Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Devletin Devletlûleri Biz'ler, Devleti Niye Düşünemiyoruz? 

Atilla Koç 

Kelimenin çağrışımı zaten ağır. Yanak­lardan gelip dilin ucundan dişlerin üzerine oturuveriyor. Bunca ağırlığın üstüne nedendir bilinmez; "e" harfi "o-ö" arası telafuz edilive­rince işin içine o zaman bir de damak karışı­yor. İşte o zaman ister yöneten ister yönetilen olsun ülkemizde insanlar "Devlet"ten korku­yorlar. "Kerim" terimini manasıyla ve telaffu­zuyla "Devlet'in önüne geçirirsek "Devlet" munisleşebiliyor. Ama, "Baba" kelimesini "Devlef'in ardına takarsak işlerimiz daha da ağırlaşıyor. 

Kelimelerle değil kelimelerin ifade ettiği teşkilatla ilgilendiğimizde, "Devlet" için tarihin içinde bir gezinti yapmak gerekir ki "Devlet" denilen bu kurumu iyice bir arılayabilelim. Yalnız bu gezinti için bir araca bir rehbere ihti­yacımız olmak gerekmez mi? Gerekir elbet. Araç olarak felsefeyi rehber olarak inancımı seçmeyi ne kadar isterdim. 

Şair şiir yazana denilir. Şiir yazan şair­dir. Şair olması için insandan şiir yazmasından başka birşey beklenemez. Ama bir de o şair, şiiri ve şiirini anlatırsa yine şairdir; şairden öte birşeydir de : Politikası olan şairdir. Aynı şe­kilde devlet denilen örgütü iyi yönetenlere de idareci denilir. Bu idareciliğin yani devleti yönetmenin felsefesini yapana ve uygulayana devlet adamı denir. Devlet adamı olmak için; idare etme sanatı üstünde ama onunla bera­ber bilgiyle, felsefeyle ve irfanla donanmış ol­mak gerekir. Bunlar da yetmez; bu donan-mışlıklara inşa etme, felsefe kurabilme, sistem kurabilme kabiliyetlerinin de eklenmiş olması gerekir. Nasıl her şairden politika yapmasını beklemiyorsak her idareciden de bunları bek­lemek gibi bir hakkımız olamaz. Ancak bu işin birileri tarafından da yapılması gerekir. Bu işi kuran ve tatbik eden tek kişi ise şayan-ı ter­cihtir. Yüksek derecede takdirimize layıktır. Bu tek kişi de tecessüm etmiyorsa kuran ve yapan birlikteliği de elbet makbulumüzdür. Maddi ve manevi çevre kirliliğiyle malûl çağımız dünyasında bu işi tek kişiden bekle­mek o kişinin yalnız dahi değil, aynı zamanda kahraman ve veli olmasını iktiza eder. Onun içindir ki kuran ve yapan birlikteliği de makbulumüzdür diyoruz. 

Bu maddi ve manevi kirlenmenin nere­den neş'et ettiğini birazdan diyeceğiz. Deme­den önce bu maddi ve manevi çevre kirlen­mesi, maalesef halimizi yakın ve uzak mazimi­zi değerlendirmede elimizi-kolumuzu bağla­maktadır.

Bu maddi ve manevi çevre kirlenmesi­nin doğduğu yer ondokuzuncu yüzyıl batı dünyası pozitivizmidir. Yalnız ülkemiz değil; bağlanmak mecburiyetinde bırakıldığımız batı dahi bu anlayışın kıskacında kalmıştır. 

Bu anlayış iyice irdelenmeden ne dev­let alanındaki sıkıntılarımız ne de iktisadî, sı­naî ve malî alanlardaki sıkıntılarımız anlaşıla­bilir. Bu durumda, problem sadece yönetenler ve onların yönetim teşkilatı olan devlette de­ğil; aynı zamanda yönetilende yani halkda da, millette de vardır. Yönetilenlerin böyle büyük bir problemi olmasa teşkilat şemalarında hari­ci bir baskıyla kabul edilen gayri müsaittik te­lafi edilebilmektedir. Bunu ikinci dünya savaşı sonrası Almanya'sında ve Japonya'sında görmekteyiz. 

Pozitivizmin bizim bilmemize gerek duymadan öğrettiği ilim alanındaki anlayışı okuma yazma sayımız arttıkça kötü etkilerini yayarak göstermektedir. İlim adına ama din gi­bi iman etmemiz istenen pozitivist anlayış ül­kenin her sahasını kaplayınca, her insanın gizli inancı haline gelince devlette, siyasette, ikti­satta, maliyede görülen kaoslar, krizler tesa­düfi olmasa gerek. 

