Cumhuriyet Dönemine Toplu Bakış ve
Ekonomik Gelişmeler
FP Eski Milletvekili Ali Coşkun
XIX. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı
cihan devleti bir konfederasyon şeklindeydi;
özellikle Tanzimat Fermanıyla Osmanlı azın-lıklanna
getirilen hukuki, idari ve ekonomik teminatlar ve
doğan yönetim boşlukları yanısı-ra yanlış uygulanan
batılılaşma hareketleri parçalanmanın da zeminini
oluşturmuştur.
Osmanlı topraklan üzerinde hak talep eden bazı
devletlerin de himayeleri altında azınlıklar güçlü
cemaat teşekkülleri oluşturarak, özellikle devletin
ekonomik gücünü ve araçlarını ellerine geçirmeye
başlamışlar. Örnek olarak özel statüleri sebebiyle
vergiden ve askerlikten muaf tutulan levantenler
sanayi, banka ve ticaret kurumlannın % 80'ine sahip
hale gelmişlerdir.
Yozlaştmlan Türk eğitim kurumlan devlet yönetimine
yeterli seviyede adam yetiştiremez hale gelirken,
kiliseden de sağlanan desteklerle devletin yönetim
kademelerine yabancı ve azınlık okullarında
yetiştirilen kişiler yerleşmeye başlamışlardır.
Birinci Meşrutiyet meclisini oluşturan muhtelif ırk
ve milliyetlere mensup mebuslar
topyekün Osmanlı devletinin değil, kendi
toplumlarının ve şahsi çıkarlarının sözcülüğünü
yapıyor, adeta bölünmenin tohumlarını atıyorlardı.
1877'de Türk kökenli mebusların sayısı azınlıklar
içinde azınlıktaydı. Bu durum dış ilişkilerde ya da
mali konularda kurulan komisyonlarda daha da
belirgindi. Sonradan alınan tedbirler ise durumu
düzeltmeye yermedi.
Basın organları büyük ölçüde azınlıkların eline
geçti. 1876 yılında neşredilen 47 basın orgamndan
ancak 5 adedi Türkçe yayın yapıyor, diğerleri ise
muhtelif etnik gruplara yönelik değişik dillerde
ideolojik yayınlar yapıyorlardı.
Osmanlıların kurduğu adaletle yönetme çeşitli din,
dil, ırka mensup toplulukların meydana getirdiği
kültür zenginlikleri dış etkenlerle giderek menfaat
çatışmalan ve bölünmelere zemin teşkil etmiş,
Birinci Dünya Savaşı ile iyice sarsılan Osmanlıya
karşı başta Ermeni komitacıları olmak üzere,
isyanlar başlamış bunları örnek alan Müslüman
Arapların da silaha sanlmaları sonucu asırlarca mal,
can ve namusları ile topraklarını Hıristiyan
saldırılara karşı koruyan Osmanlı, sırtından
hançerlenerek yıkılmıştır.
Üç kıtada 550 yıllık cihan devleti olma özelliğini
sürdürebilmiş olan Osmanlı; bayındırlık,
haberleşme, ordu disiplini, planlı hareket ikmal
sistemleri başta olmak üzere kültür, sanat, adaletle
yönetim, insan hakları gibi konularda tarihe mal
olmuş mükemmel bir sistemle yönetilmesine rağmen
zaferlerine ortaçağ silahlan ve at sırtında
başlayan Osmanlı batıdaki teknolojik gelişmelere
paralel hamleler yapamadığı gibi, batıdan bu
teknolojileri almakta gecikmiş, bu gecikmenin
farkına varınca da gerekli teknolojileri üretme
yerine sadece kullanımına geçilmesiyle, 19.
yüzyılın sonlarında çağı yakalamak için çırpınırken
yıkılmıştır.
