Son Yüzyılda Dünya Ekonomisi ve Türk Dünyası
Giriş
Son 100 yıl içinde iktisadi ve teknolojik açıdan,
dünyada, bundan önceki asırlarda hayal bile
edilemeyecek derecede gelişmeler oldu. Şüphesiz bu
gelişmeler bazen durma ve hatta gerileme noktalarına
da sahne oldu. Bu değişik dönemleri sıralarsak;
- Birincisi Liberal bir iktisadi dönemin yaşandığı
1900-1913 dönemi,
- İkincisi, dünya savaşları, Büyük Ekonomik Kriz ve
otarşik (dışa kapalı ve kendi kendine yeterli)
iktisat politikalarının hüküm sürdüğü 1913-1950
dönemi,
- Üçüncüsü, uluslararası kuruluşların denetim ve
yönetiminde uluslararası ekonomik ilişkilerde
liberalleşmenin tekrar başladığı ve özellikle
Sanayileşmiş Ülkeler (SÜ'ler) için altın çağ diye
adlandırılan 1950-1973 dönemi ve
-
Nihayet, 1973'ten itibaren gerek kapitalist ve
gerekse sosyalist ülkelerde ekonomik büyüme
hızlarının yavaşladığı ve yıllık enflasyonun önce
arttığı, sonra kontrol altına alındığı 1973-1997
dönemi olup dört bölümden oluşmaktadır.
Gelişmekte Olan Ülkeler (GU'ler)
için ise ciddi manada iktisadi kalkınma
teorilerinde ikinci dünya savaşından sonra 1950'li
ve özellikle 1960'lı yıllarda çok önemli gelişmeler
oldu. Bu teorik gelişmelere paralel olarak bir çok
GÜ'de sanayileşme ve kalkınma hamlesi başlatıldı.
Bir ülkede ekonomik büyüme ve kalkınmanın hızı ve
seviyesi o ülkede uygulanmakta olan makro iktisat,
eğitim, dış ticaret ve sanayileşme politikalarına,
ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerine bağlı
olmakla birlikte, her ülke ekonomisi belli bir
dönemde dünya ekonomisindeki değişme ve
gelişmelerden de önemli ölçüde etkilenir. Bu etkiler
sadece dış ticaret yolu ile değil, sermaye
akımları, göçler, döviz kuru ve faiz politikaları,
genel iktisat politikaları, ideolojik ve teorik
gelişmeler, savaşlar, sömürge idaresinde bulunup
bulunmama ve çeşitli dış iktisadi şoklardan
kaynaklanabilir.
Bu kısa girişten sonra, 20. yüzyılın çeşitli
dönemlerindeki uygulanan iktisat politikalarını ve
ekonomik gelişmeleri gerek SÜ'ler ve dünün
sosyalist ülkeleri, gerekse GU'ler ve Türk Dünyası
açısından değerlendirmeye geçebiliriz.
1. 20. Yüzyılın İlk Yarısında Siyasî Askerî Olaylar
1900 yılına gelindiğinde Güney ve Güney Doğu Asya
ülkeleriyle Afrika ülkeleri, Batılılar tarafından
birer sömürge haline getirilmişti. Günümüzün
Hindistan, Pakistan ve Bangladeş'i İngiliz
sömürgesi, Endonezya Hollanda'nın, Filipinler
ABD'nin sömürgesi idi. Afrika'nın ise nerede ise
tamamı Batılı devletlerin sömürgesi idi. Daha önce
İspanyol ve Portekiz sömürgesi olan Latin Amerika
ülkeleri ise 1820'lerde siyasi bağımsızlıklarını
kazanmışlardı.
