Çağdaş Toplumlarda Vergi
Yeminli Mali Müşavir A. Rüştü Çelebi
Giriş
Vergi iki hecelik bir kelime olmakla beraber, söylenme kolaylığı
aksine, çok yönlü, karmaşık, üzerinde çok
konuşulacak bir olgudur.
Bugün, 4369 sayılı kanunla, çeşitli vergi kanunlarında; önemli
değişiklikler yapılmış; 29 Temmuz tarihli Resmi
Gazetede yayınlanan bu mevzuat, yetkililer
tarafından adetâ önemli bir Reform olarak takdim
edilmiş; mevcut hükümetin bir başarısı gibi
propagandası yapılmıştır.
Bir çok mes'ele gibi, bu konu da politi-ze olmuş; bilimsel, sosyal,
ekonomik, sosyo ekonomik, sosyal psikoloji, finansal
kriterlerden çok; gerçek saygısından ve realiteden
uzak politik çıkar düşünceleriyle, toplum
yanıltılmak istenmiştir.
Bazı gerçeklerin, doğmların, realitenin net ve açık söylenmesi, en
azından bir aydın haysiyeti ve vatandaşlık
görevidir.
Vergi konusu, söz konusu son değişikliklerde, ülke
gündemine oturmuştur. Borsaları, ticaret âlemini,
piyasayı, iş dünyasını; mükellef olsun veya olmasın
bütün toplumu kaygılandırmış; geçmişte yaşanan acı
tecrübelerin de tesiriyle; genel bir güvensizlik
atmosferi doğmuştur. Kanunlardaki değişikliklerin
ayrı ayn kritik edilmesi ayrı bir konudur. Ancak
önemli kanun değişikliklerinin bir anda hemen her
kesimde genel bir kötümserlik ve ümitsizlik
psikolojisine sebep olması ve piyasayı tedirgin ve
allak bullak etmesi dahi; sade bir vatandaş için bu
değişikliklerin olumlu veya olumsuzluğu hususunda
yeterli bir delil teşkil edebilir.
Kanunların parlamentoda görüşülmesine başlandığı tarihten bugüne
kadar geçen zaman dilimi içinde dahi; ekonomideki
olumsuz etkiler ve gelişmeler, oluşan zararlar dahi,
bu konuda yeterli bir delil teşkil edecektir.
Eski maruf maliyecilerden merhum Nail Bey'in tabiriyle "Eski vergi,
eski ayakkabı gibidir. Yeni vergiler ayağı
sıkabilir. Alışmak lâzım!" Bu da bir gerçektir.
Ancak, örneğin 1981 yılında yapılan önemli vergi değişimleri veya
daha sonraki yeni mevzuatın hiçbirisi (KDV gibi)
hiç bir zaman böylesine bir tepki ile
karşılaşmamıştı.
Günümüzde, ülkemizde, vergi konusunda uzman olan teknik kişiler,
tecrübeli devlet adamları, sanayiciler, iş
adamları, ticaret ve sanayi aleminin, borsaların,
odalann temsilcileri; hasılı, olayı bizzat yaşayan
ve muhatap olan, söz söyleme yetkisine ve yeteneğine
sahip herkes, şimdi şikâyetçidir. Bir toplumda
böylesine bir çoğunluğun ve "birden çok bilenlerin"
aldandığını varsaymak, kendimizi aldatmak olur.
Bir nükte ile belirtelim: Vaktiyle, rahmetli Ömer
Sabancı, Adana'da damdan düşmüş... Yakınları
koşmuşlar; hemen, "Sana iyi bir doktor, iyi bir
kırıkçı, çıkıkçı getirelim!" de misler. Rahmetli, O,
Kayserili'nin kıvrak zekâsı ve bu zekâdan doğan
esprisi ile "Bana damdan düşen birini getirin. Ne o,
ne bu!" demiş...
Bilindiği gibi, Sn. Süleyman Demirel'in ikinci başbakanlığı
döneminde, 1970 yılı sonlarında, Sn. Mes'ut Erez'in
Maliye Bakanı olduğu zamanda Devlet Personel Kanunu
ve Finansman Kanunu çıkmış ve yürürlüğe girmişti. O
zaman da (özellikle yeni mer'i olan İşletme Vergisi
gibi) önemli değişiklikler yapılmıştı. İşte o
günlerden sonra ve bilhassa 12 Mart 1971 tarihli
maruf muhtıradan sonraki gelişmelerde-, 2359 yıl
sonra o günkü italya'nın ekonomik düzeyine
ulaşacağımız gibi, Nostradamus'un kehanetlerini
geride bırakacak, bilimsel vecize söyleyen dehaların
da yer aldığı tarihi "Beyin Kabinesi" kurulmuştu.
Bu beyinlerin zaman-ı idaresinde; ülkemizde bütün Vergi
Dairelerine, Şekspir'in, Bergson'un, Hobbs'un,
Dante'nin, Sadî-i Şira-zi'nin ve benzerlerinin
vecizelerinden geri kalmayacak bir vecize, slogan
halinde yazılmıştı. Belki mukaddeslere, manevî ve
moral değerlere en azından laubali bakan bir
görüşün; kutsallardan medet uman bir ifadesiyle
söylenmiş bir vecizeydi bu...
"Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır! "Bu
espri ile, Matild Manukyan'ın namus ticaretinden sağladığı kazanç
bile vergisi verilmişse kutsal olmaktaydı...
Şüphesiz; vergi bir vatandaşlık görevidir... Vergi hırsızlığı,
almteri hırsızlığı gibi, şahıslara ve mala yönelen
hırsızlık gibi; üstelik kamu hukukuna yönelmesi
sebebiyle, hiç de kabul edilmeyecek bir
hırsızlıktır.
Vergi, Anayasalar'da tanımı yapılmış bir görevdir. Vatandaşlık
borcu, kamu alacağıdır... Vergisiz toplum, vergisiz
devlet olamaz. Kamu finansmanının en önemli kaynağı
vergidir...
Ancak bütün sosyal, ekonomik, hukukî ve malî olgularda olduğu gibi,
vergide de, madalyonun iki yüzü vardır: Devletin
mükellefe bakışjarzı; mükellefin devlete bakış
tarzı...
