Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Bir Dünya Devleti ve Yönetimine Doğru Küreselleşme 

Evrenselci toplum düşüncesinin çok eskilere dayandı­ğı kabul edilir. Düşünürlerin çoğunluğu toplumsal konu­larda fikir ileri sürerken kendi bulundukları yeri ve zama­nı odak noktası almış ve bunu bütün insanlığa yayarak genelleme eğiliminde olmuşlardır. Platon, Sokrates'i ko­nuşturarak yazmış olduğu Devlet isimli kitabında öne sürdüğü bütün düşüncelerini, içinde yaşadığı kent devle­tinden hareketle evrensel geçerlilikte doğrular olarak or­taya koymuştur. Aristoteles ise toplumsal konularda ileri sürdüğü düşüncelerini bütün toplumlar için öngörerek Politika adlı eserinde yazmıştır. Bu iki düşünürümüz Es­ki Yunan toplumunun birer üyesi olarak yaşamalarına rağmen düşüncede evrenselci iddialar dile getirmişlerdir. Fikirleriyle bütün insanlığı kapsayabileceklerini düşün­müşlerdir. Olması gerekenleri iddia etmeleri bakamından özellikle Platon'un Devlet'i düşünce tarihinin ilk ütop­yası olarak kabul edilir. Bu çalışmaların zaten en önemli özelliği spekülatif ürünler olmaları ve birer sosyolojik eser olmamalarıdır. 

Orta Çağın Tanrı Devleti ideali de evrenselci bir ütop­ya olarak kabul edilebilir. Zaten Orta Çağda karşımıza çıkan büyük semavi dinlerin iddiaları (Yahudilik kısmen hariç) evrensel bir insanlık ideali oluşturmaktır. Özellik­le Hıristiyanlığın Orta Çağdaki iddiası teokratik bir Tanrı Devleti'ni yeryüzünde tesis etmek ve bütün insanlığı bu­nun çatısı altında toplamaktır. Bu iddia büyük oranda bir ütopya'dır. Yeni Çağ ise ütopik dünya devletlerinin insan aklına dayalı kurgusal olarak en çok rağbet ettiği bir dö­nem olmuştur. Zaten modernleşme ile birlikte ele alın­ması gereken yeni çağın en önemli özelliklerinden birisi akılcı bir dünya kurmaktır. Bu dönemin Descartes'in ba­şını çektiği spekülatif felsefesi ve Orta Çağ karanlığından kurtulma kararlılığı yeni dünyalar kurgulamalarına yol açmıştır. Francis Bacon Yeni Atlantis adlı eserinde bunun ilk örneğini vermiştir. Ardından ismiyle aynı anlamı taşı­yan bir kurgu toplum modeli de Thomas More'un Ütopya adlı çalışması gelmiştir. Bir diğer önemli örnek ise Cam-panella'nın Güneş Ülkesi olmuştur. Adı geçen bu ütopik toplum modelleri ve benzerleri kendi toplumlarından ve düşüncelerinden hareketle bütün insanlığı kapsayacak bütüncü - evrenselci iddialar dile getirmişlerdir. Bir an­lamda küresel bir insanlık modeli öngörmüşlerdir. Leibniz gibi bazı filozoflar ise insanlık alemindeki farklılığın temel taşı olan dil problemini matematik ve felsefe açı­sından sakıncalı görerek ortak bir dil kurulması nok­tasında görüşler öne sürmüşlerdir. Matematik ve mantık dilinin evrensel düzenin ortak dili olabileceğini iddia eden Leibniz, evrenselci bir dünyanın kurulabileceğine veya kurulması gerektiğine inanmıştır. 

