|
Dünya Ekonomisi ve Dünyada
Ekonomi
Dünya ekonomisi krizde mi? Dünya
ekonomisi nereye gidiyor? Dünya ekonomisinde üretim
ilişkileri nasıl gelişiyor? Mübadele ilişkileri
nasıl gelişiyor, yani uluslararası ticari ilişkiler
nasıl gelişiyor? Küresel kapitalizm var mı?
Küreselleşen ekonomiden ne anlaşılıyor? Tüm bu
sorular dünya ekonomisi başlığında ele alınan,
tartışılan başlıca konular olma özelliğine sahip.
Lisans düzeyinde, fakültede işlediğimiz dünya
ekonomisi derslerinin başlıca tartışma başlıklarını
"dünya ekonomisinde, uluslararası alanda mal
dolaşımının nasıl şekillendiği, bunun neye göre
belirlendiği" oluşturmakta. Bugün küreselleşme
tartışmalarında yoğun olarak ele alman tartışma
başlıklarının da özünde bu var. Bugün, Dünya Ticaret
Örgütü bünyesinde mal ve hizmet ticareti, bunun
dışında entellektüel mülkiyet haklarının dolaşımının
nasıl olacağı, dolaşım yasalarının nasıl
belirleneceğine dair müzakereler yürütülmekte. Adam
Smith'den günümüze gelen bir tartışma bu. Tabii ki,
ilk başta malların dolaşımının nasıl belirleneceği
söz konusuydu. Günümüzde ise, bu sepetin
değişiminden kaynaklı olarak, daha farklı
başlıkların açılması zorunluluğu var.
Dünyanın Ekonomisi
"Dünya ekonomisi "ne bakarken, ülkelerin kendi
aralarındaki ilişkilerin nasıl şekillendiğine
bakmakta fayda var. Bu ülkeler kendi aralarında
gerçekleştirdikleri mübadele sonucunda karşılıklı
olarak bütünleşme ilişkilerine giriyorlar.
Özellikle, '80 sonrasında gördüğümüz ticari
bloklaşmalar da bu bütünleşmenin bir göstergesi
günümüzde. Fakat, bu dünya pazarının evrensel,
homojen bir yapısı olduğu anlamına gelmiyor. Küçük
küçük pazarların birleşmesinden, bütünleşmesinden
oluşan bir dünya pazarından bahsedebiliriz. Dünya
pazarının kendi içinde bütünleşmiş, homojen bir
yapısı olduğundan bahsedemeyiz. Yani, ülkeler kendi
aralarındaki eşitsizlikleri bu pazardaki mübadele
ilişkilerine de yansıtıyor. Dolayısıyla, evrensel
bir ekonomi, evrensel bir pazar yapısından
bahsetmek mümkün değil. Bu pazarda düzenlemelerin
nasıl yapılacağı uluslararası kuruluşlar tarafından
örneğin DTÖ, OECD gibi uluslararası kuruluşların,
birtakım kararlarıyla şekilleniyor.
Küreselleşme tanımı yapılırken; küresel kapitalizmin
varlığından, en genel şekliyle pazarların
birbiriyle bütünleştiği, homojenleştiği üzerinde
durulmakta, dış ticaretin artışı üzerinden refah
artışı sağlandığı ön plana çıkarılmaktadır. Yine,
küreselleşme tartışmaları ile birlikte öncelikle
"ulus devlet" olgusunun ortadan kalktığı,
transnasyonel şirketlerin dünya ekonomisinde
belirleyen olduğu savının ön plana çıkarıldığını
görüyoruz. Fakat, 80 sonrası dönemle, dünya
ekonomisinin '80 öncesi dönemi karşılaştınlarak
yapılan çalışmalarda; küreselleşme sürecinin
beklendiği ya da tanımlandığı şekliyle bir dışa
açılma ya da küreselleşme süreciyle birlikte,
pazarların bütünleştiğine dair bulgular elde
edilmiş değil. Finansal serbestleşme hareketlerinin
aslında azgelişmiş ülkelerin büyümesine olumlu
etkiler yaratmadığı da bu çalışmalarda elde edilen
bulgular arasında yer almakta. Hatta küreselleşme
sürecinin kendi içinde daha kapalı bir iktisadi
yapıya sahip olduğundan bahsetmek mümkün.