Cumhuriyetimizin 75. yılında bu kritik konunun
tarihine bakmakta da fayda vardır. Hiç bir sosyal
olay, tarihi perspektifi ihmal edilerek
irdelenemez.
I.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Vergi
1. Osmanlı Dönemi
İmparatorluğun kuruluş ve genişleme yıllarında kamu gelirleri para
olarak ödenen düzenli vergilere dayanıyordu Kamu
maliyesinin başlıca kaynaklan, diğer devletlerden
alınan haraçlar, bazı gümrük resimleri, gayr-ı
müslümlerden alınan cizye idi. Devlet gelirlerinin
bir çoğu da, kamu hizmetlerini gören atanmışlara (=Mansuplar)
aynlıyordu.
Örneğin, kamu hizmetinin bedeli olarak, bazı yerlerin öşürü
(tarımsal ürünün onda biri) ve Ağnam (Hayvanlar
Vergisi) gelirleri tahsis ediliyordu.
Gelişme dönemlerinde, yeni topraklann fethedilmesi ile, bölgedeki
kamu görevlilerine daha fazla "Tımar ve Zeamet"
tahsis etme imkânı doğuyordu. Bu suretle, merkezi
devlet ekonomik ve askerî bakımdan daha güçlü hale
geliyordu. (Bkz. Prof. Dr. Şerafettin Aksoy, Vergi
Hukuku ve Türk Vergi Sistemi)
Her yeni toprak elde edilmesi, İmparatorluğa başka yeni topraklar
kazanma imkânını da doğuruyordu.
Böylece, kamu görevlileri, yeni fetihlerle, daha fazla asker
besleyebiliyor, cizye gelirleri de devamlı
artıyordu.
İmparatorluğun duraklama devresinden sonra; yeni fetihler
yapılamadığından, üstelik merkezi devlet otoritesi
de, giderek zaafa uğradığından, kamu maliyesinin
vergi gelirlerinde düşüş başlamıştır. Aynca,
önceleri haraç ödeyen yabancı devletlerin bazıları,
devlet otorite-sindeki zaafı fırsat bilerek (=bütün
inhitat dönemlerinde olduğu gibi) ödedikleri
haracı, türlü bahanelerle ödememiş; geciktirmiş
veya az ödemiştir. Açıktır ki, bu durum, çarkı
tersine çevirmiş; gelirler yetmemeye başlamıştır.
İmparatorluğun çöküş döneminde ise; her sahada
olduğu gibi, devlet gelirleri konusunda da,
özellikle 19. asırda, malî sahada da reform düşünülüyor; bu
reformlarla çöküşün en azından durdurulacağı ileri
sürülüyordu...
Haklı ve isabetli bir tutumla, merkezi hükümet ilk iş olarak,
askerî ıslahata girişti. Ayrıca, kamu görevlilerine
(=Mansuplara) tahsis edilen vergi gelirleri, daha
doğrusu mansup sisteminden dönülmeye başlandı. Bu
suretle vergi gelirleri bir merkezde toplanmış
oluyordu. Tanzimat Fermanıyla birlikte, malî yapıda
bölgeci ve aynî sistemden, merkeziyetçi ve nakdî
ödeme sistemine geçiş çabası gösteriliyordu.
Merkezi devlet gelirlerinin esasını teşkil eden, Aşar ve Ağnam
gelirleri, devletin ihtiyacına yetmedi. Mültezimler
eliyle toplanan vergi, mültezimlerin köylüye karşı
baskı ve zulümleri sebebiyle, vergiye direnci
artırıyor, aynca vergi toplama masrafı da hasılatı
düşürüyordu.
Bunun için 1858 Kanunnamesiyle, arazi değeri üzerinden bir Arazi
vergisi alındı. Bu da yetmedi. Gümrük Vergileri de
Kapitülasyonlar sebebiyle artırılamadı...
Kamu finansman açığı arttı. Merkezi devlet, artan gelir ihtiyacını,
dış borçlarla karşılamak zorunda kalıyordu. Ve
sonuçta, artan ve ödenmesi zorlaşan dış borçlar,
hükümetleri Dûyun-ı-Umumîye İdaresi'nin kurulması ve
bu idarenin de hegemonyasının ve devlet gelirlerine
el koymasımn hazin tecellisiyle karşı karşıya
bıraktı.
2. Cumhuriyet Dönemi
Başlangıçta, ülkemiz ekonomik açıdan oldukça geri bir ülke idi.
Osmanlı'dan kalmış vergi sistemi, ıslah edilerek
uygulama devam etti. Yani, Aşar, Ağnam (Hayvanlardan
alınan baş vergisi), Temettü (-kazanç), Müsakkafat
(-Bina) vergileri ve bazı tüketim vergileri
alınmıştır. Şüphesiz bu vergiler, gayr-ı şahsî,
basit ve adaletsiz, gerçek geliri kavramayan vergi
sistemini oluşturmaktaydı.
Bağımsızlık ve Kurtuluş Savaşı'ndan henüz çıkmış
bir ülke; öncelikle siyasal bağımsızlık kazanmış
olmaktaydı. Ancak, M. Kemal'in veciz bir şekilde
ifade ettiğibi gibi;
"Siyasal ve askeri başarılar ne denli büyük olursa olsun, ekonomik
ve malî başarılarla desteklenmezse, sönmeye
mahkûmdur."
Şüphesiz bu güzel bilinçle. BM M ilk defa 1 nolu kanun olarak, 24 4
1920'de Ağnam Resminin 4 misli olarak istifası
hakkında kanunu kabul etmiştir.
Lozan Antlaşması ile siyasî ve ekono-mik-malî bağımsızlık
kazanılmış; Dûyun-ı Umumîye İdaresi kaldırılmış;
1927 yılından sonra da, koruyucu gümrük politikası
uygulanmıştır.
