|
Cumhuriyet'in Ekonomik Hikayesi
Prof. Dr. İzzettin Önder
Cumhuriyet'in 75. yılını kutlarken, her alanda
kazanılmış olan basanlar gündeme gelmektedir. Tüm
toplumsal yaşam ve felsefenin değiştirildiği ve
adeta yeni bir toplumun yaratıldığı devrim
yıllarında devrim kadrosunun en fazla ağırlık
verdiği alan iktisat olmuştur. O kadar ki, henüz
resmi olarak devlet kurulmamışken İzmir İktisat
Kongresi toplanmıştır. Atatürk'ün ünlü, "Ekonomik
zaferlerle taçlandırılmayan siyasal zaferler
yokolmaya mahkumdur!" ifadesi de dönem liderlerinin
ekonomiye verdiği değeri ortaya koymaktadır.
Cumhuriyet'in ekonomiye önem vermesi iki temel
nedenden kaynaklanmaktadır. Bunlardan birincisi,
devrim liderlerinin sosyolojik ve kültürel
alanlardaki devrimlerin ekonomik altyapıya
oturtulması gerektiği yönündeki kesin kanaatlerdir.
Ekonomik altyapı değiştirilmediği sürece sadece
askeri kazanımla-rın değil, aynı şekilde, sosyal ve
kültürel kaza-nımlartn da uzun ömürlü olmayacağı
düşünü-lüyordu. Başka bir ifade ile, askeri
zaferlerin ve sosyo-kültürel devrimlerin sağlam
temeli ancak ve ancak güçlü ekonomik altyapı ile
oluşturulabilir fikri ve kanaati dönem liderlerine
hakim idi.
Cumhuriyet liderlerinin ekonomiye önem vermesinin
ikinci nedeni ise, yine Atatürk'ün ifadesi ile,
Türkiye'yi "muasır medeniyet seviyesine çıkarmak"
fikrinde saklı bulunmaktadır. Atatürk ve devrim
kadrosuna göre, "muasır medeniyet seviyesi"nin bir
özdeşi Batı düzeyinde sanayileşmek idi. Batı
düzeyinde sanayileşmenin hem Batı karşısında ülkeyi
bağımlı olmaktan kurtaracak, hem de sosyo-kül
-türel devrimlere güçlü bir dayanak sağlayacak temel
araç olduğu kanaati liderlere hakim idi.
Ekonomi, kendi içinde bir altyapı kurumu olarak,
hem dönüştürülmesi güç, hem de siyasal erk üzerinde
fevkalade etkili bir alandır. Osmanlı'dan geri bir
tarım kafası ve yok denecek düzeyde sermaye
devralınmış idi. Ancak, tüm bu gerilik içinde en
güçlü kesim ve grubu, tarım ve toprak ağalan
oluşturuyor idi. Bunun yanında tüccar grubu da
oldukça güçlü kesimi oluşturuyordu. Bu güçler İzmir
iktisat Kongresi'nde de belirgin bir hal almıştır.
Toprak ağaları, kamusal gelirlerin yaklaşık üçte
birini oluşturan Aşar'ı kaldırtırken güç
ilişkisinden yararlanmışlardır. Aynı şekilde,
tüccarlar da hem kredi hem de vergi ayrıcalıkları
vesair kamusal destekler sağlarken yine kendi
güçlerinden yararlanmışlardır.
Hiçbir ekonomi, içinde bulunduğu dünya ve çevre
koşullarından izole bir biçimde in-celenemez. içinde
bulunulan koşullar, dünya ile eklemlenmeye çalışan
ekonomileri, o ekonominin çıkanna göre değil, fakat
güçlü merkez ekonomiler çıkanna göre şekillendirir.