1900 yılından önce İngiltere irili ufaklı 38 ülkeyi
sömürgeleştirerek bu ülke dışındaki 345 milyona
hükmederek sömürgecilikte birinci sırayı, Fransa 56
milyonla ikinci sırayı, Hollanda 35 milyonla üçüncü
sırayı paylaşırken, bu ülkeleri 10.5 milyonla ABD,
9 milyonla Portekiz takip ediyordu. Ayrıca, Çarlık
Rusya'sı 16 milyon, Çin ise 17 milyonun yaşadığı ve
çoğu Türk illeri olan toprakları ülkelerine katarak
bu bölgelerde bir çeşit sömürge idaresi
uyguladılar. 1918 yılına gelindiğinde ise İtalya ve
Japonya gibi yeni sömürge imparatorlukları ortaya
çıkmış, Osmanlı Imparatorluğu'nun yıkılması ile
İtalyanlar Kuzey Afrika ülkelerini ve Habeşistan'ı
işgal etmiş, Japonlar da Kore ve Tayvan'ı sömürge
haline getirmişlerdi.
Sömürgeci devletler tarafından sömürgelerin, bir
hammadde deposu olarak kullanılması sonucu bu
ülkelerin, sanayileşmelerini başlatabilmeleri için
bağımsız bir dış ticaret politikası uygulamaları
mümkün değildi. Bu dönemde kapitülasyonlardan dolayı
Osmanlı İmparatorluğu da benzer durumda idi.
Ayrıca, Çin'in gümrük gelirlerine de dış güçler
tarafından el konuluyordu.
20. asrın ilk yarısında bir yandan birçok ülkenin
iktisadi hayatını ve nüfus yapılarını tahrip eden,
öte yandan dünya çapında teknolojinin gelişmesine
yol açan iki dünya savaşı yaşandı. Nitekim, Birinci
Dünya Savaşı (BDS) sırasında 9 milyon kişi, 1917 Rus
ihtilâlinde de 10 milyon kişi, salgın hastalıklar
yüzünden de 6 milyon kişi olmak üzere toplam 25
milyon insan ölmüş veya öldürülmüştür. İkinci Dünya
Savaşı ise Avrupa'da 42 milyon, Asya'da 10 milyon
olmak üzere toplam 52 milyon kişinin ölümüne yol
açmıştır, ilaveten bu iki savaş döneminde
milyarlarca dolarlık fabrika, mesken, yol ve baraj
gibi altyapı tesisleri yerle bir olmuştur.
Nitekim, BDS'den sonra ABD ve Batı Avrupa'da ortaya
çıkan kitlesel üretimin (mass production) bu
ülkelerdeki çalışan kesimin hayat standardının
(ücret seviyesinin) çok düşük olmasından dolayı
tüketilememesi 1929-1932 döneminde dünya çapında
büyük bir iktisadi krizin (great depression)
doğmasına yol açtı.
Bu durumdan ders alan Batılı ülkeler 1930'ların
başlarında bir yandan işçi kesiminin hayat
standardını yükseltip üretimin istikrarlı bir
şekilde tü-ketilebilmesi için işçilerin
sendikalaşmasını, öte yandan tekellerin ve oligo-pollerin
aşırı fiyatlarla mal satmalarını engellemek ve
haksız rekabeti önlemek için Anti-Tekel
Kanunlarını, daha sonra da Tüketiciyi Koruma
Kanunu'nu yürürlüğe koydular ve bu kanunları değişen
iç ve dış ekonomik şartlara göre sık sık revize
ettiler.
İkinci Dünya Savaşından sonra ise bir yandan BM'nin
kurulması ile dünya savaşlarının sona ermesi, IMF,
Dünya Bankası ve GATT gibi uluslararası
kuruluşların ortaya çıkması ile bir taraftan dünya
çapında kademeli bir iktisadi liberalleşme
hareketinin tekrar başlaması, öte yandan zengin ve
fakir ülkeler arasında iktisadi işbirliği
imkanlarının artması ile insanlık alemi yeni ve
değişik iktisat politikalarının uygulanabildiği ve
iktisadi kalkınma hızlarının hızla arttığı bir
döneme girdi.
2. İktisat Politikalarında Değişmeler
a) 1900-1913 Dönemi
20. asrın ilk yılları olan 1900-1913 dönemi bugünkü
OECD ülkeleri (Batı Avrupa, ABD, Japonya,
Avustralya, Yeni Zelanda ve Türkiye) için
liberalizm ilkelerine uygun bir dünya düzeni içinde
(Türkiye hariç) istikrarlı bir büyüme ve refah
düzeyinin hızla arttığı bir dönemdir. Esasen bu
parlak dönem 1820'lerde başlamış ve 1870'lerden
itibaren de giderek hızlanmıştır. Çünkü,
1870'lerden itibaren uluslararası sermaye
akımlarında ve uluslararası göç hareketlerinde tam
serbesti, dış ödemelerde de altın standardı ve sabit
kur sistemi altın çağını yaşamağa başladı ve bu
durum 1913 yılına kadar sürdü.
