|
Dış Siyasetin "Bedhâh"ları ve Bedbahtları
Hakkında
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Turan Alkan
Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın "Gençliğe Hitabe"sindeki
meşhur cümleyi yıllarca yanlış biçimiyle zihnimde
gezdirdim durdum : "... İstikbâlde dahi seni bu
hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici
bedhâhların olacaktır" ibaresindeki "bedhâh"
kelimesini epey zaman "bedbaht" zannettim. Bu
inancım o kadar kuvvetliydi ki bir arkadaşımla
iddiaya bile girdim ve tabii kaybettim.
Bedhâhlar, artık bedbaht olmaktan kurtulmuşlardı
ama dahilde ve hariçte durmaksızın kötülüğümüzü
isteyen bu zümrenin aslında kimler olduğunu
keşfetmem o kadar kolay olmadı. Yaşım ilerledikçe
"dahili bedhâhların kimliği, zihnimde yavaş yavaş
netleşti ne var ki "harici bedhâhlar" hâlâ belirgin
bir cisimlenmeden uzaktı. Vakıa, o günlerdeki
sıfatıyla "necip Türk matbuatı", harici bedhâhların
kimliğini fâş eden neşriyatta. bulunmaktan geri
durmuyordu. Genellikle gazetelerin dış politika
sütunlarında görmeye alıştığımız muhtelif karikatür
ve illüsttasyonlar iz'ân sahipleri için pekâlâ
kavranabilir mesajlar taşıyordu: Rusya, kıllı
göğsünde beş köşeli yıldız veya orak-çekiç
sembolüyle mâruf bir (hâşâ huzurdan) ayı imajıyla
arz-ı endam ederken, Amerika Birleşik Devletleri
silindir şapkalı, keçi sakallı, zayıf ve baston
gibi uzun bir "Sam Amca" karikatürüyle temsil
ediliyordu. Cevat Rifat Atilhan üstadımızın
"Türkoğlu, Düşmanını Tanı" ne-viinden yol gösterici
kitaplarının kapağında gördüğümüz "harici bedhâhlar",
engerek yılanı ve hınzır gibi tabii mahlûklar
meyanında, maskeli hırsız ve pençelerinden kan
damlayan vahşi yaratıklar şeklinde tecessüm
etmekteydi. Dış düşmanlarımızın pekâlâ temiz
giyimli, güler yüzlü ve sivri dişleri olmayan kibar
görünüşlü kişiler tarafından temsil edilebildiğini
çok sonraları farkettim : İçimde birşeyler kırıldı.
"Harici bedhâhlar" bunlar olamazdı.
Onların asıl kimliğini çok sonraları keşfettim;
ismiyle müsemmâ idiler.
Hariciye île Ülfetim
"Hariciye", bizim fakültenin NBA ligi gibi birşeydi.
Biz "Siyaset ve İdare" talebeleri, hariciye
talebeleri yanında İngiliz taylarının yanında sümsük
ve kendi kalıbını çekmekten âciz dolaşan, kısa
bacaklı, karnı ve başı yere yakın, kaburgaları yüz
metre mesafeden dahi sarahatle sayılabilecek kadar
bakımsız faytoncu atları gibi duruyorduk. Vakıa
"Hariciye" bölümüne kabul edilmek için son derece
demokratik bir imtihana kabul edilme onuruna
erişmiştik ama Saint Joseph veya Robert Colle-ge
yanında Çorum, Gümüşhane veya Sivas Li-sesi'nin
temsil ettiği seviye farkını, değil Madam Cristinus
(toprağı bol olsun; Almanca ho-camızdı),
fakültemizin odacıları bile tesbit edebilirdi.
Sonucu sizler de kestirebilirsiniz; Olimpiyatların
meşhur sloganıyla teselli bulacak kadar gençtik :
"Kazanmak değil yarışmak önemliydi." Fazla
üzülmedik; onlar analarından "harici bedhâh" olmak
için doğmuşlarsa, biz de "dahili bedhâh" olurduk.
Öyle yaptık!
Arabın Aklı
Gençlik halüsünasyonlarımdan biri de "umûr-ı
dahiliye ve hariciye"nin, bizim gibi sıradan
insanların havsalasına sığması gayrıkabil, derin,
karmaşık, esoterik (ve hattâ mistik) bir
olağanüstülük arzetmesi idi; eskiden "hik-met-i
devlet" diye birşey vardı. Devlet işlerinde bizim
aciz idrakimize bile aykırı görünen bir tuhaflık
sezinlesek, "vardır bir hikmeti, elbette
büyüklerimiz sebebini bizden daha iyi bilirler" diye
müteselli olur, işimize bakardık. bu hoş ve boş
güven hissinin esasında îsmel Paşa'yla geçen tek
parti yıllarından katma tnı depolitizasyon
kandınnacası olduğunu bilemezdim elbette; onu da
çok sonraları öğrendim.