Tek dünya devleti ve hükümeti kurma konusunda ger­çekleşmesi tartışmalı birçok ütopik düşünce üretildiği görülmektedir. Bir dünya devleti fikrini çok eskilere ka­dar götürenler vardır: Alexander Demandt 3450 yıl geri­de Pharaoh Thutmosis IU'de, Friedrich Berber 4350 yıl geride Sargon of Akkad'da izini bulduğunu iddia eder. (Treanor 2001: l) Kökeni nereye dayandırılırsa dayandırılsın böyle bir küreselleşme eğilimi kendi kurallarını ve ku­rumlarını üreterek devam etmekte olduğu iddiaları So­ğuk Savaş'm sona erdiği tarihten itibaren artmış ve so­mut adımların atılmasına fırsat bulmuştur. Özellikle bili­şim teknolojileri alanındaki hızlı ve etkili gelişmeler dün­yayı eski halinden çıkarmış, tek merkezden kontrol edile­bilir bir sosyo-ekonomik sürece doğru yöneltmiştir. Eko­nominin ulus-ötesi şirketlerin küresel boyutta faaliyetle­rini desteklemesi, hammadde kaynaklarının ve finans­man akışının elektronik ortamda yönlendirilebilmesi, ile­tişim sektöründe uydu ve kablosuz aktarımların etkili ol­masıyla birlikte "tek dünya devleti" hayali taşıyan çevre­leri çok heyecanlandırdığı bir gerçektir. Bu anlamda so­mut örnek oluşturabilecek bir iş alanı telekomünikasyon­dur. 19. yüzyılın en büyük sermaye sahiplerinden Roths-child Hanedanı'nın telekomünikasyon alanında dünyada tekelleşme ve bütünleşmeyi sağlamaya doğru gittiği ko­nusunda ciddi iddialar vardır. Tek Dünya Devleti'ni kurma iddiasında olanların telekomünikasyon sistemine ha­kim olmadan bunu gerçekleştirmeleri mümkün görülme­mektedir. (Öksüz 2002: 1) 

Tek dünya devleti aynı zamanda dünyada yaşayan farklı toplumlara mensup insanların aralarındaki farklı­lıkları azaltarak homojenleşmesine ve kendilerini dünya toplumunun bir parçası olmalarını hissetmelerine bağ­lıdır. Yerkürede yaşayan insanlar artık kendilerini dünya vatandaşı olarak görecekler ve kendi toplumlarının milli­yetçiliğini değil, dünya milliyetçiliği yapacaklardır. Küre­selleşme projesinin ön görülerinden birisi de budur. Kü­reselleşmeye gerçekleşmesi beklenen bir ütopya olarak bakan çevreler bunu açık olarak dile getirmektedirler. Kü­reselleşme sürecinde ulus devletlerin zayıflayacağını ve zamanla ortadan kalkacağını iddia ederek, bunların yeri­ne küresel boyutta organizasyonlar sürdürecek olan kuru­luşların geçeceğini ve biraz daha ilerisinin dünya devleti olacağını varsaymaktadırlar. Time dergisinde Strobe Tal-bot (2002: 70) bu iddiayı önümüzdeki yüz yıl için adeta ke­hanette bulunarak dile getirmiştir. Buna göre "önümüz­deki 100 yılda bizim bildiğimiz "Ulus Devletçiliğin" mo­dası geçecek ve tüm devletler tek bir küresel otoriteyi ka­bul edecekler. Böylece 20. yüzyıl ortalarında benimsenen hedef "Dünya Vatandaşlığı" da gerçekleştirilmiş olacak. Ulusal egemenlik, ve bağımsızlık gibi kavramlar yeni dünya düzenine yakışmayan, ağdalı, abartılı kavramlar olacak. Bütün devletler aslında birer sosyal düzenleme­den ibarettir ve gerçekte tüm devletler geçici ve yapay oluşumlardır." 

Küreselleşme devletine doğru bir devlet dönüşümünü kendisine önce makale sonra kitap konusu olarak seçen Martin Shaw, (http://www.martinshaw.org) küreselleşme süre­cinde devletin ortadan kalkmayacağını, fakat şekil değiş­tireceğini iddia eder. Bu iddiasını küreselleşmenin ilk safhası olarak gördüğü on beşinci yüzyıl sonrası dünya dev­letlerinin  bugüne  kadar  geçirdiği  dönüşümlere dayandırır. Küreselleşmenin ilk safhalarındaki eski impara­torluk devletleri (İspanya ve Portekiz gibi) zaten modern anlamda milli devletler değildi. Sonraki küreselleşme saf­haları, Özellikle on dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyıl başlarındaki emperyal (İngiltere ve Fransa gibi) devletle­rin ise milli özellikleri ön plana çıkmaya başlamıştır. Fa­kat yine de İngiliz imparatorluğu gibi millet egemenliği­ne dayalı olması bakımından milli devletin basit nosyo­nunu tamamen yanıltan yüksek derecede kompleks bir devlet yapısı karşımızda yer almaktadır. Rusya'nın Sov­yetler Birliği olarak örgütlenmesi ve tarihi emperyal Av­rupa devletleri dışında 1914'ten 1989'a kadar 'üçüncü dünya' olarak adlandırılan kısımda milli devlet formu ba­sit biçimde egemen olmuştur. Özellikle İkinci Dünya Sa­vaşı sonrasında emperyal devletlerin kolonileri durumun­daki toplulukların bağımsızlıklarını kazanarak küçük mil­li devletler halinde ortaya çıkmaları yirminci yüzyılı ade­ta milli devletler safhası haline getirmiştir. Bu milli dev­let formunun evrenselleşmesine karşın, çoğu milli devlet­lerin zayıf, küçük, problemli olmaları ve uzun süre otono­milerini koruyabilecek güçten mahrum olmaları ortaya bir paradoks çıkarmaktadır. Bir tarafta zayıf ve güçsüz milli devletler çoğalırken, diğer tarafta zaten eskiden be­ri güçlü olan devletlerin birlik ve bloklar oluşturmalarıyla problemli bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu sebepten son küreselleşme safhasında bu milli devlet biçiminin zayıf­ladığı gözlenmektedir. (Shaw 2001: 2-4) 

