Devletin Devletlûleri Biz'ler, Devleti
Niye Düşünemiyoruz?
Atilla Koç
Kelimenin çağrışımı zaten ağır. Yanaklardan gelip
dilin ucundan dişlerin üzerine oturuveriyor. Bunca
ağırlığın üstüne nedendir bilinmez; "e" harfi "o-ö"
arası telafuz ediliverince işin içine o zaman bir
de damak karışıyor. İşte o zaman ister yöneten
ister yönetilen olsun ülkemizde insanlar "Devlet"ten
korkuyorlar. "Kerim" terimini manasıyla ve
telaffuzuyla "Devlet'in önüne geçirirsek "Devlet"
munisleşebiliyor. Ama, "Baba" kelimesini "Devlef'in
ardına takarsak işlerimiz daha da ağırlaşıyor.
Kelimelerle değil kelimelerin ifade ettiği
teşkilatla ilgilendiğimizde, "Devlet" için tarihin
içinde bir gezinti yapmak gerekir ki "Devlet"
denilen bu kurumu iyice bir arılayabilelim. Yalnız
bu gezinti için bir araca bir rehbere ihtiyacımız
olmak gerekmez mi? Gerekir elbet. Araç olarak
felsefeyi rehber olarak inancımı seçmeyi ne kadar
isterdim.
Şair şiir yazana denilir. Şiir yazan şairdir. Şair
olması için insandan şiir yazmasından başka birşey
beklenemez. Ama bir de o şair, şiiri ve şiirini
anlatırsa yine şairdir; şairden öte birşeydir de :
Politikası olan şairdir. Aynı şekilde devlet
denilen örgütü iyi yönetenlere de
idareci denilir. Bu idareciliğin yani devleti
yönetmenin felsefesini yapana ve uygulayana devlet
adamı denir. Devlet adamı olmak için; idare etme
sanatı üstünde ama onunla beraber bilgiyle,
felsefeyle ve irfanla donanmış olmak gerekir.
Bunlar da yetmez; bu donan-mışlıklara inşa etme,
felsefe kurabilme, sistem kurabilme kabiliyetlerinin
de eklenmiş olması gerekir. Nasıl her şairden
politika yapmasını beklemiyorsak her idareciden de
bunları beklemek gibi bir hakkımız olamaz. Ancak bu
işin birileri tarafından da yapılması gerekir. Bu
işi kuran ve tatbik eden tek kişi ise şayan-ı
tercihtir. Yüksek derecede takdirimize layıktır. Bu
tek kişi de tecessüm etmiyorsa kuran ve yapan
birlikteliği de elbet makbulumüzdür. Maddi ve manevi
çevre kirliliğiyle malûl çağımız dünyasında bu işi
tek kişiden beklemek o kişinin yalnız dahi değil,
aynı zamanda kahraman ve veli olmasını iktiza eder.
Onun içindir ki kuran ve yapan birlikteliği de
makbulumüzdür diyoruz.
Bu maddi ve manevi kirlenmenin nereden neş'et
ettiğini birazdan diyeceğiz. Demeden önce bu maddi
ve manevi çevre kirlenmesi, maalesef halimizi yakın
ve uzak mazimizi değerlendirmede elimizi-kolumuzu
bağlamaktadır.
Bu maddi ve manevi çevre kirlenmesinin doğduğu yer
ondokuzuncu yüzyıl batı dünyası pozitivizmidir.
Yalnız ülkemiz değil; bağlanmak mecburiyetinde
bırakıldığımız batı dahi bu anlayışın kıskacında
kalmıştır.
Bu anlayış iyice irdelenmeden ne devlet alanındaki
sıkıntılarımız ne de iktisadî, sınaî ve malî
alanlardaki sıkıntılarımız anlaşılabilir. Bu
durumda, problem sadece yönetenler ve onların
yönetim teşkilatı olan devlette değil; aynı zamanda
yönetilende yani halkda da, millette de vardır.
Yönetilenlerin böyle büyük bir problemi olmasa
teşkilat şemalarında harici bir baskıyla kabul
edilen gayri müsaittik telafi edilebilmektedir.
Bunu ikinci dünya savaşı sonrası Almanya'sında ve
Japonya'sında görmekteyiz.
Pozitivizmin bizim bilmemize gerek duymadan
öğrettiği ilim alanındaki anlayışı
okuma yazma sayımız arttıkça kötü etkilerini yayarak
göstermektedir. İlim adına ama din gibi iman
etmemiz istenen pozitivist anlayış ülkenin her
sahasını kaplayınca, her insanın gizli inancı haline
gelince devlette, siyasette, iktisatta, maliyede
görülen kaoslar, krizler tesadüfi olmasa gerek.
