|
Büyüme,
Yatırım Harcamaları ve İstihdam İlişkisi
İktisadi büyüme; belirli bir dönem için örneğin üç
ay veya bir yıllık dönemlerde, gayri safi yurt içi
hasılada meydana gelen reel artış, fiyat
değişmelerinin etkisi giderildikten sonraki artış
oranıdır. Ülkenin kalkınmasında hayati önem taşır.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından ilan
edilir. (Korkmaz, 2010: 3)
Gayri Safi Yurtiçi
Hasıla (GSYH); bir ekonomide yerleşik olan üretici
birimlerin belli bir dönemde, yurtiçi faaliyetleri
sonucu üretmiş oldukları tüm mal ve hizmetlerin
değerleri toplamından bu mal ve hizmetlerin
üretiminde kullanılan girdiler toplamının düşülmesi
sonucu elde edilen değerdir. (Korkmaz, 2010: 3)
Büyük
ölçüde eksik istihdam olan bir ekonomide işsizleri
işe alarak üretimi artırmak mümkündür. Ancak mevcut
emek, toprak ve sermayeyle arttırılacak üretim
miktarı için bir üst sınır vardır. Bu sınırın
ötesinde üretimi arttırabilmek için hem mevcut
kaynaklara ilavede bulunulması hem de teknolojide
gelişme sağlanması gerekir. O halde ekonomistler
ekonomik büyümeden söz ettiklerinde, teknolojik
ilerleme ve ek fabrika, makine teçhizat ve diğer
kaynak artışlarından söz ediyorlar demektir.
(Parasız, 1995: 8)
Ekonomik büyüme
hızı (oranı), reel GSMH’nın artış hızıdır. Büyümenin
ya da reel GSMH’nın zaman içinde artmasının iki
kaynağı vardır. Birincisi, üretimde kullanılan
üretim faktörlerinin (emek-sermaye) miktarının
artmasıdır. Bu ise, nüfusun artması ve sermaye
birikimi ile gerçekleşir. Büyümenin ikinci kaynağı
ise, üretim faktörlerinin etkinliğinin
(verimliliğinin) artmasıdır. Zamanla, aynı
miktardaki üretim faktörleri ile daha fazla üretimin
yapılması mümkündür. Bu verimlilik artışı eğitim,
tecrübe artışı, işbölümü ve daha ileri
teknolojilerin geliştirilmesi gibi sebeplerle üretim
faktörlerinin niteliğinin yükselmesinden
kaynaklanır. (Korkmaz, 2010: 3)
Herhangi bir memlekette iktisadi kalkınmanın
ortaya çıkışı, adam başına düşen milli gelirin
tersine çevrilmesi mümkün olmayan bir hareket
halinde devamlı ve reel olarak artmasıdır. Milli
gelirin gittikçe artan bir kısmını yatırımlara
ayırmak mümkün hale gelir; milli gelirin daha büyük
bir kısmının yatırımlara ayrılabilmesi sermaye
birikiminin artması demektir. İktisadi kalkınmanın
başka bir tezahür şekli de müteşebbis kütlenin
büyümesi şeklinde ortaya çıkacaktır. Üretim
birimlerinin organizasyonları değişecek, boyutları
değişecek, iktisadi hayatta büyük işletme ve
teşebbüsler yalnız insan gücü ile üretimde
bulunmayacakları için milli ekonomi içindeki enerji
tüketiminde de, iktisadi kalkınma ile birlikte bir
artış husule gelecek, köylerdeki çiftçiler
sanayileşmeye uygun olarak şehirlere akın edecek,
şehirleşme ve işgücü pazarlarının teşekkülü,
iktisadi kalkınmayı simgeleyen özellikler olarak
ortaya çıkacaktır. (Türk, 1994: 222)
Ekonomiyi iktisadi kalkınma
engellerinden kurtarmak, daha hızlı bir iktisadi
kalkınmaya kavuşturmak üzere, ekonomide sermaye
birikimini, üretilmiş üretim araçları stokunu
arttırmak gerekmektedir. Ekonomide işgücü başına
isabet eden kapital stokunu arttırmak gerekmektedir.