Soğuk Savaş sonrası ve bilişim devriminin hızlandırdı­ğı yeni ekonomi döneminde yaygınlaşan küreselleşme, özellikle ekonomi alanında çok uluslu ve devletler üstü şirketlerin üstlendiği rollerin etkisiyle milli devletlerin gücünü ve önemini zayıflattı. Martin Shaw'a göre, milli devlet için sonun başlangıcı gerçekte İkinci Dünya Sa­vaşında başlamıştı. 'Süper güçlerin' zaferi yeni bir dünya gücü Birleşik Devletler, ve bir bölgesel güç, Sovyet­ler Birliği-yalnızca tarihi Avrupa imparatorluğunun çökü­şüne değil fakat aynı zamanda milli devletin ölümüne yol açmıştır. (Shaw 2001: 4) Yazar bu dönemde kutuplaşmanın iki tarafı da bloklar olarak bütünleşmeye ittiğini ve dünya ile ilgili önemli kararları artık Birleşmiş Milletlerin üstle-nebildiğinden yola çıkarak milli devlet formunun evren­sel bir siyasal gerçeklik olmadığı sonucuna varmaktadır. Özellikle Amerika Birleşik Devletlerinin bu dönemde fonksiyonunu ve dünyadaki rolünü artırmasıyla sınırları­nın dışında bütün dünyada belli oranda hegemonya oluş­turmasını sağlamıştır. Bu durum Amerika öncülüğünde küresel organizasyonların güçlerinin artmasına yardımcı olmuştur. Batılı devletlerin biçimlerinde ve rollerinde bu bakımdan önemli dönüşümler olmuştur. 

Milli devletlerin zayıflaması ve ortadan kalkması yo­luyla dünyada global bir yönetim kurulup kurulamaya­cağı bu bağlamda önemli bir tartışma konusudur. Küre­selleşmeyi bir ideoloji ve gerçekleştirilmesi düşlenen bir ütopya olarak kabul eden kesimler bir dünya devleti ve hükümeti kurulabileceğine de inanmakta ve bunun tasa­rımını yapmaktadırlar. Amerika ve Batının öncülüğünde devletler üstü kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları, uluslar arası organizasyonlar ve benzeri girişimlerin devletlerin dışında yönetim erki olarak rol oynayabileceği düşünül­mektedir. Uluslararasılaşmış bir askeri ve siyasi güç milli devletlerin üstünde dünyayı ilgilendiren konularda devre­ye girebilecektir. Amerika'nın dünya üzerinde yapacağı müdahalelerde uluslar arası kuruluşları kullanması buna örnektir. Bu çerçevede küresel bir dünya toplumu kurul­masıyla beraber küresel bir devlet ve küresel bir yönetim öngörülmektedir. 

