Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Dünya Ekonomisi ve Dünyada Ekonomi 

Dünya ekonomisi krizde mi? Dünya ekonomisi nereye gidiyor? Dünya ekonomi­sinde üretim ilişkileri nasıl gelişiyor? Mübadele ilişkileri nasıl gelişiyor, yani ulus­lararası ticari ilişkiler nasıl gelişiyor? Küresel kapitalizm var mı? Küreselleşen eko­nomiden ne anlaşılıyor? Tüm bu sorular dünya ekonomisi başlığında ele alınan, tar­tışılan başlıca konular olma özelliğine sahip. Lisans düzeyinde, fakültede işlediği­miz dünya ekonomisi derslerinin başlıca tartışma başlıklarını "dünya ekonomisinde, uluslararası alanda mal dolaşımının nasıl şekillendiği, bunun neye göre belirlendiği" oluşturmakta. Bugün küreselleşme tartışmalarında yoğun olarak ele alman tartışma başlıklarının da özünde bu var. Bugün, Dünya Ticaret Örgütü bünyesinde mal ve hizmet ticareti, bunun dışında entellektüel mülkiyet haklarının dolaşımının nasıl ola­cağı, dolaşım yasalarının nasıl belirleneceğine dair müzakereler yürütülmekte. Adam Smith'den günümüze gelen bir tartışma bu. Tabii ki, ilk başta malların dola­şımının nasıl belirleneceği söz konusuydu. Günümüzde ise, bu sepetin değişiminden kaynaklı olarak, daha farklı başlıkların açılması zorunluluğu var. 

Dünyanın Ekonomisi 

"Dünya ekonomisi "ne bakarken, ülkelerin kendi aralarındaki ilişkilerin nasıl şe­killendiğine bakmakta fayda var. Bu ülkeler kendi aralarında gerçekleştirdikleri mü­badele sonucunda karşılıklı olarak bütünleşme ilişkilerine giriyorlar. Özellikle, '80 sonrasında gördüğümüz ticari bloklaşmalar da bu bütünleşmenin bir göstergesi gü­nümüzde. Fakat, bu dünya pazarının evrensel, homojen bir yapısı olduğu anlamına gelmiyor. Küçük küçük pazarların birleşmesinden, bütünleşmesinden oluşan bir dünya pazarından bahsedebiliriz. Dünya pazarının kendi içinde bütünleşmiş, homo­jen bir yapısı olduğundan bahsedemeyiz. Yani, ülkeler kendi aralarındaki eşitsizlik­leri bu pazardaki mübadele ilişkilerine de yansıtıyor. Dolayısıyla, evrensel bir eko­nomi, evrensel bir pazar yapısından bahsetmek mümkün değil. Bu pazarda düzenle­melerin nasıl yapılacağı uluslararası kuruluşlar tarafından örneğin DTÖ, OECD gi­bi uluslararası kuruluşların, birtakım kararlarıyla şekilleniyor. 

Küreselleşme tanımı yapılırken; küresel kapitalizmin varlığından, en genel şek­liyle pazarların birbiriyle bütünleştiği, homojenleştiği üzerinde durulmakta, dış tica­retin artışı üzerinden refah artışı sağlandığı ön plana çıkarılmaktadır. Yine, küresel­leşme tartışmaları ile birlikte öncelikle "ulus devlet" olgusunun ortadan kalktığı, transnasyonel şirketlerin dünya ekonomisinde belirleyen olduğu savının ön plana çı­karıldığını görüyoruz. Fakat, 80 sonrası dönemle, dünya ekonomisinin '80 öncesi dönemi karşılaştınlarak yapılan çalışmalarda; küreselleşme sürecinin beklendiği ya da tanımlandığı şekliyle bir dışa açılma ya da küreselleşme süreciyle birlikte, pazar­ların bütünleştiğine dair bulgular elde edilmiş değil. Finansal serbestleşme hareket­lerinin aslında azgelişmiş ülkelerin büyümesine olumlu etkiler yaratmadığı da bu ça­lışmalarda elde edilen bulgular arasında yer almakta. Hatta küreselleşme sürecinin kendi içinde daha kapalı bir iktisadi yapıya sahip olduğundan bahsetmek mümkün. 

Yukarıda da bahsedildiği üzere, çokuluslu şirketlerin yerini transnasyonel şirket­lerin aldığı, bununla birlikte de ulus devletin ortadan kalktığı ve küresel kapitaliz­min söz konusu olduğu savının geçerli olup olmadığına ÇUŞ (Çok Uluslu Şirket) ve transnasyonel şirket tanımları üzerinden bakmakta fayda var. Çokuluslu şirket bir­den fazla ulusal nüfuz sahasında, şubelere bağlı şirketlere sahip olunması anlamına geliyor. Özellikle '60'h yıllarla birlikte dünya kapitalizminin girdiği genişleme sü­recinde çokuluslu şirketlerin yoğun olarak dünya ekonomisini şekillendirdiğini gö­rüyoruz. O süreçte çokuluslu şirketler, daha doğrusu o süreçte yaşanan tekelleşme ÇUŞ'ların varlığı üzerinden gerçekleştirilmiş durumda. 

