| 
					Cumhuriyet Dönemine Toplu Bakış ve 
					Ekonomik Gelişmeler  
							
							FP Eski Milletvekili Ali Coşkun  
							XIX. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı 
							cihan devleti bir konfederasyon şeklindeydi; 
							özellikle Tanzimat Fermanıyla Osmanlı azın-lıklanna 
							getirilen hukuki, idari ve ekonomik teminatlar ve 
							doğan yönetim boşlukları yanısı-ra yanlış uygulanan 
							batılılaşma hareketleri parçalanmanın da zeminini 
							oluşturmuştur.  
							
							Osmanlı topraklan üzerinde hak talep eden bazı 
							devletlerin de himayeleri altında azınlıklar güçlü 
							cemaat teşekkülleri oluşturarak, özellikle devletin 
							ekonomik gücünü ve araçlarını ellerine geçirmeye 
							başlamışlar. Örnek olarak özel statüleri sebebiyle 
							vergiden ve askerlikten muaf tutulan levantenler 
							sanayi, banka ve ticaret kurumlannın % 80'ine sahip 
							hale gelmişlerdir.  
							
							Yozlaştmlan Türk eğitim kurumlan devlet yönetimine 
							yeterli seviyede adam yetiştiremez hale gelirken, 
							kiliseden de sağlanan desteklerle devletin yönetim 
							kademelerine yabancı ve azınlık okullarında 
							yetiştirilen kişiler yerleşmeye başlamışlardır. 
							
							Birinci Meşrutiyet meclisini oluşturan muhtelif ırk 
							ve milliyetlere mensup mebuslar
							
							
							topyekün Osmanlı devletinin değil, kendi 
							toplumlarının ve şahsi çıkarlarının sözcülüğünü 
							yapıyor, adeta bölünmenin tohumlarını atıyorlardı. 
							1877'de Türk kökenli mebusların sayısı azınlıklar 
							içinde azınlıktaydı. Bu durum dış ilişkilerde ya da 
							mali konularda kurulan komisyonlarda daha da 
							belirgindi. Sonradan alınan tedbirler ise durumu 
							düzeltmeye yermedi.  
							
							Basın organları büyük ölçüde azınlıkların eline 
							geçti. 1876 yılında neşredilen 47 basın orgamndan 
							ancak 5 adedi Türkçe yayın yapıyor, diğerleri ise 
							muhtelif etnik gruplara yönelik değişik dillerde 
							ideolojik yayınlar yapıyorlardı.  
							
							Osmanlıların kurduğu adaletle yönetme çeşitli din, 
							dil, ırka mensup toplulukların meydana getirdiği 
							kültür zenginlikleri dış etkenlerle giderek menfaat 
							çatışmalan ve bölünmelere zemin teşkil etmiş, 
							Birinci Dünya Savaşı ile iyice sarsılan Osmanlıya 
							karşı başta Ermeni komitacıları olmak üzere, 
							isyanlar başlamış bunları örnek alan Müslüman 
							Arapların da silaha sanlmaları sonucu asırlarca mal, 
							can ve namusları ile topraklarını Hıristiyan 
							saldırılara karşı koruyan Osmanlı, sırtından 
							hançerlenerek yıkılmıştır.  
							
							Üç kıtada 550 yıllık cihan devleti olma özelliğini 
							sürdürebilmiş olan Osmanlı; bayındırlık, 
							haberleşme, ordu disiplini, planlı hareket ikmal 
							sistemleri başta olmak üzere kültür, sanat, adaletle 
							yönetim, insan hakları gibi konularda tarihe mal 
							olmuş mükemmel bir sistemle yönetilmesine rağmen 
							zaferlerine ortaçağ silahlan ve at sırtında 
							başlayan Osmanlı batıdaki teknolojik gelişmelere 
							paralel hamleler yapamadığı gibi, batıdan bu 
							teknolojileri almakta gecikmiş, bu gecikmenin 
							farkına varınca da gerekli teknolojileri üretme 
							yerine sadece kullanımına geçilmesiyle, 19. 
							yüzyılın sonlarında çağı yakalamak için çırpınırken 
							yıkılmıştır. 
							
