Demokrasi Adalet İçindir!
Orhan Öztürk
"Türkiye hukuk devleti değil, kanun devletidir."
Bülent Eczacıbaşı (TÜSİAD Eski Başkanı)
Ülkemiz 1946 yılından bu yana çok partili siyasi
bir sisteme dayanan, temsili hüviyeti ağırlıklı
demokrasi ile yönetiliyor. Geçen 50 yılda üç askeri
darbe yaşayarak sabaha karşı Harbiye Marşı ve
rahmetli Hasan Mutlucan'ın "yine de şahlanıyor aman
kolbaşının da kıratı" türküsüyle uyandık. 50 yılın
yarısından fazlasını terör, olağanüstü hal ve
sıkıyönetimler ile geçirdik. Toplumun ve
ekonomimizin dışa kapandığı yıllardan sonra içeride
savaşı birbirimizle yapmaya başladık. Hiçbir şeyi
beğen: mez, şikayetçi, dırdırcı,
dedikoducu insanlar olup çıktık. Dünyada hiçbir
ülkede görülmedik ölçüde haklı-haksız sistemi,
yönetimi ve devleti tenkit ettik. Tamama yakınımız
memleket kurtarmaya hevesli ve gayretli olduğumuz
halde konuşan rakamlar durumumuzun olması gereken
noktaların gerilerinde seyrettiğimizi söyledi durdu.
Bu arada demokrasinin edebiyatında o kadar aşama
kaydettik ki onu sadece çaya şeker diye
koymadığımız kaldı.
Neden?
Zenginliğin tek başına bir ülkenin gelişmişlik ve
kalkınmışlığını göstermediği bir
gerçektir. Bugün dünyada halkın katılımının idari,
iktisadi hatta adli ve askeri alanda olmadığı,
sadece siyasi boyutta kaldığı, buna rağmen
geliştiği, kalkındığı müreffeh olduğu bir ülke
örneği henüz yoktur. Toplumun problemlerini çözüm
konusunda devre dışı kaldığı, yapılanları uzaktan
takip ederek övdüğü veya tenkit ettiği, yapanları da
sadece alkışladığı veya tokatladığı bir sistem
demokratik bir sistem değildir. Bu tür demokratik
bir sistem örneği de dünyada henüz yoktur.
Halkımızın yönetime temsili hüviyette sadece siyasi
boyutta katılmasının ortaya çıkardığı sonuç,
ihtiyaç ve beklentilerin gerisinde kalan mevzuat
sürekli eksiklikleri telafi, geleceğe
hazırlıksızlık, gülünecek, utanılacak bazen de
ağlanacak uygulamalardır.
Katılım eksikliğinin ortaya çıkardığı
adaletsizlikler ve problemlerin çözümünde halkın
devre dışı kalması üretim ekonomisinin zayıflığına,
didişmeye, memleket kurtarma ideolojilerine, icraat
yerine saldırı - savunma mekanizmalarına yol
açmaktadır. Her konuda itidali, temkini, sükuneti ve
orta yolu tercih eden toplumumuzun mızmıza bir
görüntüsü vardır.
Katılımın yaygınlaşması ve demokrasinin ülkemizde
çok geniş biçimde idari, iktisadi alanlarda
eksiksiz yerleşmesine yönelik sosyal talep, genel
bir arzu güçlü olarak mevcuttur. Yıllardır yerel
nitelikli problemlerinin yerinde ve zamanında
çözülememesinin, istikrarlı bir gelişimin
sağlanamamasının, tedbirlerin ve planların
yetersizliğinin, proje kavramının hâlâ yokluğunun
zararını çeken bu toplum, bizim toplumumuzdur.
Binadaki yangını bardakla su taşıyarak söndürmeye
benzer mevzuat ve uygulamalara bu toplum
muhataptır.
İmkanlar, yetkiler güçlü olarak merkezde,
sorumlular kayıptır. Yapılmayan hizmetin, ihmalin ve
keyfiliğin müeyyideleri labirentler arasında
kaybolmuştur.