Transnasyonel şirket-ulus ötesi şirket ise, A şirketinin herhangi bir ulusal taba­nının bulunmaması durumunda geçerli. Yani, transnasyonel bir şirket "uluslararası-laşmış" bir yönetime sahip, "dünyada en güvenli veya en yüksek kazancın olduğu yere yerleşmeyi ve taşınmayı" uman, "özel bir ulusal kimliği" olmayan bir yapıya sahip. Günümüzde bu tanımlan veri olarak aldığımızda transnasyonel şirket sayısı­nın çok az olduğu görülmekte. Transnasyonel şirketler var ama bunlar çokuluslu şirketler içinde çok küçük bir yüzdeye sahip. Ağırlıklı olarak, bugün, çokuluslu şir­ketlerin varlığı söz konusu ve bu çokuluslu şirketler, ABD, AB'nin kendi içinde, Ja­ponya ve Uzak Doğu'da yoğunlaşmakta, bu ülkelerin sermayesini temsil etmekte­dir. Bunun üzerinden küreselleşme sürecinde "üçlü kutbun (triad)" belirleyen oldu­ğu, üçlü yönetimin söz konusu olduğu belirtiliyor. Daha çok ABD'nin başını çekti­ği NAFTA bölgesi, Japonya'nın başını çektiği Uzak Doğu, Asya bölgesi ve de AB arasında gelişen iktisadi ilişkilerin yoğunlaştığı bir süreçle karşı karşıya kalıyoruz ve bir de bunun dışında kalanlar var. Bir anlamda "diğerleri" söz konusu. Çokulus­lu şirketlerin de yatırımları, kendi aralarındaki birleşmeleri, yine bu üçlü bölge ara­sında yoğunlaşıyor. Sektörel olarak dağılımın ise; daha çok otomotiv alanında, ma-kine-tesisat alanında, imalat sanayiinde yoğunlaştığı görülmekte.  

Birleşmeler ise; daha çok AR-GE alanında, yani araştırma-geliştirme ve teknik paylaşım olarak ÇUŞ'ların kendi aralarında işbirliğine girmeleri noktasında gerçekleşiyor. Yani, transnasyonel-ulusötesi bir yapı söz konusu olamıyor ve tabii ki bu şirketlerin ha­reket alanları öncelikle kendi ülkelerinde yürütülen iktisadi politikalar çerçevesin­de belirleniyor. Dolayısıyla, daha bütünleşen bir yapı, yoğunlaşan sermaye hareket­leriyle birlikte ulus devletlerin, aldıkları kararlar daha belirgin oluyor; küreselleş­me tartışmalarında geliştirilen savların aksine bir sonuç ortaya çıkıyor. Örneğin, otomotiv sanayii üzerinden yapılan bir çalışmada, ABD, Japonya, Kore, Hindistan ve Avrupa ülkeleri arasında karşılıklı birtakım birleşmelerin olduğu ve bu birleşme­lerin yoğun olarak ABD, Japonya'dan Avrupa ülkelerine kaydığı şeklinde bir sonuç var. 1990 verilerine göre bugün 37 bin çokuluslu şirket söz konusu ve bunun 24 bi­ni, yani yüzde 70'i, 14 kalkınmış OECD ülkesine ait. ABD'nin ticaretinin yüzde 80'i çokuluslu şirketler tarafından yönetiliyor. Bu çokuluslu şirketlerin yüzde 60'ı imalat sanayiinde, yüzde 37'si hizmet alanında ve yüzde 3'ü birincil sektörlere bağ­lı olarak üretimlerini yapıyorlar. Yine, doğrudan yabancı sermaye akımları göz önünde bulundurulduğunda, aslında bu yatırımların daha önce de vurguladığım gi­bi, gelişmiş ülkelerin ya da bu üçlü oluşumun kendi aralarında yoğunlaştığı, azge­lişmiş ülkelerde ise daha az olduğu ortaya çıkıyor. Küreselleşme süreciyle birlik­te, azgelişmiş ülkelere yabancı sermaye aktarımının söz konusu olduğu ya da doğ­rudan yabancı sermaye yatırımları aracılığıyla azgelişmiş ülkelerin büyüdüğüne, geliştiğine, büyüyebileceğine dair yaklaşım, bir anlamda yanlışlanmış oluyor bu sonuçlarla. Tabii ki, azgelişmiş ülkelere yapılan birtakım yatırımlar söz konusu, ama çokuluslu şirketlerin yarattığı istihdam, üretimde yarattığı katkı üzerinden kar­şılaştırıldığında, yoğunlaştıkları alan gelişmiş ülkeler; azgelişmiş ülkelere ise en yoğun yatırımları yapan şirket Ford. Ford'un genel içindeki toplam istihdamı; az­gelişmiş ülkelerde yüzde 50 oranında, geri kalanı yine kendi tabanına ait, yani ken­di ülke ekonomisi altında gerçekleşiyor. 