Politik iktisadın bu temel kuralı Türkiye Cumhu-riyeti'nin
ilk yıllarında da, sonradan da etkili ve hakim
olmuştur. Kurtuluş Savaşı'nın başarıya
ulaştınlmasında fevkalade elverişli bir zemin
hazırlamış olan dış ekonomik ve siyasal koşullar,
ekonomik bağımsızlığımızın kazanılmasında çok ciddi
ve çetin bir engel oluşturmuştur. 1917 Devrimi'nin
yapılmış olması ve komünist blokun güneyinde yeşil
kuşak oluşturma gayretleri Kurtuluş Savaşı
stratejisine büyük katkı yapmıştır. Fakat,
Türkiye'yi kendi saflarında
kazanılmış bir alan olarak algılayan Batı, Türkiye
üzerindeki emperyalist emellerini bu kez de askeri
alandan ekonomik alana kaydırarak, ekonomik
bağımsızlığımız üzerinde ciddi bir tehdit
oluşturmaya başlamıştır. Örneğin, Ches-ter Projesi
olarak anılan Amerikan kökenli demiryolu projesi,
ilk algılandığı biçimi ile masum olmayıp, ülkenin
yeraltı kaynaklanna da el uzatmaya yönelik bir
görüntü sergiliyordu. Bu proje, Meclis tarafından
onaylanmış ve yürürlüğe koyulmuşken, Musul'un
sınırlarımız dışında kalmış olması neticesinde
akamete uğramıştır.
Dünya ve iç ekonomik koşullar genç Cumhuriyet'e
böylece ilk liberal politikalar deneyimini
yaşatırken, kurulan şirketlerin sermayelerinin
yarıdan fazlası yabancı olmaya başladı. 1929 Krizi
ile sonlanan dönem oldukça büyük bir dış ticaret
açığı ile karşı karşıya kaldı. Dönem liderlerinin bu
gidişten mutlu olması söz konusu olmadığı halde, iç
ve dış güç dengeleri liderlerin aktif önlem
almasını engelliyordu.
Tüm bu olumsuz gelişmelere seyirci kalan devrim
kadrosu, bu defa da ekonomik kurtuluş mücadelesinin
yollannı araştırmaya koyuldu. 1929 Krizi, tüm
gelişmiş ülkeleri kendi sorunları ile içe
kapatırken, bu durum, genç Türkiye Cumhuriyeti için
bulunmaz bir fırsat oluşturuyordu. Nitekim, bu
fırsattan yararlanan devrim kadrosu, 1930 yılında
başlayan "Devletçilik" ilkesini uygulamaya koydu.
Böylece, Cumhuriyet yönetiminde ikinci dönem
açılmış oluyordu. Devletçilik döneminin başlangıcı,
ekonomik alandaki kurtuluş mücadelesinin de
başlangıcı olmuştur. Yayın hayatı çok kısa sürmüş
olmasına rağmen, yarı-resmi niteliği hakim olan
Kadro dergisinde "Devletçilik ilkemiz" başlıklı
bir yazı yazmış olan dönemin başbakanı İsmet inönü,
bu yazısında, dönem liderlerinin devletçilik ilke ve
uygulamasını 7-8 yıldır düşündüklerini ifade
etmiştir. Görülüyor ki, 1919 Devrimi askeri
zaferlerimize esas oluşturan stratejilere, 1929
krizi de ekonomik bağımsızlık mücadelemize zemin
hazırlamıştır.
Devletçilik politika ve uygulamalan altında banka,
sanayi ve madencilik alanlanna güçlü olarak girilmiş
ve ekonomide ciddi bir sermaye birikimi yollan
açılmaya çalışılmıştır. O dönemde kurulan
işletmeler, çağın ileri teknolojilerini
yansıtıyordu. Devlet işletmelerini sadece ekonomik
birer ünite olarak görmek yanlıştır. Bu kuruluşlar,
ekonomik faaliyetleri yanında, sosyal ve kültürel
faaliyetlere de katılarak, toplumsal gelişmeye
katkıda bulunmuşlardır. Bu kuruluşlar, kuruluş
yerleri itibariyle tüm Anadolu'ya yayılarak yurt
sathında kalkınma projesine öncülük etmiş olduğu
gibi, müzik vb. gibi kültürel etkinliklerle de
Anadolu insanının temasa gelmesinde öncülük
etmişlerdir.