Ekonomide sermaye birikimi arttırılırken işgücüne
daha iyi eğitim ve öğrenim imkânları sağlanmalıdır.
Ekonomik kaynakların daha iyi değerlendirilmesi,
yönetilmesi veya yönlendirilmesi işgücü veya
sermayenin veya her iki üretim faktörünün
verimliliğini artırmakla mümkündür. Eğer iş
adamlarına, sahip oldukları kapital stoklarına yeni
ilavelerde bulunmak, tesislerini modernleştirmek
üzere araştırma ve geliştirme hizmetlerini yaymak ve
işçilerini hizmet içinde eğitmek ihtiyacı duyulur ve
arzusu verilirse, üretim faktörlerinin verimliliği
artar. Devletin doğrudan doğruya araştırma ve
geliştirme faaliyetlerine
veya bayındırlık
hizmetlerine yatırım yapması ekonominin üretim
kapasitesini arttırır. (Türk, 1994: 225)
Bir toplumun, bir firmanın
ya da hane halkının sahip olduğu mal varlığı
stokunda (sermaye stokunda) belli bir dönemde
sağlanan net artışlara yatırım denir. Bir harcamanın
yatırım harcaması sayılabilmesi için yeni bir üretim
kapasitesi yaratmak amacıyla yapılmış olması
gerekir. Yeni sermaye malları ve ara mallarının,
emekle birleştirilerek yeni üretim kapasiteleri
yaratılması gerçek anlamda yatırım faaliyetidir. Bir
kimsenin parasını arsa, eski bir konut satın almak
için kullanmasına plasman adı verilir. (Parasız,
1995: 218)
Ekonomik hayatta; insan gücü
ve mali imkânlarla, vatandaşın beceri ve
eğilimlerini göz önüne alan bir planlama muhakkak
ki, kalkınmayı hızlandıracaktır. Bugün üzerinde en
çok kafa yorulması ve çaba harcamamız gereken
endüstrileşmektir. Ama endüstri kurmak demek, rast
gele fabrika kurmak demek değildir. Birbirini
tamamlayan tesis ve fabrikalarla bir endüstri
havzası kurmak demektir. Vatandaşın bilgi, emek ve
nakit her türlü sermayesi ile bu endüstri havzasında
yerini alabilmesi için; devletin istikrarlı bir
ekonomik politikası olması, herkesin bunu bilmesi ve
bu politikaya güvenmesi gerekir. Devletin
yatırımları yönlendirmek, öncelikleri tespit ve
istenen amaca varmak için teşebbüs gücünü teşvik
tedbirleri ile özendirmelidir. Ancak buradaki
teşvikler, kalkınmanın özgürlük ve teşebbüs
hürriyeti içinde ekonomik kurallara uygun olmalıdır.
(Er, 1979: 5)
İktisadi kalkınma dediğimiz olayın özünde
tasarrufların teşekkül ettikleri zamanda yatırımlara
dönüşmesi olayı vardır. (Türk, 1994: 276). Hür
teşebbüsün varlığından ancak, hür demokratik
parlamenter rejim içinde söz edilebilir. Hür
teşebbüsün amacı, ne şekilde olursa olsun üretim
değil, piyasa ekonomisi kurallarının geçerli olduğu
bir düzende üretimdir. Her iktidar ve hatta her
hükümet değişikliğinde modeli tartışma konusu olan
bir sanayileşmenin ve ekonomik yapının ileriye
dönük, güven verici bir gelişme göstermesi bir
ölçüde mucize beklemek olur. (Kartay, 1979: 4)
Kalkınma
hamlemizin devamı ve tamamlanması, asil Milletimizin
layık olduğu muasır medeniyet seviyesine ulaşması,
çalışma hayatının huzuru ile mümkündür. Günden güne
artan işsizlik problemine çare bulunması,
üretimimizin ve ihracatımızın artırılması ile mümkün
olacaktır. (Çetinoğlu, 1979: 13)
1979 yılında
Türkiye Madeni Eşya Sanayicileri Sendikasınca (MESS)
yayımlanan Hür Teşebbüs ve Devlet Planlaması adlı
eserde yer alan, o tarihlerde MESS Yönetim Kurulu
Üyesi ve Eski DPT Müsteşarı olan Turgut ÖZAL,
Sanayimizde Planlama ve Strateji başlıklı yazısında;
‘Bu memleket endüstrileşmek mecburiyetindedir.
