Dünya Ekonomisi ve Proletarya Sosyalizmi
Savaşın ilk dönemi kapitalizmin krizini değil
(sadece burjuvazi ve proletaryanın en izanlı
zihinlerince görülen belirtileri) fakat "Sosyalist"
enternasyonalin çöküşünü doğurdu. Birçoklarının
sadece her ülkedeki iç ilişkileri incelemekle
açıklamaya çalıştığı bu olgu, bu bakış açısından
tatmin edici bir şekilde açıklanamaz. Çünkü
Proletarya hareketinin başarısızlığı dünya
ekonomisinin sınırlan içindeki "kapitalist devlet
tröstlerinin" eşitsiz durumlarının bir sonucudur.
Nasıl ki dünya kapitalizminin eğilimlerini analiz
etmeden modern kapitalizmi ve bunun emperyalist
politikasını anlamak mümkün değilse, dünya
kapitalizmini analiz etmeden Proletarya hareketinin
temel eğilimlerini de anlamak mümkün değildir.
Sermaye emeğin varlığını, emek de sermayenin
varlığını gerektirir. Kapitalist üretim tarzı, her
biri bir diğerinin varlığını gerektiren kişi ve
sosyal sınıflar arasındaki belli ilişkidir. Bu
açıdan bakıldığında, hem kapitalistler ve hem de
işçiler aynı kapitalist toplumun üyeleri,
tamamlayıcı parçaları ve kutuplarıdır. Kapitalist
toplum var olduğu sürece, bu zıt sınıflar arasında
karşılıklı bağımlılık da söz konusudur. Bu
karşılıklı bağımlılık, özetle birbirine zıt olan
nispî çıkarlar dayanışması şeklinde kendini
gösterir. Bu çıkarlar
"dayanışması" geçici bir dayanışma olup, aynı
sınıfın üyelerini bir araya getiren kalıcı bir
dayanışma değildir. Burjuva ekonomi politiği ve
onun "sosyalist" izleyicileri sınıf mücadelesi için
sosyal ölçekte geçici, anlık alanı gerekli olarak
belirtiyorlar, ormandaki ağaçları görmüyorlar ve
kaçınılmaz olarak sadece finans kapitalin basit
uyduları görevini yerine getiriyorlar.
İşte size bir örnek. Herkes, işçi sınıfının yavaş
yavaş ortaya çıkmaya ve kendilerini küçük
işletmelerden koparmaya başladığı ve patronlar ve
işçiler arasındaki güya pederşahi ilişkilerin hüküm
sürdüğü kapitalist çağın başlangıcında işçi
çıkarlarını, kendini sömürenin çıkarıyla
özdeşleştirdiği bilinmektedir.
Özetle, birbiriyle tamamen zıt olan bu çıkar
özdeşleşmesi kuşkusuz tesadüfi değildi. Bunun tam
da gerçek bir temeli vardı. "Kendi işletmemiz ne
kadar iyiyse, benim için de o kadar iyi olacaktır",
işçilerin gerekçeleri o zaman böyleydi. Bu gerekçe,
verili işletmenin yarattığı toplam değerlerdeki
artışla birlikte ücretlerin de artacağı ihtimaline
dayanıyordu.
Aynı psikozu diğer varyasyonlarda da görüyoruz.
Gerçekte, İngiliz işçi sendikalarının, "zanaat
ideolojisi" diyelim, söyledikleri nedir? Burada da
temelde aynı fikri görüyoruz: İşçileri ve
sanayicileri içine alan üretimimiz, üretim alanımız
her şeyden önce büyüyüp gelişmelidir. İşçiler böyle
demektedir. Dıştan gelecek müdahalelere müsamaha
edilmemelidir.
Son zamanlarda oldukça vasıflı işçilerin bulunduğu
işletmelerde bu pür mantıki patronizme benzer
durumları görüyoruz. Örneğin bu gibi işletmeler
tanınmış Amerikalı pasifist (ve, aklıma gelmişken,
savaş müteahhidi) Ford'un fabrikalarıdır. Fabrikaya
işçiler özenle seçilmiştir. Çok yüksek ücret
alırlar, kendilerini fabrikaya adamak koşuluyla
çeşitli primler ve kârdan pay alırlar. Sonuç
olarak, aldatılan işçiler patronları uğruna
kendilerini feda ederler.