Pozitivismin batıdaki ve ülkemizdeki tahribatını
sayıp döküp onun bir reddiyesini yapacak değilim ama
şunu da demeden geçe-miyeceğim; bu dinin kurucusu A.
Comte'un yazdığı dört ciltlik "Pozitif Politika
Sistemi" isimli eseri daha Türkçe'ye çevrilmemiştir.
Onun için diyorum bilmemize gerek duymadan
öğrettiği ilim anlayışı diye!.. Böylece
belirttikten sonra dünyada ve ülkemizde özellikle
son yıllarda ilmi sahada etkin bir şekilde
reddiyeler yapılmaktadır. Lakin bütün bir sistem
ikiyüzyıldır bu dinin ağıyla örülmüş olduğundan bu
reddiyelerin pratik alanda kıy-met-i harbiyeleri pek
hissedilmemektedir.
Bu hakimiyet yitirme aşamasında biz dehalanmızi,
kahramanlarımızı ve velilerimizi bulabilirsek, hem
ikiyüzyılımızı hem ondan önceki asırlarımızı hem de
kuracağımız yarınlarımızı daha iyi daha doğru daha
güzel değerlendirebiliriz. Bütün bu daha iyi, daha
güzel, daha doğru yalnız insanımız için değil; bütün
insanlık için olacaktır. Bu, insanın sadece bu
dünyadaki mutluluğuna değil; aynı zamanda öte
dünyadaki mutluluğuna da kefil olacaktır.
Temeller üzerinde çalışmalarımızı yo-ğunlaştıramazsak
teklif edeceğimiz sistemlerin geçerli olamayacağı
dolayısıyla her iki dünyaya kefil sistemlerin
kurulamayacağını gözden hiç kaçırmamalıyız. Yeni
düşünce sistemlerimizi geliştirerek Emevi'lerin
Selçuklu'lann ve Osmanlı'ların devlet anlayışlarını
irdeliyerek ikiyüzyıldır geçirdiğimiz tecrübeleri de
dikkate alarak devlet sistemleri kurabiliriz, Ancak
o zaman Saltanat, Hilafet, Devlet, Cumhuriyet,
Demokrasi, İşlami Devlet, Müslümanların Devleti,
Vatandaş, Teba ve Cemaat gibi terimlerin içi
doldurulabilir. Ancak o zaman batının geliştirdiği
kuvvetler ayırımı prensibini ilan ettiğimiz
Tanzimata, kurduğumuz Cumhuriyete ve geçtiğimiz
Demokrasiye rağmen ikiyüzyıldır neden tatbik
edemediğimiz olgusunun sebepleri ortaya çıkabilir.
Bunun irdelemesini yapamadığımız için ortaya çıkan
kuvvetler ayırımı prensibini iyi algılayamıyoruz.
İşi merkeziyetçilik-adem-i merkeziyetçilik
tartışmalarına bırakıyoruz. Bu münakaşa dahi sathi
oluyor ve yanlış taraflar yanlış yerlerde
oturuyorlar. Bu işlerin fikri temelleri
gerçekleşmediğinden devleün taşradaki temsilcileri
adem-i merkeziyetçilik şarkısı söylerken taşradaki
seçilmiş belediye başkanları "Sus, Sayın Valim! Bu
şarkıyı biz söyleyebiliriz ancak", demedikleri gibi
yanlış yerde yanlış ritimde şarkıyı söyleyenlere
vokal dahi olamıyorlar. Merkezi devletin taşra
temsilcisinin adem-i merkeziyetçilik yapması ne
kadar saçma ise seçilmiş belediye başkanlarının
suskunluğu da o kadar manidardır.
Bu fikri hazırlıksızlık bizi bir başka açmaza dahi
götürüyor. Eleştirel bir bakış açısı getirmeden
Osmanlı Devlet sistemi övgücülüğüne takılıp
kalıyoruz. Ceddim dedem Osmanlı'ya ve kurduğu
sisteme .lafım yok ama haksız Osmanlı sövüçülüğüne
kızıp her yerde deva Osmanlı övücülüğü de bana pek
yakışıklı gelmiyor. Bir yandan kuvvetler ayrımı
prensibini savunurken diğer yandan Osmanlı sistemini
övmek bize yakışan garabetten olsa gerektir. Osmanlı
devlet sisteminin fütühatçı ideolojisi dikkate
alınmadan günümüze model olması savunulamaz gibime
geliyor. Bunun yanında Osmanlı Mahalle idaresine
atf-ı nazar etsek bugüne güzel çözümler getirdiğine
şahit oluruz.
Geldim devlete. Devlet nedir? Kapsamı, sınırları
nelerdir? Nasıl ortaya çıkmıştır? Gerekliliği var
mıdır? Bu sorular tarih boyunca münakaşa
edilegelmiştir. Denmiştir ki : "Yunandan beri
birçok insan bunlan düşünmektedir." Peki, niye
Yunan'dan beri de Çinli'den Babil-li'den beri değil?
