Çözüm Büyümenin Önündeki
Engellerin Kaldırılmasıdır
Bugün ülkemiz, ekonomik güçlüklerle
kuşatılmış, insanımız ise bunalmış
durumdadır. Yaşadığımız ekonomik
sıkıntıların bir bölümü konjonktürel bir
nitelik taşısa da çoğu yapısal niteliktedir.
Son yıllarda ekonomi konusunda görüş öne
süren herkes ülkenin yapısal sorunlarından
söz ettiği için "yapısal" sözcüğü bir
aşınmaya uğrayarak gücünden kaybetmiş,
adeta her kapıyı açan ancak içi boş bir
anahtar sözcük durumuna düşmüştür. Bu
nedenle "yapısal sorunlar"dan neyi
kastettiğimizi bir kez daha açıklamak ve bu
sorunların çözümünün ülkemiz ve
yurttaşlarımız açısından neyi ifade
ettiğini bir kez daha vurgulamakta yarar
var.
Ekonomik büyümenin ve gelişmenin hedefi insandır.
Eğer uygulanan ekonomik politikalar
yurttaşlarımızın yaşam seviyesini yükseltmiyor,
onlara daha iyi bir gelecek vaad etmiyorsa,
yetersiz yada başarısız addedilmeli-dirler.
Durumlarından hoşnut olmayan ve geleceğe iyimser
bir gözle bakmayan bireylerden oluşan ulusların da
ekonomik kalkınma yarışında tüm potansiyellerini
ortaya koyamayacakları açıktır. Bu nedenle iktisat
politikalarının vazgeçilmez bir bileşeni bireylere
vereceği umut ve geleceğe güvendir.
Bugün yurttaşlarımızın çoğunu saran karamsarlığın
nedenlerini anlamak için, içinde bulunduğumuz mevcut
durumu tespit etmek ve bazı gerçekleri sıralamakta
yarar var.
1997 yılına ait Dünya Bankası verilerinde Türkiye,
200 milyar dolara varan milli geliri ile dünyanın
23'üncü büyük ekonomisi olarak sıralanmakta; kişi
başına düşen gelirde ise 3130 dolar ile üst-orta
gelir grubu ülkelerinin en alımda, 53'üncü sırada
yer almaktadır. Satın alma gücü paritesi cinsinden
ifade edildiğinde kişi başına düşen gelir 6430
dolara ve sıralamadaki yerimiz de 49'unculuğa
yükselmekte ise de bu rakamın yeterli olduğunu
söylemek mümkün değildir.
Ülkemizin dış borçlan 100 milyar doların
üzerindedir. İç borçlarımız ise 40 milyar dolara
yaklaşmıştır. Tabii bu iç borçlara başta kamu
bankaları olmak üzere çeşitli kamu kuruluşlarının
görev zararlarından doğan borçları dahil değildir.
Bu rakam da toplama dahil edilirse, iç
borçlarımızın tahminen 60 Milyar Dolar dolaylarında
olduğu söylenebilir. Bu durumda ülkemizde kişi
başına düşen iç ve dış borç toplamı 2500 doların
üzerindedir.
Bu borç rakamları tek başına bir şey ifade
etmemektedir. Eğer borçlanma ülkemizin üretim
kapasitesini artırmak, ekonomik ve toplumsal
altyapı güçlendirmek ve geliştirmek için kullanılsa
korkulacak bir şey olmaktan çıkar. Ancak Türkiye,
borçlarını çevirmek için borçlanmakta; mali itibarı
yerinde olmadığı için de çok yüksek reel faizler
ödemektedir. İç borçlarımızın vadesi kısa, mali
piyasalarımız sığdır. Daha da önemlisi, devlet
borçlanın çevirmek için ekonomide oluşan fonların
hemen hemen tamamına el koymakta, yüksek faizler
ekonomide yaratılan fonların reel piyasalara
yönelerek yatırımlara dönüşmesini engellemektedir.
Mali sistem devlete borç vererek yüksek ve risksiz
faiz geliri sağladığından, asli fonksiyonu olan reel
piyasalara fon sağlama görevini yerine
getirememektedir. Bugün devlet bütçesinden
yatırımlara ayrılan pay gülünç derecede azdır. Özel
sektör yatırımları da hemen hemen durma noktasına
gelmiştir. Oysa ülkem her yıl 1 milyon kişiye
istihdam yaratmak, bunun için ise yatırım yapmak
zorunda-dır. Duran yatırımlar önümüzdeki yıllarda
büyüme hızının yavaş olacağım ortaya koymaktadır
Enflasyon yaklaşık 25 yıldır yüksek oranlarda
seyretmekte, haksız bir vergi olarak sabit
gelirlilerin yaşam düzeyini düşürmekte,
işletmelerimizin sermayelerini vergilendirerek
ekonomik güçlerini zaafa uğratmaktadır. Açılan her
ekonomik istikrar ve enflasyonla mücadele paketi
hüsranla sonuçlanmakta, enflasyonla mücadelenin
kazanılacağına dair inanç giderek zayıflamaktadır.