Bbyle bir ortamda Îttihat-Terakki ile yeniden milli
değerlere Türk toplumunun meselelerine dönüş
başlamışsa da bu kez IttihatTerakkicilerin tarihe
mal olan yanlış politika ve uygulamalan bu çöküşe
ayn bir darbe indirmiştir.
Böylesine yanmış, yıkılmış, bölünmüş Osmanlı cihan
devleti enkazı üzerine Mustafa Kemal ve arkadaşları
öncülüğünde Anadolu insanı milli ve manevi değerler
etrafında toplanarak verilen milli mücadele sonunda
şehitlerimizin kanlarıyla sulanarak vatan haline
sokulan topraklar üzerinde kurulan cumhuriyetimiz,
birliğin, bütünlüğü ve yeniden devlet olmanın
adıdır.
Cumhuriyet döneminde bugün nereye geldiğimizi
anlıyabilmek için nerden hareket edildiğinin
bilinmesi gerekir. Ancak bunu derinlemesine birkaç
satır ve sahifede anlatmak imkansızdır. 1920'lerde
harekete geçtiğimiz nokta ile bugün ulaşılan seviye
küçümsenmi-yecek ölçülerde olmakla birlikte
yetersizdir. Zira son yıllarda bizden çok gerilerde
olan ülkeler bizi geçmiş durumdadırlar.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle
aydınların cephede şehit düşmeleriyle yetişmiş
insan gücü boşluğu doğmuş, ekonominin altyapısını
oluşturan sosyal kültürel şartlarla birlikte
(demografik) nüfus yapısı da bozulmuştur.. 1927
nüfus sayımlarına göre 13.562 milyon olan nüfusdan
38 milyon olan aktif nüfusun % 78.2'si tarımda, %
7.4'ü sanayide, % 6.6'sı ticarette, % 7.8'i hizmet
sektöründe çalışmaktaydı.
İşsizlik, yokluk, hastalıklar toplumu sarsarken
altyapı eksikliği sebebiyle ulaşım ve haberleşme
yetersizliği şartlan daha da zorlaştın-yordu.
Cari fiyatlarla milli gelirin % 44.8'ini tarım, %
14'ünü sanayi, % 31.7'sini ulaşım ve bankacılık da
dahil olmak üzere ticaret, % 9.5' ini konuT ve
hizmet sektörü teşkil ediyordu.
Çok sağlıklı istatistikler olmamasına rağmen cari
fiyatlarla 1 milyar 605 milyon TL olan milli gelir,
nüfus başına 114 milyon TL (59$) civarındaydı.
Böylesine imkansızlıklar içinde daha Cumhuriyet ilan
edilmeden 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir'de yapılan
I. iktisat Kongresinin çok büyük bir anlamı vardır.
Zira Mustafa Kemal Kongreyi açış konuşmasında:
"Halk mümessillerinin huzurunda bulunmaktan çok
mesut ve bahtiyarım"
"Halkın sesi hakkın sesidir"
"Türk tarihi incelenirse gerileme ve çöküntü
nedenlerinin iktisadi meselelere bağlı olduğu
görülür."
"Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa
olsun, iktisadi zaferlerle donatılmadıkça başanya
ulaşılamaz"
Sözleriyle halkla bütünleşmenin ve bir ülkenin
iktisadi hayatının önemini ortaya koymuştur.
Kongrede yetişmiş insan gücünün yok olduğu
parçalanmış, harab olmuş bir ülke durumundan çıkıp
kalkınmanın yollan aranmıştır.
Bu kongre ile ülkenin envanteri çıkarılıp mevcut
imkanlar çerçevesinde geleceğe yönelik politikalar
oluşturulmuştur. Aynı zamanda kominist ve
kapitalist sistemlerden birinin saplantısı içine
girilmeden bugün bile özlemini çektiğimiz ferdi
teşebbüsün önemi vurgulanmış, 1930 yıllarına
gelindiğinde ferdi teşebbüsün yetersiz kaldığı
alanlarda devlet öncülüğünde iktisadi devlet
kuruluşları (İDT) oluşmaya başlamıştır.