Bilimi, düşünceyi, sanatı Yunana dayandırmak ne
kadar bilimseldir sorusunu sormamız gerekmektedir
öncelikle. Yunanların çağdaşı Orta Asya devletleri
yok mudur? Devlet nihayetinde bir kurumdur. Basit
olabilir karmaşık olabilir. Yalnız dünyanın her
tarafında ve her zaman olagelmiş bir kurumdur. Bu
kurumun dünyanın her tarafındaki varlık şartarı
incelenmeye değer değil midir?
Devlet dediğimizde onun birçok özellikleri de
sayılmaya başlamıştır. Buyurma gücü, tüzel
kişiliği; sayılan birçok özelliğinden sadece bir
ikisidir. Buyurma gücünü devletin elinden alan yeni
oluşumlar devlet anlayışına ne kadar zarar verir
verdiği bu îiarar insanların düzen fikrine ve
toplumsal düzenliliğe ne kadar tehdit getirir? Yine
fikri temelsizliğimiz-den ve sistemli düşünce
yoksunluğumuzdan olacak; ülkemizde devletin hem
buyurma gücünden taviz vermez görünüp hem de
uluslararası kuruluşlara teşne fikirler sunan
insanlar hep bizim ülkemizden mi çıkmaktadır?
Hiçbir çalışma yapılmadan fikir çilesi ile sentez
veya asgarisinden eklektik sistemler geliştirmeden
bu iki ayn fikrin aynı zamanda aynı kişilerce nasıl
ileriye sürülebildiğini acayip düşünmekteyim, tşte
bu ahvalde seçilmiş veya atanmış devlet
yöneticisinin afallayıp kalmasından durağanlığından
daha tabi ne olabilir.
Devletin özelliklerinden bir başkası olan ceza verme
yetkisi, birliklere bölünme aşamasına gelen bir
dünyada ne ifade edecek? Devlet bu asli yetkisinden
vazgeçecek mi? Vazgeçecekse, hangi birliğe bu
yetkisini devredecek? Ülkemizde kuramadığımız
bağımsız yargı meselesi bu hususlarda dikkate
alınarak münakaşa edilirse bir mana ifade eder zan-nındayım
Bütün bu problemler ve onlar üzerinde yapılan
tartışmalar pozitivist anlayışın çöküp yerine yeni
anlayışların çıkacağını gösteriyor gibime geliyor.
Lakin biz hale pozitivist hissiz-leşmenin içinde
kalarak bu sancıların bu tartışmaların dışında
kalabiliyoruz. Sancılanndan habersiz kaldığımız yeni
doğmuş fikirler - iki yüzyıl önce nasıl pozitivizm
dayattırılmışsa- bize yine de dayatılıverecekmiş
endişesini taşımalıyız değil mi?
Devlet dediğimiz kurum fiil işler, muamele yapar,
faaliyette bulunur ve bütün bunları yapabilmek için
teşkilatlanır. Bu terimlere yüklediğimiz mânalar her
zamanında ve her yerinde ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı
olması doğru da
"aynı"dır diye okutulması yanlış. Bu yanlışla
donatılan bizlerin yöneticiliği de onca iyi
niyetimize rağmen yanlış oluyor. Doğrusu ister
Seçilmiş ister atanmış olalım, ülkemizi ve
insanımızı iyi yönettiğimiz iddiasında
bulunamıyoruz. Yukarıda bir kez daha bahsettiğim
gibi bu yanlış bilgilendirme eğitimin yaygınlaşması
ile halka da intikal ettirildiğinden bizim yanlış
yönetimimize karşı halkın bir tepkisi olamıyor.
Sivil toplumu kurarken devlet anlayışımızda ne gibi
değişiklikler olacağını düşünmek dahi istemiyoruz.
Bizim sivil toplumumuz olacak ise nasıl olacak? Bu
konu gümrük birliğine girme endişeleri dışında
münakaşa edilmeliydi diye düşünmekteyim.
Sivil toplum devlet ilişkilerinde İngiliz, Fransız,
Alman ekolleri ülkemizde ne kadar yankı yapabilir?