Dünya  eğer  tek  kutuplu  yeni  dünya  sisteminin öngördüğü şekilde bir entegrasyona gidecek ve dünyada yaşayan insanlar kendilerini milli bağlarından kurtararak dünya vatandaşı olarak görmeye başlarlarsa yeni yakla­şımlar ortaya çıkacaktır. Bir dünya federasyonu kurulma­sı sonucunda, insanların artık dünya milliyetçiliği yapma­ları gerektiğini dile getiren 'normatif küreselcilik' akı­mının bu konuda radikal fikirleri vardır. İdeoloji ve hare­ket olarak normatif küreselcilik,  global bir otoriteyle yeryüzünün siyasi birliğinin çeşitli biçimlerde sağlanabi­leceğini,   küresel  federalizm  veya  konfederalizm  gibi yöntemlerle küçük devletlerin üstünde düzenleyici bir or­ganizasyonun oluşturulabileceği iddialarını dile getirir. Küresel Yönetim Komisyonu (The Commission on Glo­bal Governance) siyasi bir örgütlenmeden çok bugünkü devletler sisteminin sağlıklı çalışabilmesi için öngörülen küresel bir kurumdur. Normatif globalizm için çok yaygın siyasi destek (başlıca İngilizce konuşan ülkeler)  One-WorldOnline  grubunun  üyelerinden  gelir.  Akademik dünyada normatif globalizmin en kapsamlı örnekleri Da-vid Held'in 'Democracy and the Global Order', Lynn Mil-ler'in 'Global Order: Values and Power in International Politics' ve Richard Falk'un 'On Hutnane Governance' isimli eserle­rinde görülür. (Treanor200l: 2) Küreselleşmenin bu yorumu bütünleşen insanlık aleminin bu temel üzerinde milliyet­çilik yapmasını gerekli görür. Her bir fert dünya toplumu­nun bir parçası olarak kendini düşünmeli ve kimliğini bu­na göre tanımlamalıdır. 

Normatif küreselciliğin dayandığı temeller arasında dünya barışının bütün insanlık alemini kapsayacak şekil­de gerçekleşeceğini öngören aydınlanma düşünürlerin­den Kant ve Bentham vardır. Bentham ve Kant gibi nor­matif küreselleşmenin klasik iddiaları 'insanlar arası barış' veya 'küresel barış' dır. Bunun basit biçimsel nesnesi bir değil fakat birçok muhtemel barış şartı olmasıdır. Bu bakımdan hiçbir tekil şart bunu haklılaştıramaz. Bu dünya barışının sağlanabilmesinin yolu, dünyanın üst se­viyede bir teşkilatlanma ile yönetilmesinden geçer. Dün­ya farklı din, kültür ve devlete sahip birimlerin birbiriyle mücadelesine ve savaşına çok şahit olmuştur. Bunu önle­menin yolu olarak ihtiyaç duyulan organizasyonların en önemlisi Birleşmiş Milletler teşkilatının kurulması ol­muştur. Birleşmiş Milletler tamimiyle milli devletlerin üyeliğinde organize edilmiş, milliyetçilikleri içinde barın­dıran bir teşkilattır. Bunun dışında Avrupa Birliği gibi bütünleşmeye yönelik farklı organizasyonlar da vardır. (Treanor 2001: 12) Bunlar dünya devleti kurulması yolunda tartışılması ve örnek model alınması gereken konular ola­rak sunulmaktadır. Dünya milliyetçiliğinin dayandığı te­mel, Bir millet milliyetçidir, Birleşmiş Milletlere üye 180 millet milliyetçidir, milletler federasyonu milliyetçiliktir, 'internationalism' milliyetçiliktir ve Birleşmiş milletler milliyetçidir. O zaman milliyetçiliğin bütün insanlık dü­zeyine ve tek dünya devleti organizasyonuna taşınması söz konusudur. 

Dünyanın siyasal olarak ortak bir dünya hükümetine doğru gittiğini iddia edenlerin dayandıkları noktalardan birisi, milli devletler arası problemlerin çözümünde fonk­siyonel olacağı düşünülerek kurulan Birleşmiş Milletler teşkilatıdır. On dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin büyük oranda dünyayı etkisi altına aldığı ve küresel bir kontrol sağladığı iddiaları genel kabul görmektedir. Sanayi devri­minin beşiği konumundaki emperyalist İngiliz İmparator­luğu bu dönemin egemen gücüdür. İngilizler koloni hali­ne getirdiği çok sayıda ülke ile birlikte dünyanın zengin­liklerini de kontrolü altında tutmaya özen göstermiştir, on dokuzuncu yüzyıl aynı zamanda milli devletlerin de bağımsızlıklarını kazanmaya başladığı bir milliyetçilik yüzyılıdır. Uluslar arası arenada otonom birimler olan egemen ulus-devletlerin saf anarşik düzeni olmaktan çık­ması için, birtakım düzenlemelere ihtiyaç duyulmuştur. Bu düzenleme ihtiyacını bir ölçüde parada altın stan­dardının varlığı, daha da önemlisi Büyük Britanya'nin si­yasal ve ekonomik hegemonyası karşılamıştır. Yirminci yüzyılın başlarında bu hegemonyanın zayıflaması İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar sürekli siyasal ve ekono­mik bunalımlar yaşayan bir dünyanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. (Tekeli; İlkin 2002: 4) İkinci Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler teşkilatının kurulması ile bu düzenleme dünyanın bütününü kapsayacak şekilde daha rasyonel temeller üzerinde geliştirildi. 

