Değişim Yöntemi Hakkında
Giriş
Hasan Korkmazcan
Evrensel gerçekliğin değişmeyen tek yüzü değişimdir,
insan ve bilincine vardığı şeylerin tümü bir oluşum
süreci içindedir. Durağanlık, algılama işleminde
kullanılan bir zihinsel yöntemdir ve bilinçli bir
yanılmadan ibarettir. Aklın en yakınına
ulaşabileceği durağan olma durumu, mutlak
yokluktur.
Değişim kavramı çevresindeki bu gerçekler,
Sümerler'den beri yazılmış, hatta yazının icadından
önce bir insanlık kavrayışı olarak mağara
duvarlarına resmedilmiştir. Bununla beraber değişim
konusundaki felsefi ve bilimsel değerlendirmeler,
günümüzde tarih boyunca ifade edilenin neredeyse
toplamını geçecek ölçüde tekrarlanmaktadır.
Konuşmalar, konferanslar, seminerler, makaleler ve
kitaplar dolusu değişim etkinlikleri ortaya
konulmaktadır.
Değişim rüzgarı, bütün düşüncelerin, sistemlerin ve
kurumların kale duvarlarında kuşku bulutlan
savurmakta, sorular estirmekte ve gedikler
açmaktadır.
Değişim, "ideolojiler bitti, tarihin sonu geldi"
denilen bir süreçte sanki tek ideoloji konumuna
yükselmiştir.
Değişimi, bu ezeli gerçeği, sloganlarla -yepyeni ve
bütün ideolojilere alternatif bir ideoloji olarak-
dayatanlar da, değişim kasırgasından kendi
dünyalarını en az hasarla kurtarmaya çalışanlar da,
bir hazırlıksızlığın, bir erken yakalanmışlığın
çaresizliği içindedir.
Gerçekten kişiler, toplumlar ve kurumlar, konumlan
ve gelecekleri için böylesine hızlı ve köklü değişim
zorunluluğu ilk defa karşı karşıya kalmaktadırlar.
Bunun sebebi ekonomik, toplumsal, siyasal ve hatta
kültürel alanlarda bilginin ön plana çıkmasıdır.
İletişim teknolojisindeki baş döndürücü gelişmeler,
bilgi çağı gerçeğini geri dönüşü olmayan bir konuma
getirmiştir. Soğuk savaşı sona erdiren ve soğuk
savaştan sonra ortaya çıkan olaylar, artık
geleceğin bugünden ve dünden çok farklı olacağını
kesinlikle göstermiştir.
Değişim Yönetimi pdf
Bilgi çağı, kuşkuya yer vermeyecek biçimde
başlamıştır. Değişimin bir faktörü olarak daha
önceki çağlarda da bilginin önemi gözlenmiştir.
Günümüzde ise bilgi, hem diğer bütün değişim
unsurlarını geri plana atmış, hem de değişime
başdöndürücü bir hız kazandırmıştır.
Değişim arayışlannın bir değişim edebiyatı sağanağı
olarak dünyayı kuşatması, bu yeni koşulların
doğurduğu zorunluluktur. Şiddeti giderek artan
değişim tartışması sağanağı, bilgi çağının, kendi
toplumunu yani bilgi toplumunu oluşturacağı süreye
kadar devam edecektir.
Bilgi çağının imkanlarından yararlananlarla, bilgi
çağının tehditlerinden çaresizliğe düşenler arasında
sürdürülebilir bir dengeye ihtiyaç vardır. Bu denge
kurulmadıkça bilgi toplumuna ulaşılmış olmayacak,
insanlık bilgi toplumuna dönüşemeyecektir.
Günümüzde, insanlık tarihinin tanıdığı bu en yaygın
değişim ve dönüşüm gerçeğinin, çelişkiler yumağı
halinde yuvarlanan, sancılı geçiş sürecini
yaşamaktayız.
Bir tarafta bilgi çağının sunduğu göz kamaştırıcı
gelecek tabloları, ufkumuzun vitrininde
parıldamaktadır; diğer tarafta bilgi toplumuna
ulaşamamanın doğurduğu korku, kuşku, şaşkınlık,
telaş, fırsatçılık ve vahşet uğultusu bilinçleri
sağır etmektedir. Çünkü bilgi toplumuna omurgalık
edecek yeni inanç, ahlak ve estetik sistemleri henüz
kurulamamıştır.