1938 yılında Atatürk'ün ölümü, 1939 yılında ikinci
Dünya Savaşı'nın çıkması, devletçilik döneminde
girişilmiş olan ilk planlama deneyimini akamete
uğratmıştır. Böylece, devletçilik dönemi 1940'Iann
başından itibaren yavaşlamaya başlamıştır.
Devletçilik döneminin sona erdirilmesinde
Türkiye'nin NATO'ya dahil edilmesi çabaları
yanında, Batı'lı güçlü çevrelerin Türkiye'yi kendi
ekonomik politikalarına uydurma çabaları da
yatmaktadır. Batı'nın çabaları Türkiye'yi ticari
emperyalist alana çekmek biçiminde gelişmiştir. O
dönemde restorasyon aşamasında hızlı üretime geçen
Batı, kendine pazar anyordu. ilk dış yardımı 1948
yılında Marshal planı çerçevesinde alan Türkiye
ise, Batı için iyi bir pazar oluşturuyordu. Bu
dönüşümle Türkiye, devletçilik uygulamala-nndan,
demiryolu politikalanndan vazgeçiyordu. Kısacası
devlet eli ile yürütülen toplumsal kalkınma
uygulamalanna 1950 dönüşümü ile son veriliyordu.
Devletçilik döneminin sona erdirilmesinde içeride
toprak ağalannın da çok büyük payı vardır. Bu döneme
gelene dek çeşitli dönemlerde ve çeşitli
vesilelerle toprak reformu istemi gündeme
getirilmiştir. Böyle bir talep, toprak ağalarım
ürkütmüştür. Toprak ağaları, iktidarı eline
geçirmeye çalışan Demokrat Parti ile dinin istismar
edilmesi konularında da anlaşarak, eski dönemin
kapatılmasında büyük bir rol oynamıştır.
1950 dönemi Türkiye için üçüncü aşamayı
oluşturmaktadır. Bu dönemin hakim söylemi olan
"liberal politika" uygulamaları, aslında tüm
ekonomide değil, fakat dış ticarette uygulanmıştır.
Bunun nedeni ise açıktı. Batı sermayesi, hızlı
üretimine pazar arıyor idi! 1950 politikaları ile
Batı'ya pazar işlevi sunulurken, yine Batı'nın
telkinleri ile izlenen yanlış kentleşme politikası
bir kısım köylüleri ormanlara ve dağların
yamaçlarına sürerek, bugün dağ köylüleri olarak
bildiğimiz kesimi yaratırken, büyük kitleleri de
kentlere sürerek, kentsel emeğin başlangıcını
oluşturdu. Batı'nın sattığı traktörler hiçbir plan
ya da programa bağlı olmadan köylere dağıtılırken,
traktörler amaçları dışında kullanılmakla kalmadı,
fakat aynı zamanda kırsal alanlar traktör çöplüğüne
dönüşürken, kentsel alanlarda gizli ve açık
işsizlerle doldu. Her mahallede bir milyoner
yetiştirme politikalarının uygulandığı 1950 dönemi,
maalesef 1958 yılının Ağustos ayında moratoryum
ilanı ile noktalandı. Yoğun ithalat nedeni ile dış
ticaret açığı yükselirken, ekonomi ödeme aczi içine
düştü. Kısacası, 1950-1958 dönemi güçlü Batı
merkezinin çevresinde ticari emperyalizm
yörüngesine giriş aşaması olarak algılanır. Bunun
sonucunda, zayıf konumda olan Türkiye çok doğal
olarak dış ticaret açığı verdi ve bu dönem, böylece
kapatılmış oldu.
1960- askeri darbe yılı Türkiye için yeni bir
dönemin başlangıcını oluşturdu, ithal ikameci ve
korumacı politikalar yanında Cumhuriyet tarihimizde
ikinci defa olarak plan kavramı ve uygulaması
gündeme getirildi ve devreye sokuldu. Batı'dan
getirilen uzmanlardan da yardım alınarak, Devlet
Planlama Teşkilatı kuruldu ve beş yıllık planlar
dönemi başladı. Yeni Anayasa ve planlar
doğaıltusunda, eskilere göre daha sosyal içerikli
ekonomi politikalara ağırlık verildi. Bu dönemin
ekonomik kimliği, iç piyasaya dayalı olarak sermaye
birikimi oluşturma modeli olarak belirlenebilir.