Muhtelif istikametlerde yürümek zorundadır. Aksi
halde hayatiyetini kaybeder. Sanayileşme ancak bir
yatırım mevzuudur. Yatırım için sermaye lazımdır.
Birçok sahalara yatırım yapmak lazımdır. Hepimiz
biliyoruz ki; sermaye, dünyanın her yerinde vardır
ve her tarafa akar. Fakat hüner ona mecrayı
çizmektir. Ayrıca eğitim sistemimiz de sanayimizi
kafi derecede takviye etmemektedir. Bugün
memleketimizin nüfusu 45 milyonu geçmektedir. 10
sene içinde bu rakamın 60 milyona ulaşacağı tahmin
edilmektedir. Bu büyüklükte bir nüfusun arz ettiği
önem şudur; bilindiği gibi sanayi projelerinde
önemli bir husus bunların ekonomik büyüklüklerde
kurulmasıdır. Ekonomik büyülükler ise bu sanayi
ünitelerinin ürettikleri malların satışına bağlıdır.
Eğer daha büyük kapasitelerde üniteler gerekli ise
onların ürettiği malların satılmasıyla ancak bu
üniteler kurulabilir hale gelir. Türkiye nüfusunun
süratle büyümesi birçok sanayi dalında çok kısa
zamanda ekonomik kapasitelere erişmemizi
sağlayacaktır. Yani birçok fevkalade ekonomik
şartlar içerisinde kurabilmek imkânına sahip
bulunmaktayız.
Diğer
taraftan önemli bir başka husus ta Türkiye’nin kendi
kendine yeterli tabii kaynaklara sahip olmasıdır. Bu
tabii kaynakları başta zirai üretim, ormanlar,
madenler olarak belirleyebiliriz. Türkiye birçok
memleketin aksine hemen hemen dünyada pek az
memlekete nasip olmuş bir tarzda kendi yiyeceğini,
kendi giyeceğini çıkarabilmekte, hatta fazlasını
ihraç edebilmektedir. İyi bir planlama ve gerekli
tedbirler alındığı takdirde Türkiye 60 hatta 100
milyon nüfusu besleyebilecek imkânlara sahiptir. Bu
imkânların yanında ihraç potansiyelimiz de
mevcuttur.
Bir
Türk
vatandaşı olarak hepimizin arzusu biran evvel
sanayileşmek ve önümüzde olan sanayileşmiş ülkelere
biran önce yetişmektir. Türkiye’nin sanayileşmesinde
bu güzel arzunun bazen büyük hayaller sonucu
ekonomik potansiyelimiz, insan gücümüz nazar-ı
itibara alınmadan çok yanlış adımlar atıldığı, bunun
neticesinde kalkınmamızın aksadığı, sanayileşmemizin
istenen
seviyelere gelmediğini
müşahede etmek mümkündür. Kanaatimizce hedefler,
mevcut imkânlarımız içerisinde, hayalci değil,
gerçekçi bir tarzda tespit edilir ve hareketler ona
göre yapılırsa hızlı sanayileşme daha kolay
yapılacaktır. Unutmamak lazım ki, ekonomik
gelişmenin tabii bir hızı vardır, bu hızı çok büyük
bir şeklide arttırmak mümkün değildir. Doğru ve
planlı bir şekilde hareket ettiğimiz takdirde bu
hızda artmalar yapabiliriz, bunlar limitlidir, bunun
haricinde yapacağımız yanlış hareketler bu hızı
düşürecektir. (Özal, 1979: 93-101)’
demiştir.
Büyüme
hedefinin yüksek tutulması her zaman geçerli
değildir. Bütün harcama planları ve yatırım
programları bu hedefe göre hesaplanacaktır. Sonuçta,
gerçekçi olmayan büyüme hedefleri, cari ve tüketim
harcamalarının hızla artmasına ve yatırımların
vaktinde tamamlanamamasına neden olacak ve ekonomi
daha büyük bir darboğaza ve enflasyona düşürülmüş
olacaktır. (Yazar, 1979: 84)
1980’lere
kadar oluşan sanayi yapısını üç ana özellik
çerçevesinde tanımlamak ve açıklamak mümkündür.