							Bbyle bir ortamda Îttihat-Terakki ile yeniden milli 
							değerlere Türk toplumunun meselelerine dönüş 
							başlamışsa da bu kez IttihatTerakkicilerin tarihe 
							mal olan yanlış politika ve uygulamalan bu çöküşe 
							ayn bir darbe indirmiştir. 
							
							Böylesine yanmış, yıkılmış, bölünmüş Osmanlı cihan 
							devleti enkazı üzerine Mustafa Kemal ve arkadaşları 
							öncülüğünde Anadolu insanı milli ve manevi değerler 
							etrafında toplanarak verilen milli mücadele sonunda 
							şehitlerimizin kanlarıyla sulanarak vatan haline 
							sokulan topraklar üzerinde kurulan cumhuriyetimiz, 
							birliğin, bütünlüğü ve yeniden devlet olmanın 
							adıdır.  
							
							Cumhuriyet döneminde bugün nereye geldiğimizi 
							anlıyabilmek için nerden hareket edildiğinin 
							bilinmesi gerekir. Ancak bunu derinlemesine birkaç 
							satır ve sahifede anlatmak imkansızdır. 1920'lerde 
							harekete geçtiğimiz nokta ile bugün ulaşılan seviye 
							küçümsenmi-yecek ölçülerde olmakla birlikte 
							yetersizdir. Zira son yıllarda bizden çok gerilerde 
							olan ülkeler bizi geçmiş durumdadırlar. 
							
							Birinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle 
							aydınların cephede şehit düşmeleriyle yetişmiş 
							insan gücü boşluğu doğmuş, ekonominin altyapısını 
							oluşturan sosyal kültürel şartlarla birlikte 
							(demografik) nüfus yapısı da bozulmuştur.. 1927 
							nüfus sayımlarına göre 13.562 milyon olan nüfusdan 
							38 milyon olan aktif nüfusun % 78.2'si tarımda, % 
							7.4'ü sanayide, % 6.6'sı ticarette, % 7.8'i hizmet 
							sektöründe çalışmaktaydı. 
							
							İşsizlik, yokluk, hastalıklar toplumu sarsarken 
							altyapı eksikliği sebebiyle ulaşım ve haberleşme 
							yetersizliği şartlan daha da zorlaştın-yordu. 
							
							Cari fiyatlarla milli gelirin % 44.8'ini tarım, % 
							14'ünü sanayi, % 31.7'sini ulaşım ve bankacılık da 
							dahil olmak üzere ticaret, % 9.5' ini konuT ve 
							hizmet sektörü teşkil ediyordu.  
							
							Çok sağlıklı istatistikler olmamasına rağmen cari 
							fiyatlarla 1 milyar 605 milyon TL olan milli gelir, 
							nüfus başına 114 milyon TL (59$) civarındaydı.  
							
							Böylesine imkansızlıklar içinde daha Cumhuriyet ilan 
							edilmeden 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir'de yapılan 
							I. iktisat Kongresinin çok büyük bir anlamı vardır.  
							
							Zira Mustafa Kemal Kongreyi açış konuşmasında: 
							
							"Halk mümessillerinin huzurunda bulunmaktan çok 
							mesut ve bahtiyarım" 
							
							"Halkın sesi hakkın sesidir" 
							
							"Türk tarihi incelenirse gerileme ve çöküntü 
							nedenlerinin iktisadi meselelere bağlı olduğu 
							görülür." 
							
							"Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa 
							olsun, iktisadi zaferlerle donatılmadıkça başanya 
							ulaşılamaz" 
							
							Sözleriyle halkla bütünleşmenin ve bir ülkenin 
							iktisadi hayatının önemini ortaya koymuştur. 
							
							Kongrede yetişmiş insan gücünün yok olduğu 
							parçalanmış, harab olmuş bir ülke durumundan çıkıp 
							kalkınmanın yollan aranmıştır. 
							
							Bu kongre ile ülkenin envanteri çıkarılıp mevcut 
							imkanlar çerçevesinde geleceğe yönelik politikalar 
							oluşturulmuştur. Aynı zamanda kominist ve 
							kapitalist sistemlerden birinin saplantısı içine 
							girilmeden bugün bile özlemini çektiğimiz ferdi 
							teşebbüsün önemi vurgulanmış, 1930 yıllarına 
							gelindiğinde ferdi teşebbüsün yetersiz kaldığı 
							alanlarda devlet öncülüğünde iktisadi devlet 
							kuruluşları (İDT) oluşmaya başlamıştır. 
							