Dünya yirminci yüzyılın başında yaşadığı dünya sa­vaşının ardından ikinci büyük savaşın çıkmasını, önleye­memiştir. Bunun sıkıntısını ve felaketini büyük ıkayıplar vererek ödemiş olan devletler İkinci Dünya Savaşı'nın başlarında, 12 Haziran 1941'de Londra'da imzalanan ve "hem savaşta, hem barışta, bir arada ve öteki özgür halk­larla birlikte çalışmayı" öngören bir Bildirge ile 'Birleşmiş Milletlerin kuruluşuna uzanan yolda ilk adımı atmışlar­dır. 14 Ağustos 1941'de ABD Başkanı Franklin koosevelt ile İngiltere'Başbakanı Wilson Churchill, barış ve güven­liğin korunmasına yönelik uluslararası işbirliği için bir il­keler dizisi önerdi ve Atlantik Şartı olarak bunu imza al­tına aldılar. Bundan sonra 1 Ocak 1942 günü, Mihver ül­kelerine karşı savaşmakta olan 26 ülkenin temsilcileri "Birleşmiş  Milletler Bildirgesi"ni  imzalayarak Atlantik Şartı'na desteklerini ilan ettiler. Bildirge, "Birleşmiş Mil­letler" teriminin ilk kez kullanıldığı belge oldu. 25 Nisan 1945'de aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 50 ülkenin temsilcileri San Francisco'da bir araya gelerek 111 mad­deden oluşan Antlaşma'ya son şeklini verdiler. Antlaşma, 25 Haziran 1945'te oybirliği ile kabul edildi ve ertesi gün imzalandı. 24 Ekim 1945 de Güvenlik Konseyi'nin beş da­imi üyesinin yanı sıra imza sahibi öteki devletlerin ço­ğunluğunun da onaylamasıyla Antlaşma yürürlüğe girdi ve Birleşmiş Milletler kuruldu, (http://www.un.org.tr/ Unictr/ bm_kisaca.htm) 

Birleşmiş milletlerin amaçları: Uluslararası dostça iliş­kiler geliştirmek; ekonomik, sosyal kültürel alanlarda uluslararası işbirliğini sağlamak, üyelerin dış siyasetleri­ni uyumlaştıran bir merkez olmak, şeklinde sıralanmak­tadır. Buna bağlı olarak, üyeler, herhangi bir devletin ülke bütünlüğüne ve siyasal bağımsızlığına karşı kuvvet kul­lanmaktan veya tehditten kaçınacaklardır; Birleşmiş Mil­letler örgütünün girişimlerini destekleyecekler ve kendi­sine karşı zorlayıcı önlemler alınmış bir devlete yardım etmekten kaçınacaklardır; örgüte üye olmayanlar da barış ve güvenliğin gerektirdiği ölçüde Anlaşma ilkelerine uy­gun davranmak zorunda bırakılacaklardır, Birleşmiş Mil­letler örgütü, bir devletin milli yetki alanına giren işlere karışmayacaktır (Gün 2000:2). Birleşmiş milletlerin bu ilke­ler doğrultusunda faaliyetlerini sürdürebilmesi için bir­takım alt kuruluşları kurulmuştur. Birleşmiş Milletler'in başlıca 6 organı Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekono­mik ve Sosyal Konsey, Vesayet Konseyi, Uluslararası Ada­let Divanı ve Sekreterya olarak belirlenmiştir. Bunların dışında Birleşmiş Milletlere bağlı olarak kurulan ve çeşit­li alanlarda faaliyet sürdüren uluslar arası örgütlerin sayısı artmıştır. Bunlar arasında: Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Uluslar arası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB), Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), Uluslar arası Çalışma Örgütü (ILO), Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), önemlileri olarak sayılabilir. 