Yetişmiş insan gücü, sermaye ve teknoloji birikimi
yokluğu da ÎDT'nin yaygınlaşmasında etkili
olmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk'ün 1936 yılında yayınlanan
ikinci sanayi planının önsözü dikkatle
incelendiğinde devletçi zihniyetin sonradan
oluştuğu görülür.
"Devletçiliğin bizce manası şudur; fertlerin hususi
teşebbüslerini esas alarak fakat
büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok
şeylerin yapılmadığını gözönünde tutarak memleketin
iktisadiyatını devletin eline almak" şeklinde ferdi
teşebbüsü teşvik etmiş, bir başka konuşmasında
zaruri hallerde devletin iktisadi hayata
girebileceğini defalarca belirterek "Türkiye
Cumhuriyetini idare edenlerin demokrasi esasından
ayrılmadan (mutedil devletçilik) prensibine uygun
yürütmeleri bugün içinde bulunduğumuz hallere,
şartlara ve mecburiyetlere uygun olur"
buyurmuşlardır. Zira 3 Haziran 1933 tarih 2262
sayılı Sümer-bank Kuruluş Kanununun onbirinci
maddesi uyarınca devletçe kurulup işletmeye
alındıktan bir yıl sonra "hisse senetlerinin kısmen
veya tamamen Türk eşhas (şahıslar-müteşebbisler)
müesseselerine satılması caizdir" ifadesi devletin
zaruretler altında iş hayatına girmesi ancak en kısa
zamanda işletmelerin özelleştirilmesi öngörülmüştür.
Ancak siyasi kadrolar 1940'lı yıllarda çok koyu bir
devletçilik anlayışı ile bunu yerine
getirmemişlerdir. Teknoloji ve sermaye birikimi
sağlanması yanında yetişmiş insan gücüne okulluk
ederek tarihi görevini tamamlayan bu kuruluşlar
üzerinde takip eden yıllarda siyasi baskılar artmış
ve sonuçta ekonomimize "KİT" olarak yerleşen
kamburlar haline getirilmiştir. Şimdi ise
özelleştirme çekişmeleri altında 60 yıldır
yapılamayan işlemlerle karşı karşıya bulunmaktayız.
1923 -1938 yılları arasında bütün imkansızlıklara
rağmen halkın büyük fedakarlıkları özellikle
israftan uzak yaşantılarının da etkisiyle iktisaden
cumhuriyet döneminin ilk olumlu ve başarılı sonuçlan
elde edilmiştir.
1938-1950 yılları arasında bir taraftan İkinci Dünya
Savaşının olumsuz etkileri, diğer taraftan yönetimin
aşırı devletçilik saplantısına kapılarak tek parti
döneminin halkı hiçe sayan resmi ideolojilerin
üretilip uygulamaya koyulması sonucu tam anlamıyla
sosyalist devletçi ekonomi modelinin uygulandığı,
her yönde sıkıntılı yılların yaşandığı dönemidir.
II. Dünya Savaşı bittiğinde yeni bir dünya düzeni
kurulmak istenmişse de ekonomik sınırların
kaldırılmak istendiği bu modeli Sovyetler Birliği
engelleyerek demir perdeyi oluşturmuştur. Bu
durumda Kominist yayılmaya karşı 1949'da ABD
önderliğinde NATO kurulunca dünyada iki kutuplu
soğuk savaş dönemi başlamıştır.
14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimlerle (DP)
iktidanyla tek parti dönemi kapanmış oldu ve merhum
Başbakan Adnan Menderes önderliğinde 1950-1960
arası "Yeter Söz Milletindir" anlayışının hakim
kılınmaya başlandığı kalkınmanın özel sektör
öncülüğünde ön görüldüğü hür teşebbüsün temellerinin
atıldığı yıllardır.