							Yetişmiş insan gücü, sermaye ve teknoloji birikimi 
							yokluğu da ÎDT'nin yaygınlaşmasında etkili 
							olmuştur. 
							
							Mustafa Kemal Atatürk'ün 1936 yılında yayınlanan 
							ikinci sanayi planının önsözü dikkatle 
							incelendiğinde devletçi zihniyetin sonradan 
							oluştuğu görülür.  
							
							"Devletçiliğin bizce manası şudur; fertlerin hususi 
							teşebbüslerini esas alarak fakat
							
							
							büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok 
							şeylerin yapılmadığını gözönünde tutarak memleketin 
							iktisadiyatını devletin eline almak" şeklinde ferdi 
							teşebbüsü teşvik etmiş, bir başka konuşmasında 
							zaruri hallerde devletin iktisadi hayata 
							girebileceğini defalarca belirterek "Türkiye 
							Cumhuriyetini idare edenlerin demokrasi esasından 
							ayrılmadan (mutedil devletçilik) prensibine uygun 
							yürütmeleri bugün içinde bulunduğumuz hallere, 
							şartlara ve mecburiyetlere uygun olur" 
							buyurmuşlardır. Zira 3 Haziran 1933 tarih 2262 
							sayılı Sümer-bank Kuruluş Kanununun onbirinci 
							maddesi uyarınca devletçe kurulup işletmeye 
							alındıktan bir yıl sonra "hisse senetlerinin kısmen 
							veya tamamen Türk eşhas (şahıslar-müteşebbisler) 
							müesseselerine satılması caizdir" ifadesi devletin 
							zaruretler altında iş hayatına girmesi ancak en kısa 
							zamanda işletmelerin özelleştirilmesi öngörülmüştür.  
							
							Ancak siyasi kadrolar 1940'lı yıllarda çok koyu bir 
							devletçilik anlayışı ile bunu yerine 
							getirmemişlerdir. Teknoloji ve sermaye birikimi 
							sağlanması yanında yetişmiş insan gücüne okulluk 
							ederek tarihi görevini tamamlayan bu kuruluşlar 
							üzerinde takip eden yıllarda siyasi baskılar artmış 
							ve sonuçta ekonomimize "KİT" olarak yerleşen 
							kamburlar haline getirilmiştir. Şimdi ise 
							özelleştirme çekişmeleri altında 60 yıldır 
							yapılamayan işlemlerle karşı karşıya bulunmaktayız.  
							
							1923 -1938 yılları arasında bütün imkansızlıklara 
							rağmen halkın büyük fedakarlıkları özellikle 
							israftan uzak yaşantılarının da etkisiyle iktisaden 
							cumhuriyet döneminin ilk olumlu ve başarılı sonuçlan 
							elde edilmiştir. 
							
							1938-1950 yılları arasında bir taraftan İkinci Dünya 
							Savaşının olumsuz etkileri, diğer taraftan yönetimin 
							aşırı devletçilik saplantısına kapılarak tek parti 
							döneminin halkı hiçe sayan resmi ideolojilerin 
							üretilip uygulamaya koyulması sonucu tam anlamıyla 
							sosyalist devletçi ekonomi modelinin uygulandığı, 
							her yönde sıkıntılı yılların yaşandığı dönemidir.  
							
							II. Dünya Savaşı bittiğinde yeni bir dünya düzeni 
							kurulmak istenmişse de ekonomik sınırların 
							kaldırılmak istendiği bu modeli Sovyetler Birliği 
							engelleyerek demir perdeyi oluşturmuştur. Bu 
							durumda Kominist yayılmaya karşı 1949'da ABD 
							önderliğinde NATO kurulunca dünyada iki kutuplu 
							soğuk savaş dönemi başlamıştır.  
							
							14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimlerle (DP) 
							iktidanyla tek parti dönemi kapanmış oldu ve merhum 
							Başbakan Adnan Menderes önderliğinde 1950-1960 
							arası "Yeter Söz Milletindir" anlayışının hakim 
							kılınmaya başlandığı kalkınmanın özel sektör 
							öncülüğünde ön görüldüğü hür teşebbüsün temellerinin 
							atıldığı yıllardır.  
							