Buna rağmen, Fransa ve Almanya özellikle tarım
sektörünü korumak için sırasıyla %16 ve %12'lik
tarifeler uygularken, Batılılar başta Çin, Mısır,
İran, Tayland ve Osmanlı İmparatorluğu'na serbest
ticareti empoze etmişlerdi. Japonya 1911 yılında
maksimum %5 tarife anlaşmasını reddederek bu oranı
%10-15 dolayına çıkardı. Bu dönemin en koruyucu
ülkeleri ABD, Rusya ve Latin Amerika ülkeleri idi.
İlaveten bu dönemde gerek Batı Avrupa ülkeleri ve
ABD, gerekse Japonya eğitime büyük ağırlık verdi.
Japonya, eğitimde yaptığı muazzam yatırımlara
ilaveten, kurumlarını da batılılaştırmasıyla ve
sanayiinin gelişmesinde devletin aktif
müdahaleleriyle diğer Asya ülkelerinden daha önce
istikrarlı ve yüksek seviyede bir iktisadi büyüme
trendini yakalayarak, özellikle 20. asrın ikinci
yarısında, bir sanayi devi olarak dünyadaki yerini
aldı. Bu dönemde ve takip eden dönemde ABD'nin
insan kapitaline (eğitime), endüstriyel
araştırma ve geliştirme faaliyetlerine verdiği önem
Batılı ülkelerden ve Japonya'dan da daha önde idi.
Onun için ABD daha 1950'lere gelmeden dünyanın süper
gücü olarak ortaya çıktı.
Günümüzün GU'lerinin çoğu ise 1910-1913 dönemi ile
1913-1945 dönemlerinde sömürge durumunda oldukları
için onların iktisadi gelişme hamleleri ancak
2.Dünya Savaşından sonra başlatılabildi.
b) 1913-1950 Dönemi
Büyük İktisadi Kriz'in 1929
yılında patlak vermesiyle birlikte, bütün batılı
ülkelerde dış ticarette serbesti yerine ithalat
yasakları, yüksek gümrük duvarları ve yabancı
sermaye akımlarında ortaya çıkan gerilemeler
sonucu, dünya dış ticaret hacminin azalmasına
yol açmış, neticede hem GU'lerde ve hem de SU'lerde,
içe dönük otarşik bir iktisat politikalarının
uygulanması zorunlu hale gelmiş olduğu için, bu
dönem büyük bir iktisadi durgunluk içinde geçmiştir.
Öyle ki, 1950 yılına gelindiğinde yabancı sermaye
akımları 1900 yılının yarısı düzeyinde idi. Oysa bu
akımlar ve özellikle Direkt Yabancı Sermaye
Yatırımları (DYS) dönemin daha az gelişmiş
ülkelerinin yatırım ve üretim kapasitelerini
artırmakta, modern teknoloji transferini sağlamakta
ve geçici olarak da olsa dış ödeme açıklarının
giderilmesine önemli katkılar yapmaktaydı.
1913-1950 döneminde iki dünya savaşı yaşanmış
olmasının en önemli sonucu, dünyada iktisadi ve
siyasi dengelerin altüst edilmiş olması, ABD'nin ve
Japonya'nın ekonomik gücünün daha da artması ve
ABD'nin dünyanın en güçlü süper gücü durumuna terfi
etmesidir.
Birinci Dünya Savaşına katılan ülkelerde yatırım ve
üretimde devletin payı artmış, iç ve dış parasal ve
mali disiplin ortadan kalktığı için bir yandan
enflasyonist ortama girilmiş, öte yandan rekabetçi
devalüasyonlar dönemi başlamış, böylece sabit kur
sistemi ve altın standardı son bulmuştur. 1920'lerin
ilk yarısında altın standardına tekrar geçilmesi ve
sabit kur uygulamasına geçilmesi için verilen
çabalar ise büyük iktisadi krizle birlikte son
buldu.