Bazı imtiyaz işletmeleri devletleştirilmiş; bunların borçları bir
ödeme plânına bağlanmıştır. Bu devirde, dış
borçlanma imkânları da bulunamadığı için, Cumhuriyet
yönetimi, bir yandan eski Osmanlı borçlannı ödemek;
diğer yandan da, millileştirilen imtiyazlı
işletmelerin tazminini yapabilmek için, eskiye
nazaran daha çok gelir toplamak zorundaydı.
Osmanlı vergi sisteminde; tanm sektörünün vergi yükü çok ağırdı.
Devlet gelirlerinin hemen hemen yandan fazlası
buradan karşılanıyordu. Bu yük azaltılmalıydı.
Adalet bunu gerektiriyordu.
1925 yılında Aşar Vergisi kaldırıldı. Ancak devlet büyük bir
gelirden mahrum kaldı. Bunu telâfi için 1926 yılında
Umumî İstihlâk Vergisi Kanunu çıkanldı. Kabul ve
itiraf etmek gerekir ki, o günkü şartlar içinde, bu
vergi ağır ve yanlıştı. Nitekim 1 yıl sonra
kaldırıldı. Yerine Muamele Vergisi getirildi.
Burada belirtilmesi gereken önemli nokta; henüz iktisadi gelişme ve
sanayileşme gerçekleşmemiş bir ekonomide, vergi
yükünün tarımdan, sanayi ve hizmetler sektörüne
kaydırılması umulanı veremeyecekti.
Lozan Antlaşması hükümlerine göre, 1927'den sonra
koruyucu gümrük politikası uygulandı. Koruyucu
gümrük tarifeleri konuldu.
Teşvik-i Sanayi Kanunu ile bir çok vergi istisna ve bağışıklığı
getirildi. Böylece sanayi teşvik ediliyor;
vergiciliğin sadece fınansal yani hazineye gelir
sağlama amacı dışında, ekonomiyi düzenleme,
kalkınmayı sağlama amacının da realize edilmesi
düşünülüyordu. Şüphesiz isabetli idi. Ancak 1929
dünya krizi bütün ekonomileri sarstı. Ekonomik ve
mali genel bir deprem yaşandı.
Bu global ekonomik ve mali deprem, 1931-1939 döneminde, ülkemizde
bazı değişiklikleri zorunlu hale getirdi.
1931 yılında eski" Müsakkafat (Kelime anlamı Çatılar demektir)
Vergisi kaldırıldı. Bina Vergisi ve Arazi Vergisi
getirildi.
1931 yılında bir de, Muamele Vergisi değiştirilerek, Kazanç
Vergisine bir zam şeklinde görünen iktisadi Buhran,
Muvazene ve Hava Kuvvetlerine Yardım Vergileri
çıkanldı.
1936 yılında, Bina ve Arazi Vergileri, merkezi devlet gelirleri
arasından çıkarılarak özel idarelere devredildi.
Giderek, emlak de-ğerlerindeki takdirlerin,
enflasyon sebebiyle çok gerilerde kalması ve vergi
hasılatının göreceli olarak düşmesi sebebiyle; Özel
idarenin topladığı bu vergiler; o idarenin memur
giderlerini karşılayamayacak kadar azalma ve
çarpıklık göstermişti.
1970 yılında bu uygulama değiştirilmiş; bu vergiler tekrar merkezî
idareye alınmıştır. 1940-1949 döneminde 2. Dünya
Savaşı sebebiyle, kamu harcamaları artmış; bunun
içinde bazı vasıtalı vergilere zam yapılmış; ve asıl
dikkat çekici büyük olay Varlık Vergisi ve Toprak
Mahsulleri Vergisi gibi olağanüstü vergi kabul
edilmiştir.
1938-1946 dönemi, ülkemizde demokrasi, insan
hakları, millî irade kriterleri yönünden çok farklı
bir dönemdir. Eski bir deyimle Nev'i şansına
münhasır (=Sui jeneris) jakoben, despot, dayatmacı,
bir nev'i monark, tek parti diktası ve Milli Şef
dönemidir. Türk demokrasi tarihi, vergilendirme
zihniyeti, vergi ve demokrasi ilişkileri açısından;
insan hak ve özgürlükleri açısından; günümüz
politikacıları, entellektüelleri, araştırmacılar,
tarihçiler, sosyologlar, devlet adamları; matematik
bir kesinlikle ifade edelim; bu dönemi
tanımıyorlarsa, biliniyorlarsa; incelememişlerse,
günümüzü ve halkımızı tanımamışlar demektir. Bugünü
ve bugünün gelişmelerini, andığımız 1938-1946
ciönemini bilmeden anlamak ve anlatmak imkansızdır.
Eski bir Maliyeciyim. Halen bağımsız olarak vergi ve mali işlerle
iştigal ediyorum. Olaylara, bu sıfatla değil de,
halkın içinden çıkmış fakat halkın ve hakkın dışına
çıkmamış sade bir vatandaş gözüyle batağımda da;
özellikle 1942 yılında kabul edilen Varlık Vergisi
Kanunu'nun tam anlamıyla tarihin laboratuarında
tahlil edilmesi gereken bir facia olduğunu
söylemeyi bir görev bilirim. Bu konuyu, bu yazımızda
aynca ele alacağız.
ikinci Dünya Savaşı sona erdi. Oldukça kanşık bir bünye gösteren ve
uygulanma olanağı kalmayan Türk Vergi Sistemi,
Reforma muhtaç hale gelmişti.
1949 yılında işte bu reform yapıldı. Kazanç Vergisi kaldırıldı.
Onun yerine (bu çok önemli ve isabetli bir
gelişmedir) Gelir Vergisi, Kurumlar Vergisi, Esnaf
Vergisi kabul edildi.
Daha önce, her verginin usule müteallik hükümleri ayrı ayrı
kanunlarda yer alıyordu. 213 sayılı Vergi Usul
Kanunu ile bunlar tek kanunda toplandı. 1953
yılında ise, eski Tahsil-i Emval Kanunu
kaldırılarak, yerine Amme Alacaklarının Tahsili
Hakkında Kanun kabul edildi.
1957 yılında ise, bir vasıtalı vergi olan Muamele Vergisi kaldınldı.
6802 sayılı Gider Vergileri Kanunu getirildi.