							Ancak ferdi teşebbüsü imtiyazlı kılan serbest pazar 
							anlayışına geçme fırsatı tam olarak 
							sağlanamamıştır. 
							
							Zira ekonomide, güç olan devlet bizatihi ferdi 
							teşebbüs karşısında rekabet halindeydi ve en büyük 
							işveren durumundaydı. 
							
							Yine de ilk defa sınırlı da olsa "devletin milleti 
							için var olduğu"anlayışı benimsenerek hizmetler 
							yürütülmüştür. 
							
							1960 yılında yapılan talihsiz bir ihtilal sonrası 
							ülke yeniden sarsılmış ve planlı döneme 
							geçilmiştir. DPT kurularak ülkenin envanterinin 
							çıkartılması, kamu yatırımlarının planlanması, özel 
							sektörün teşviki ile karma ekonomik modelin 
							işletilmesi amaçlanmışsa da sağlanan bazı faydalara 
							rağmen beklenen sağlıklı sonuç alınamamıştır.  
							
							Özellikle devlet bürokratları milletin üzerinde, 
							"jakoben" düşünceye zemin hazırlayan devletçi bir 
							doktrinin ülkenin üzerine karabulut gibi çökmesine 
							sebep olmuştur.  
							
							Bu yıllar kotalar, tahsisler dönemi olup bazı kişi 
							ve kuruluşların aşırı derecede korunup teşebbüs 
							hürriyetinin kısıtlandığı ve sanayinin ithalatı 
							ikame şeklinde oluştuğu yıllardır.  
							
							1970-1980 yılları siyasi istikrarın sağla namadığı, 
							sanayinin baskı altında kaldığı ancak kısmen üretim 
							kalitesinin düzeltilmeye başlandığı ve cüzi miktarda 
							dışarıya açılmaya çalışıldığı sıkıntılı yıllardır. 
							
							1980'li yıllara gelindiğinde dünyada devletçi 
							doktrinlerin terk edilerek özellikle .ekonomide 
							devletçiliğe karşı kesin mücadeleye girildiği 
							gözlenmiştir.  
							
							Teknolojinin hızla gelişmesi, iletişim araçlarındaki 
							yaygınlaşma giderek insan merkezli bağımsız bir 
							yapıyı gündeme getirmiştir. Nitekim bu gelişmeler 
							merkezi planlamaya dayalı kominist bloğun 
							yıkılrhası ve sosyalist bloğun yeniden yapılanma 
							sürecine girmesi sonucunu doğurmuştur. Zira baskıcı 
							devlet düzeni çürümüş, kominizmin ekonomik 
							başarısızlığı ortaya çıkmıştır.  
							
							1980 yılma girildiğinde 1970'li yıllardaki 
							olumsuzluklarla ülkemiz şiddetli bir ekonomik krize 
							sürüklenmiş ve 24 Ocak 1980 Kararlan diye tarihe 
							geçen gelişmelere maruz kalmış sonra da 12 Eylül 
							1980 tarihinde ülke yeniden askeri müdahaleye 
							sürüklenmiştir. 
							
							Bütün imkansızlıklara rağmen bu tarihle birlikte 
							serbest pazar ekonomisine geçişin ilk ciddi adımları 
							atılarak ekonominin rekabete açık olarak kendi 
							dinamik dengelerini kurması ve dışa açılması 
							amaçlanmış, milleti bezdiren yokluklar, karaborsa, 
							vurgun, enerji kesilmeleri ve kısıntılarından 
							kurtulma yönünde olumlu adımlar atılmıştır.  
							
							Rahmetli Turgut Özal'ın başbakan yardımcılığı 
							döneminde onun başkanlığında 58 yıl sonra Kasım 1981 
							tarihinde düzenlenen II. İktisat Kongresinde ise 
							önemli adımlar atılıp hedefler tayin edilmiştir. 4-7 
							Haziran 1992 tarihleri arasında yapılan 3. izmir 
							iktisat Kongresi de göstermiştir ki, bu gibi 
							kongrelerin düzenlenmesi memleket yarannadır.  
							
							1980-1987 yılları ülkenin öncellikle ekonomik 
							yönden derlenip toplandığı, yeniden yapılanmaya 
							başlandığı, uluslararası ortamda saygınlığının 
							arttığı başarılı yıllar olmuştur.  
							