Avrupa'da ilk savaşın yol açtığı tahribatlar
ve dış varlıklarında uğradığı kayıplar sebebiyle
Avrupa'nın büyük ve sömürgeci devletleri
güçlerinden çok şey kaybetmiş, Avusturya, Osmanlı
İmparatorlukları ile Almanya yıkılmış, Rus
İmparatorluğu da yıkılmış ise de yerine ilk
sosyalist ekonomi olan Sovyetler Birliği (SB)
kurulmuştur. Bu yeni imparatorluk sadece kendini
değil, Baltık ülkeleri ile Orta ve Doğu Avrupa
ülkeleri ile Balkan ülkelerinin çoğunu hür dünyanın
iktisadi ve siyasi ilişkilerden büyük ölçüde ayırmış
oldu.
Diğer taraftan, iki savaş arasında, Fransa ve
Almanya borç veren ülke yerine borç alan ülke
durumuna düşmüş, İngiltere'nin borç verme
kapasitesi gerilemiş, neticede ABD daha 1920'lerden
itibaren finansal güç ve merkez olarak birinciliğe
yükselmiş, ikinci savaştan sonra da dünyanın siyasi
liderliğine oturmuştur.
1929-1932 döneminde OECD ülkelerinde ithalat hacmi
%25 düşmüş, uluslararası sermaye piyasası çökmüş,
altın standardı terk edilmiş, dünya fiyatlarındaki
%50'lik düşüş ve negatif iktisadi büyümenin bir
sonucu olarak bu ülkelerde her dört kişiden birinin
işsiz kalması büyük bir iktisadi ve sosyal kaos
yaratmıştır. Bu dönemde bu ülkelerde yatırım ve
üretimde aşırı ve geçici devlet müdahaleleri de
krizin atlatılmasına yetmedi. 1938 yılına
gelindiğinde Batı Avrupa ve ABD'de GSYİH 1929 yılı
seviyesinin sadece %6 üzerine çıkabilmişti. İkinci
Dünya Savaşının patlak vermesi ile bu müspet gelişme
de son buldu. Ayrıca, bu kriz döneminde çok ağır
savaş tazminatını ödeyebilmek için Almanya'nın
katlanmak zorunda olduğu iktisadi sıkıntılar, Alman
milleti galip devletlere tepki olarak, Hitler'i
iktidara getirmiş ve 2. Dünya Savaşı'nın patlak
vermesine yol açmıştır.
c) 1950-1973 Dönemi
Bu iki savaşın getirdiği felaketlerden ders alan
batılı ülkeler daha İkinci Dünya Savaşı bitmeden,
ABD'nin öncülüğünde, dünyanın iktisadi ve siyasi
düzeninin bir daha bozulmaması için harekete
geçerek, savaş sonrasında daha önce bahsettiğimiz
iktisadi, siyasi ve mali kuruluşları kurdular.
İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar sömürgeciliğin
birçok GÜ'de sürmesi bu ülkelerde modern sanayi
sektörünün kurulmasını engelledi. Bu savaşın sona
ermesi ile sömürgeciliğin büyük ölçüde son bulması
bir çok ülkenin sanayileşme stratejisi olarak önce
ithal ikamesinin, bazı GÜ'lerde de, 1960'lardan
itibaren de dışa (ihracata) dönük stratejinin
uygulanmasına fırsat verdi.
Geçmişte İngiltere ve son zamanlarda Hong Kong
hariç, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin tamamı
iktisadi kalkınmalarının başlangıcında ithal
ikamesi politikaları uygulamışlardır. Ancak ithal
ikamesi politikalarının dozu, süresi ve dışa dönük
kalkınma veya sanayileşme stratejilerinin
başlatılması için harcanan zaman ülkeden ülkeye
farklılıklar göstermiştir. Neticede, birçok ülke
benzer yeraltı ve yerüstü zenginliklerine, benzer
rejimlere ve benzer büyüklüğe sahip oldukları
halde, uygulamaya koydukları bu farklı sanayileşme
stratejilerinden dolayı iktisadi kalkınmada değişik
başarılar elde etmişlerdir.