Harçlar Kanunu kabul edilerek; çeşitli ve dağınık
hükümler tek kanunda toplanmış oldu. 1952 yılında,
en çok şikayet sebebi olan ve aslında bir nev'i
angarya ve zulüm olan Yol Vergisi kaldınldı.
1956 yılında Esnaf Vergisi de kaldırılarak, Gelir
Vergisi şümulüne alındı. 1959 yılında, modern
vergilendirmede atılan adımlara ek olarak Veraset ve
intikal Vergileri Kanunu değiştirildi.
Kabul edelim ki, 1949 yılı Vergi Reformu'nda, tarım kazançlarının
vergi dışı bırakılması büyük bir eksiklikti. 1960
yılından sonra bu eksiklik giderildi.
Gelir Vergisi Kanunu tıpkı Ticaret Kanunu gibi, Alman Vergi
Kanunu'ndan esinlenerek yapılmıştır. Modern
vergiciliğin şahsî beyan ve gerçek geliri kavrama
esasına dayanmaktadır. 27 Mayıs Hükümet
Darbesi'nden sonra ve daha sonraki dönemlerde de
önemli değişikliklere uğramıştır. 1961 yılında ilk
defa Servet Beyanı müessesi getirilmiş; ancak Varlık
Vergisi'nin çok kötü izlenim ve tecrübeleri ve darbe
hükümeti zamanında (1961 yılında) çıkarılmış olması
sebebiyle, mükellefler nezdin-de güvensizlik doğduğu
için, ilk beyannameler sağlıklı olmamıştır.
Ekonomide, bazı servet unsurlarının resmi kayıt ve
bildirim dışında kalması sonucunu doğurmuştur.
Servet Bildirimi bu yüzden, istenen neticeyi verememiş;
vergilendirmede, mükellefin devlete bakış tarzının
ve güven unsurunun ne derece önemli olduğunun
göstergesi şeklinde tecrübe ve ibret konusu
olmuştur. Gayesine ulaşamayan ve ekonomide
tıkanmalara sebep olan Servet Beyanı, rahmetli
Özal'ın da gayretleriyle 1983 yılında kaldınlmıştır.
Bu arada, 1961 yılında Gelir ve Kurumlar Vergisi'ne, yatırımları
teşvik için getirilen yatırım indirimi istisnası ve
sonraları ihracat istisnaları şüphesiz önemli ve
faydalı değişikliklerdir.
Gelir Vergisi, Kurumlar Vergisi, Gider Vergileri oranlan
değiştirilmiş; Emlâk Alım Vergisi, Motorlu Kara
Taşıtları Vergisi, Damga Vergisi, Harçlar, Bina,
Arsa, Arazi Vergilerinde yenilikler getirilmiştir.
Genel çerçevede, 1967 yılında ve 1970 yılında
yapılan bazı vergi kanunu değişiklikleri ve yeni
vergiler (1970 yılı Finansman Kanunu) dışında, 1981
yılma kadar Vergi Reformunun genel presnsipleri
hâkim olmuştur.
1975'den sonra, ülke ekonomisindeki gallo-pan enflasyon, 1980
yılında had safhaya ulaşmış; özellikle Gelir
Vergisi dilim ve oranlan korkunç bir adaletsizlik
doğurmuştur. 1981 yılındaki değişikliğe kadar,
örneğin yıllık bir milyon lirayı gelirin aşması
halinde, % 60 oranın-it Gelir Vergisi ve % 3
oranında Mali Denge Vergisi ödenmesi geıekiyordu.
Kabaca bir hesaplama ile, istanbul'da senede 1
milyon liradan az fazla kazanan bir tüccar, bu
kazancının yarıdan fazlasını vergi olarak
ödeyecekti. Enflasyonun % 100'ü aştığı bir dönemde
bu çok ağır bir vergi yükü idi.
1981 yılında önemli değişiklikler yapıldı. Gelir ve Kurumlar
Vergisi, Vergi Usul Kanunu, Veraset ve İntikal
Vergisi, Emlâk Vergisi v.s. değişikliklere uğradı.
Defter ve belge düzeni değiştirildi. Vergi Usul
Kanunu'nun ruhunda önemli bir değişiklikle
(ekonomik Delil anlayışı) gibi yeni bir kavram
getirildi. 1983 yılında, kurumlardan alınan
temettüler (kâr paylan) vergi dışı bırakıldı.
25.10.1984 tarihinde 3065 sayılı Katma
Değer Vergisi Kanunu kabul edildi. 1.1.1985 tarihinden itibaren
uygulanmaya başlandı. Bu yepyeni bir sistemdi. Belge
kulanımmın, kayıt dışı ekonominin azalmasını
sağlamak gayesi de vardı. Ancak oranların zamanla,
batıdaki emsallerine nazaran yükseltilmesi, açıktır
ki, bu vergide de, istenen neticeyi tam anlamıyla
sağlayamamıştır.
Yukarıda açıklanan değişikliklerden sonra; Gelir ve Kurumlar
Vergisi'nde 1994 yılından itibaren uygulanmak üzere
bazı önemli değişiklikler yapılarak, bu tarihten
sonra, kurumlardan elde edilen kâr paylarının kurum
ortakları tarafından menkul sermaye irade şeklinde
bildirilmesi ve vergilendirilmesi şeklinde, 1981'den
önceki uygulamaya dönülmüştür. Bu değişiklik,
kurumlaşma, atıl sermayenin şirketleşme şeklinde
bir araya gelmesi vs. bakımın-dan, vergiciliğin malî
olmayan, ekonomik ve sosyal tesirleri açısından
isabetli sayılmaz.