Yeni toplum, bilgi çağının gerektirdiği
yeni değerler sisteminden beklenecektir. Yeni
dönemde, yeni değerler sistemine dayanmayan toplum
ileriye doğru harekete geçemez. Değerler sisteminden
malınım bir dünyada insanlık, rampasız füze gibi,
namlusuz mermi gibi, hedefsiz ve kendini yokedici
patlamalar içinde enerji tüketir.
Soğuk savaş sonrası yaşadığımız risk ve belirsizlik
süreci, geleceğin araştırmacılarına adeta olayları
bir toplumsal laboratuarda inceleme şansı
vermektedir. Onlar, yeni paradigmaların
oluşmasındaki doğum sancılarını çok kısa bir tarih
dilimi içinde belgeleyebilecekler-dir.
Bilgi toplumunu yapılandıracak değerler sistemine
ulaşılamamış olması, bilgi çağının imkanlarına yakın
bulunanları bir başka çelişkinin uçunımuna
fırlatmıştır: Bunlar düne kadar savunageldikleri
hukuki ve etik değerleri de terketmişlerdir. Bosna-Hersek'te,
Kafkasya'da, AB-Türkiye ilişkilerinde yaşananlar bu
geriye gidişin açık göstergeleridir. Bu çağdan
geriye dönüşün, dünyanın her tarafına bulaşması
tehlikesi mevcuttur. Batının aydınlanma çağında
aştığı varsayılan akıl-bilimdışı zihniyeti bilgi
çağının güçleriyle tekrar sahnelemesi, bilgi
toplumunun oluşmasını geciktirdiği gibi, kuralları
ve uygulanması adil olmayan çatışmalar, çağdışı
karşıt güçlere ebelik edecektir.
Akıl-bilimdışı projelerle yapma düşman
korkuluklarına ihtiyaç duyanlar, bilgisayar
donanımlı uzay araçlarıyla engizisyon atmosferine
dalma girişimindedirler. Halbuki aşmaları gereken
sorun bir njıekan ve pozisyon sorunu değil, bir
zaman ve çağ sorunudur. Araçlarınız ne kadar çağdaş
olufsa olsun tarihin derinliklerine göç
edemezsiniz. Üstelik imal etmeğe çalıştığınız sanal
düşmanlar, çağdaş teknoloji ile gerçekliğe
dönüşebilirler.
Bilgi çağının imkanları, tarihi kavramamıza da bir
hız kazandırıyorsa, bunu iyi değerlendirmeliyiz.
İnsanlığın ortak değerleri üstünde yeni dünya
düzeninin kurulmasını tartışmalıyız. Çağımızda ne
güç pozisyonlarını oldubittilerle sürdürmek
mümkündür, ne de projesiz yılgınlıklara mahal
vardır. Yeni Dünya Oü zeni bu gerçeği kavrayanların
ortak eser; olacaktır.
Tarih sahnesine çıkan her toplum farklılık gösteren
değerler sistemine sahip olmuştur. Bu tesbit,
insanlığın ortak birikimi olan insanlık değerlerinin
de ortak bir sistem olduğu gerçeğini gölgelemez.
İnsanlık bu ortak sistemi, değişimin değişmez
kanunları doğrultusundaki atılımlarla kazanmıştır.
Çağımızdaki sancılı değişim süreci de ayni akılcı
metodla aşılacaktır.
Değişim, açık kurumlaşmanın sürekli atılımıyla
gerçekleşir. Değişimin bu değişmez kanunu, çağımız
toplumlarına, projeler demokrasisine geçişi empoze
etmektedir.
Bilgi çağının iletişim teknolojisi, açık ve
yenilenebilir kurumlaşmalara, katılımla sürekliliği
sağlanan, projelere dayalı toplumsal atılımlara,
gittikçe genişleyen bir hayat alanı sunmaktadır.