Yukarıda da bahsedildiği üzere, çokuluslu
şirketlerin yerini transnasyonel şirketlerin
aldığı, bununla birlikte de ulus devletin ortadan
kalktığı ve küresel kapitalizmin söz konusu olduğu
savının geçerli olup olmadığına ÇUŞ (Çok Uluslu
Şirket) ve transnasyonel şirket tanımları üzerinden
bakmakta fayda var. Çokuluslu şirket birden fazla
ulusal nüfuz sahasında, şubelere bağlı şirketlere
sahip olunması anlamına geliyor. Özellikle '60'h
yıllarla birlikte dünya kapitalizminin girdiği
genişleme sürecinde çokuluslu şirketlerin yoğun
olarak dünya ekonomisini şekillendirdiğini
görüyoruz. O süreçte çokuluslu şirketler, daha
doğrusu o süreçte yaşanan tekelleşme ÇUŞ'ların
varlığı üzerinden gerçekleştirilmiş durumda.
Transnasyonel şirket-ulus ötesi şirket ise, A
şirketinin herhangi bir ulusal tabanının
bulunmaması durumunda geçerli. Yani, transnasyonel
bir şirket "uluslararası-laşmış" bir yönetime sahip,
"dünyada en güvenli veya en yüksek kazancın olduğu
yere yerleşmeyi ve taşınmayı" uman, "özel bir ulusal
kimliği" olmayan bir yapıya sahip. Günümüzde bu
tanımlan veri olarak aldığımızda transnasyonel
şirket sayısının çok az olduğu görülmekte.
Transnasyonel şirketler var ama bunlar çokuluslu
şirketler içinde çok küçük bir yüzdeye sahip.
Ağırlıklı olarak, bugün, çokuluslu şirketlerin
varlığı söz konusu ve bu çokuluslu şirketler, ABD,
AB'nin kendi içinde, Japonya ve Uzak Doğu'da
yoğunlaşmakta, bu ülkelerin sermayesini temsil
etmektedir. Bunun üzerinden küreselleşme sürecinde
"üçlü kutbun (triad)" belirleyen olduğu, üçlü
yönetimin söz konusu olduğu belirtiliyor. Daha çok
ABD'nin başını çektiği NAFTA bölgesi, Japonya'nın
başını çektiği Uzak Doğu, Asya bölgesi ve de AB
arasında gelişen iktisadi ilişkilerin yoğunlaştığı
bir süreçle karşı karşıya kalıyoruz ve bir de bunun
dışında kalanlar var. Bir anlamda "diğerleri" söz
konusu. Çokuluslu şirketlerin de yatırımları, kendi
aralarındaki birleşmeleri, yine bu üçlü bölge
arasında yoğunlaşıyor. Sektörel olarak dağılımın
ise; daha çok otomotiv alanında, ma-kine-tesisat
alanında, imalat sanayiinde yoğunlaştığı görülmekte.