Ancak ferdi teşebbüsü imtiyazlı kılan serbest pazar
anlayışına geçme fırsatı tam olarak
sağlanamamıştır.
Zira ekonomide, güç olan devlet bizatihi ferdi
teşebbüs karşısında rekabet halindeydi ve en büyük
işveren durumundaydı.
Yine de ilk defa sınırlı da olsa "devletin milleti
için var olduğu"anlayışı benimsenerek hizmetler
yürütülmüştür.
1960 yılında yapılan talihsiz bir ihtilal sonrası
ülke yeniden sarsılmış ve planlı döneme
geçilmiştir. DPT kurularak ülkenin envanterinin
çıkartılması, kamu yatırımlarının planlanması, özel
sektörün teşviki ile karma ekonomik modelin
işletilmesi amaçlanmışsa da sağlanan bazı faydalara
rağmen beklenen sağlıklı sonuç alınamamıştır.
Özellikle devlet bürokratları milletin üzerinde,
"jakoben" düşünceye zemin hazırlayan devletçi bir
doktrinin ülkenin üzerine karabulut gibi çökmesine
sebep olmuştur.
Bu yıllar kotalar, tahsisler dönemi olup bazı kişi
ve kuruluşların aşırı derecede korunup teşebbüs
hürriyetinin kısıtlandığı ve sanayinin ithalatı
ikame şeklinde oluştuğu yıllardır.
1970-1980 yılları siyasi istikrarın sağla namadığı,
sanayinin baskı altında kaldığı ancak kısmen üretim
kalitesinin düzeltilmeye başlandığı ve cüzi miktarda
dışarıya açılmaya çalışıldığı sıkıntılı yıllardır.
1980'li yıllara gelindiğinde dünyada devletçi
doktrinlerin terk edilerek özellikle .ekonomide
devletçiliğe karşı kesin mücadeleye girildiği
gözlenmiştir.
Teknolojinin hızla gelişmesi, iletişim araçlarındaki
yaygınlaşma giderek insan merkezli bağımsız bir
yapıyı gündeme getirmiştir. Nitekim bu gelişmeler
merkezi planlamaya dayalı kominist bloğun
yıkılrhası ve sosyalist bloğun yeniden yapılanma
sürecine girmesi sonucunu doğurmuştur. Zira baskıcı
devlet düzeni çürümüş, kominizmin ekonomik
başarısızlığı ortaya çıkmıştır.
1980 yılma girildiğinde 1970'li yıllardaki
olumsuzluklarla ülkemiz şiddetli bir ekonomik krize
sürüklenmiş ve 24 Ocak 1980 Kararlan diye tarihe
geçen gelişmelere maruz kalmış sonra da 12 Eylül
1980 tarihinde ülke yeniden askeri müdahaleye
sürüklenmiştir.
Bütün imkansızlıklara rağmen bu tarihle birlikte
serbest pazar ekonomisine geçişin ilk ciddi adımları
atılarak ekonominin rekabete açık olarak kendi
dinamik dengelerini kurması ve dışa açılması
amaçlanmış, milleti bezdiren yokluklar, karaborsa,
vurgun, enerji kesilmeleri ve kısıntılarından
kurtulma yönünde olumlu adımlar atılmıştır.
Rahmetli Turgut Özal'ın başbakan yardımcılığı
döneminde onun başkanlığında 58 yıl sonra Kasım 1981
tarihinde düzenlenen II. İktisat Kongresinde ise
önemli adımlar atılıp hedefler tayin edilmiştir. 4-7
Haziran 1992 tarihleri arasında yapılan 3. izmir
iktisat Kongresi de göstermiştir ki, bu gibi
kongrelerin düzenlenmesi memleket yarannadır.
1980-1987 yılları ülkenin öncellikle ekonomik
yönden derlenip toplandığı, yeniden yapılanmaya
başlandığı, uluslararası ortamda saygınlığının
arttığı başarılı yıllar olmuştur.