Bu, bir yönetim metodu olarak, insan hak ve
özgürlüklerine dayalı, hukukun üstünlüğüne bağlı,
temsili demokrasiden katılımcılığın işletilmesi
oranında yarı doğrudan sisteme yaklaşan bir
demokratik uygulamadır.
Global dünyanın çimentosu ancak ve yalnız demokratik
değerler, demokratik sorumluluk ve demokratik
özgürlükler olabilir.
Değişim ve değişim yöntemine ilişkin bu genel
değerlendirmeden sonra, siyasetimizdeki parlamento
odaklı değişim sorunlarına da kısaca değinmek
istiyorum. Beni, bir çok konuşmamda belirttiğim
bazı hususları tekrarlamak zorunda bırakan bu konu,
toplumumuzun değişime bakış açısını da ortaya
koymaktadır
Değişim yönetimi ppt
Toplumun büyük bir kesimi, değişimi seyirci
pozisyonunun kötümserliği içinde algılamaktadır.
Kendi içinden değil kendi dışından, piramidin
tabanından değil yukarısından başlayacak bir kurgu
ile değişimin gerçekleşeceği sanılmaktadır. Bu
yanılgı, toplumu koyu bir kötümserliğe itmektedir.
Çünkü seyircilik, olup bitenler karşısında daima
kötümserlik üreten bir statüdür.
Ülkemizdeki bütün sorunlar ilgi derecesine
bakılmaksızın parlamento merkez alınarak
tartışılmaktadır. TBMM'nin taşlama odağına
konulmadığı bir tartışmaya siyaset dışındaki
etkinliklerde bile az rastlıyoruz.
Bu, Türk toplumunun aydınıyla işvereniyle,
sendikacısıyla Türkiye Büyük Millet Meclisini hangi
gözle gördüğünün bir göstergesidir. Toplum olarak
her türlü değişim girişimini Meclisten bekliyoruz.
Çünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi bazı yönlerden
dünyada benzeri olmayan bir kurumdur. Biz, birinci
Meclisimizin Gazi Meclis olarak Türkiye
Cumhuriyetinin kurucusu olduğunun iftiharını her
zaman duyuyoruz. Birinci Meclisteki seçkin, gazi
parlamenterlerimizi, karşımıza çıkan so-runlarda bir
güç kaynağı olarak değerlendirmeye çalışıyoruz.
Ancak her dönemin zorlukları ve her dönemin kurtuluş
savaşı farklıdır. Birinci Mec-listekiler, Kurtuluş
Savaşını, o zor şartlar altında, yapmışlardır.
Bugünkü Meclisimiz; Türkiye'nin globalleşen
dünyadaki yarışta kulvar dışı kalmaması şeklinde
algılanan büyük savaşta, toplumumuzun en iyi yeri
alabilmesi için gayret göstermektedir. Bu gayrette
ne ölçüde başarılı olmuştur? Ne ölçüde başarılı
olma umudu vermektedir, tartışılabilir.
Türkiye'de son zamanlarda yoğunluk kazanan
tartışmalar Meclisi de aşarak parlamenter sisteme
yönelmiştir. Parlamenter demokrasiyi mi ıslah edip
yaşatacağız, yoksa başka bir sisteme mi geçeceğiz?
Başkanlık sistemi, yarı başkanlık sistemi veya
başbakanlık sistemi gibi başka bir demokratik
yönetim biçimine mi yöneleceğiz?
Bu tartışmanın bir müddet daha sürdürülmesi
gerekmektedir. Gerçekten tarih olarak bakarsak
Türkiye Büyük Millet Meclisinin geçmişi 121 yılını
doldurdu.
İlk parlamento bir yıl çalıştıktan sonra, o zamanki
kurallara göre devlet başkanı tarafından davet
edilmesi gerekirken, içtimaa davet edilmemiştir. Bu
sebeple toplanamamıştır, Ancak resmen feshedilmemiş
ve infisah etmemiştir. Kanun-u Esasi Meclisi,
1877'de 93 harbi çıkınca kapatılmamıştır, sadece
toplantıya çağırılmamıştır.