4369 sayılı son Reform Paketi iddiasın daki
değişiklik öncesi, normal bir kurum kazancı kurum
bünyesinde % 44 oranında vergi ve fon yüküyle
mükellefti. Eğer kurum kâr dağıtır ve kurum
hissedarı bu kârı beyan ederse ödenecek gelir
vergisi de dikkate alındığında, kurumu bu kazanç
sebebiyle ödediği vergi ile; bu kazançtan pay olan
hissedann ödeyeceği vergi yükü toplam % 73 oranına
ulaşmaktaydı. Hiç bir batı ülkesinde böyle vergi
yoktur. Hiç bir batı ülkesinde ülkemizdeki enflasyon
yoktur. Hiç bir batı ülkesi, adeta mükellefi imha
edecek böylesine zulme varan bir uygulamayı
sindiremez
Türk Vergi sisteminde, 29 Temmuz 1998 tarihinde
yayınlanan 4369 sayılı hemen hemen bütün vergi
kanunlarını önemli ölçüde değiştiren Mali Milâd
kavramını icat eden, "Nereden Buldun?" sorusunu
bütün vatandaşlara yükleyen son Vergi Reformu (!)na
kadar olan serüveni ana hatlarıyla özetlemiş
bulunuyoruz. Söylenecek söz çoktur. Ancak, ülke
mes'elele-rini ciddi ve değişik perspektif ve
kalemlerden irdeleyen Yeni Türkiye Dergisi'nde,
öncelikle Varlık Vergisi olayını açıklamayı,
özellikle yeni kuşaklara-, heyecanlı maliyeci genç
uzman arkadaşlara, vergi idaresine, eskimiş
bilgilerin tekrarı ve ibret sergilemesi açısından
faydalı görmekteyim.
Il. Varlık Vergisi Faciası
Bu tabir bendenize ait değildir. Böyle bir ifadeyi, eğer başkası
kullanmasaydı; ben T.C. hükümetinin çıkardığı bir
kanunun yanlış uygulanması olarak düşünür ve ne
olursa olsun, bu olaya facia demeyi uygun
bulmayabilirdim. Ancak bu tabir, Varlık Vergisinin
çıktığı 1942 yılında bu vergiyi bilfiil uygulayan
veya bu verginin en çok etki yaptığı İstanbul'da
defterdarlık yapan ve İstanbul Valisinden sonra; o günkü devlet otoritesinin en büyük temsilcisi
olan rahmetli Faik Ökte'ye aittir.
Rahmetli Faik Okte; bu isimde bir kitap yazmış ve olayı
anlatmıştır. Şimdi gelelim hikayeye:
Başbakan Şükrü Saraçoğludur. Yıl 1942'dir. (O günün şartları
şüphesiz bu günden çok farklıdır. Her kanunu kendi
şartlarının zorladığını da düşünerek kritik etmek
bir hakkaniyet gereğidir).
Hükümet tarafından meclise verilen yasa önerisi 11 Kasım 1942 günü
oybirliğiyle kabul edilmiş; meclisten kanun olarak
Varlık Vergisi çıkmıştır.
Burada anlatacaklarımı bazı kimseler abartılı, egzantrik vs.
bulabilir. Ben bu kanunu uygulayanlardan bir
kısmını, yaşayanlardan bir çoğunu dinledim.
Araştırdım, inceledim. Bu konuda televizyonda 1998
yılının baharında, halen parlamenter olan, ciddi
araştırmacı, yazar, ekonomist Sn. Yılmaz
Karakoyunlu'nun da katıldığı başarılı bir program
yapıldı. Aynca, ülkemizin gözde sanayicilerinden
Alarko Holding sahibi Sn. İshak Alaton, bir
televizyon programmda babasının yaşadıklarını açıkça
anlattı.
Bütün maliyeci dostlarıma, siyaset adamlarına, tarihe meraklı
olanlara bu konuya eğilmelerini tavsiye ediyorum.
Tarih laboratu-varında, geçmişten geleceğe uzanan
labirentlerde, bu güne ışık tutan belgeleri,
bilgileri temin ederler diye...
Yasanın hedefi, levanten azınlıkların adetâ imtiyazlı bir şekilde,
vurgun, karaborsa, haksız kazanç sağlayarak
ekonomide egemen oldukları düşüncesiyle onlardan bu
haksızlığı telafi edici vergi almaktı. Genelde biraz
farklı da olsa azınlıklar dışındakilere de
uygulandı. Maliye Bakanlığı İstanbul
Defterdarlığı'na gizli bir tamim gönderiyor;
İstanbul'da büyük haksız kazanç sağladıklan;
bunlann savaş döneminde elde ettikleri faiz ve
kabul edilen servet üzerinden müslüman ve yabancılar
1/8, dönmeler 1/4, gayr-i müslümler 1/2 oranında
Varlık Vergisiyle mükellef tutuluyordu.
C.H.P. grubundaki görüşmelerde Şükrü Saraçoğlu, "Bu
kanunun, hassaten ekalıyetten olan vurguncular
istihdaf ettiğini" bildiriyor; bazı tarihçiler,
Saraçoğlu'nun bu tutumuyla Alman (Hitler) Nazi
Rejimini taklit ettiği kanısını taşıyorlardı.
O zamanlar, sonraları D.P. döneminde bakanlık yapan ve halen sağ
olduğunu sandığım Sn. Emin Kalafat Maliye
Müfettişidir. Şu anda rahmetli olan ve benim de
kendisini yakından tanımış olduğum, maruf hesap
uzmanlarından Ömer Berk de, o zamanki unvanıyla
"Hesap Mütehassısadır. Sn. Kalafat'ın
başkanlığında, merhum Ömer Berk ile başka bir
hesap mütehassısının üyeliğinde 3 kişilik
koordinatör bir komisyon kurulur. Bu komisyona
bağlı diğer bir çok takdir komisyonu vardı. Bunlar
mükelleflerin bütün varlığım (ticari işletme, ev,
işyeri, eşyalar vs.) takdir ve tesbit ediyordu,
l'tirazı, temyizi yoktu. Komisyonların takdir
ettiği değerler o ilin ve ilçenin en yüksek mülki
amiri tarafından mükelleflere tebliğ ediliyor;
verginin 15 gün içinde ödenmesi gerekiyordu. Bir
mükellef fabrikasını, evini bütün servetini saüyor;
yine vergi borcu kalıyordu. Bu nasıl bir Varlık
Vergisidir ki, varlığın tamamını veriyorsunuz; yine
borcunuz kalıyordu. Ödeyemeyenler çalışma
kamplarına gönderiliyor; verginin tahsili için,
mükellefin eşinin, ana babasının ve çocuklarının
mallarına el konuyordu. Varlık Vergisini
ödeyebilmek için, vatandaşlar yok pahasına mal ve
mülklerini satıyorlar; yine borç bitmiyordu. Acı bir
tablo: Sırf bu nedenle, İstanbul'da 330 ev, 197
dükkân, 190 arsa, 80 apartman, 42 depo satıldı. Bu
emlak belki de (günümüze çağrışım yapsın!) o günün
mafya ve çete kılıklı insanların eline geçmiştir.