Bunlar, ekonominin dışa kapalı olmasından
kaynaklanan yapısal özellikleri, sanayinin ekstansif
(niteliksel üstünlüklerden yoksun niceliksel gelişme
veya niteliksiz boyut ve kapasite artışı olarak
tanımlanabilir Türkkan, 1992: 51) bir gelişme
göstermesinden kaynaklanan yapısal özellikler,
nihayet ekonomide kamu sektörünün ağırlıklı
oluşmasından kaynaklanan yapısal özelliklerdir. Bu
nedenle Türkiye’de 1980’lere kadar oluşan sanayi
yapısını doğrudan doğruya bu stratejilerin dayandığı
iktisat politikalarıyla açıklamak mümkündür. (Türkkan,
1992: 50)
1980
öncesinde toplam kamu yatırımlarının yaklaşık dörtte
biri imalat sanayisine yapılmaktaydı. 1980’li
yıllarda bu oran sürekli olarak azaltılmış ve
yaklaşık yirmide bir düzeyine düşürülmüştür.
Türkiye, kamu yatırımları yoluyla sanayisini
geliştirme politikasından tümüyle vazgeçmiştir
denilebilir. Kamu kesiminin sanayi yatırımlarından
vazgeçmesi bu boşluğun özel kesim tarafından
doldurulduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim 1980
sonrasında hiçbir yıl özel sektör yatımlarından
sanayiye ayrılan pay 1980 öncesinin yıllık düzeyine
ulaşamamıştır. Bir başka anlatımla kamu sektörü gibi
özel sektör de sanayileşmeyi bir yana bırakmış
görünmektedir. (Kepenek ve Yentürk, 2009:
357)(Tablo)
Tablo: Kamu ve
Özel Sektörde Yatırımlar; 1998-2007 (1998
Fiyatlarıyla, Bin TL)
Yıllar |
2001 |
2002 |
2003 |
2004 |
2005 |
2006 |
2007 |
Kamu Sektörü |
2.866,5 |
3.103,1 |
2.633,7 |
2.460,1 |
3.074,1 |
3.154,5 |
3.383,7 |
Özel Sektör |
8.193,9 |
9.581,5 |
11.848,1 |
16.129,0 |
18.747,5 |
21.559,9 |
22.690,0 |
Aktaran; Sönmez,
2010: 10
Bir yanda hızlı
kamu altyapı yatırımları için finansman kaynağı
bulma gereği ulusal tasarrufun, kredilerin kamu
sektörüne kaymasına sebep olmuş, öte yanda konut
politikalarının özel sektör için yarattığı çekicilik
ve karlılık üretken imalat sanayi yatırımlarının
umulanın çok altında kalmasına sebep olmuştur. Bu
çelişki ve iktisat politikalarının yeterli derecede
tutarlı ve dengeli olmaması 1980-1990 döneminin
çarpıcı özelliklerinden biridir. Bugün ihracat
sektörünün büyük ölçüde siparişleri karşılayacak
güçlü, agresif bir ihracat politikasına sahip
olamamasının sebepleri arasında, belki de başında
bir ihracat sanayinin kurulamaması gereği vardır. (Kılıçbay,
1992: 405)
Ulusal
üretimden yatırımlara ayrılan pay 1980’lerin
ortalarında ve 2000’li yılların başında % 20’nin
altına düşmektedir. Bu azalmalarda, ekonomide
istikrar sağlama amaçlı politikaların etkisi olduğu
kadar, kamu kesiminin yatırım yapmasını azaltarak
ekonomide devleti küçültme anlayışı da etkilidir.