Pozitivismin batıdaki ve ülkemizdeki tahribatını sayıp döküp onun bir reddiyesini yapacak değilim ama şunu da demeden geçe-miyeceğim; bu dinin kurucusu A. Comte'un yazdığı dört ciltlik "Pozitif Politika Sistemi" isimli eseri daha Türkçe'ye çevrilmemiştir. Onun için diyorum bilmemize gerek duyma­dan öğrettiği ilim anlayışı diye!.. Böylece be­lirttikten sonra dünyada ve ülkemizde özel­likle son yıllarda ilmi sahada etkin bir şekilde reddiyeler yapılmaktadır. Lakin bütün bir sis­tem ikiyüzyıldır bu dinin ağıyla örülmüş ol­duğundan bu reddiyelerin pratik alanda kıy-met-i harbiyeleri pek hissedilmemektedir. 

Bu hakimiyet yitirme aşamasında biz dehalanmızi, kahramanlarımızı ve velilerimizi bulabilirsek, hem ikiyüzyılımızı hem ondan önceki asırlarımızı hem de kuracağımız yarın­larımızı daha iyi daha doğru daha güzel değer­lendirebiliriz. Bütün bu daha iyi, daha güzel, daha doğru yalnız insanımız için değil; bütün insanlık için olacaktır. Bu, insanın sadece bu dünyadaki mutluluğuna değil; aynı zamanda öte dünyadaki mutluluğuna da kefil olacaktır. 

Temeller üzerinde çalışmalarımızı yo-ğunlaştıramazsak teklif edeceğimiz sistemlerin geçerli olamayacağı dolayısıyla her iki dünya­ya kefil sistemlerin kurulamayacağını gözden hiç kaçırmamalıyız. Yeni düşünce sistemleri­mizi geliştirerek Emevi'lerin Selçuklu'lann ve Osmanlı'ların devlet anlayışlarını irdeliyerek ikiyüzyıldır geçirdiğimiz tecrübeleri de dikkate alarak devlet sistemleri kurabiliriz, Ancak o za­man Saltanat, Hilafet, Devlet, Cumhuriyet, De­mokrasi, İşlami Devlet, Müslümanların Devle­ti, Vatandaş, Teba ve Cemaat gibi terimlerin içi doldurulabilir. Ancak o zaman batının geliştir­diği kuvvetler ayırımı prensibini ilan ettiğimiz Tanzimata, kurduğumuz Cumhuriyete ve geç­tiğimiz Demokrasiye rağmen ikiyüzyıldır neden tatbik edemediğimiz olgusunun sebepleri ortaya çıkabilir.

Bunun irdelemesini yapamadığımız için ortaya çıkan kuvvetler ayırımı prensibini iyi algılayamıyoruz. İşi merkeziyetçilik-adem-i merkeziyetçilik tartışmalarına bırakıyoruz. Bu münakaşa dahi sathi oluyor ve yanlış taraflar yanlış yerlerde oturuyorlar. Bu işlerin fikri te­melleri gerçekleşmediğinden devleün taşrada­ki temsilcileri adem-i merkeziyetçilik şarkısı söylerken taşradaki seçilmiş belediye başkan­ları "Sus, Sayın Valim! Bu şarkıyı biz söyleye­biliriz ancak", demedikleri gibi yanlış yerde yanlış ritimde şarkıyı söyleyenlere vokal dahi olamıyorlar. Merkezi devletin taşra temsilcisi­nin adem-i merkeziyetçilik yapması ne kadar saçma ise seçilmiş belediye başkanlarının sus­kunluğu da o kadar manidardır. 

Bu fikri hazırlıksızlık bizi bir başka açmaza dahi götürüyor. Eleştirel bir bakış açısı getirmeden Osmanlı Devlet sistemi övgücülü­ğüne takılıp kalıyoruz. Ceddim dedem Os­manlı'ya ve kurduğu sisteme .lafım yok ama haksız Osmanlı sövüçülüğüne kızıp her yerde deva Osmanlı övücülüğü de bana pek yakı­şıklı gelmiyor. Bir yandan kuvvetler ayrımı prensibini savunurken diğer yandan Osmanlı sistemini övmek bize yakışan garabetten olsa gerektir. Osmanlı devlet sisteminin fütühatçı ideolojisi dikkate alınmadan günümüze mo­del olması savunulamaz gibime geliyor. Bu­nun yanında Osmanlı Mahalle idaresine atf-ı nazar etsek bugüne güzel çözümler getirdi­ğine şahit oluruz.