(Bk. İstanbul Ansik. sh. 369)
İstanbul'da vergiyi ödeyemeyen bazı azınlıklar, H. Paşadan hayvan
vagonları ile Aşkale'ye toplama kamplarına sürüldü.
Vergilerini ödeyemeyenler zorla çalıştırılacak,
vergi böylece tahsil edilecekti.
Çalışana verilecek ücretin yansı fiilen verilecek,
yarısı da bloke edilecekti. Yiyecek, içecek, barınma
çalışana aitti. Vergi borçları ödeninceye kadar
bunlann bir kısmı buzlar altında Aşkale'de yol
işçisi olarak çalıştılar (Bkz. 100 Somda
Devletçilik-Korkut Boratav sh. 342).
Çalışma kamplarına gönderilmek üzere toplanan 2057 kişinin 1809
adedi İstanbul'dandı. Aşkale'ye gönderilen 1400
kişinin de 1229'u İstanbul'dandı Bunlardan 21 adedi
çalışma kampında öldü (Rk. İstanbul Ansk. sh. 369)
Sn. İshak Alaton, televizyon programında; babasının bütün
servetini Varlık Vergisi sebebiyle kaybettiğini;
hayvan vagonları ile Aşkale'ye gönderildiğini;
orada soğuk kış şartlarında 4 yıl kaldığını;
İstanbul'a dönebildiği zaman, tanınmayacak şekilde
yaşlanmış ve çökmüş olduğunu anlatmıştı.
Vaktiyle, mûz'iç karakteri sebebiyle herkesi rahatsız eden ve
öldüğü zaman, o günkü şiir uygulamasıyla ölümüne
tarih düşürülen Halet Efendi için, nüktedan bir
şair;
"O da bir Halefti, geçti!"
şeklinde, eb-ced hesabına göre tarih düşürmüştü.
Varlık Vergisi, Yol Vergisi ve Ağnam Resmi gerçekten vergicilik,
vergi adaleti, insan hak ve özgürlükleri, mülkiyet
ve yaşama hakkının dokunulmazlığı gibi evrensel
kavram ve erdemler açısından, Türk Toplumu, devlet
idaresi, devlet-vatandaş, Maliye İdaresi mükellef
ilişkileri açısından ibretamiz hazin tecellilerdir.
Halet Efendi'nin vefatı için söylenen söz gibi;
"O da bir devirdi!"
veya "O da bir vergi idi geldi geçti!" diyemeyiz.
Sosyoloji, kamu hukuku, kamu vicdanı bakımından bu olaylann
derinlemesine analiz edilmesinde; bundan sonraki
uygulamalarda, yanlışlık, haksızlık, zulüm şeklinde
ortaya çıkan bu ve benzeri olayları günümüzün
küreselleşen dünyasında; evrensel kriterlerle ve
standartlarla masaya yatırmakta sayısız faydalar
görmekteyiz.
Rahmetli başbakan Saraçoğlu'nun lâkabı Varlık
Vergisi'nden sonra "Haracoglu" olarak halk arasında
yayıldı. Türk halkınım, şaşmaz ölçüsü ve kritik
edici zekâsı bir devlet adamına bir sıfat
yakıştırınca; o devlet adamının siyaseten ölü
sayılacağının sayısız misallerini gördük ve,
rahmetli Saraçoğlu; D.P. iktidara gelip; C.H.P.
muhalefete düştüğünde, kennaatında ısrar edeıek O
gün Vergisini gerektiriyordu. Bu gün
lar olursa; aynı vergiyi uygularım!" demiştir.
Burada C.H.P.'yi iktidardan uzaklaştıran sebepler arasında; bu
vergilerin ve zulümle takip ve uygulanmasınıri
ağırlığını unutmamak gerekir.
D.P. devrinde kaldırılan Ağnam Resmi ve Yol Vergisi de adetâ bir
zulümdü. Mükellef 6 lira yol vergisini ödeyemez;
amele olarak yevmiye ile yol yapımında
çalıştırılırdı. Vergi borcunu tahsil için; Jandarma,
Maliyenin tahsildarı ve mahallenin muhtarı, evlere
baskın yapan; fakir ve çilekeş vatandaşın yatak ve
yorganına kadar haczedilir; ayrıca hapsen tazyik
yapılırdı. 1940'h yıllarda, bir koyun için örneğin
50 kııaış Ağnam Resmi istenir; koyunu satsanız 50
kuruş etmezdi.
Bugünün anlayışında ve günümüz insanlarına hattâ
komik ve trajik gelen bu olayları lütfen yaşlılara,
yaşayanlara sorunuz. Ve belki de, bir derece yine
de, insan hak ve özgürlükleri, vergi adaleti vs.
açısından, milli şef dönemine göre de olsa; bugün
çok ilerdeyiz deyip teselli bulabilirsiniz...
Enflasyon ve Vergi
Ekonomistlerin ve maliyecilerin deyimiyle "en zalim vergi
enflasyondur." Enflasyonun hakim olduğu ülkelerde,
eğer vergi açısından enflasyon muhasebesi
uygulanmıyorsa; vergi adaleti bir aldatmacadan
ibarettir.