1987'den itibaren siyasi istikrarın yeniden
bozulmaya başlaması sonucu bölgeler ve
kesimler arası sosyal banş da bozulmuş böyle bir
ortamda istikrar içinde ekonomik kalkınma sağlıklı
bir yapıya kavuşturulamamıştır.
2000'li yıllara birbuçuk yıl kala Cumhuriyetimizin
75. yılını gururla kutlamamız gerekirken içimiz
buruk olarak karşılıyoruz. Zira cumhuriyetimizi
demokrasi ile taçlandırama-dık. Demokratik
cumhuriyeti hedefimiz, bürokratik cumhuriyete
dönüştü.
Devlet yönetiminde sistem adaletle işlemez ise
cumhuriyet demokrasi ile özdeşleşe-mez. Devletin
adında cumhuriyet varken diktatörlük olma örnekleri
tarihte çoktur. Oysa ki devlet millete hizmet edecek
olan teşkilattır. Bu teşkilatla devlet birimleri
milletin insan hak ve özgürlüklerini teminat altına
almakla yükümlüdür.
Tarihteki örneklerden, demokratik hukuk devletinin
işlediği hallerde cumhuriyet ekonomik, sosyal ve
kültürel gelişmelerle birlikte arzu edilen başarıya
ulaştığı görülmüştür. Bu sebeple hedefimiz mutlaka
insan merkezli güçlü devlet, zengin millet
olmalıdır.
Bugün mevcut siyasi modelde kuvvetler aynlığı
sağlanamamış, parti liderlerinin tercihleri
doğrultusunda sandıktan çıkan milletvekilleriyle
çoğunluğu sağlayan hükümetler yasama, icra ve
yargıyı kontrolleri altına alabilmektedir.
Siyaset bu haliyle tıkanmakta hukukun üstünlüğü,
insan hakları, özgürlükler gibi demokratik haklar
baskı altına alınmaktadır.
Sorun sistemde ve bu sistemin varlık sebebi olan
parti yöneticilerindedir. Türk toplumu temizdir. Bu
sebeple temiz toplum değil temiz siyaset, temiz
yönetim gerekir. Aksi halde bugün üzülerek
yaşadığımız gibi toplum birçok konuda kavram
kargaşası içine itilerek kimlik arayan çelişkiler
ülkesi haline gelinir.
Diğer taraftan demokrasilerde önemli bir yeri
bulunan ve halkımız adına denetim ve tarafsız haber
verme sorumluluğu olan bir kısım medya kuruluşları;
çoğu zaman çıkar
gruplarının menfaatleri doğrultusunda hareket ederek
halkı aydınlatma yerine yanıltma, milli ve manevi
değerleri tahrip, eğitim ve kültürümüzü yozlaştırma
aracı haline gelmektedir.
Türkiye bugün dış politikada, iç politikada ve
ekonomide sıkıntılarla bir başka değimle
darboğazlarla karşı karşıya kalmıştır. Çözüm
sistemdedir. Anayasa başta olmak üzere siyası
partiler, seçim kanunu bunlara bağlı tüm kanun ve
mevzuatta demokratik hukuk devletinin işleyeceği
değişikliğin acilen gerçekleştirilmesi zaruret
haline gelmiştir.
Bütün dünyada bugün anlaşılmıştır ki; halka
dayanmayan hiçbir rejim insanlığa refah
getirmemektedir.
Ekonomimize gelince, alınan noktadan gelinen
seviyeye çıkış ihmal edilir bir durum olmamakla
birlikte imkanların en iyi şekilde
değerlendirildiğini iddia etmek mümkün değildir,
özellikle ihtilaller ve siyasi çekişmelerle
kaybedilen yıllar gelişmemize indirilen en büyük
darbeler olarak tarihe geçmiştir.