Devlet, toplum ve ekonomi müthiş öl çülerde dışa
kapanmış, dünyadaki gelişmeler den kopmuştur. Bu
durum bir ülkenin geri kalması için fazlaca yeter
sebebtir. İçten içe karpuzun kendini yemesi gibi o
toplum çürür. Katılım; iletişim ve etkileşimle eş
anlamlıdır.
Dünyadaki gelişmeler sonucu demokrasi kavramı
yerini giderek katılım ve çoğulculuk kavramlarına
devretmekte, klasik tanımlarından uzaklaşmakta,
interaktif demokrasi, medyatokrasi, siberdemokıasi
gibi teknik yönü ağır basan sıfatlarla berabar
telaffuz edilmektedir. Bu olgu ülkemize de
yansımaktadır. Toplumumuz artık demokrasinin sadece
siyasal katılmadan, beş yılda bir önündeki
alternatiflerden herhangi birini tercih etmekten
ibaret olmadığını anlamıştır. Sivil toplumcular,
hiyerarşi dışı yatay örgütlenmeler bunun için ilgi
çekmekte, ne dedikleri ve yaptıkları izlenmeye
değer bulunmaktadır.
Günümüzde katılımın ekonomik
boyutunda siyasi tercihlerin ve ekonomik
zaruretlerin de etkisiyle her geçen gün
hareketlenme, yaygınlaşma sözkonusudur. Global köy,
küreselleşme, tüketizm gibi vs... kavramların,
özelleştirme, gümrük birlikleri, ithalat
yasaklarının azaltılması, mal ve menkul kıymetler
borsalarının gelişmesi, uluslararası piyasalara
uyum sağlama gayretleri bunun göstergeleridir. Bu
süreç giderek hızlanacağa benzemektedir.
Katılımın idari boyutunda ise ülkemizin özellikle
Avrupa Birliğine girmeye çalıştığı mevcut ortamda
durum kelimenin tam anlamıyla fecaattir. 1930'ların
memurin kanuni ile liyakat değil kıdem esasına
dayalı idari kadrolaşma ve idari yapı
oluşturulmuştur. Halkla ilişkilerinde talep olursa
hizmet üreten, hiye-rarşik ilişkileri ön plana
çıkaran, halkın da baştan güvenilmez olduğu esasını
benimseyen, genelci, köprü fonksiyonunu kaybetmiş
ve duvar fonksiyonunu iktisap etmiş, evlere şenlik
idari bir sistemimiz mevcuttur. Bu sistemde ithal
ineğin vatandaştan daha kıymetli sayılması gibi
traji-komik yüzbinlerce örnek .sayabilirsiniz.
Ülkemizde politikacıların acıklı serüveni idari
katılım eksikliğinden kaynaklanan mevzuat ve
uygulama problemlerini çözmek
mecburiyetlerinden kaynaklanmaktadır.
Seçmenlerinin, isteklerini yerine getirmek, seçim
çevrelerinin menfeatlerini korumak isterlerken asli
görevlerini yerine getirememekte, yürütmeye yerli
yersiz müdahaleler söz konusu olabilmektedir.
Ekonomik, psikolojik ve fiziki yönden yıpranan
politikacıların çoğu bugün memleketine çivi çakmamış
kişi unvanına "Mazhar" olmuşlardır.
İdari sistemde devletin politika ve eğilimleri
tesbit, teknik destek sağlamak ve denetlemek
fonksiyonları özellikle bakanlıkların merkez ve
taşra kuruluşları aracılığı ile icraata girmeleri,
işletmecilik yapmaları sebebiyle dumura uğramıştır.
Yanlış idari sistem zamanla kendi dengesini ve
mantığını oluşturduğu için kısmi düzeltme
çalışmaları sonuçta sistemi iyice bozmaktadır.
İdari katılımın eksikliği sebebiyle oy getirmeyen
problemler, konular sahipsiz kalmakta ve
kangrenleşmektedir. Sonuçta demokrasi ve katılım
konuları akademik lafazanlıklara malzeme olmakta,
aydınlar aristokrasisine dönmektedir. Aydınlar her
rejim ve sistemde kendilerine yer bulabilmekte, olan
halka olmaktadır. Katılım ve demokrasiye esas
ihtiyacı olan halktır.