En somut örneği basit şekilde gösterelim: Bir kurum 1997 sonunda
100 lira vergi matrahı sağlamışsa; ödeyeceği
vergiler şöyledir. (Kâr dağıtmadığını ve
dolayısıyla, hissedarlarının da bu kârı Gelir
Vergisi Beyannamesi ile beyan etmediğini
farzediyoruz)
25,- TL Kurumlar Vergisi 15,- TL Gelir Vergisi Stopajı 40,- TL
Vergi Toplamı 4 ,- TL Fon 44,- TL. Vergi yükü
1997 yılı enflasyonu ise % 82'dir. Bu durumda, 100
lira kazanç sağlayan kurum 44 lira vergi ödeyecek;
geriye 56 lira kalacak; bu para da enflasyonla
ortadan kalkmış olacaktır. Ve firma, reel ölçülerle;
öz varlığından kaybetmiş olacaktır.
işte, basitin basiti bu
örnek, enflasyonun ne kadar zalim olduğunu; bir
firmayı ne hale getirdiğini gösteren çarpıcı bir
örnektir.
Enflasyon, gizli bir hırsızın, siz farkında olmadan cebimizdeki
parayı çalması hadisesidir.
Bugün Amerika Bııicşık Devletlerinde enflasyon oram % 5-6'dır. Ve
buna rağmen orada enflasyon muhasebesi vardır. 4369
sayılı kanun değişikliklerinde Enflasyon
Muhasebesine yer verilmeyişi en büyük hatadır. Eğer
enflasyon muhasebesi olsaydı, bu kanuna karşı
toplumun bütün katmanlarında bu kadar direnç
gösterilmezdi. % 100 enflasyonun sürdüğü bir
ülkede, üstelik yüksek oranlı vergileri tahsile
kalkmak ve kalkışmak, vergi ismi altında haraç
almak, gasbetmek veya zulüm şeklinde telâkki
edilmekte ve bu şekilde tecelli etmektedir.
Giyom Teü'in ifadesiyle "Haddinden aşırı şiddet, gayesindeki
hikmeti kaybeder". Maliyecilikte tersine
müterakkiyet denen bir olay vardır. Vergi oranlannı,
makul oranın ötesinde artırırsanız, hasılatınız
aynı oranda artmaz; azalır...
Size çok çarpıcı bir misal arzedeceğim: 1982 yılma kadar, iplik
fabrikalarında iplik tesliminde pamuk ipliği için %
30, sun'i ve sentetik iplik için % 36 İstihsal
Vergisi mükellefiyeti vardı (6802 sayılı Gider
Vergileri Kanunu).
Yani bir fabrika 100 lira iplik satarsa, müşteriden 30 lira da
gider vergisi tahsil edecekti. O zaman vergili fiat
130 lira oluyordu. Bu çok ağır bir vergi idi.
Fabrikalar faturasız satış yapıyorlardı. O zaman
devlet bir tek lira istihsal Vergisi alamıyor;
üstelik fatura kesilmeden satış yapıldığı için iplik
satışı gelir ve ya kurumlar vergisi dışında da
kalıyordu. İplikte başlayan bu vergi kaçağı, Gelir
Vergisi, Kurumlar Vergisi açısından, kumaşa boyaya
konfeksiyona kadar zincirleme vergi kaçağına yol
açıyordu. Yani devlet (maliye) 100 liralık satıştan
30 lira gider vergisi alacağım derken, hiç bir
vergi alamıyor; as lında gider vergisi (0) olsa;
Gelir veya Kurumlar Vergisi alacaktır.
İşte bu çarpıcı örnek; 1970'li yıllardan 1982 yılına kadar şahsen
hatırladığım kadany-la; sanayicilerin o yıllarda
hey'etler halinde 12 bakanlarla görüfmelerine
rağmen düzeltilemedi. Çünkü, Bakanlığın üst düzey
bürokratları, bakanlara "yılda şu kadar ton iplik
üretiliyor. Bunun satış değeri şu kadar milyar
liradır. % 30 tutarı şu kadar vergi olur. Biz bu %
30 oranını mesela % 10 yaparsak %.20 oranında
kaybımız şu kadar olur!" şeklinde masa başı ve kağıt
üzerindeki hesaplamalarla hesap çıkararak
yanılttılar. Son olarak, 12 Eylül öncesi rahmetli
Yılmaz Ergenekon Maliye Bakanı idi, yine Anadolu'dan
sanayiciler de dahil, bir heyet bakana gitti.
Rahmetli Ergenekon sanayicileri haklı buldu. Ancak %
30 ve % 36 istihsal Vergisini düşük oranlara
indirmeye fırsat kalmadı. 12 Eylül 1980 darbesi
oldu. En sonunda, 1982 yılında, rahmetli Özal pamuk
ipliğindeki % 30 oranını % 8 oranına, sun'i ve
sentetik iplikteki % 36 oranını % 12'ye indirdi. Ve,
bundan sonra, gider vergileri tahsil edilebildi.
Üstelik Gelir ve Kurumlar Vergisi'ndeki kaybı da
önledi.
işte feraset budur. Vergicilik budur. 1985 yılında KDV
uygulamasıyla da, zaten istihsal Vergileri de
kaldırılmış oldu.
Bugün, ülkemizde hazinenin ihtiyacı arttıkça yeni kaynak bulmak
için, vergi oranları sık sık artırılmaktadır.
Yukarıda verdiğim çarpıcı örnekteki yanılgı (veya
yanılgıdan da öte fahiş hata) burada da caridir.
KDV oranları başlangıçta genelde % 10 idi. Sonraları (gıda ve
benzerleri hariç) en az % 15 olmuştur. % 40 oranı da
vardır. Bu oranlar ağırdır. Hiç bir batı ülkesinde
yoktur. Kağıt üzerindeki oran artar amma; gerçekte
ve fiiliyatta vergi azalır. KDV ödememek için,
belgesiz satış--yapılır. Gelir ve Kurumlar
Vergisi'nde zincirleme vergi ziyaı doğmuş olur.
Vergi oranları düşürülmeli, vergi
yaygınlaştırılmalı; böylece vergi hasılatı
artırılmalıdır.
Vergi bürokrasisi azaltılmalıdır. Katma Değer Vergisi'nin en iyi
uygulandığı batı ülkesi Belçika'dır. 1970 öncesi, o
zaman hesap uzmanı olan değerli maliyeci ve
parlamenter Ay-kon Doğan Belçika'daki sistemi
incelemiş; etüd yapmış; "Belçika'da Katma Değer
Vergisi" ismi altında ciddi etüdü
yayınlamıştır.