Vaktiyle Rusya, donanmasıyla İstanbul boğazını
tehdit etmeye kalkışınca bizimkiler saltanat meclisi
kurup, işin çâresini araştırmaya başlamışlar.
Padişahın (Sultan
II.
Mah-mud) mükedder halini gören kızlarağası,
tartışmaların hararetli bir anında yerinden
fırlayarak padişaha hitab etmiş : "Şevketmeâb niçün
gam çekersiniz? O Rus Çarının boğazlardan
geçmesinden endişe mi edersiniz? Vaktiyle ona bu
tacı senin ceddin ihsan etmemiş miydi? Bir elçi
gönderip tahtını elinden alıverin; olsun bitsin." Bu
sözleri duyan İzzet Molla ellerini dua makamında
havaya kaldırarak ağlamaya başlamış. II. Mahmud
merak edip sormuş, "Ne o efendi, dua mı ediyorsun?
Keçecizâde ye's içinde cevap vermiş, "Evet
haşmetmeâb, bir geceliğine olsun rahat uyku
uyuyabilmek için ağa hazretlerinin aklını bana ihsan
etmesi için Cenab-ı Hakk'a yalvarıyorum."
Biz sâde vatandaşlar, epey zamandır kendimizi
"sistemin Arab"ı olarak gördüğümüzden yüksek devlet
işlerini tefekkür ve tezekkür etmeyi nefsimize
yakıştıramaz idik. Zannederdik ki bizler herşeyden
gafil uyurken devletin "ışıkları yanmakta" ve nice
devlet büyüğümüz, bizim tam bir kalb-i selîm ile
gaflet hallerinde istirahat edebilmesi için geceli
gündüzlü mesai eylemektedir. Bu açıdan bakılınca
kim ne derse desin tek partili ve onun evvelindeki
pâdişahlı yıllar, şimdiki yılların demokrasili
zamanlarından daha huzurlu görünüyor. Biz sâde
vatandaşlar, eskiden de yönetime katılamıyor ve
işlerin ehil ellerde olduğuna güvenerek gafil ve
deliksiz uykulara yatıyorduk; şimdi yönetime
katılma hakkına sahip
olduğumuzu bilmek acı veriyor: Memleketi "muhterem
hâzirûn" dan daha iyi idare edebileceğimizi
farkettiğimiz halde bu hakkı-mızı kullanamamakta ve
her gece "acaba şu anda devlet katında kimler ne
türlü gaflar imâl etmektedir?" endişesiyle
defalarca kan uykulardan sıçrayarak uykusuz
kalmaktayız.
Stuart Mill'in "Mukaddes su, bir baştan yüzlerce
başa dağıtıldı" vecizesi, yönetime katılma
maceramızı ne güzel tafsil ediyor. Artık, "vardır
bir hikmeti; devlet büyüklerimizin herhalde bir
bildiği vardır" fikriyle banal endişelerimizi
yatıştıramıyoruz. O mukaddes su bizim de başımıza
serpildi ve tabii ki kudsiyetinden eser kalmadı.
Neticede cümleten "kamuoyu" haline geldik. Siyaset
bilimi "kamuoyu" olmayı, "tebâ" olmaktan üstün
tutuyorsa da, son tahlilde hiçbir şeyi
değiştiremediğimize göre "tebâ olmanın suyu mu
çıkmıştı?" diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
Sıradan Bir Bakkalla, Müdebbir Bir Aile Reisi Olabilmek
Osmanlı serdâr-ı ekremi haremağasının mentalitesine
birkaç saatliğine olsun imrenmekte haklı mıydı
bilinmez; ne var ki biz, farzımuhal devletin maliye
siyasetini sıradan lâkin müdebbir bir mahalle
bakkalının tayin etmesine rızâ gösterecek raddelere
geldik. Bu çerçevede muhakeme yürütmekte ısrar
edersek harici siyâsetimizi, sıradan lâkin müdebbir
bir aile reisinin tedvir eylemesine pekâlâ rıza
gösteririz. Malumdur ki her aile reisi, ailenin
komşularla, mahalle esnafıyla, hısım akraba ile ve
bilumum yabancılarla münasebetini tanzim etmekle
mükelleftir. Şimdi, meseleyi biraz daha basite irca
ederek bu "amiyane muhake-me"nin ne türlü sonuçlar
doğurabilleceğini tahlil edelim : Ailesinin
menfaati, vekarı ve namusu husununda dikkatli bir
aile reisine, şu günlerde imzalamakta olduğumuz
Gümrük Birliği anlaşmasının bütün detayları
anlaşılır bir dille anlatıldıktan sonra "bu işe ne
dersiniz; bu şartlarla gümrük birliğine katılalım
mı?" suali sorulsa ve bu aile reisinin vereceği
cevap, hariciye mekanizmamızın kararı ile mukayese
edilirse, sıradan ve sağlam mantıkla, "hariciye
mantığı"nın arasındaki uçurum bütün sarahatiyle
ortaya çıkacaktır. Ne kadar alafranga bir
gelenekten gelirse gelsin Türkiye'de hiçbir aile
reisi, hâl-i hâzırdaki şartlarla gümrük birliğine
katılmayı, en azından temsil ettiği ailenin vekarı
ve menfaatleri açısından doğru bulmaz.