Kanun-u Esasi ile 1976'da oluşturulan Meclisin
devamı olarak 1908'deki ikinci açılıştan sonra da
meşaıti demokrasinin parlamentosu şeklinde devam
etmiştir. İstanbul işgale uğrayıncaya kadar Meclisi
Mebusan görevini İstanbul'da sürdürmüştür. Büyük
Millet Meclisinin açılmasına karar verildiğinde,
İstanbul Meclisi Mebusanının bir çok üyeleri
-Malta'ya sürülmemiş olanlar, kaçabilenler-
Ankara'ya gelmişler, görevlerini sürdürmüşlerdir.
Yani 1876 Meclisi ile 1998 Meclisi arasında kuramsal
olarak bir bağlantı ve aradaki kesintilere rağmen,
uzunca bir parlamenter demokrasi tecrübemiz vardır.
Bu, Avrupa'daki bir çok ülkenin parlamentosuna göre
daha uzun süreli bir birikim teşkil ediyor. Buna
rağmen, parlamenter sistem bugün, Türkiye'nin
soranlarını aşamadığı, Türkiye'de her kurum ve
kuruluşda gerçekleştirilmesi zorunlu hale gelen
değişimi sağlayamadığı gibi eleştirilere hedef
olmaktadır. Onun için başka sistemler aranmakta ve
önerilmektedir.
Ben başkanlık sistemini savunanların bazı
görüşlerine katılıyorum: "Türkiye'de madem ki
parlamento, hem kendisinin biriktirdiği, hem de
toplumda birikmiş' olan sorunları çözme yeteneğini
gösteremiyor, o zaman bu sorunları çözecek başka bir
yol aramak gerekir. Bu yol da başkanlık sistemidir.
Bu tezde söylenen, sadece başkan seçiminin doğrudan
gerçekleşmesinden ibaret değildir. Sistem
değişikliği, bu vesile ile bütün kuramlarda
değisiklikler yapma ihtiyacı doğuracaktır. Toplum-
da bir yenilenme başlatacaktır. Bu da hiç olmazsa
parlamenter sistem içerisinde
gerçekleştiremediğimiz reformların sistem
değiştiriyoruz gerekçesi ile başarılmasına vesile
olacaktır." Bu yabana atılabilir bir tez değildir.
Cumhuriyete geçişimizde, 600 yıllık birikmiş
sorunlarımızdan büyük bir kısmı radikal olarak
çözülebildi. Sistemin sadece ıslah sayılabilecek,
yumuşak değişikliği sebebiyle 1908'de hiçv
bir önemli sorun çözülememişti. Yani meşru yönetim
yoluyla devletin çok hayati birikmiş sorunlarını
gündeme getirmek dahi mümkün olmamıştı. Ama
sistemde radikal bir değişiklik olunca diğer
alanlardaki sorunlar da eğitim dahil, vatandaş
hukuku dahil, kadın hakları dahil ele alınabildi.
Ekonomik ve sosyal hayatta yeni ve köklü çözümler
üretilebildi. Başkanlık sistemi için böyle bir
yenilenmeye vesile olabilir şeklinde düşünenler
var. Bunda önemli bir haklılık payı da vardır. Bu
düşünceye karşı Güney Amerika eleştirisi
yürütülüyor. Türkiye ile bu konuda kurulan
paralelliğe katılmıyorum. Öncelikle Güney Amerika
ülkelerini tanıyanlar bilirler ki, "oralarda eğer
baş-. kanlık sistemi olmasa idi, devlet ne ölçüde
oluşabilirdi?" sorusu cevap beklemektedir. Yani
devletini kurmuş, yönetilebilir bir toplum ne ölçüde
oluşabilirdi? Onu kestirmek mümkün değildir. Türkiye
böyle devlet kurma bilinci yeni zamanlarda oluşan
bir toplum değil, Türkiye Cumhuriyeti, en azından
bu topraklarda 900 yıllık geçmişi olan, çok büyük ve
köklü birikime ve bilince dayanan bir devlettir.
Sistemler, bu devletin hukukun üstünlüğü idealine
bağlılığını hiçbir zaman ortadan kaldıramamıştır.
