|
Devletin Küçültülerek Ekonominin Büyültülmesi
Hikayesi
Sloganlarla
konuşmak, ya insanın kendi düşünce yapısının
basitliğini ya da karşısındakinin düşünce düzeyini
basit sandığını gösterir. Oysa, sloganları
oluşturanlar ahmak değildir; tam tersine, bunlar
oldukça zeki ve kurnazdır. Slogan oluşturan bir
kişi, büyük bir olasılıkla, bu amaçla belki de
günlerce düşünmüş, kalıplar geliştirmiş ve çeşitli
kalıplardan süzülüp gelen iki-üç sözcüğü bir araya
getirerek, sloganı (ürünü) oluşturmuştur. Ne
anlamsız bir çaba!
Böyle zeki kişiler tarafından, bu denli zorlu bir
hazırlık sonucunda oluşturulan ürünün bir amaca
yönelik olduğu açıktır. A-maç, topluluğa bir dürtü
vererek, onları belirli şekilde hareket etmeye
yöneltmektir. Böyle anlamsız, fakat zekice bir çaba
sonucunda üretilen "ürün'u bazıları kullanır,
bazıları da bunlara hedef olur. Günümüzde böyle
popüler bir ürün de, "Küçük Devlet, Güçlü Ekonomi"
sloganıdır. Gelir ve kaynakların bu denli adaletsiz
dağıldığı bir toplumda, devleti "yansız hakem"
konumuna indirgemek, güçlünün yanına koymak
demektir.
Küçük devlet oluşturmanın bir aracı da, özelleştirme
olarak sunulmaktadır. Özelleştirme ile devlet
küçülecek, ama devletin devrettiği işler yapılırken,
evvelce devrede olmayan bir kâr unsuru ortaya
çıkacaktır. Eğer aynı işler aynı fiyata yapılacaksa,
birşeylerin erimesi gerekir. Zira, özel sektöre
işletmelerin devredilmesi ile verimliliğin artacağı
o denli kesin değildir. Bu durumda, araya bir tümör
gibi giren kâra karşılık eriyecek olan ücrettir.
Genelde emekçinin erimesi, sadece kâr faktörünün
ortaya çıkması ile değil, fakat uzun dönemde, tüm
üretim araçlarını eline geçiren sermayenin, emekçi
ve devlet karşısında bugünkünden çok daha güçlü
olması ile ilgili bulunmaktadır. Tüm monopolist
güçleri eline geçiren sermaye, böylece işçi ve tüm
toplum üzerinde çok büyük bir hakimiyet
kurabilecektir.
İşin bir başka yönü de, satılmaya çalışılan öz
varlıklarla, yabancılara davetkâr olma gafletidir.
Bu denli ağır dış borçlu bir ülkenin borcundan, o
borcu alıp da geri ödemeyenler sorumludur. Ne yazık
ki, bugün o çevrelerin sözcüleri, her konuda
konuşmanın marifet olduğu saplantısına kapılarak, "özelleştirmenameler"
diziyorlar. Nasıl dizmesinler ki, özelleştirme ile
dış borç yükü azalacak, ilâve vergi gelmeyecek,
devlet bir iktisadi güç olmaktan tamamıyla çıkacak,
sendikalar eriyecek, böylece hür teşebbüs için
gerekli tüm piyasa koşulları, birilerinin
omuzlarında yükselecektir. "Talebesiz Milli
Eğitimin rahat yönetimi" gibi, örgütsüz bir
ekonomiye monopollerin hakimiyeti de inanılmaz ve
avuç ovuşturulacak bir mutluluk oluşturacaktır!
Bunların karşısına varolan sistem içinde iki güç
çıkabilir. Bu güçler; işçiler ve sosyal isteklerdir.
Eğer bu kesimler, kaçan bir ordu misali, üç-beş
kuruşa kanarak, günü kurtarmaya kalkarsa, ileride
kendilerinden eser bile kalmaz. Bugünü kurtarmakla
ya da bazı yolsuzluk şantajlarına boyun eğmekle,
yarın daha hangi çamurlara batacaklarını göremeyen
gruplar, büyük bir gaflet içindedir. Oysa bu bir
tarihsel görevdir. Hem de çift amaçlı bir görev.
Birinci amaç, emek-sermaye çatışmasının emek lehine
dengelenebilmesi, ikinci amaç ise, dış sermayeye
karşı ülke öz varlıklarının korunması ve hayati
karaların dış güçlerle işbirliği içinde değil, iç
güçlerin hakimiyeti ile alındığının
gösterilmesidir.
Kaynak: İzzettin Önder – İstanbul Üniversitesi
Maliye Bölümü
|