Dünya Ekonomi Tarihi 

Küreselleşme tartışmalarının gölgesinde, bugün dünya ekonomisinin nereye gittiğini, yönelimlerini biraz geçmişe dönerek açmak istiyorum. 1960'larda dünya kapitalizminin girdiği genişleme süreci, İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan can­lanma sürecinin, üretime yansıması şeklinde yaşandı. ABD ve Avrupa ülkeleri bu genişlemeyi imalat sanayii üzerinden yaşamıştı. ABD'nin Bretton-Woods sistemi üzerinden, Dolar'ın hegemonik bir güç olmasını sağlayan bir sistem yaratılmıştı. 1973 Petrol Krizi'nin ardından dünya ekonomisinde yeniden bir yapılanma ihtiya­cına girildi; yani dünya kapitalizminin genişlemesinin ardından yaşanan tıkanıklık, Petrol Krizi'yle ortaya çıktı. Petrol fiyatlarının artmasıyla birlikte enflasyonun art­ması, azgelişmiş ülkelerde özellikle, azgelişmiş ülkelerin borçlanmasına neden olan politikaları da gündeme getirdi. 1973 Petrol Krizi, Bretton-Woods sisteminin çöküşünün de ilanı oldu. Yani, Amerikan hegemonyası, Amerika'nın Dolar üzerin­den kendi gücünü sağlaması yeni bir düzenlemeye oturmak zorunda kaldı, bu da 1973 sonrasında dalgalı kur sistemine geçiş ile sağlanmıştır. Dalgalı kur sistemine geçiş süreciyle birlikte, Amerika'nın ve de diğer Avrupa ülkelerinin imalat sanayi­lerinde yeniden bir yapılanmanın söz konusu olduğunu görüyoruz. Bu da, daha çok imalat sanayii yatırımlarını, azgelişmiş ülkelere kaydırmalarının gündeme gelmesi gibi bir sonucu ortaya çıkarıyor. Kendi aralarında sanayii kullanım kapasite oranı­nın düşmesini, uluslararası işbölümünün yeniden yapılandırılarak, yatırımların az­gelişmiş ülkelere kaymasını gündeme getiriyor. Aslında dalgalı kur sistemi tam an­lamıyla dalgalı bir sistem değil, daha doğrusu bizim kafamızda, günümüzde söylenen bir şey var; serbestleşmeyle birlikte döviz kurlarının da serbest piyasa koşulla­rında belirlendiği yaklaşımı. Yine ABD, Avrupa ülkeleri ve de Japonya aralarında karşılıklı uzlaşarak Dolar'ın kur değeri belirleniyor. Dolayısıyla "dünya ekonomi­sini belirleyen kim?" tartışması, aslında 1960'lı yıllardan beri net, bu hâlâ devam ediyor, sadece bunun şeklinin değiştiğini söyleyebiliriz. 1985-1995 döneminde Pla-za ve Louvre Anlaşmaları gündeme geliyor. Bununla birlikte ABD; Dolar'ın kur değerini Yen ve Mark karşısında sürekli devalüe etme kararını alıyor. Bu da, bera­berinde Amerikan imalat sanayiinin genişlemesini getiriyor, yani ABD dünya eko­nomisindeki dengeyi, bir anlamda kendi imalat sanayiinde genişleme, diğer ülke­lerde ise daralmaya neden olacak şekilde düzenliyor. Bu on yıl boyunca sürüyor ve bu süreçte Amerika'daki imalat sanayiindeki genişlemeyle, bir yandan Amerikan ekonomisi genişlerken, diğer yandan Avrupa Ülkeleri ve Japonya'da imalat sanayi­inde daralma söz konusu oluyor. Bu da diğer ülkeleri durgunluğa sürükleyen bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. 