							1987'den itibaren siyasi istikrarın yeniden 
							bozulmaya başlaması sonucu bölgeler ve
							
							
							kesimler arası sosyal banş da bozulmuş böyle bir 
							ortamda istikrar içinde ekonomik kalkınma sağlıklı 
							bir yapıya kavuşturulamamıştır.  
							
							2000'li yıllara birbuçuk yıl kala Cumhuriyetimizin 
							75. yılını gururla kutlamamız gerekirken içimiz 
							buruk olarak karşılıyoruz. Zira cumhuriyetimizi 
							demokrasi ile taçlandırama-dık. Demokratik 
							cumhuriyeti hedefimiz, bürokratik cumhuriyete 
							dönüştü.  
							
							Devlet yönetiminde sistem adaletle işlemez ise 
							cumhuriyet demokrasi ile özdeşleşe-mez. Devletin 
							adında cumhuriyet varken diktatörlük olma örnekleri 
							tarihte çoktur. Oysa ki devlet millete hizmet edecek 
							olan teşkilattır. Bu teşkilatla devlet birimleri 
							milletin insan hak ve özgürlüklerini teminat altına 
							almakla yükümlüdür.  
							
							Tarihteki örneklerden, demokratik hukuk devletinin 
							işlediği hallerde cumhuriyet ekonomik, sosyal ve 
							kültürel gelişmelerle birlikte arzu edilen başarıya 
							ulaştığı görülmüştür. Bu sebeple hedefimiz mutlaka 
							insan merkezli güçlü devlet, zengin millet 
							olmalıdır. 
							
							Bugün mevcut siyasi modelde kuvvetler aynlığı 
							sağlanamamış, parti liderlerinin tercihleri 
							doğrultusunda sandıktan çıkan milletvekilleriyle 
							çoğunluğu sağlayan hükümetler yasama, icra ve 
							yargıyı kontrolleri altına alabilmektedir.  
							
							Siyaset bu haliyle tıkanmakta hukukun üstünlüğü, 
							insan hakları, özgürlükler gibi demokratik haklar 
							baskı altına alınmaktadır. 
							
							Sorun sistemde ve bu sistemin varlık sebebi olan 
							parti yöneticilerindedir. Türk toplumu temizdir. Bu 
							sebeple temiz toplum değil temiz siyaset, temiz 
							yönetim gerekir. Aksi halde bugün üzülerek 
							yaşadığımız gibi toplum birçok konuda kavram 
							kargaşası içine itilerek kimlik arayan çelişkiler 
							ülkesi haline gelinir.  
							
							Diğer taraftan demokrasilerde önemli bir yeri 
							bulunan ve halkımız adına denetim ve tarafsız haber 
							verme sorumluluğu olan bir kısım medya kuruluşları; 
							çoğu zaman çıkar
							
							
							gruplarının menfaatleri doğrultusunda hareket ederek 
							halkı aydınlatma yerine yanıltma, milli ve manevi 
							değerleri tahrip, eğitim ve kültürümüzü yozlaştırma 
							aracı haline gelmektedir.  
							
							Türkiye bugün dış politikada, iç politikada ve 
							ekonomide sıkıntılarla bir başka değimle 
							darboğazlarla karşı karşıya kalmıştır. Çözüm 
							sistemdedir. Anayasa başta olmak üzere siyası 
							partiler, seçim kanunu bunlara bağlı tüm kanun ve 
							mevzuatta demokratik hukuk devletinin işleyeceği 
							değişikliğin acilen gerçekleştirilmesi zaruret 
							haline gelmiştir.  
							
							Bütün dünyada bugün anlaşılmıştır ki; halka 
							dayanmayan hiçbir rejim insanlığa refah 
							getirmemektedir. 
							
							Ekonomimize gelince, alınan noktadan gelinen 
							seviyeye çıkış ihmal edilir bir durum olmamakla 
							birlikte imkanların en iyi şekilde 
							değerlendirildiğini iddia etmek mümkün değildir, 
							özellikle ihtilaller ve siyasi çekişmelerle 
							kaybedilen yıllar gelişmemize indirilen en büyük 
							darbeler olarak tarihe geçmiştir.  
							