Birleşmeler ise; daha çok AR-GE alanında, yani
araştırma-geliştirme ve teknik paylaşım olarak
ÇUŞ'ların kendi aralarında işbirliğine girmeleri
noktasında gerçekleşiyor. Yani, transnasyonel-ulusötesi
bir yapı söz konusu olamıyor ve tabii ki bu
şirketlerin hareket alanları öncelikle kendi
ülkelerinde yürütülen iktisadi politikalar
çerçevesinde belirleniyor. Dolayısıyla, daha
bütünleşen bir yapı, yoğunlaşan sermaye
hareketleriyle birlikte ulus devletlerin, aldıkları
kararlar daha belirgin oluyor; küreselleşme
tartışmalarında geliştirilen savların aksine bir
sonuç ortaya çıkıyor. Örneğin, otomotiv sanayii
üzerinden yapılan bir çalışmada, ABD, Japonya, Kore,
Hindistan ve Avrupa ülkeleri arasında karşılıklı
birtakım birleşmelerin olduğu ve bu birleşmelerin
yoğun olarak ABD, Japonya'dan Avrupa ülkelerine
kaydığı şeklinde bir sonuç var. 1990 verilerine göre
bugün 37 bin çokuluslu şirket söz konusu ve bunun 24
bini, yani yüzde 70'i, 14 kalkınmış OECD ülkesine
ait. ABD'nin ticaretinin yüzde 80'i çokuluslu
şirketler tarafından yönetiliyor. Bu çokuluslu
şirketlerin yüzde 60'ı imalat sanayiinde, yüzde
37'si hizmet alanında ve yüzde 3'ü birincil
sektörlere bağlı olarak üretimlerini yapıyorlar.
Yine, doğrudan yabancı sermaye akımları göz önünde
bulundurulduğunda, aslında bu yatırımların daha önce
de vurguladığım gibi, gelişmiş ülkelerin ya da bu
üçlü oluşumun kendi aralarında yoğunlaştığı,
azgelişmiş ülkelerde ise daha az olduğu ortaya
çıkıyor. Küreselleşme süreciyle birlikte,
azgelişmiş ülkelere yabancı sermaye aktarımının söz
konusu olduğu ya da doğrudan yabancı sermaye
yatırımları aracılığıyla azgelişmiş ülkelerin
büyüdüğüne, geliştiğine, büyüyebileceğine dair
yaklaşım, bir anlamda yanlışlanmış oluyor bu
sonuçlarla. Tabii ki, azgelişmiş ülkelere yapılan
birtakım yatırımlar söz konusu, ama çokuluslu
şirketlerin yarattığı istihdam, üretimde yarattığı
katkı üzerinden karşılaştırıldığında,
yoğunlaştıkları alan gelişmiş ülkeler; azgelişmiş
ülkelere ise en yoğun yatırımları yapan şirket Ford.
Ford'un genel içindeki toplam istihdamı; azgelişmiş
ülkelerde yüzde 50 oranında, geri kalanı yine kendi
tabanına ait, yani kendi ülke ekonomisi altında
gerçekleşiyor.
Dünya Ekonomi Tarihi
Küreselleşme tartışmalarının gölgesinde, bugün dünya
ekonomisinin nereye gittiğini, yönelimlerini biraz
geçmişe dönerek açmak istiyorum. 1960'larda dünya
kapitalizminin girdiği genişleme süreci, İkinci
Dünya Savaşı sonrası yaşanan canlanma sürecinin,
üretime yansıması şeklinde yaşandı. ABD ve Avrupa
ülkeleri bu genişlemeyi imalat sanayii üzerinden
yaşamıştı. ABD'nin Bretton-Woods sistemi üzerinden,
Dolar'ın hegemonik bir güç olmasını sağlayan bir
sistem yaratılmıştı. 1973 Petrol Krizi'nin ardından
dünya ekonomisinde yeniden bir yapılanma ihtiyacına
girildi; yani dünya kapitalizminin genişlemesinin
ardından yaşanan tıkanıklık, Petrol Krizi'yle ortaya
çıktı. Petrol fiyatlarının artmasıyla birlikte
enflasyonun artması, azgelişmiş ülkelerde
özellikle, azgelişmiş ülkelerin borçlanmasına neden
olan politikaları da gündeme getirdi. 1973 Petrol
Krizi, Bretton-Woods sisteminin çöküşünün de ilanı
oldu. Yani, Amerikan hegemonyası, Amerika'nın Dolar
üzerinden kendi gücünü sağlaması yeni bir
düzenlemeye oturmak zorunda kaldı, bu da 1973
sonrasında dalgalı kur sistemine geçiş ile
sağlanmıştır. Dalgalı kur sistemine geçiş süreciyle
birlikte, Amerika'nın ve de diğer Avrupa ülkelerinin
imalat sanayilerinde yeniden bir yapılanmanın söz
konusu olduğunu görüyoruz. Bu da, daha çok imalat
sanayii yatırımlarını, azgelişmiş ülkelere
kaydırmalarının gündeme gelmesi gibi bir sonucu
ortaya çıkarıyor. Kendi aralarında sanayii kullanım
kapasite oranının düşmesini, uluslararası
işbölümünün yeniden yapılandırılarak, yatırımların
azgelişmiş ülkelere kaymasını gündeme getiriyor.