Amerika'nın yürüttüğü diğer temel politika ise; karşılıklı olarak belirlenen peri­yotlarla, faiz hadlerini düşürerek büyümeyi yavaşlatması ve hisse senetleri üzerin­den, hisse senetlerine aşırı değer kazandırarak uzun dönemli finansal büyüme sağla­ma politikası, yani bir yanda ABD kendi içinde borçlu bir ülke olurken, "böyle bir strateji geliştiriyorlar." Daha sonra 1995-1998 döneminde bunun daha fazla sürdü-rülemeyeceği, yani bu politika üzerinden bir yandan ABD büyürken, diğer yandan dış açıkların daha fazla sürdürülemeyeceği göz önünde bulundurularak, Dolar'ın Yen ve Mark karşısında yükseltilmesi kararı alınıyor. Bu, beraberinde Amerika'nın finans pazarlarına nakit akışını başlatıyor. Hisse senedi alımlarına karşılık, kredi alımlarının maliyeti hatırı sayılır düzeyde artıyor ve aşırı değerlenmiş hisse senetle­ri üzerinden Amerikan ekonomisi büyümeye devam ediyor. Bir yandan, daha küçül­müş imalat sanayiiyle karşı karşıya kalınıyor, ama diğer yandan imalat dışı alanda aşırı değerlenme üzerinden bir büyüme gerçekleşiyor. Örneğin "yeni ekonomi" de­nilen olgu da bu süreçte gündeme geliyor. 

Yeni ekonomiye bağlı olarak, hisse senetlerinin aşırı büyümesi, aşırı şişmesi ve bununla beraber '90'ların ortalarından itibaren yaşanan büyüme süreci söz konusu. Fakat, bu yeni ekonomideki genişleme, yeni ekonomi üzerinden yaşanan canlanma, gerçek anlamda reel üretim ya da reel sermaye birikiminden kaynaklı bir şey değil, bu daha çok mali piyasalarda yaşanan aşırı değerlenme üzerinden gerçekleşiyor.

"Yeni ekonomi" denilen olgu, yani teknolojiye dayalı şirketler ya da teknolojiye dayalı üretim yapısı sadece ABD'de ve Japonya'nın belli birkaç şirketinde yoğun olarak kullanılmakta; bunun dışında azgelişmiş ülkelerde ya da dünya ekonomisinin genelinde, yeni ekonomi üzerinden bir genişleme sağlandığını söylememiz mümkün değildir. 

Amerikan ekonomisinin 1980 sonrası, özellikle '85 sonrasında izlediği strateji bu; bir yanda kendi cari işlemler açığı verirken, yani kendi yatırımlarını dışarıdaki kaynaklar üzerinden finanse ederken, bunu Japonya'nın cari işlemler fazlasıyla kar­şılamaya çalışması. Yani, kendi aralarında bir üçlü denge söz konusu; Amerikan ekonomisi yatırımlarını dışarıdan gelen sermaye akımları üzerinden sağlıyor, böyle­likle Japonya'yı fonlamış oluyor; yani Japon ekonomisinin finansmanını sağlamış oluyor. Bunu genel olarak "Amerika'nın güçlü Dolar politikası uygulaması" şeklin­de tanımlıyoruz. Yani, Amerika daha çok kendi ekonomisi üzerinden, dünya ekono­misindeki belli dengeleri, güçlü Dolar politikası üzerinden gerçekleştirmeye çalışı­yor. Net olarak Amerikan ekonomisinin "borçlu bir ekonomi" olduğunu söylemek mümkün. Bugün de yaşanan şey aslında, 2001 yılında dünya üretiminin yüzde 6 ora­nında azalması, dış ticaret hacminin yüzde 3 oranında büyüdüğü açıklamaları ve de genel olarak yaşanan durgunluk, aslında bu karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin ya da sürdürülen cari işlemler açığının ne kadar sürdürülüp, sürdürülemeyeceğine bağlan­tılı olarak çözülecek. 11 Eylül, dünya ekonomisinin durgunlukta olduğu bir sürece denk geldi. Yani, 11 Eylül'den sonra dünya ekonomisi durgunluğa girmedi, 11 Ey-lül'den önce dünya ekonomisi bir durgunluk, bir resesyon yaşıyordu; o sürece denk geldi ve 11 Eylül sonrası yaşanan gelişmelerin de dünya ekonomisini durgunluktan çıkaracak bir boyutta olup olmadığını hepimiz sorgulamaya başladık bir şekilde. Bu­gün yine Amerikan ekonomisinin kendi içinde tüketimi arttırarak, yani talebi arttıra­rak genişlemeye çalıştığına dair birtakım yaklaşımlar var. Bunun da savaş ekonomi­si üzerinden yapıldığı şeklinde bir yaklaşım bu. Yani, Keynescilik olarak da tanım­lanabilir; bir anlamda Amerika'nın 11 Eylül sürecinden sonra dünyadaki hegemonik gücünü, siyasi ve askeri olarak sağlamlaştırmaya çalışması, Dolar'in güçlülüğünü sürdürebilmesiyle de özdeşleştirilebilir. 

Arş. Gör. Emine Tahsin

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005