Korumacı ve ithal ikameci politikalar tekelci
yapılanma modeli içinde sürdürüldüğünden dolayı,
dış ve iç sermaye çevrelerinin çıkarları
doğrultusunda gelişti ve Türkiye bu kez de ikinci
sınıf montaj sanayi ile başbaşa kaldı. Milli gelir
artışı sağlanırken, girdi ithalatı yüzünden dış
ticaret açığı büyürken, üretim iç piyasaya yönelik
olduğundan dolayı, ihracat geliri sağlanamıyordu.
Böylece, ülke ekonomik büyüme ile dış ticaret
açığını denetleme amaçları arasında sıkışıp kalmış
idi. Tüm bu aksaklıklara rağmen, kalite ve
verimlilik konularına girmeden, kapalı bir
ekonominin tüm çarpıklıkları bir yana, 1962-1974
aralığı Türkiye'nin ' en yüksek büyüme hızını
yaşadığı dönem olarak anılır.
Beş yıllık planlar önceleri aksatılmadan uygulandı.
Fakat sonraları bu planlar doküman olmaktan öte
fazla bir iş görmemeye başladı. Zaten planlama ile
kamu yaürımlan dışında fazla bir alan
kapsanmıyordu. Plan kamu kesimi için emredici, fakat
özel kesim için sadece yol gösterici nitelikte idi.
Kamu kesiminin planlamasında ise, bir kanun
niteliğinde olan bütçe, bir tür Bakanlar Kurulu
Kararı niteliğindeki planın üzerine çıktı.
1974 Kıbns Bunalımı ve ambargo, bunu izleyen dönemde
ortaya çıkan petrol şokları ve dünya petrol
fiyatının dalgalanmaya bırakılması, petrol yoksunu
ülkeleri zor durumda bırakırken, Türkiye de bundan
nasibini aldı. Korumacı ve ithal ikameci
politikalar ülkeyi dış ticaret açıklarına boğarken,
petrol şokları ve uygulanan ambargo dış ödemeler
açısından tam bir kriz oluşumuna neden oldu.
Böylece, 1970'le-rin sonu derin bunalım ve
sıkıntılarla geçti.
1970'lerin sonunda IMF (Uluslararası Para Fonu)
kanalı ile dış ödemeler sorununa çare arandı.
Ülkenin içinde bulunduğu sorunun boyutu büyük
olduğundan dolayı sorunun çözümü için stand-by
anlaşması uygun görüldü. İşte bu aşama Türkiye için
ikinci kırılma noktasını oluşturmaktadır. Bu
anlaşma ve politikalarla Türkiye bu kez de güçlü
Batı'nın finans yörüngesine girmiş oluyordu. 13
milyar
dolar borçlu olan Türkiye, IMF ile stand-by
anlaşmaları yaparak dış ödemeler sorununu çözmeye
çalıştı. Ne var ki, bu politikalar bugün Türkiye'yi
87 milyar dolar dış borç stoğu, bunun yaklaşık
yarısı kadar da iç borç stoğu ile karşı karşıya
getirdi.
1980'lerin dış ödemeler sorununu aşmada ikinci
kanalı da ihracat seferberliği oluşturmuştur.
Ancak, korumacı politikalar altında yürütülmüş olan
üretim, kalite açısından Batı standardını
tutturamayınca, sanayi kesimi bir yandan vergi
avantajı ve ucuz kredi talepleri ile devlete
dayamrken, diğer yandan da ücretleri baskı altına
alarak emek üzerine yük yıkmaya başladı. 1984
yılında ve onu izleyen dönemlerde yapılmış olan
vergi değişiklikleri ile sanayici ve ihracatçı
kesime çok büyük vergi ayrıcalıklan sağlanırken
bütçede de büyük açıklar oluşuyordu. Nitekim, bugün
karşımıza çıkan ve bizi büyük zorluklara sokan kamu
açıklanma, çok büyük bölümü itibariyle o dönem
uygulamalarının sarmal etkisinden başka birşey
değildir.