Daha geniş bir ölçekte ele alırsak, aynı olguyu,
"ulusal sanayiin", "ulusal emeğin" vs. korunması
politikalarına sahip olan güya işçi sınıfı
korumacılığı denen kavramda buluruz. Bu ideoloji A-vustralyalı
ve Amerikan işçilerinin büyük bir kısmının beynini
yıkamaktadır: "Biz", (yani hem kapitalistler ve hem
de işçiler) demektedirler, ulusal sanayimizle aynı
ölçüde ilgilenmekteyiz. Çünkü işverenlerimiz ne
kadar çok kâr elde ederse, ücretlerimiz de o kadar
çok artacaktır.
Çeşitli işletmeler arasındaki rekabetçi mücadele
sürecinde, hepsinin durumu her yerde aynı değildir.
Oldukça vasıflı emeğe sahip olan işletmeler her
zaman ilk sırayı alırlar, her zaman
ayrıcalıklıdırlar. Toplumda yaratılan artı değerin
içindeki payları oldukça büyüktür. Zira bir yandan
diferansiyel kâr, diğer yandan da (günümüzde)
kartel rantı elde ederler. Böylece verili bir üretim
dalında sermaye ve emeğin çıkarlarının geçici
karşılıklı bağımlılığına temel oluşturulur. Bu öyle
bir durumdur ki emeğin sermayeye verdiği, görevi
nedeniyle değil fakat aşkı ve sadakati nedeniyledir.
Kapitalistler ve işçiler arasındaki böylesi bir
"çıkar dayanışmasının" geçici bir karakterde olduğu
ve (ne "olması gerektiği" açısından) proletaryanın
tutumunu belirleyemeyeceği açıkça ortadadır.
İşçiler sonsuza kadar patronlarının eteklerine
tutunsalardı, greve gidemezler ve işverenler de
onları tek tek ayartarak sindirebilirlerdi.
Bununla beraber proletarya, tek ve geçici çıkarları,
genel ve kalıcı çıkarlardan ayırt etmeyi
öğrenemeyeceğinden, beyni bu dar kavramla
yıkanacaktır. Beyninin yıkanmasının üstesinden
gelmek ancak sınıf mücadelesinin alanı
genişlediğinde, işyerine olan bağlılık
yıkıldığında, işçiler biraraya geldiğinde ve
kapitalist sınıfın karşısında keskin bir zıt güç
oluşturulduğunda gelinir. Bu yolla pederşahi
dönemin üstesinden, tekil işletmenin işçileri ve
patronları arasındaki bağ koptuğunda gelindi. Bu
yolla vasıflı işçileri örgütleyen sendikaların
"zanaat ideolojisi" ortadan kalktı.
Bununla beraber, kapitalist ve işçiler arasındaki
bağı büyük ölçüde koparan ve ilke olarak bu
sınıfları ve örgütlerini birbirine düşman sınıf ve
örgütler halinde karşı karşıya getiren 19. yüzyıl
sonu, işçi sınıfıyla, burjuvazinin en büyük örgütü
olan kapitalist devlet arasındaki bağlan ortadan
kaldıramamıştır.
İşçi sınıfının örgütüyle olan bağı, ifadesini
işçilerin vatanseverliği ideolojisinde ("sosyal-patronizm")
ve işçi sınıfının hizmet edeceği vatan fikrinde
bulur.
Tüm bu belirttiklerimizden sonra bu olgunun maddi
temeli, dikkatimizi dünya ekonomisine
çevirdiğimizde daha belirgin hale gelecektir.
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başından itibaren
rekabetçi mücadelenin büyük ölçüde dış pazarlara
taşındığını yani bu rekabetin dünya pazarlarında
gerçekleşen bir rekabet halini aldığını gördük.
Böylece, kapitalist devlet tröstüne dönüşen
sermayenin devlet örgütü, "vatan", tekil
işletmelerin yerini aldı ve dünya arenasında tüm
ağırlığıyla ortaya çıktı.
Bu açıdan, öncelikle emperyalist ülkelerin koloni
politikasına göz atmalıyız.
Bugünlerde ılımlı enternasyonalistler arasında
koloni politikasının işçi sınıfına zarardan başka
bir şey getirmeyeceğine ve bu nedenle
reddedilmesine inananlar vardır. Dolayısıyla
kolonilerin hiçbir surette kârlı olmadığı ve hatta
burjuvazi açısından masraflı olduğunu ispatlama
arzusundadır. Böyle bir bakış açısı örneğin Ka-utsky
tarafından ortaya konmuştur.