Katılım eksikliğinin acı sonuçlarından birisi de
devletin yapmak istediklerinin tersi sonuçların
ortaya çıkışıdır. Eğittiğini kaybeden, koruduğu
ormanlar ve toprak sürekli yok olan, mücadele ettiği
terör devamlı artan, demokratikleşmek istedikçe
anti-demokratik özellikler iktisap eden, yapmak
istediğini bozan, geliştikçe dengelerini kaybeden
vs... başka bir ülke sanıyorum yoktur. Herşeyi
yapmaya talib olan ancak bunların tamamına yakının
dünya standartlarının, çağdaş ölçülerin içinde
karşılayamayan ülkemizde isyankârlık
ideolojilerinin ve hareketlerinin neden bu kadar
prim yaptığını anlamak zor değildir.
Türkiye'de idari ve ekonomik muhtevadaki katılımın
eksikliği sebebiyle kurum ve kuruluşlar asli
fonksiyonlarını ifâ edemez hâle gelmekte, kendisi
ile ilgili olmayan değişik fonksiyonlar üstlenmekte,
yasama yürütmeye, yürütme yasamaya ve yargıya
müdahalelerde bulunmakta, iş adamları politika,
politikacılar iş adamlığı yapmakta, basın, sendika
ve dernekler iktidar mücadelesinin aktif tarafı
haline gelebilmektedir.
Mecburiyetler, mahkumiyetler ülkemizde katılımın
yaygınlaştırılmasına yönelik pek çok proje, tanzimat
ve çalışmanın gündeme
da hangi esaslar ve usullerin dikkate alınması
gerektiğine bakmak lazımdır.
Bu meyanda birkaç husus son derece hayati önemi
haizdir. Bizim toplumumuzun kültürü ve geleneğinde
çoğulcu yapıdaki sivil sosyal kurum ve kuruluşların
örgütlenmelerinde eşitlik ve özgürlükten ziyade
adaletin en ince teknikler kullanılarak teessüsü
önceliği haizdir.
Adalet toplumumuzun bazen demokrasiden de öncelikli
olan bir numaralı ihtiyacıdır. Demokrasi adaletin
tesisi yolunda günümüzde mevcut sistemlerin en
ideali, en az kötü olanıdır.
Batılı ülkelerde hayranlıkla izlediğimiz ve
anlattığımız olaylar ve konulara dair hususlar
dikkat edilirse bu ülkelerin adil ve insana değer
veren yönleridir.
Batı toplumu esasta tarihsel kökenden kaynaklanan
sebepler ile sınıflı sosyal yapıya sahip oldukları
için (protokol bundan dolayı çok önemli ve hassas
bir konudur) adalet ihtiyaçlarını eşitlik ve
özgürlük kavramlarının ağırlıklı olduğu oluşumlar,
mekanizmalar yoluyla karşılamaya çalışmışlardır.
Doğu'da özellikle Türklerde ve Araplarda
göçebelikten yerleşikliğe geçiş ve sonrasında
statüko farklılıklarının mevcudiyetine rağmen
sınıflı bir sosyal yapı oluşmamıştır. Örneğin Marx
Türkleri yani Osmanlıları ve Selçukluları ekonomik
temele oturan sınıf teorileri içerisine dahil
edemediği için ayrı bir sınıf teorisini icad etmek
suretiyle Asya Tipi Üretim Tarzı gibi tam
anlatamadığı yeni bir sınıf teorisi geliştirmek
zorunda kalmıştır.