Kamu yatırımlarının sınırlı tutmak istenmesi ve
nitelik değiştirerek altyapıya yönelmesi ekseninde
yürütülen yatırım politikasının, sayısal olarak da
gelişmesi gereken bir ekonomi için yetersiz sonuçlar
vereceği söylenebilir. (Kepenek ve Yentürk, 2009:
352)
80’li
yıllardan 2000’li yıllara kadar olan dönemde giderek
yükselen enflasyon ekonomide ve toplumda kalıcı
sorunlara neden olmuştur. Devlet bütçesini ipotek
altına almış ve toplumsal dengeleri alt üst
etmiştir. Enflasyonun 20-60 puan üzerinde oluşan
ortalama kredi faiz oranları, ekonomide yatırım
ikliminin kaybolmasına neden olmuştur. 1994
krizinden sonraki son 6 yılda iç borçlanma bileşik
faiz oranı ortalaması yaklaşık % 124 olmuştur. (Konrad
Adenauer Vakfı Türkiye Temsilciliği, 2009:
1-2)(Tablo).
Tablo:
İç Borçlanma Faiz Oranları
Yıllar |
1993 |
1994 |
1995 |
1996 |
1997 |
1998 |
1999 |
TÜFE |
66,1 |
106,3 |
89,1 |
80,4 |
85,7 |
84,6 |
64,9 |
İç Borçlanma Ortalama Faiz Oranı |
87,8 |
164,4 |
121,8 |
132,8 |
108,1 |
105,6 |
111 |
Kaynak; DİE,
2000 Yılı Programı
Aktaran; Konrad Adenauer Vakfı
Türkiye Temsilciliği, 2009: 1
1980 yılına
kadar ithal ikameci sanayileşme stratejisi izlenmiş,
80’de alınan ekonomik önlemlerle ekonominin dışa
açılması sağlanmış ve ihracatın sürüklediği
sanayileşme stratejisine geçilmiştir. Ancak ekonomik
istikrarsızlığın getirdiği yüksek enflasyon ve
enflasyonun üzerinde seyreden kredi faiz oranları,
yatırım ve kalkınma ortamını olumsuz etkilemiştir. (Konrad
Adenauer Vakfı Türkiye Temsilciliği, 2009)(Tablo).
Tablo-7:
İç Borç Stoku ve GSMH Artış Hızı
|
1992 |
1993 |
1994 |
1995 |
1996 |
1997 |
1998 |
1999 |
GSMH Artış
Hızı |
70,1 |
66,1 |
106,3 |
89,1 |
80,4 |
85,7 |
84,6 |
64,9 |
KBMG |
2708 |
3094 |
2184 |
2759 |
2900 |
3080 |
3255 |
2878 |
İç Borç Stoku |
|
357 |
799 |
1361 |
3148 |
6283 |
11612 |
22990 |
İç Borç/GSMH |
|
17,9 |
20,6 |
17,3 |
21 |
21,4 |
21,9 |
27,6 |
Dış
Borç/GSMH |
|
37 |
50 |
42,6 |
45,5 |
46,9 |
50,7 |
55,6 |
KKBG/GSMH |
|
12 |
7,9 |
5,2 |
8,9 |
7,6 |
9,2 |
14,3 |
Kaynak; DİE,
2000 Programı
Aktaran; Konrad Adenauer Vakfı
Türkiye Temsilciliği, 2009: 2
24 Ocak kararlarının
özünde, yeni yatırımlardan çok mevcut kapasitenin
mümkün olan maksimum kullanımı amaçlandığından, faiz
oranlarına karşı duyarsız olan kamu yatırım
harcamalarının azaltılması doğaldır. Reel tüketimde
artışına rağmen, reel yatırımlardaki bu azalışlar
yurt içi talepte ortaya çıkan durgunluğun en önemli
nedenlerinden birisi olmuştur. (Parasız, 2003: 236)
Yüksek
faiz oranlarında gerçekleştirilen kamu borçlanması;
bir yandan bütçede büyük bir yer tutarken diğer
taraftan özel sektörü yatırılabilir fonları
kullanmaktan mahrum bırakmıştır. Borçlanmanın bütçe
üzerinde oluşturduğu yük, bir yandan devletin bütçe
düzenine zarar verirken, diğer yandan maliyet
enflasyonunu besleyerek, enflasyon ve kredi
faizlerinin daha da yükselmesine yol açmıştır.
|