Ne yazık ki teorinin yetersizliği söz konusudur. O
da yanlış bir teori olmasıdır. Koloni politikası
büyük güçler için çok büyük gelir kaynağıdır, yani
hakim sınıflar "kapitalist devlet tröstleri" için.
Burjuvazinin koloni politikasını izlemesi işte bu
nedenledir. Durum bu olduğunda, sömürülen
kolonilerin ve fethedilen yerlerdeki insanlar
pahasına işçilerin ücretlerinin artırılması ihtimali
ortaya çıkar.
Bu gibi hususlar tamamıyla büyük güçlerin koloni
politikalarının bir sonucudur. Bu politikanın
faturası kıta Avrupasının ve İngiltere'nin
işçilerince değil ama kolonilerde yaşayanlarca
ödenir. Kapitalizmin tüm kan ve pisliği, korku ve
utancı ve modern demokrasinin hırs ve vahşiliği
kolonilerde yoğunlaşmıştır. Şu ah için Avrupalı
işçiler kazançlıdır çünkü "endüstriyel refah"
nedeniyle işçilerin ücretlerinde az da olsa bir
artış sağlanmıştır.
Avrupa ve Amerika sanayilerinin nispî "refahı",
koloni politikası şeklindeki güvenlik valfinin
açılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu yolla "üçüncü
kişilerin" (prekapitalist üreticiler) ve koloni
emeğinin sömürülmesi Avrupalı ve Amerikalı
işçilerin ücretlerinde bir artış meydana
getirmiştir.
Oldukça önemli olan bir hususu burada belirtmemiz
gerekir: "kapitalist devlet tröstlerinin" hepsinin
koloniler, sürüm pazarları, hammadde pazarı, sermaye
yatırım alanları, ucuz emek için yaptıkları
girişimlerde eşit başarıya ulaştıklarından söz
edilemez. İngiltere, Almanya ve Birleşik Devletler
dünya pazarında tüm hız ve başarılarıyla yürürken,
Rusya ve İtalya tüm emperyalist gayretlerine
rağmen, çok güçsüz göründüler. Bu yolla birkaç büyük
emperyalist güç, dünya tekeli üzerinde hak iddia
eder hale geldi. Diğer devletler karşısında
kendilerinin "rekabet edilmeyecek" birer güç
olduklarını gösterdiler.
Ekonomik yönden durum şöyledir. Dünya artı değeri^
dünya pazarı için yapılan mücadele sonucunda
bölüşülür. "Ulusal ekonominin" çerçevesi içinde
olduğu gibi, aynı şey dünya ekonomisi sınırları
içinde de geçerlidir. Daha güçlü olan rakip (bu
rakibin gücü üretim yapısı, devletin militarist
aygıtının gücü, "doğal tekeller" nedeniyle yerel
güce sahip olma vs. gibi çok çeşitli unsurlarca
artar) süper kâr, bir çeşit diferansiyel kâr
(üretimin çok üstün yapısı nedeniyle) ve bir çeşit
kartel rantı (tekelleri güçlendiren militarist
aygıtın baskısı nedeniyle) elde eder.
Emperyalist devlet tarafından elde edilen süper
kârlar öncelikle vasıflı işçilerin olmak üzere işçi
sınıfının kimi katmanlarının ücretlerinin artmasını
sağlar.
Böylesi bir olgu çok önceden de gözlemlenmişti.
Friedrich En-gels İngiltere'nin dünya pazarındaki
tekelci konumunu ve İngiliz proletaryasının
muhafazakarlığını belirtirken bunlara değinmişti.
Proletaryanın, kolonilerin yağmalanmasmdaki nispî
çıkarı nedeniyle burjuvazinin, emperyalist devletin
örgütlerinin patronlarıyla olan bağlan gelişti ve
güçlendi. Sosyalist literatürde bu psikoloji
ifadesini, sosyal demokrat oportünistlerinin
"devlet" anlayışında buldu. Her fırsatta uygulanan
bu "devlet bilgeliği" devrimci Marksizmi tamamen
terk etmeyi ifade eder.