Aslında dalgalı kur sistemi tam anlamıyla dalgalı
bir sistem değil, daha doğrusu bizim kafamızda,
günümüzde söylenen bir şey var; serbestleşmeyle birlikte
döviz kurlarının da serbest piyasa koşullarında
belirlendiği yaklaşımı. Yine ABD, Avrupa ülkeleri ve
de Japonya aralarında karşılıklı uzlaşarak Dolar'ın
kur değeri belirleniyor. Dolayısıyla "dünya
ekonomisini belirleyen kim?" tartışması, aslında
1960'lı yıllardan beri net, bu hâlâ devam ediyor,
sadece bunun şeklinin değiştiğini söyleyebiliriz.
1985-1995 döneminde Pla-za ve Louvre Anlaşmaları
gündeme geliyor. Bununla birlikte ABD; Dolar'ın kur
değerini Yen ve Mark karşısında sürekli devalüe etme
kararını alıyor. Bu da, beraberinde Amerikan imalat
sanayiinin genişlemesini getiriyor, yani ABD dünya
ekonomisindeki dengeyi, bir anlamda kendi imalat
sanayiinde genişleme, diğer ülkelerde ise daralmaya
neden olacak şekilde düzenliyor. Bu on yıl boyunca
sürüyor ve bu süreçte Amerika'daki imalat
sanayiindeki genişlemeyle, bir yandan Amerikan
ekonomisi genişlerken, diğer yandan Avrupa Ülkeleri
ve Japonya'da imalat sanayiinde daralma söz konusu
oluyor. Bu da diğer ülkeleri durgunluğa sürükleyen
bir faktör olarak karşımıza çıkıyor.
Amerika'nın yürüttüğü diğer temel politika ise; karşılıklı olarak
belirlenen periyotlarla, faiz hadlerini düşürerek
büyümeyi yavaşlatması ve hisse senetleri üzerinden,
hisse senetlerine aşırı değer kazandırarak uzun
dönemli finansal büyüme sağlama politikası, yani
bir yanda ABD kendi içinde borçlu bir ülke olurken,
"böyle bir strateji geliştiriyorlar." Daha sonra
1995-1998 döneminde bunun daha fazla sürdü-rülemeyeceği,
yani bu politika üzerinden bir yandan ABD büyürken,
diğer yandan dış açıkların daha fazla
sürdürülemeyeceği göz önünde bulundurularak,
Dolar'ın Yen ve Mark karşısında yükseltilmesi kararı
alınıyor. Bu, beraberinde Amerika'nın finans
pazarlarına nakit akışını başlatıyor. Hisse senedi
alımlarına karşılık, kredi alımlarının maliyeti
hatırı sayılır düzeyde artıyor ve aşırı değerlenmiş
hisse senetleri üzerinden Amerikan ekonomisi
büyümeye devam ediyor. Bir yandan, daha küçülmüş
imalat sanayiiyle karşı karşıya kalınıyor, ama diğer
yandan imalat dışı alanda aşırı değerlenme üzerinden
bir büyüme gerçekleşiyor. Örneğin "yeni ekonomi"
denilen olgu da bu süreçte gündeme geliyor.