1950-1973 dönemi özellikle SÜ'ler, Japonya ve G.
Kore gibi bazı ülkeler için bir altın çağ
niteliğindedir. Bu dönemde büyüme hızının istikrarlı
ve yüksek seviyede seyretmesinin başlıca
etkenlerinden en önemlisi, amaçları açıkça belli
olan ve rasyonel davranış kurallarına sahip ve
uluslararası dayanışmayı sağlayan bir düzenin
varlığıdır.
Diğer etken ise Kuzey-Güney ilişkilerinde savaş
öncesi sömürge vesayeti durumundan yeni
bağımsızlığa kavuşmuş ülkelerin iktisadi
kalkınmalarını teşvik eden yeni bir dünya düzeninin
kurulmasıdır. Bu dönem GÜ'lere dış ticaret de,
mukayeseli üstünlüklerine göre uzmanlaşabilmele-rine
büyük fırsatlar sunmuş, yabancı sermaye ve
teknolojiye daha kolay ulaşma fırsatları ortaya
çıkmıştır. Meselâ, 1950'den 1985'e yabancı sermaye
artışları yıllık %9'luk bir artışla, kümülatif
olarak 47 milyar dolardan 944 milyar dolara
ulaşmıştır.
Bu dönemde bir yandan iktisadi kalkınma teorilerinde
önemli gelişmeler olmuş, öte yandan Keynes'in aktif
mali politikalar ve tam istihdam hedefleri
akademik, politik ve bürokratik çevrelerce
desteklenmiş ve uygulama alanı bulmuştur.
Altın çağın en önemli neticelerinden biri de, toplam
üretimde (GSYİH'da) devlet harcamalarının OECD
ülkelerinde 1950'de %27'den 1973'te %37'ye
yükselmesidir. Bu durum ise dönem sonunda SÜ'lerin
bile enflasyona duyarlı bir hale gelmesine yol
açmıştır.
Ekonomide devletin payının hem SÜ'lerde ve hem de
GÜ'lerde hızla artmasına yol açan başlıca faktörler
ise sosyal güvenlik, eğitim, sağlık
harcamalarındaki hızlı artış ve GÜ'lerde yol, baraj
gibi altyapı yatırımlarının sadece devletçe
üstlenilmesi ve ayrıca doğrudan verimli yatırımlarda
da devletin devreye girmesidir.
Neticede bütün ülkelerde toplam istihdamda kamunun
payı artmış, ülkelerin sanayileşme derecelerine
paralel olarak ekonomide tarımın payı %5-10
seviyelerine gerilemiş, sanayi sektörünün payı ise
önce artmış sonra biraz azalmış, hizmet sektörünün
payı ise gitgide artarak % 60-70 dolayına
fırlamıştır.
d) 1973-1995 Dönemi
Bu dönemde, Uzak Doğu ülkeleri hariç, hem SÜ'lerde
ve hem de sosyalist ülkelerde iktisadi büyüme düşme
eğilimine yıllık enflasyon hızları da yükselme
seyrine girmiştir. Büyümedeki gerilemeye ve
enflasyondaki sıçramaya 1974'teki birinci petrol
şoku ile 1979-1980 deki ikinci petrol şokunun yol
açtığı öne sürüldü ise de sonradan bu görüşün
yeterli ve gerçekçi olmadığı ortaya çıkmıştır.
Çünkü, birinci petrol şokundan önce de OECD
ülkelerinde enflasyon hızı 1973'te %10'a çıkmıştı.
Sanayileşmiş Ülkelerin standartlarına göre bu oran
çok yüksektir. Dünya ölçeğinde 1970'lerde hızlanan
enflasyonun sebepleri arasında, sabit kur sistemine
dayanan Bretton VVoods sisteminin 1971'de çökmesi
ile, dalgalı kur ve dalgalı faiz politikasının
başlamasına ilaveten, en önemlisi de ekonomilerin
büyük çoğunluğunda devletin payının artmış
olmasıdır. Petrol fiyatları artışı ise bu
enflasyonist süreci sadece hızlandırmıştır.