M. Kemal Atatürk'ün söylediği ve demokrasimizin
kalesi TBMM salonunda yazılı bulunan "egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir" vecizesi cumhuriyet
ve demokrasinin en güzel ifadesi olsa gerek. Yeter
ki bu ifadeye sadık kalınırsın.
Cumhuriyetimizin 75. yılını kutlarken ekonomimiz
yeniden duraklama dönemi yaşamaktadır. Birleşmiş
Milletler Kalkınma Programı (UNDP) çerçevesinde
ortalama hayat düzeyi ve eğitim seviyesine göre
hazırlanan rapor sonuçlan oldukça düşündürücüdür.
Zira dünya nüfusunun % 20'si "zenginler" mal ve
hizmetlerin % 86'sını, en alt seviyede bulunan
nüfusun % 20'si (fakirler) ise mal ve hizmetlerin
%1.3'ünü tüketiyor.
Ülkemizde ise nüfusun ilk %20'si GSMH'nm %57'sini,
en alt seviyedeki %20'lik fakir tabaka ise %
4.7'sini tüketmektedir. Gelir dağılımının bu derece
yozlaşması önemli bir sorun olarak dünyayı ve
ülkemizi tehdit etmektedir.
Kaldı ki; ülkemiz bu araşürma sonuçlarına göre 174
ülke arasında 69. sıraya düşerek fakir ülkeler
arasında yer alabilmektedir.
Cumhuriyetimizin kuruluşu ile günümüz gelişmelerini
uzun yorumlar yaparak anlatma yerine bazı önemli
hususları özet olarak hatırlatarak, okuyucunun
yorumuna sunmayı uygun gördüm, zira daha fazla bilgi
için kaynak olarak gösterdiğimiz yayınlardan
yararlanmak mümkündür.
1997 Yılının Değerlendirmesi
Türkiye ekonomisi 1997 yılında öngörülen yüksek bir
büyüme göstererek 1994 fi-nansal krizinden bu yana
süregelen son üç yıllık büyüme trendini devam
ettirmiştir. Politik istikrarsızlık ve bunun
ekonomiye yansıması şeklinde geçen 1997 yılında
Türkiye ekonomisi yüksek bütçe açığı ve üç haneyi
bulan enflasyon ile birlikte %8 oranında yüksek bir
büyüme gerçekleştirmiştir. GSMH'daki bu artışa
karşın sanayi üretimi % 10.4 oranında yükselmiş,
tarım ise % 2'lik bir daralma göstermiştir. Cari
işlemler açığının GSYİH'nin % 1.4*0 üzerinde
gerçekleştiği bu yılda resmi döviz rezervleri 1998
yılı başı itibariyle 18.4 milyar doları bulmuştur.
1997 yılında Türkiye'nin dış ticaret açığı bir
önceki yıla göre 5.3 oranında artarak 20.7 milyar
dolara ulaşmış ve GSYİH'nin % 10'u düzeyinde
gerçekleşmiştir. Yine aynı dönemde ihracat % 13.0
oranında artarak 26.2 milyar doları bulurken,
ithalat % 11.4 oranında büyüyerek 48.6 milyar
dolara ulaşmıştır.
1997 yılında ihracaün ithalatı karşılama oranı 1996
ile yaklaşık aynı düzeyde gerçekleşerek % 54.0
olmuştur, ithalattaki artışın kaynaklarına
indiğimizde, tüketim maddeleri ithalatının % 25.0
oranında artışına karşılık serma-ye malları
ithalatının % 6.8, ara malları ithalatı nın ise %
11.2 oranında kaldığı görülmektedir. Bu oranlar
toplam yurtiçi talepleri artışının, tü ketim
kaynaklı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu oranların
gösterdiği diğer bir gerçek de, yatınmlar açısından
1997 yılında meydana gelen % 8'lik büyümeyi
destekleyici bir gelişme olmadığıdır.