Birleşmiş milletlerin dışında dünya çapında etkili örgütlenmelerden birisi de hiç şüphesiz Avrupa Birliği şeklindeki milli devletlerin ekonomik ve siyasi olarak bütünleşme girişimidir. Bu girişimin tarihine kısaca baka­cak olursak yine İkinci Dünya Savaşı sürecine bakmamız gerekir. Savaş sonrasında Sovyet tehdidine karşı askeri savunma amaçlı olarak ABD Öncülüğündeki Batılı devlet­lerin bazısı, 17 Mart 1948'de Brüksel'de "Beşli Pakt" imza­lanmıştır. Batı Avrupa Birliği (BAB) olarak bilinen bu ant­laşma hem AB'nin, hem de NATO'nun habercisi olur. Daha sonra birleşik savunma sisteminin genişletilmesi için diğer devletlerin başvurması üzerine 4 Nisan 1949'da "Kuzey Atlantik Antlaşması" imzalanarak, NATO kurul­muştur. (Armaoğlu 1995: 448). Askeri amaçların dışında Batı Avrupa'da güvenlik arayışlarının yanı sıra hammad­de kaynaklarını kullanma ve güçlenme amacıyla yeni bir işbirliği projesi geliştirilmiştir. Bu amaçla 9 Mayıs 1950 tarihinde Fransız Dışişleri Bakanı Robert SCHUMAN, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nun kurulması yönün­deki ilk girişimi başlatmıştır. Avrupa ülkelerine yapılan çağrıda, savaş sanayiinin ana maddeleri olan kömür ve çe­liğin üretim ve kullanımının uluslar-üstü bir organın so­rumluluğunda yönetilmesi öngörülmüştür. Avrupa Kö­mür ve Çelik Topluluğu'nun kurulmasından sonra AET olarak bilinen Avrupa ekonomik Topluluğu, 1957 yılında altı Batı Avrupa Devleti (Almanya, Fransa, Belçika, Hol­landa, Lüksemburg ve İtalya) arasında imzalanan 'Roma Antlaşması' ile kurulmuştur. AET'nin nihai hedefi Avru­pa'nın siyasal bütünlüğe ulaşması olarak ortaya konmuş­tur 

1985 yılında Tek Avrupa Senedi kabul edilmiş, 1987 yılı ortasında   uygulamaya   girmiştir.   Avrupa   pazarının bütünleşerek tek pazar haline gelmesi sürecinin 1992 yılında tamamlanması öngörülmüştür. 1989 yılında Sos­yalist Blok'un çözülmesinden ve Soğuk Savaşın ortadan kalkmasından sonra, hem kendisini tanımlamak bakı­mından, hem de kendi gücüyle uyumlu uluslararası yeni siyasal roller edinme açısından yeni arayışlar içine giril­miştir. Bu ihtiyaçlar AT'nin gelişimi bakımından üçüncü aşamayı oluşturan Maastricht Antlaşması'nın yapılmasını getirmiştir. (Merih 2002a: 3) 

Antlaşmalar ve Zirveler aracılığı ile oluşturulan Avru­pa Birliği olgusu, Merih'e göre henüz hukuksal yapısı açısından kararlı ve tutarlı bir konumda değildir. Hükü-metlerarası (Intergovernmental) yapıdan giderek Devlet-ler-üstü (Supranational) bir yapıya dönüşmekte ve tarih­te daha önce denenmemiş türden bir Federal Yönetim bi­çimini yansıtmaktadır. Bu Federal yapının Ulus-Devlet karşısındaki hukuki durumu ve geçerliliği henüz netliğe kavuşturulabilmiş değildir. Bir Avrupa Anayasası oluştu­rulması ve buna dayanan Avrupa Birleşik Devletleri ku­rulması çalışmaları sürdürülmektedir. Bundan sonraki zirvede, Avrupa Birliği'ni oluşturan ve değişime uğrayan çeşitli Antlaşmaların birleştirilerek, anayasa etkisi taşıya­cak tek bir Antlaşmanın oluşturulması ve bir Avrupa Bir­leşik Devletleri aşamasına geçilmesi öngörülmektedir. (Merih 2002b: 13) Küreselleşen dünyada Avrupa Birliği'nin ekonomik ve siyasi bütünleşmeye doğru gitmesi mevcut milli devletler üzerinde kurulu olan dünya sistemini bü­yük ölçüde etkilemektedir. Avrupa'nın Birleşik Devlet ha­line getirilmesi küreselleşmeye bir tepki olarak da yorum­lanmaktadır. Bir taraftan milli devletlerin üstünde onları kapsayan bir örgütlenme, bir taraftan da tek süper gücün ekonomik ve siyasi hegemonyasına karşı farklı bir düzen­leme söz konusudur. (Went 2001: 4)

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005