Büyümenin yavaşlamasındaki önemli bir sebep ise
ekonomi politikası konusunda iktisadi istikrarın ve
dolayısıyla fiyat istikrarının sürekli olarak
sağlanması ihtiyacının tam istihdam hedefinin önüne
geçmesidir. Çünkü, enflasyonun gelir dağılımını
bozduğu, iktisadi büyümeyi dalgalandırdığı ve sadece
ekonomik bozulmaya değil, aynı zamanda çok büyük
sosyal ve ahlaki tahribata yol açtığı iyice
anlaşılmıştır.
Büyüme hızının düşmesinin diğer bir sebebi de, yine
ekonomilerde kamu kesiminin payının artması ile her
ekonomide verimliliğin düşmesidir. Teknik tabirle,
kamu payının arttığı ülkelerde Phillips Eğrisi sağa
kaymış, enflasyonu kontrol etmenin alternatif
maliyeti olan büyümenin yavaşlaması ve işsizliğin
artması bedeli daha da artmıştır.
Nitekim, 1950-1973 döneminde SU'lerde ortalama
yıllık verimlilik artışı % 4.5 iken, bu oran
1973-1995 döneminde % 2'nin altına düşmüştür. Bu
asrın ilk yarısında % 1.9 olan bu oranın 1950-1973
döneminde hızla yükselmesinin en önemli
sebeplerinden birisi SU ekonomilerinde daha düşük
verimle çalışan tarımın payının hızla düşmesi ve
sanayiin payının da hızla artmasıdır. Ancak bu
değişme bir defalık hızlı bir verim artışına sebep
olmuştur. 1973'ten günümüze de ekonomilerde servis
sektörünün payı giderek artmış ve sanayiin payı
gerilemeye yüz tutmuştur.
Bilindiği gibi, hizmet sektöründeki verimlilik
artışı sanayi sektörüne göre daha zor
sağlanmaktadır. Son yıllarda hizmetler sektöründe
teknolojik gelişmelerin nerede ise sınırına gelmiş
olması SU'lerde verimlilik artışını frenleyerek
büyüme hızlarının düşük seviyelerde seyretmesine yol
açan diğer önemli faktördür. (Ancak, son 10 yıl
içinde ortaya çıkan hızlı teknolojik gelişmeler
hizmet sektöründeki verim artışına da önemli
katkılarda bulunmaktadır)
SÜ'lerde enflasyonla mücadelenin tam istihdam hedefi
yerine geçmesi, özellikle 1990'lı yıllarda büyüme
hızlarının 1-2 dolayında seyretmesine, işsizlik
oranlarının da % 10 dolayına yükselmesine yol
açmıştır. SU'lerde 1980'li yılların ortasında % 5
dolayına çekilmiş olan yıllık enflasyon hızları, son
iki yıldır %2 dolayına indirilmiştir.
1973-1996 döneminin ilk yarısında
petrol ithal eden birçok ülke dış borç batağına
girdiği için, bazı Latin Amerika ülkeleri olmak
üzere, bir çok GÜ'de büyük iktisadi sıkıntılar
ortaya çıkmıştır. Petrol fiyatlarındaki hızlı artış
bu ülkelerin Ödemeler Dengesi açıklarını büyüttüğü
gibi, petrol fiyatları artışına paralel olarak
makine ve teçhizat fiyatlarındaki sıçramalar da,
ithal enflasyonunun da etkisi ile, bir çok GÜ'de
yıllık enflasyon hızlarında üç-dört hanelik
rakamların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
1990*lı yıllarda tutarlı ve sıkı para-maliye
politikaları ile birlikte özelleştirmeye hız vererek
kamu paylarını en düşük düzeye indirebilen
Brezilya, Şili ve Arjantin gibi Latin Amerika
ülkelerinde yıllık dört haneli enflasyon hızları
önce % 100'ler dolayına ve iki haneli rakamlara,
1996 ve 1997 yıllarında da %5 dolayına
indirilmiştir.
Bu ülkelerdeki büyüme hızları ise, uyguladıkları
iktisat politikalarına ve sanayileşme
stratejilerine göre dalgalı bir seyir takip
etmiştir.
Kaynak: Prof. Dr. Emin Çarıkcı
|