Geldim devlete. Devlet nedir? Kapsamı, sınırları nelerdir? Nasıl ortaya çıkmıştır? Gerek­liliği var mıdır? Bu sorular tarih boyunca mü­nakaşa edilegelmiştir. Denmiştir ki : "Yunan­dan beri birçok insan bunlan düşünmektedir." Peki, niye Yunan'dan beri de Çinli'den Babil-li'den beri değil? Bilimi, düşünceyi, sanatı Yu­nana dayandırmak ne kadar bilimseldir soru­sunu sormamız gerekmektedir öncelikle. Yu­nanların çağdaşı Orta Asya devletleri yok mu­dur? Devlet nihayetinde bir kurumdur. Basit olabilir karmaşık olabilir. Yalnız dünyanın her tarafında ve her zaman olagelmiş bir kurumdur.  Bu  kurumun  dünyanın her tarafındaki varlık şartarı incelenmeye değer değil midir? 

Devlet dediğimizde onun birçok özel­likleri de sayılmaya başlamıştır. Buyurma gü­cü, tüzel kişiliği; sayılan birçok özelliğinden sadece bir ikisidir. Buyurma gücünü devletin elinden alan yeni oluşumlar devlet anlayışına ne kadar zarar verir verdiği bu îiarar insanla­rın düzen fikrine ve toplumsal düzenliliğe ne kadar tehdit getirir? Yine fikri temelsizliğimiz-den ve sistemli düşünce yoksunluğumuzdan olacak; ülkemizde devletin hem buyurma gücünden taviz vermez görünüp hem de ulus­lararası kuruluşlara teşne fikirler sunan insan­lar hep bizim ülkemizden mi çıkmaktadır? Hiçbir çalışma yapılmadan fikir çilesi ile sen­tez veya asgarisinden eklektik sistemler geliş­tirmeden bu iki ayn fikrin aynı zamanda aynı kişilerce nasıl ileriye sürülebildiğini acayip dü­şünmekteyim, tşte bu ahvalde seçilmiş veya atanmış devlet yöneticisinin afallayıp kalma­sından durağanlığından daha tabi ne olabilir. 

Devletin özelliklerinden bir başkası olan ceza verme yetkisi, birliklere bölünme aşamasına gelen bir dünyada ne ifade edecek? Devlet bu asli yetkisinden vazgeçecek mi? Vazgeçecekse, hangi birliğe bu yetkisini dev­redecek? Ülkemizde kuramadığımız bağımsız yargı meselesi bu hususlarda dikkate alınarak münakaşa edilirse bir mana ifade eder zan-nındayım 

Bütün bu problemler ve onlar üzerinde yapılan tartışmalar pozitivist anlayışın çöküp yerine yeni anlayışların çıkacağını gösteriyor gibime geliyor. Lakin biz hale pozitivist hissiz-leşmenin içinde kalarak bu sancıların bu tar­tışmaların dışında kalabiliyoruz. Sancılanndan habersiz kaldığımız yeni doğmuş fikirler - iki yüzyıl önce nasıl pozitivizm dayattırılmışsa- bi­ze yine de dayatılıverecekmiş endişesini taşı­malıyız değil mi? 

Devlet dediğimiz kurum fiil işler, mua­mele yapar, faaliyette bulunur ve bütün bun­ları yapabilmek için teşkilatlanır. Bu terimlere yüklediğimiz mânalar her zamanında ve her yerinde ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı olması doğru da "aynı"dır diye okutulması yanlış. Bu yanlışla donatılan bizlerin yöneticiliği de onca iyi niye­timize rağmen yanlış oluyor. Doğrusu ister Se­çilmiş ister atanmış olalım, ülkemizi ve insanı­mızı iyi yönettiğimiz iddiasında bulunamı­yoruz. Yukarıda bir kez daha bahsettiğim gibi bu yanlış bilgilendirme eğitimin yaygınlaşması ile halka da intikal ettirildiğinden bizim yanlış yönetimimize karşı halkın bir tepkisi ola­mıyor.

Sivil toplumu kurarken devlet anlayı­şımızda ne gibi değişiklikler olacağını düşün­mek dahi istemiyoruz. Bizim sivil toplumu­muz olacak ise nasıl olacak? Bu konu gümrük birliğine girme endişeleri dışında münakaşa edilmeliydi diye düşünmekteyim. 