							M. Kemal Atatürk'ün söylediği ve demokrasimizin 
							kalesi TBMM salonunda yazılı bulunan "egemenlik 
							kayıtsız şartsız milletindir" vecizesi cumhuriyet 
							ve demokrasinin en güzel ifadesi olsa gerek. Yeter 
							ki bu ifadeye sadık kalınırsın.  
							
							Cumhuriyetimizin 75. yılını kutlarken ekonomimiz 
							yeniden duraklama dönemi yaşamaktadır. Birleşmiş 
							Milletler Kalkınma Programı (UNDP) çerçevesinde 
							ortalama hayat düzeyi ve eğitim seviyesine göre 
							hazırlanan rapor sonuçlan oldukça düşündürücüdür. 
							Zira dünya nüfusunun % 20'si "zenginler" mal ve 
							hizmetlerin % 86'sını, en alt seviyede bulunan 
							nüfusun % 20'si (fakirler) ise mal ve hizmetlerin 
							%1.3'ünü tüketiyor.  
							
							Ülkemizde ise nüfusun ilk %20'si GSMH'nm %57'sini, 
							en alt seviyedeki %20'lik fakir tabaka ise % 
							4.7'sini tüketmektedir. Gelir dağılımının bu derece 
							yozlaşması önemli bir sorun olarak dünyayı ve 
							ülkemizi tehdit etmektedir. 
							
							Kaldı ki; ülkemiz bu araşürma sonuçlarına göre 174 
							ülke arasında 69. sıraya düşerek fakir ülkeler 
							arasında yer alabilmektedir. 
							
							Cumhuriyetimizin kuruluşu ile günümüz gelişmelerini 
							uzun yorumlar yaparak anlatma yerine bazı önemli 
							hususları özet olarak hatırlatarak, okuyucunun 
							yorumuna sunmayı uygun gördüm, zira daha fazla bilgi 
							için kaynak olarak gösterdiğimiz yayınlardan 
							yararlanmak mümkündür. 
							1997 Yılının Değerlendirmesi  
							
							Türkiye ekonomisi 1997 yılında öngörülen yüksek bir 
							büyüme göstererek 1994 fi-nansal krizinden bu yana 
							süregelen son üç yıllık büyüme trendini devam 
							ettirmiştir. Politik istikrarsızlık ve bunun 
							ekonomiye yansıması şeklinde geçen 1997 yılında 
							Türkiye ekonomisi yüksek bütçe açığı ve üç haneyi 
							bulan enflasyon ile birlikte %8 oranında yüksek bir 
							büyüme gerçekleştirmiştir. GSMH'daki bu artışa 
							karşın sanayi üretimi % 10.4 oranında yükselmiş, 
							tarım ise % 2'lik bir daralma göstermiştir. Cari 
							işlemler açığının GSYİH'nin % 1.4*0 üzerinde 
							gerçekleştiği bu yılda resmi döviz rezervleri 1998 
							yılı başı itibariyle 18.4 milyar doları bulmuştur.  
							
							1997 yılında Türkiye'nin dış ticaret açığı bir 
							önceki yıla göre 5.3 oranında artarak 20.7 milyar 
							dolara ulaşmış ve GSYİH'nin % 10'u düzeyinde 
							gerçekleşmiştir. Yine aynı dönemde ihracat % 13.0 
							oranında artarak 26.2 milyar doları bulurken, 
							ithalat % 11.4 oranında büyüyerek 48.6 milyar 
							dolara ulaşmıştır.  
							
							1997 yılında ihracaün ithalatı karşılama oranı 1996 
							ile yaklaşık aynı düzeyde gerçekleşerek % 54.0 
							olmuştur, ithalattaki artışın kaynaklarına 
							indiğimizde, tüketim maddeleri ithalatının % 25.0 
							oranında artışına karşılık serma-ye malları 
							ithalatının % 6.8, ara malları ithalatı nın ise % 
							11.2 oranında kaldığı görülmektedir. Bu oranlar 
							toplam yurtiçi talepleri artışının, tü ketim 
							kaynaklı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu oranların 
							gösterdiği diğer bir gerçek de, yatınmlar açısından 
							1997 yılında meydana gelen % 8'lik büyümeyi 
							destekleyici bir gelişme olmadığıdır.  
							