Yeni ekonomiye bağlı olarak, hisse senetlerinin aşırı büyümesi,
aşırı şişmesi ve bununla beraber '90'ların
ortalarından itibaren yaşanan büyüme süreci söz
konusu. Fakat, bu yeni ekonomideki genişleme, yeni
ekonomi üzerinden yaşanan canlanma, gerçek anlamda
reel üretim ya da reel sermaye birikiminden kaynaklı
bir şey değil, bu daha çok mali piyasalarda yaşanan
aşırı değerlenme üzerinden gerçekleşiyor.
"Yeni ekonomi" denilen olgu, yani teknolojiye dayalı şirketler ya
da teknolojiye dayalı üretim yapısı sadece ABD'de ve
Japonya'nın belli birkaç şirketinde yoğun olarak
kullanılmakta; bunun dışında azgelişmiş ülkelerde ya
da dünya ekonomisinin genelinde, yeni ekonomi
üzerinden bir genişleme sağlandığını söylememiz
mümkün değildir.
Amerikan ekonomisinin 1980 sonrası, özellikle '85
sonrasında izlediği strateji bu; bir yanda kendi
cari işlemler açığı verirken, yani kendi
yatırımlarını dışarıdaki
kaynaklar üzerinden finanse ederken, bunu
Japonya'nın cari işlemler fazlasıyla karşılamaya
çalışması. Yani, kendi aralarında bir üçlü denge söz
konusu; Amerikan ekonomisi yatırımlarını dışarıdan
gelen sermaye akımları üzerinden sağlıyor,
böylelikle Japonya'yı fonlamış oluyor; yani Japon
ekonomisinin finansmanını sağlamış oluyor. Bunu
genel olarak "Amerika'nın güçlü Dolar politikası
uygulaması" şeklinde tanımlıyoruz. Yani, Amerika
daha çok kendi ekonomisi üzerinden, dünya
ekonomisindeki belli dengeleri, güçlü Dolar
politikası üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyor.
Net olarak Amerikan ekonomisinin "borçlu bir
ekonomi" olduğunu söylemek mümkün. Bugün de yaşanan
şey aslında, 2001 yılında dünya üretiminin yüzde 6
oranında azalması, dış ticaret hacminin yüzde 3
oranında büyüdüğü açıklamaları ve de genel olarak
yaşanan durgunluk, aslında bu karşılıklı bağımlılık
ilişkilerinin ya da sürdürülen cari işlemler
açığının ne kadar sürdürülüp, sürdürülemeyeceğine
bağlantılı olarak çözülecek. 11 Eylül, dünya
ekonomisinin durgunlukta olduğu bir sürece denk
geldi. Yani, 11 Eylül'den sonra dünya ekonomisi
durgunluğa girmedi, 11 Ey-lül'den önce dünya
ekonomisi bir durgunluk, bir resesyon yaşıyordu; o
sürece denk geldi ve 11 Eylül sonrası yaşanan
gelişmelerin de dünya ekonomisini durgunluktan
çıkaracak bir boyutta olup olmadığını hepimiz
sorgulamaya başladık bir şekilde. Bugün yine
Amerikan ekonomisinin kendi içinde tüketimi
arttırarak, yani talebi arttırarak genişlemeye
çalıştığına dair birtakım yaklaşımlar var. Bunun da
savaş ekonomisi üzerinden yapıldığı şeklinde bir
yaklaşım bu. Yani, Keynescilik olarak da
tanımlanabilir; bir anlamda Amerika'nın 11 Eylül
sürecinden sonra dünyadaki hegemonik gücünü, siyasi
ve askeri olarak sağlamlaştırmaya çalışması,
Dolar'in güçlülüğünü sürdürebilmesiyle de
özdeşleştirilebilir.
Arş. Gör. Emine Tahsin
|