(işletmelerde değişim yönetimi)
Başlangıcından bugüne kadar tarih, uygulamadaki her
toplumda görülebilen aksaklıkları bir kenara
bırakırsanız Türkiye'nin bu gerçeğine tanıktır. Öte
yandan Güney Amerika toplumlarına böyle bir kavramı
getirebilmek dahi kötü uygulamacı sayılan
başkanların sağladıkları bir başarı olmuştur. Bu
sebeple bizi o toplumlarla mukayese ederek
başkanlık sistemini dışlayan değerlendirmeler
yanlıştır. Bununla beraber Amerika Birleşik
Devletlerindeki her türlü gelişmeyi başkanlık
sisteminin birer mucizesi olarak kabul etmek de
yanlıştır. Başkan-lık sistemini ithal ettiğimiz
zaman Türkiye hemen büyük aşamalara kavuşur sanmak
da çok kolaycılık olur.
Türkiye'nin sorunu, gerçekten demokratikleşme ve
hukuk devleti standartlarını yakalama sorunudur.
Bunu, öncelikli sorunumuz olarak kabul ettiğimiz
takdirde, hangi sistem olursa olsun çözümler
çabuklaşacaktır. Bu bakımdan Türkiye Büyük Millet
Meclisinde 19 ncu ve 20 nci dönemde yaptığımız bazı
çalışmaları örnek olarak ifade etmek istiyorum.
1987'de, Türk Parlamenterler Birliği ile önemli
sivil toplum kuruluşlarımız bir Anayasa reformu
paketi hazırladılar ve bunu siyasi partilerimize
sundular. Ama o dönemde bu Anayasa değişikliklerini
gerçekleştirme imkanı bulamadık. Ancak 1995'te
Meclis Başkanının çağrısı ile Partiler Arası Uyum
Komisyonu kuruldu ve Anayasa değişiklikleri
gerçekleşti. 20 nci dönemde de o Anayasa
değişikliklerinin gerektirdiği yasal düzenlemeleri
yapmak üzere Partiler Arası Uyum Komisyonu
çalışmalarını sürdürüyor.
Tarihi bir gerçek olarak ifade edilebilir ki, bu
çalışmalar, bir sivil toplum örgütleri insiyatifinin
sonucudur. Eğer 1987'de Anayasa değişikliklerini
ilk önerildiği zaman gerçekleştirebilseydik 1991
yılında Türkiye temel siyasi sorunları tartışmayı
geride bırakmış olarak seçime yönelebilecekti.
Seçim kampanyasında muhtemelen biz, sadece ülkenin
ekonomik ve sosyal sorunlarına nasıl çözüm
bulunabileceğini tartışacaktık. Bu fırsatı
kaçırdığımız için, 91-95 arasında rejim meseleleri,
siyasi meseleler yoğun biçimde tartışıldı.
Dikkatlerimizi hep o taraflara yönelttik. Halbuki
Türkiye için çok kıymetli bir süreçti bu. Dünyadaki
ekonomik sınırların kalkması, ekonomik bütünleşmenin
sağlanması, özelleştirmenin başarılması konularında
başlayan elverişli konjonktür Türkiye için önemli
bir fırsattı. O fırsat siyasi çekişmelerle
tüketilmiştir. Bugün o açığı kapatmaya gayret
ediyoruz. Uyum kanunlarıyla birlikte siyasi
partiler kanunu değişiklik teklifini de
komisyonumuzdan geçirdik. Siyasi Partiler Kanunu
çıktığı zaman Türkiyede katılımcı demokrasinin çok
büyük bir dönüşümünü gerçekleştirmiş olacağız. Artık
bundan sonra, siyasi partilerin kapalı devre
çalıştığı bir demokrasi değil, bütün sivil toplum
kuruluşlarının ve vatandaşların katılımıyla
yürütülen bir demokrasi dönemi açılacak. Siyasi
Partiler Kanunu kilit kanundur. O değiştiği zaman
17 kanunda daha önce yapılan değişiklikler hayata
geçecektir. Bu kilit açılacaktır ve toplumumuz
1946'dan sonra ikinci büyük demokratikleşme
hamlesini yaşamaya başlayacaktır, işte o süreçte
sivil toplum örgütlenmesine büyük ihtiyaç var.