1997 yılında cari işlemler açığı beklenenin aksine
oldukça düşük çıkmıştır. Bunda ih-- racattaki
artışın yanmda turizm gelirlerindeki %36 O'lık
büyüme ve bavul ticaretinde sağlanan döviz geliri
büyük rol oynamıştır.
Böylece cari işlemler açığı bavul ticareti dahil
GSYİH'nin %1.4'ü plarak 2.75 milyar dolar düzeyinde
gerçekleşirken, bavul ticareti hariç 4.74 milyar
dolarla GSYİH'nin % 2.4'üne tekabül etmiştir.
1997 yılında sermaye hareketleri açısından sermaye
girişinin arttığı göze çarpmakta-dır.1997 yılında
Merkez Bankası resmi rezervlerindeki yaklaşık 2.1
milyar dolarlık artış bunun bir göstergesi olarak
karşımıza çıkmaktadır. Yine 1997 yılında Türkiye
ana para ve faiz olmak üzere yaklaşık 10.7 milyar
dolar dış borç ödemesi yapmıştır. Hazine aynı
dönemde uluslararası sermaye piyasasından 3.6 milyar
dolar civannda toplarken, özel finans kurumlarının
borçlannın ertelenmesinde zorlanmamaları da diğer
dikkat çeken bir gelişme olmuştur. Net 554 milyon
dolar düzeyindeki yabancı doğrudan yatınm ve 1.643
milyon dolarlık portföy yatınmlan ile birlikte, net
sermaye girişi 8.6l6 milyon dolara ulaşmıştır.
1997 yılında göze çarpan bir diğer önemli gelişme
ise büyük ümitler bağlanan özelleştirme konusunda
beklenen gelişmenin 1998'e devredilmesi olmuştur.
1997 yılında toplam 660 milyon dolar düzeyinde
özelleştirme gerçekleştirilebilmiştir. Bu rakkamın
354 milyon doları yılın ilk yarısında
gerçekleşirken, yılın ikinci yarısında 306 milyon
dolarlık özelleştirme yapılmıştır.
1998'de büyüme % 3 alınmış %4.5 değerine revize
edilmişken, ithal tüketim mallarının da etkisiyle
büyümenin altı ay sonunda %6.3 civarında seyrettiği,
yıl sonunda % 4.5-5 seviyesinde kalacağı tahmin
edilmektedir.
Halkımızı bezdiren enflasyonun son aylarda her ne
kadar az da olsa düşüş eğilimine
girmesine rağmen yıl sonunda hedeflenen % 50'nin
gerçekleşemeyip, 1997 seviyesi civarında kalacağı
izlenmektedir.
Döviz kurlan yıl sonunda fevkalede olaylar dışında
hedefi aşacak ve ABD doları -350.000 TL, Alman Markı
- 190.000 TL civarında olacaktır.
Kayıtlı ihracatımızın 27 milyar dolaı, u-halaün ise
49 milyar dolar (bavul ticareti hariç) seviyesinde
seyredeceği, diş ticaret açığının 21 milyar dolar,
cari işlemler dengesinin 3.5 milyar dolar, bütçe
açığının ise 5 katrilyon TL civarında
gerçekleşeceği beklenmektedir.
Sonuç olarak dış politikada itildiğimiz yalnızlıktan
kurtulmak iç politikadaki istikrarsızlığın biüp,
herşeyin merkezi hükümete bağlı olduğu bir yönetim
tarzından uzaklaştınlma-sı ile demokrasinin tüm
kurallanyla işlediği, insan haklannın,
özgürlüklerin, hukukun üstünlüğünün hakim
kılınacağı bir ortamda gelecek nesillerimizin
cumhuriyetimizin 100. Yılını dünya politikalarında
söz sahibi bir Türkiye'de kutlamalan özlemiyle
toplumun her kesiminin sevgi, banş, hoşgörü ile
görevini yerine getirmesini temenni etmekteyiz.
|