Cumhuriyet'in 75- yılını idrak ederken, geçmişe
dönüp, o dönemin hakim politikaları ile bugünün
uygulamalarını karşılaşürdığımız-da, arada çok
önemli farkın olduğunu görürüz. Cumhuriyet'in ana
fikri olan bağımsızlık ve bunun temel felsefesi
olan güçlü ekonomik temel yapı yaklaşımlarından
günümüzde epeyce uzaklaşılmış olduğunu görüyoruz.
Devletçilik döneminin güçlü atılımlarından bugün
yoksunuz. Sanayi alanında teknolojik olarak Batı
karşısında, 1930'lardaki kadar güçlü değiliz. Doğal
olarak, ekonomik alandaki zaafiyetimiz ulusal
bağımsızlığımız üzerinde de büyük bir tehdit
oluşturmaktadır.
Böylesi büyük bir azimle başlanılmış olan bir devir
acaba nasıl oldu da bugün bir hayli farklı bir yerde
dunıyor diye sorguladığımızda, iç ve dış güçlere
bağlı olarak iki ciddi kırılmaya tanık oluyoruz.
Bunlardan birinci kırılma, dışta kendisine ticari
sömürgeler arayan Batı'lı güçlerle, içeride toprak
ağaları ve gericilerin yapmış olduğu ittifak
sonucunda oluşan 1946 ruhu ve 1950 iktidarı ile
oluştu. İkinci kırılma ise, korumacı ve ithal
ikameci politikalar altında devlete dayanıp, tekelci
faaliyetini sürdürerek kendi servetini büyütürken,
Türkiye'yi ikinci sınıf teknoloji çöplüğüne çeviren
birey ya da ailelerin oluşturdukları açıkları
kapatmaya yönelik olarak, 1980 başlarında
Türkiye'nin ister istemez dünyanın finans
yörüngesine oturtulması esnasında gerçekleşti.
Günümüzün globalleşen ilişkiler koşullarında
fınansal liberalizasyon ve
özelleştirme/yabancılaştırma uygulamaları, Türkiye
gibi çevresel konumlu ekonomileri yan-sömürge
durumuna indirgeyebilecek politikalar olarak
gelişmektedir. OECD ülkeleri ilgilileri tarafından
oldukça gizli bir ortamda tartışılan Çokuluslu
Yatırım Anlaşması (MAI), güçlü merkez sermayenin
çıkarla nm ön plana alan ve çevresel ekonomileri
sömürmeye yönelik bir düzenin anayasası olarak
ortaya çıkmaktadır. Tam bağımsızlık ilkesi ile bu
gelişmeler fazla uyumlu bir görüntü
sergilememektedir.
Türkiye, Cumhuriyetin temel ilkelerine ve insan
onuruna yakışır bir ekonomik performans yapmak
durumuna gelebilmek için, ekonomi politikalarını,
teknolojik atılım yapabilecek, beşeri sermaye
üretebilecek, bölgesel ve şahsi gelir dağılımını
düzeltebilecek biçimde ayarlamak mecburiyetindedir,
insan haklanna saygılı, demokratik ve laik bir
Türkiye ancak bu şekilde oluşturulabilir. Aksi
durumda sosyal ve siyasal alandaki kısır çekişmeler
Türkiye'yi sadece içte değil, fakat dışta da
bugünkünden de daha güçsüz bir konuma sokar.
Geçmiş ile yaşanmaz, ondan ancak ders alınır.
Geçmişten alacağımız ders odur ki, güç-lü'ile güçsüz
yanyana geldiğinde, doğal olarak, güçlü, duruma
hakim olmakta ve düzeni kendisine göre
ayarlamaktadır.
|