Küreselleşme ile birlikte dünyada sermaye
hareketleri büyük bir hız kazanmış ve daha önce
görülmemiş boyutlara ulaşmıştır. Bügün dünyada döviz
piyasalarındaki günlük işlem hacmi 1,2 trilyon dolan
aşmıştır. Yılda 400 milyar dolar yabancı doğrudan
yatırım yapılmakta, ancak ülkemiz bu sermaye
hareketlerinden yeterli payı alamamaktadır. Bütün
yabancı gözlemciler Türkiye'yi yükselen piyasalar
içinde sayıp ve önemli bir gelişme potansiyele sahip
olduğunu belirtirken, ülkemize giren doğrudan
yabancı yatırım miktarı yılda 1 milyar doların
altındadır. Oysa ülkemiz, hedeflediği kalkınmışlık
düzeyine hızlı bir biçimde ulaşması için gereken
fonları yaratamamaktadır. Yabancı sermaye bu
tasarruf ve yatırım açığını kapatmada ve ülkemizin
büyüme çabalarına katkıda bulunabilir. Bu
imkanlardan yararlanmamız karşısındaki en önemli
engelin bulunduğumuz ekonomik ve siyasi sorunlar
olduğu açıktır.
Ülkemizde son yıllarda uygulanan iktisat
politikaları sonucu gelir dağılımı hem bireyler
arasında hem de bölgeler arasında bozulmuştur.
Bugün nüfusun en üst gelir grubunda yer alan yüzde
20'si milli gelirin yüzde 55'ini alırken en yoksul
yüzde 20'inin milli gelirden aldığı pay yüzde 5
dolaylarındadır. Muş'ta kişi başına düşen gelir 700
doların altında iken bu tutar Kocaeli'nde 7.900
dolara yaklaşmaktadır.
Ülkemizde yaşamın kalitesine baktığımızda da ortaya
çıkan tablonun iç açıcı olduğu söylenemez. Yine
Dünya Bankası verilerine göre 5 yaşın akındaki
çocuklarımızın yüzde 10'unu iyi besleyemiyoruz.
Erkeklerimizin yüzde 8'i kadınlarımızın da yüzde
28'i okuma yazma bilmiyor. Çocuk ölümlerinde binde
40 gibi yüksek bir oranla dünyanın bir çok az
gelişmiş ülkesinden de daha kötü durumdayız.
Yıllardır süregelen yüksek enflasyon, ahlaki
değerlerimizde yıpranmaya, toplumsal kurumlarda da
aşınmaya yol açtı. Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün
"Yolsuzluk Algılama Endeksi"nde Türkiye, 10
üzerinden 3,4 alarak 1998 yılında 85 ülke arasında
54'üncü oldu.
Bu tür rakamları çoğaltmak mümkün ancak görünen o ki
Türkiye, dünya ülkeleri arasında hak ettiği yerde
olmadığı gibi insanımız da hak ettiği yaşam
düzeyine henüz ulaşabilmiş değil. O halde, bu
olumsuz tabloya yol açan nedenleri tespit etmek ve
süratle ortadan kaldırmak gerekmektedir.
Türkiye son otuz yılda hızlı bir yapısal dönüşüm
geçirmiştir. Bu otuz yılda Türkiye bir tarım ülkesi
olma konumunu yitirmiştir. 1970 yılında toplam
işgücünün yüzde 71'i tarımda çalışırken bu oran
günümüzde yüzde 50'lere düşmüştür. Kentlerde
yaşayanların oranı 1970'lerde yüzde 40'ın altında
iken bugün nüfusun yüzde 70'den fazlası kentlerde
yaşamaktadır. Türkiye son çeyrek asırda kentleşir ve
sanayileşirken dış dünyaya açılmada da Önemli
mesafeler kaydetmiştir. 1970 yılında dış ticaret
hacmi milli gelirin yüzde 10'una karşılık gelirken
bu oran günümüzde yüzde 35'in üzerine çıkmıştır.
Bütün bu gelişmeler Türkiye'nin hızlı bir yapısal
değişim sürecinden geçtiğini ve hala da geçmekte
olduğunu göstermektedir. Başka ülkelerde yüzyıl
süren bir süreci biz otuz yılda gerçekleştirmek
zorunda kaldık. Üstelik bu hızlı değişim ve dönüşüm,
dünyanın da hızlı bir biçimde değiştiği bir döneme
denk geldi. Bu nedenle eğer bazı toplumsal ve
ekonomik sorunlar yaşıyorsak, bu doğal
karşılanmalıdır. Doğal karşılanamayacak olan, bu
sorunlara çözüm üretme becerisini
gösteremeyişimizdir.