Toplumumuzun bütün katmanlarını ülkenin kaderiyle
ilgilenir ve çözüm üretir hale getirmek, sivil
toplum kuruluşlarımızın görevidir. Şimdi, bu
gelişmeler zannediyorum, projeler demokrasisi
dönemini açacak Türkiye'de. Gerçekten iletişimin,
haberleşmenin ve bilgi dolaşımının bu kadar sürat
kazandığı bir dönemde, parti oligarşilerinin
etkinliği azalacak, doğrudan doğruya halkla diyalog
halinde proje üreten grupların etkinliği
artacaktır, işte bu projelerin üretiminde,
kalitesinde ve sürekli uygulanabilir konumda
tutulmasında sivil toplum örgütlerimizin, bilhassa
örgütlenme konusunda öncü deneyime sahip İşçi ve
işveren Sendikalarımızın büyük katkısı olacaktır.
Projesini iyi hazırlamış kadrolar, seçmen
toplumunun huzurunda yarışacaklardır. Bundan
sonraki demokratik seçimler böyle yürüyecektir.
Demokratik hayatımız böyle yürümelidir. Bunun
kapısını bu parlamento açmaktadır.
Söz konusu projenin sahibi bir parti lideri de
olabilir, bu projenin sahibi herhangi bir başkan
adayı da olabilir. Projesini ortaya koyacak,
kadrolarını ortaya koyacak, bu projenin belirli bir
süre içerisinde gerçekleşeceğine toplumu
inandıracak, işbaşına gelecek, istikrarlı
yönetimleri de ancak bu yolla kurabileceğimizi
zannediyorum. Türkiye bunu yapamazsa, "projeler
demokrasisine" geçemezse uluslararası yarışta
başarılı olma şansı yoktur.
Projeler demokrasisine değişimin evrensel metodu
ile geçmek, değişimi sürekli hale getirecektir.
Bunu bir toplumsal proje olarak tartışmalı ve adeta
bir ideoloji konumuna taşımalıyız, ideolojimiz
aklın ve bilimin ışığında sürekli gelişmeyi ve
ilerlemeyi içeriyorsa son yıllarda yayılan ideoloji
korkusuna düşmeye de mahal yoktur.
Esasen tarihi birikimimiz ve kurum sosyolojisinin
gerçekleri, ideoloji fobisini ortadan kaldıracak
niteliktedir. Değişimin ön plana alındığı bir
süreçte ideolojik devletçilikle kurumsal bir
gerçeklik olan ve toplumun ortak bilincine dayalı
devlet ideolojisini birbirine katarak yürütülen
tartışmalar yersizdir.
Türkiye'de, ideolojik devletçilik hiçbir zaman
uygulanmadı ve uygulamaya yakın konumda olmadı.
1921'lerde Türkiye'ye Sovyetler Birliğindeki sistem
önerildi, Türkiye onu kabul etmedi.
Devletlerin ideolojisi ise her zaman vardır. Hukuk
devleti de bir ideolojidir aslında. Yani, yaşanan
realitenin ötesinde, bir takım üst kavramlara ve
ortak bilince dayanmadan bir toplum devlet sahibi
olamaz. Yani, halkın günlük yaşayışına, günlük
tercihlerine göre devletler yaşamaz, toplumlar
varlıklarını sürdüremez. Milletleri var eden,
milletleri bir ırmak gibi götüren, tarihten
beslenen, günün şartlarıyla da değişen, her dönemde
yenilenen ve dönüşen bir ideoloji vardır. Dünyadaki
diğer saygın ve bağımsız ülkeler gibi Türkiye
Cumhuriyeti de elbette, başkalarının cetvelle
çizdiği bir devlet olmadığı için, tarihteki
köklerinden getirdiği bir takım ideolojilere
sahiptir. Bunlara saygı çerçevesinde demokrasimizin
standardını yükselteceğiz. O zaman zaten toplum
gerilimsiz olarak amaçlarına ulaşabilir,
değişebilir, bilgi toplumuna dönüşebilir.
|