Meşruiyetin kaynağına yönelik felsefi tartışmalarda
Batı'da değişik sıfatlar ile (basit, nispi vs...)
ifade edilen parmak esasına dayalı çoğunluk kavramı
ön plandadır. Doğu'da özellikle bizim gibi
toplumlarda meşruiyetin temeli ve kaynağı yanlış
söylenen tanrısal irade gibi belirsiz bir kavram
değil adalettir. Yönetim adil ise meşrudur. Bu
çerçevede iktidara güç ve şiddet kullanarak gelen,
adil bir yönetim tarzını gerçekleştirebilirse meşru
sayıla-bilmektedir. İhtilal ve darbelerin tasvip
edilecek hiçbir yönü olmamasına rağmen belli bir
zaman geçtikten sonra benimsenmesi, meşra
addedilmesi toplumumuzun bu anlayışından
kaynaklanmaktadır. Bu anlayışın sivri yansımaları
olabilmektedir. Örneğin "demokrasilerde zalimi halk
seçer" özdeyişi bunun ilginç bir ifadesidir.
Toplumumuzun yapısı ve geleneği Ba-tı'daki gibi
düalist -tez-antitez-sentez gibi çatışmacı bir.
zihniyet ve kültürün yansımalarına (Örneğin parti,
dernek, sendika, anonim şirket vs...) yabancıdır.
Bunun yerine uzlaşmacı vakıf ve imece gibi
işbirliğine dayalı, iç mücadele ortamından,
didişmelerden uzak örgütlenmelere daha yakın ve
yatkındır.
Tepkilerimiz ve protestolarımız yapımız gereği
Batı'dan biraz farklı olarak pasif karakterde ancak
çok büyük gizli dirence sahip, uzun vadeli, bireysel
yanı ağırlıklı bir mahiyete sahiptir. Bu özellik
son derece duyarlı bir iktidar ve hükümet etme
metodlarını zaruri kılmaktadır.
Katılımın yaygın karakterli olduğu Batıda sosyal,
siyasal ve ekonomik örgütlenmelerde karar
vericilerin sayısının önemi çok büyüktür. Buna
karşılık bizim pederşahi yapımızın niteliği
dolayisiyle başarı; mümkün olan en gelişmiş, en
teknik mekanizmalar yoluyla danışma, inceleme ve
araştırmadan sonra en az sayıdaki karar vericinin
mevcudiyetindedir. Bu çerçevede yerel ve ulusal
parlamentolar yasama fonksiyonlarını ifa ederken
karar verici değil, danışma organı hüviyetinde
olmaları, ancak yaygın bir katılım ile danışma
fonksiyonlarını tam olarak yerine getirebilecek
konumda olmalan daha uygundur. Yine yöneticiliğin
profesyonelliği gerektirdiği, basit bir oy meselesi
olmadığı da bilinmesi gereken ayrı bir gerçektir.
Son zamanların başkanlık sistemi tartışmalan esas
bu açıdan da ele alınarak değerlendirilmeye
muhtaçtır.
Günümüz yüksek teknolojisi demokrasilerde
seçilmişlerin eski önemini sürekli azaltmakta,
teknokratlan devamlı ileri çıkarmaktadır.
Dolayısiyle işçinin oyu, profesörün oyu gibi saçma
münakaşalar kendiliğinden lüzum-suzlaşmaktadır.
Katılımı her alanda yaygınlaştırmak toplumsal
kimliği, şahsiyeti güçlendirmek sonucunu
doğuracaktır. İnsanımızın kendine olan güveni
yeniden tazelenecektir.
Bunu sağlarken kültür, gelenek, ihtiyaç ve
beklentilere cevap verebilecek kritik esasları
gözönüne almak, Türkiye'nin yeniden in-şaasında rol.
oynayacak mimarların tarihi misyondan kaynaklanan
görevleridir. Bunu yerine getirene kadar
demokrasinin bazen bol gelip içinde kıvır kıvır
oynadığımız, bazen de eksik ve yetersiz kalıp
toplumun, sistemin ve devletin tıkandığı, yönetimin
halkın gerisinde kaldığı, sözleri bol bol
söylenecektir. Kısacası ifrat ve tefrit arasında hep
tarihi tekerrür ettireceğiz.
Öyleyse yeni nesil yeni seçim... Pepsi reklamindaki
gibi...
|