							1997 yılında cari işlemler açığı beklenenin aksine 
							oldukça düşük çıkmıştır. Bunda ih-- racattaki 
							artışın yanmda turizm gelirlerindeki %36 O'lık 
							büyüme ve bavul ticaretinde sağlanan döviz geliri 
							büyük rol oynamıştır.  
							
							Böylece cari işlemler açığı bavul ticareti dahil 
							GSYİH'nin %1.4'ü plarak 2.75 milyar dolar düzeyinde 
							gerçekleşirken, bavul ticareti hariç 4.74 milyar 
							dolarla GSYİH'nin % 2.4'üne tekabül etmiştir.  
							
							1997 yılında sermaye hareketleri açısından sermaye 
							girişinin arttığı göze çarpmakta-dır.1997 yılında 
							Merkez Bankası resmi rezervlerindeki yaklaşık 2.1 
							milyar dolarlık artış bunun bir göstergesi olarak 
							karşımıza çıkmaktadır. Yine 1997 yılında Türkiye 
							ana para ve faiz olmak üzere yaklaşık 10.7 milyar 
							dolar dış borç ödemesi yapmıştır. Hazine aynı 
							dönemde uluslararası sermaye piyasasından 3.6 milyar 
							dolar civannda toplarken, özel finans kurumlarının 
							borçlannın ertelenmesinde zorlanmamaları da diğer 
							dikkat çeken bir gelişme olmuştur. Net 554 milyon 
							dolar düzeyindeki yabancı doğrudan yatınm ve 1.643 
							milyon dolarlık portföy yatınmlan ile birlikte, net 
							sermaye girişi 8.6l6 milyon dolara ulaşmıştır.  
							
							1997 yılında göze çarpan bir diğer önemli gelişme 
							ise büyük ümitler bağlanan özelleştirme konusunda 
							beklenen gelişmenin 1998'e devredilmesi olmuştur. 
							1997 yılında toplam 660 milyon dolar düzeyinde 
							özelleştirme gerçekleştirilebilmiştir. Bu rakkamın 
							354 milyon doları yılın ilk yarısında 
							gerçekleşirken, yılın ikinci yarısında 306 milyon 
							dolarlık özelleştirme yapılmıştır.  
							
							1998'de büyüme % 3 alınmış %4.5 değerine revize 
							edilmişken, ithal tüketim mallarının da etkisiyle 
							büyümenin altı ay sonunda %6.3 civarında seyrettiği, 
							yıl sonunda % 4.5-5 seviyesinde kalacağı tahmin 
							edilmektedir. 
							
							Halkımızı bezdiren enflasyonun son aylarda her ne 
							kadar az da olsa düşüş eğilimine
							
							
							girmesine rağmen yıl sonunda hedeflenen % 50'nin 
							gerçekleşemeyip, 1997 seviyesi civarında kalacağı 
							izlenmektedir. 
							
							Döviz kurlan yıl sonunda fevkalede olaylar dışında 
							hedefi aşacak ve ABD doları -350.000 TL, Alman Markı 
							- 190.000 TL civarında olacaktır.  
							
							Kayıtlı ihracatımızın 27 milyar dolaı, u-halaün ise 
							49 milyar dolar (bavul ticareti hariç) seviyesinde 
							seyredeceği, diş ticaret açığının 21 milyar dolar, 
							cari işlemler dengesinin 3.5 milyar dolar, bütçe 
							açığının ise 5 katrilyon TL civarında 
							gerçekleşeceği beklenmektedir. 
							
							Sonuç olarak dış politikada itildiğimiz yalnızlıktan 
							kurtulmak iç politikadaki istikrarsızlığın biüp, 
							herşeyin merkezi hükümete bağlı olduğu bir yönetim 
							tarzından uzaklaştınlma-sı ile demokrasinin tüm 
							kurallanyla işlediği, insan haklannın, 
							özgürlüklerin, hukukun üstünlüğünün hakim 
							kılınacağı bir ortamda gelecek nesillerimizin 
							cumhuriyetimizin 100. Yılını dünya politikalarında 
							söz sahibi bir Türkiye'de kutlamalan özlemiyle 
							toplumun her kesiminin sevgi, banş, hoşgörü ile 
							görevini yerine getirmesini temenni etmekteyiz. 
							  |