Ülkemizde KDV kanunlaşmadan önce 1984 yılında kanun çıktı; 1985
yılında uygulama başladı) KDV tartışılmış ve
lüzumlu olduğu görüşü hakim kılınmıştı. Ancak kanun
haline getirebilme şerefi Sn. Özal'a nasip olmuştur.
Belçika'da KDV sistemi basittir. Türkiye'de kanun maddeleri,
tebliğler, tamimler, ihracattan doğan KDV iadesi
çok çapraşık ve karmaşık hale getirilmiş; adeta
zorlaştırılmış sanki zorlaştırmada Maliye'nin yararı
olur, gibi hareket edilmiştir.
Sn. Besim Tibuk'un sık sık tekrarladığı gibi, bir KDV beyannamesini
doldurmak, bir hüner ve cesaret mes'elesi olmuştur.
En karışık Batı ülkesi Belçika'da KDV beyannamesinde 38 adet kolon
veya bölüm vardır. Ülkemizde ise, eğer ihracat
varsa; veya ihraç kaydıyla teslim varsa; beyannamede
100'den fazla kolon ve ek föyler vardır. Bunun ne
gibi pratik bir faydası olduğunu veya olabileceğini
halen 10 yıldan fazla bakanlıkta merkezi denetim
elemanı olarak çalışmış ve 1976'dan bu yana özel
sektörde bu işlerle uğraşmış sabık (ve sabıkasız)
bir maliyeci olarak anlamış değilim...
Kısaca, vergi kanunları enflasyonu dikkate almak
zorundadır. Kanunlar adil olmalıdır. Mükelelfin
ekonomik gücüyle orantılı vergi alınmalıdır.
Bürokrasi azaltılmalıdır. Vergi işlemleri basit hale
getirilmelidir. Vergicilikte, münhasıran hazineye
para tahsili değil; diğer ekonomik, mâli, sosyal
amaç gözetilmelidir. Vergiler sadece hazine için,
fiskal gayelerle değil; ekonomi ve malîi
politikalardan bir araç ve düzenleyici (=nâzım rol
oynayıcı) olarak düşünülmelidir.
Vergiler ihracatı, yatırımı, istihdamı, üretimi, kalkınmayı, gelir
dağılımındaki adaleti artırıcı, düzenleyici, eski
deyimle gayr-ı malî maksatları gerçekleştirici rol
oynamalıdır. Sadece devlete gelir sağlamak amaç
olmamalıdır. Ülkemizde, genelde sadece hazine
ihtiyaç düşünülmektedir Çok yanlıştır.
Adaletsizliğin sebebi budur.
Eski şairlerden sanırım Hoca Behhanî bir beytinde şöyle demektedir:
"İster isen mülk-i hûsn abad ola, dâd eyle kim,
Padişahlar dâd ile mülkünü abâd eyledi."
(Anlamı "Güzellik mülkünün mamur olmasını istersen,
adaletli ol)
Padişahlar adalet ile mülkünü, ülkesini ihya eyledi." Burada şunu
da ifade edeyim: ideal ülke olarak kabul ettiğimiz
ve genelde vergi kanunlarımızı bir bakıma tercüme
ettiğimiz batı ülkelerinin hiçbirisinde bu kadar
ağır oranlı vergiler yoktur. Bu kadar çeşitli
vergiler yoktur. Fiatın arkasına gizlenmiş; herhangi
bir makbuzla ödemediğimiz için, yergi ödediğimizin
farkında olamadığımız, sürü sepet tüketim vergisi
yoktur.
Gümrük Birliğine dahil ülkelerde ve AB'ye dahil ülkelerde Gelir
Vergisi oranları, belli düzeylere kadar % 15'te
başlayıp; devam etmekte, nihâi olarak en fazla
(maksimum) % 30-35'e çıkmaktadır.
O ülkelerde, ülkemizdeki gallopan enflasyon yoktur.
Son değişikliklerin Meclis'te müzakeresi sırasında
Sn. Maliye Bakam; enflasyon muhasebesini İsrarla
talep edenlere cevap olarak "Enflasyon muhasebesi
için şartların ve alt yapının oluşmadığı; bu
enflasyon muhasebesinden büyük firmaların faydalanıp
küçük ve orta tip firmaların faydalanamayacağı
bunun da büyükler lehine adil olmayan sonuçlar
doğuracağı" şeklinde ifade buyurmuşlardır.
Kanımızca sırf hazine gelirleri düşünülerek
söylenmiş bir cevapür. isabetli bulamıyoruz.
Sn. Bakan ve özellikle hükümet kamuoyuna karşı, eskilerin
yapamadığı reformu (!) yapabilmiş olmak ve bu
reformla kayıt dışı ekonomiyi önlemek veya minumuma
düşürmek; böylece enflasyonla mücadelede vergi
yoluyla başarı kazanmış gözükerek, ekonomik
istikrarin gözüken, ancak, ekonomimizin şartlarını;
içinde bulunduğumuz kritik durumu, milli iradeye
dayanmayan ve dolayısıyla güvensizlik veren politik
ortamı dikkate almayan, Türk halkının sağduyu ve
hissiyatım gözetmeyen, sosyal psikolojiyi hiç hesaba
katmadan; medya desteği ile kamu oyu oluşturacağını
zanneden yanlış değerlemeler yapılmış; zamanlama,
takdim şekli ve bütün artılarına rağmen;
sermayeyi, parayı, mükellefi ürkütücü ve herkesin
hemen hemen benimsediği liberal ekonomiyi devlet
kontrolünü alma intibaı verici olumsuz
özellikleriyle, son kanun değişiklikleri; bir beyaz
sahife açacak Mali Miladı bir serap haline
dönüştürmüştür. Sn. Tibuk, bu değişiklikleri bir
"Fiyasko Kitabı" olarak nitelemektedir.
Kanımızca; bir sosyal barışa, rehabilitasyona, müşfik ve adil bir
uygulamaya; zayıfı, acizi, haklıyı korumaya, güçten
ve kuvvetten yana değil de, acizden ve haklıdan yana
olmaya, bu tür bir uygulamaya vatandaş hasrettir.
|