Bugünlerde harici siyasetimizi tanzim etmekle
mükellef kişinin, "ama bu teknik bir meseledir"
şeklindeki beyanatını ciddiye alarak, bu kararın
"ideal" aile reisinin kararının sıhhatinden şüphe
edebilir miyiz? Esasen bu yazının ana fikri işte bu
noktada düğümlenmektedir : Bu meselede Hariciye
mekanizması yerine şu bizim aile reisi karar
mevkiinde bulunsa, "bizim bilmediğimiz, söylense
bile asla anlayamayacağımız, ama devlet büyüklerinin
bildiği ve bizim bilmemiz gerekmeyen çok önemli
ayrıntılar ıskalanmış olur mu" dersiniz?
Sahi ne dersiniz?
Bu konuda sizi şartlandırmış olmam ihtimâlini göz
önüne alarak, daha salim bir karara varabilmeniz
amacıyla, son derece önemli bulduğum bir kaynağın
adresini vermek isteyişimi hoş karşılayınız :
Türkiye Günlüğü Dergisi'nin Ocak/Şubat 1995 tarihli
32. sayısında Yahya Sezai Tezel'le yapılmış
mülakatı ve bu mülakatı takib eden konuyla ilgili
dört makaleyi dikkatle tetkik etmenizde fayda var.
Arab'ın İntikamı
Umûr-ı Hariciyeden ne derece anladığım, herhalde,
yazının girişindeki samimi ikrardan anlaşılmış olsa
gerektir; eğer dilerseniz bu tavrı kısaca "cahil
cesur olur" veya "cehlin ol mertebesi sehl olmaz;
tahsil ile mümkündür" diye değerlendirebilirsiniz;
itiraz etmem. Ne var ki "bir baştan yüzlerce başa
dağıtılan mukaddes suyun bir damlası" da benim
başıma düşmüş olduğundan ben ve ben emsal "Arab'ın
aklına hayran" takımının, hemen her mesele hakkında
ileri geri konuşabilirle hürriyeti artık -soğuk da
olsa- nezaketle karşılanıyor. Bir saatlik bile
olsun "devlet tecriibesi"ne sahip olmayan biri
sıfatıyla artık şu kanaate varmış bulunuyorum : İyi
ve esaslı kurulmuş bir cümleyle (ki böylece bütün
bilimsel cümleleri safdışı etmiş oluyorum), orta
zekâya sahip herhangi bir vatandaşın anlayamayacağı,
üzerinde mütalaa yürütemeyeceği hiçbir yüksek
siyasi mesele yoktur. Eğer, bu yüksek meselelerden
herhangi birisi, kazara "anlaşılma" tehlikesiyle
yüzyüze kalırsa, birileri daima devreye girerek "bu
teknik bir meseledir" fetvasıyla, kendi yetkinlik
derecelerinin fâş olmasını engellerler.
Shakespear'in "Othello"su, dilimize vaktiyle "Arab'ın
İntikamı" serlevhasıyla tercüme edilmişti. Biz
sıradan vatandaşların, sistemin kenara ittiği
"sistematik araplar"ın, her lâhza burnumuza
dayatılıveren "sen anlamazsın, bunlar teknik
meselelerdir; Reality Show'unu seyret, keyfine bak"
yollu ihtisas böbürlenmelerine karşı tek intikam
yolumuz, bu meselelerle alabildiğine ilgilenmek,
alabildiğine okumak, alabildiğine düşünmek ve
düşündüklerimizi ayan aşikâre seslendirmekten
ibarettir.
|