Türkiye son otuz yılda bir tarım toplumu olmaktan
çıkmış ama bir sanayi toplumu olmayı henüz
başaramamıştır. Dünya bilgi toplumuna geçerken biz
hala sanayileşmenin sancılarını çekmekte,
sanayileşmenin gerektirdiği toplumsal ve siyasi
mekanizmaları oluşturup harekete geçirememekteyiz.
Bunda ekonomik büyüme hızının yeterince yüksek
olmayışının, üstelik büyüme hızının da son derece
istikrarsız olmasının küçümsenmeyecek bir katkısı
olmuştur.
Aslında yaşadığımız hızlı değişim ve dönüşümü daha
az hasanda, daha az maliyetle gerçekleştirmeyi
başarabilseydik bugün çok daha farklı bir konumda
olabilirdik. Bunu ise ancak daha yüksek bir hızla
büyümekle başarabilirdik. Yakın tarihimizdeki
ekonomik performansa ilişkin bazı gözlemlerin bu
konuyu daha iyi anlamamızda katkısı olabilir.
1950-1994 döneminde Türkiye'de kişi başına düşen
gelir yılda ortalama yüzde 2,7 gibi bir oranda
büyümüştür. Aynı dönemde Yunanistan ve İspanya'da
kişi başına düşen gelir yüzde 3,8'lik bir oranda
artmıştır. Diğer yandan 1950-1992 döneminde kişi
başına düşen gelirin ortalama yıllık artış hızının
Hindistan'da yüzde 1,2; Meksika'da yüzde 2;
Tayvan'da yüzde 6,2 ve Güney Kore'de yüzde 5,9
arttığını görüyoruz. Bu oranlar, ülkemizde kişi
başına düşen gelirin büyüme oranım bir perspektife
oturtmamıza imkan vermektedir.
Dikkat edilirse 1950 yılında Türkiye
ile Yunanistan ve İspanva arasında ülkemiz aleyhine
olan fark çok fazla değil iken Güney Kore'de kişi
başına düşen gelir Türkiye'nin altında idi. 1994
yılına gelindiğinde İçişi başına düşen gelir
Yunanistan'da 5-2 kat, İspanya'da 5.15 kat ve daha
kısa bir sürede Güney Kore'de 91 kat artarken
Türkiye'de sadece 3.3 kat artabilmiştir. Diğer
yandan ülkemizde ekonomik büyüme istikrarsız bir
görünüm sergilemektedir. Ekonomi bazı yıllar yüzde
8'lerin üzerinde büyürken hemen ardından büyüme
oranı eksilere düşebilmektedir. Bu görünümüyle
Türkiye, maraton yarışını yüzer metre aralıklara
koşan ve sonra da hastaneye kaldırılan bir koşucu
gibidir. Büyüme oranındaki bu istikrarsızlık
ülkemizde geleceğe ilişkin plan yapmayı güçleştiren
bir belirsizlik unsurudur, Kanımca ülkemizdeki
ekonomik sorunların temelinde büyüme oranının
yetersizliği ve istikrarsızlığı yatmaktadır. Biz
istikrarlı ve yüksek bir büyüme oranına
ulaşamadıkça, siyasi ve ekonomik sorunlarımıza
kalıcı çözümler bulamayacak ancak günü kurtaran
palyatif tedbirlerle yetineceğiz. Ancak büyüme
oranını yükseltmek hem devlet yönetiminde, hem iş
hayatında hem de toplumsal altyapıda önemli
değişiklikler yapmamızı gerektirmektedir. Büyüme
oranının istikrarsızlığına ve düşüklüğüne neden
olan politikaların değiştirilmesi, bir zihniyet
değişikliğinin sağlanması zorunludur. İşte bu
nedenle biz "yapısal reformlar"dan söz ediyor, bu
nedenle yapısal reformların zaman geçirilmeden
gerçekleştirilmesini talep ediyor ve herkesi bu
konuda üzerine düşeni yapmaya davet ediyoruz.
Ekonomik büyüme için tasarrufların ve yatırımların
önemini hemen herkes bilmekledir. Ancak belki de
daha önemlisi, ülke içindeki ekonomik ve toplumsal
hayatı düzenleyen kural ve kurumlar, diğer bir
değişle toplumsal altyapıdır. Toplumsal altyapı
henüz yeterince gelişmemiş ve eğer bir ülkede
üretenler, sanayiciler, işadamları konan kuralların
ne zaman değişeceği konusunda bir fikre sahip
değillerse, kurallara uymayanların ödüllendirilip
kurallara uyanların cezalandırıldığını
görüyorlarsa, emeklerinin karşılığını
alacaklarına tam. olarak inanmıyorlarsa o ülkedeki
girişim potansiyelinin tam olarak gerçekleştirilmesi
ve ekonomik büyümenin yüksek oranlarda seyretmesi
mümkün değildir.
Kaynak:
Zafer Çağlayan -
Ankara Sanayi Odası yönetim Kurutu Başkanı
|