Marx ve Engels devleti, hakim sınıfın karşı sınıfı
askeri ve polis gücüyle yerle bir eden bir örgütü
olarak gördüler. Gelecekteki toplumda devlet diye
bir şeyin olmayacağını öngördüler. Bunun nedeni
basitti, sınıflar da olmayacaktı. Proletaryanın
geçici hakim sınıf rolünü oynadığı Proletarya
diktatörlüğünün geçiş döneminde, ortadan kaldırılmış
sınıfları yola getirmek için işçi sınıfının devlet
gücünün güçlü bir aygıtının olmasını talep
ediyorlardı. Burjuvazinin karşı koyucu devlet
aygıtı karşısındaki davranışları, çok güçlü bir
nefretti ve diğer "devlet adamlarını" acımasızca
eleştiriyorlardı. Ve bu devrimci bakış açısı ve
kendilerince çok iyi bilinen ve işçilerin vatanının
olmadığı şeklinde belirttikleri Komünist
Manifesto'daki tez arasında su götürmez bir bağ
vardır.
Marksizmin sosyalist taklitçileri, Marx ve Engels'in
devrimci mücadelesini rafa kaldırıyorlar. Onun
yerine "gerçek patronizm" ve "gerçek devletçilik"
teorileri gibi hakim burjuvazinin sıradan patronizm
ve devletçiliğinden hiç farklı olmayan teoriler
ortaya çıktı. Böyle bir ideoloji Proletaryanın,
kapitalist devlet tröstlerinin "büyük -ulus
politikasına" katılışının organik gelişmesiydi.
Büyük savaşın başlamasından sonra burjuva devletinin
eteğine sıkı sıkıya sarılan önde gelen kapitalist
ülkelerin işçi sınıflarının, burjuva devletine
yardımda bulunmaya başlamasına şaşmamak gerekir.
Proletarya daha önceki gelişmelerle buna
hazırlanmıştır. Proletaryanın, finans kapitalin
devlet örgütüyle olan bağlantısı bunu ortaya
çıkarmıştır.
Bununla beraber, proletaryanın zımni olarak rıza
göstermesiyle veya yetersiz öfkesi nedeniyle
başlayan savaş, proletaryaya savaşın başına sardığı
belaya kıyasla emperyalist politikadan aldığı payın
bir hiç olduğunu gösterdi.
Bu yolla, emperyalizmin krizi ve Proletarya
sosyalizminin yeniden canlanışı ortaya çıktı.
Emperyalizm gerçek yüzünü Avrupa işçi sınıfına
gösterdi. Bu zamana kadar emperyalizmin sömürge-lerdekilere
barbar, yıkıcı ve savurgan davranışları vardı.
Şimdilerde ise faaliyetlerini kana susamış bir
şekilde Avrupalı emekçilere yöneltmektedir. Avrupalı
işçilerin emperyalizmin koloni politikası
nedeniyle elde ettiği bir kaç fazla kuruş,
katledilen milyonlarca işçinin, savaşın tükettiği
milyarların, pişkin militarizmin korkunç
baskılarının, hayat pahalılığı ve açlığın yanında
nedir ki!
Savaş, işçileri patronlarına bağlayan son zinciri de
kırmaktadır. Hedef, proletaryanın emperyalist
devlete köle gibi boyun eğme-sidir. Proletarya
felsefesinin son sınırı da ortadan kaldırılmaktadır,
yani ulus devlete olan dar görüşlü bağlılığı,
yurtseverliği. Emperyalizm ve emperyalist devletle
olan bağlardan sağladığı geçici avantajlar ve geçici
çıkarlar, sınıfının sürekli ve geçici çıkarları ve
silahla finans kapitalin diktatörlüğünü ortadan
kaldıran, burjuvaziye karşı yeni bir güç oluşturan
ve devlet aygıtını yok eden uluslararası
proleteryanın sosyal devrim fikriyle
karşılaştırıldığında ikinci plana düşmektedir.
Dünya ekonomisinin üretken güçlerini el pençe divan
durduran burjuva devletinin sınırlarını koruma veya
genişletme fikri yerini ulusal sınırların
kaldırılması ve tüm insanları tek bir sosyalist
aile içinde birleştirme sloganına bırakmaktadır. Bu
yolla Proletarya çok elim arayışlardan sonra,
kendini devrim yoluyla sosyalizme götürecek gerçek
çıkarlarını anlar.
|