Sivil toplum devlet ilişkilerinde İngiliz, Fransız, Alman ekolleri ülkemizde ne kadar yankı yapabilir? Kuvvetler ayrılığı prensibine karşı ABD'ndeki kuvvetler dengesi prensibi ülkemize nasıl tesirler icra eder? Sosyalist dev­let anlayışına çıkma gayretleri içinde de olsa Çarlık Rusyası devlet anlayışı ve Sosyalist dev­let anlayışı birikimi olan Rusya Federasyonun­da gelişen yeni devlet nazariyeleri ülkemizde izlenebiliyor mu? Dış güçlerin baskısı ile çizi­len devlet örgütü şemasına rağmen gelişen ve büyüyen Japonya'nın devlet anlayışı nedir?. Orta Doğudaki baskıcı olmasına rağmen ayak­ta durmayı başaran "Baasçı" devlet anlayışı hangi çalkantılar içindedir? İran İslam Cumhu­riyeti olgusu incelenmeye ve irdelenmeye layık değil midir? Bütün bu soaılara cevap vermek kendi siyaset felsefemizi kurma gaye­sine matuf olmalıdır, ve biz bütün bu incele­meleri batının yaptığı gibi kendi yaşam bi­çimini mutlak doğru sayıp kendi dışındakilere de dayatmak gibi bencil bir anlayışla da yap­mamalıyız. Çünkü insanoğlunun her bölgesin­de ve her zaman geçerli bir idare tarzı oldu­ğuna dair bir iddia keen-lem yekûn yanlışdır ve dayatmadır. Biz bütün bu incelemeleri, in­sanların her iki dünyada mutluluğuna kefil olabilecek sistemleri kurmak için yaptığımız bir ibadet kabul ederiz. 

Yine çağımız, özgürlük ve eşitlik kavramlarında devlet kavramıyla örtüşmeler ve çatışmalar içindedir. Bu iki terim yani özgür­lük 've eşitlik terimleri çok çeşitli zamanlarda çok çeşitli algılanmış ve son on yılda bu hu-susdaki münakaşalar artmıştır. Bu algılama çe­şitliliği ülkemiz siyaset pratiğinde günbegün daha çok yer alacağa benzemektedir. Bu iki terim hakkındaki ilmi ve fikri hazırlıksızlığımız korkarım ki ülkemizin siyaset pratiğini çözüm­süz epeyce meşgul edecektir. 

Kuracağımız devlet felsefelerinde ve si­yaset felsefelerinde sistem kurucularına asır­lardan beri kaynaklık eden ve halkın yani yö­netilenin giderek artan ölçüde etkilenmekte olduğu dini de dikkate almamız gerekecektir. Özellikle siyaset felsefelerimizde din olgusuy­la beraber gelen ahlak anlayışların da önemli yer tutacaktır.

Başkalarını yönetmek ve başkalarınca yönetilmek hususlarında sistemi işleten pratik­lerin nasıl va'z edileceği ancak hukuk felsefesi ile mümkün olmaktadır.

Din, ahlak, hukuk felsefesi gibi konular ihmal-i gayr-i kabil öncelikli kaynaklarımız olacaktır, tşte burada Türkiye'nin Orta Doğu'-nun fıkıh usulü mektepleri ve alt mektepleri bir bir incelenmek zarureti doğacaktır. Kura­cağımız yeni yönetme ve yönetilme sistemle­rinde irade, rıza, zımni rıza,'iyi insan, iyi vatan­daş gibi terimlerin ahlak felsefeleriyle beraber mütalaa edilirken, Türk'lerin ve Orta Doğulu'-ların kelam anlayışlarıyla da temasa geçmemiz gerekecektir. 

Bütün bu zaruretleri şunun için sıralı­yorum : İhsanına yabancı yöneticiler ister se­çilmiş ister atanmış olsunlar yönetme kurumu­nu kuramazlar, yönetme kurumu kurulmayın­ca da yönetme eylemi olmaz, yönetme eylemi olmayıncada ki bu durgunluktur- karışıklık ve parçalanma arkasından gelir. İnsanına yaban­cılıktan ve devleti kaosdan salim tutabilmek için devlet felsefesi, siyaset felsefesi ve hukuk felsefesi gibi disiplinlere çok büyük bir ihtiyaç vardır. Bu disiplinlerin insanlarımıza tedrisi şarttır. Bunu da ancak yeni bir üniversite an­layışı ile çözebiliriz. Bu yeni anlayışla kurula­cak üniversitelerde yalnız yönetenler değil yönetilenler de yetişeceği için işleyen yönetim sistemleri kurmak mümkün olacak diye dü­şünüyorum. 

İdaremizi, iktisadımızı, maliyemizi ko­nuşmak için önce üniversitemizi konuşmak gerekiyor. Bu üniversitemiz doğu ve batı de­meden bütün felsefeleri inceleyen felsefe fa­kültelerine sahip olmalıdır. Bu üniversiteleri­miz bütün dinleri incelediği gibi dinimizin fıkıh ve kelam ekollerinde de uzmanlaşacak ilahiyat fakültelerine sahip olmalıdır. Her üni­versitemiz bu iki temel fakülteye sahip olduk­tan sonra diğer fakülteleri de kendi alanlarının bilim felsefesini ve bilim tarihini tedris etmeli­dir.

Böyle bir oluşumdan sonra tutarlı dev­let anlayışları ortaya konulabilecektir diye dü­şünüyorum. Aksi takdirde büyük aksilikler olacaktır diye korkuyorum. 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005