beslenme rejimi,
şekil telkini, masaj ve müzik eşliğinde
hareketlerle her kadın kendisi için arzuladığı vücut
biçimini yaratabilmektedir. Çünkü vücudun bir
insanın zihninde ısrarla tasarladığı sabit imaj
levhalarına göre gelişip biçim aldığı tesbit
edilmiştir. Hatta hamile kadınlar, bu seanslarla,
doğacak çocuklarının biçimlerini bile
belirleyebilmektedirler. Her Si-meranyalı kendi
yaratma kabiliyetinin derecesine göre bir gayretle
güzelliğin ilahî arşetipini sezerek mekâna ve zamana
uygun bir sosyal prototipin gelişmesinde âmil olur.
Böylece moda, bir sınıfın estetiği olmaktan çıkıp
bütün bir cemiyetin malı haline gelir. Kısacası
herkesin her sosyal harekete samimi ve tam
iştirakini sağlayan yeni bir cemiyet yapısı. Bu
iştirak şimdiki dünyada olduğu gibi, vatandaşın
yalnız politika sahasında ve yalnız dört yılda bir
sandığa attığı bir oy pusulasının değil, "bütün
sosyal müesseselerde herkesin, hergün ve her an
müşterek bir ideale doğru bütün davranışlarını
âhenklendiren yeni bir cemiyetin bünyesinden ve
normal işleyişinden doğar. Tamamiyle fonsiyonel bir
bünye hareketinin tabii ticesidir."
Sonuç Yerine
Bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de artık
isanlık için mutlu bir geleceğin tasarlandığı
ütopyalar yazılmıyor. Yazılanlar genellikle
karşı-ütopya ve felaket senaryoları. Orhan Pamuk'un
Kara Kitap (1990) adlı romanının "Boğaz'ın Suları
Çekildiği Zaman" başlıklı bölümü bu bakış açısından
okunabilir. Galiba Batı medeniyetinin ulaştığı
nokta, insanların artık güzel bir gelecek hayal
etmesini önlüyor.
|