Kuvvetler ayrılığı prensibine karşı ABD'ndeki
kuvvetler dengesi prensibi ülkemize nasıl tesirler
icra eder? Sosyalist devlet anlayışına çıkma
gayretleri içinde de olsa Çarlık Rusyası devlet
anlayışı ve Sosyalist devlet anlayışı birikimi olan
Rusya Federasyonunda gelişen yeni devlet
nazariyeleri ülkemizde izlenebiliyor mu? Dış
güçlerin baskısı ile çizilen devlet örgütü şemasına
rağmen gelişen ve büyüyen Japonya'nın devlet
anlayışı nedir?. Orta Doğudaki baskıcı olmasına
rağmen ayakta durmayı başaran "Baasçı" devlet
anlayışı hangi çalkantılar içindedir? İran İslam
Cumhuriyeti olgusu incelenmeye ve irdelenmeye layık
değil midir? Bütün bu soaılara cevap vermek kendi
siyaset felsefemizi kurma gayesine matuf olmalıdır,
ve biz bütün bu incelemeleri batının yaptığı gibi
kendi yaşam biçimini mutlak doğru sayıp kendi
dışındakilere de dayatmak gibi bencil bir anlayışla
da yapmamalıyız. Çünkü insanoğlunun her bölgesinde
ve her zaman geçerli bir idare tarzı olduğuna dair
bir iddia keen-lem yekûn yanlışdır ve dayatmadır.
Biz bütün bu incelemeleri, insanların her iki
dünyada mutluluğuna kefil olabilecek sistemleri
kurmak için yaptığımız bir ibadet kabul ederiz.
Yine çağımız, özgürlük ve eşitlik kavramlarında
devlet kavramıyla örtüşmeler ve çatışmalar
içindedir. Bu iki terim yani özgürlük 've eşitlik
terimleri çok çeşitli zamanlarda çok çeşitli
algılanmış ve son on yılda bu hu-susdaki münakaşalar
artmıştır. Bu algılama çeşitliliği ülkemiz siyaset
pratiğinde günbegün daha çok yer alacağa
benzemektedir. Bu iki terim hakkındaki ilmi ve fikri
hazırlıksızlığımız korkarım ki ülkemizin siyaset
pratiğini çözümsüz epeyce meşgul edecektir.
Kuracağımız devlet felsefelerinde ve siyaset
felsefelerinde sistem kurucularına asırlardan beri
kaynaklık eden ve halkın yani yönetilenin giderek
artan ölçüde etkilenmekte olduğu dini de dikkate
almamız gerekecektir. Özellikle siyaset
felsefelerimizde din olgusuyla beraber gelen ahlak
anlayışların da önemli yer tutacaktır.
Başkalarını yönetmek ve başkalarınca yönetilmek
hususlarında sistemi işleten pratiklerin nasıl va'z
edileceği ancak hukuk felsefesi ile mümkün
olmaktadır.
Din, ahlak, hukuk felsefesi gibi konular ihmal-i
gayr-i kabil öncelikli kaynaklarımız olacaktır, tşte
burada Türkiye'nin Orta Doğu'-nun fıkıh usulü
mektepleri ve alt mektepleri bir bir incelenmek
zarureti doğacaktır. Kuracağımız yeni yönetme ve
yönetilme sistemlerinde irade, rıza, zımni
rıza,'iyi insan, iyi vatandaş gibi terimlerin ahlak
felsefeleriyle beraber mütalaa edilirken, Türk'lerin
ve Orta Doğulu'-ların kelam anlayışlarıyla da temasa
geçmemiz gerekecektir.
Bütün bu zaruretleri şunun için sıralıyorum :
İhsanına yabancı yöneticiler ister seçilmiş ister
atanmış olsunlar yönetme kurumunu kuramazlar,
yönetme kurumu kurulmayınca da yönetme eylemi
olmaz, yönetme eylemi olmayıncada ki bu
durgunluktur- karışıklık ve parçalanma arkasından
gelir. İnsanına yabancılıktan ve devleti kaosdan
salim tutabilmek için devlet felsefesi, siyaset
felsefesi ve hukuk felsefesi gibi disiplinlere çok
büyük bir ihtiyaç vardır. Bu disiplinlerin
insanlarımıza tedrisi şarttır. Bunu da ancak yeni
bir üniversite anlayışı ile çözebiliriz. Bu yeni
anlayışla kurulacak üniversitelerde yalnız
yönetenler değil yönetilenler de yetişeceği için
işleyen yönetim sistemleri kurmak mümkün olacak diye
düşünüyorum.
İdaremizi, iktisadımızı, maliyemizi konuşmak için
önce üniversitemizi konuşmak gerekiyor. Bu
üniversitemiz doğu ve batı demeden bütün
felsefeleri inceleyen felsefe fakültelerine sahip
olmalıdır. Bu üniversitelerimiz bütün dinleri
incelediği gibi dinimizin fıkıh ve kelam ekollerinde
de uzmanlaşacak ilahiyat fakültelerine sahip
olmalıdır. Her üniversitemiz bu iki temel fakülteye
sahip olduktan sonra diğer fakülteleri de kendi
alanlarının bilim felsefesini ve bilim tarihini
tedris etmelidir.
Böyle bir oluşumdan sonra tutarlı devlet
anlayışları ortaya konulabilecektir diye
düşünüyorum. Aksi takdirde büyük aksilikler
olacaktır diye korkuyorum.
|