Ege Sorunu
Kâmuran Gürün
"Ege sorunu", Türkiye ile Yunanistan arasında,
halledilemeyip askıda kalmış çeşitli
anlaşmazlıkların bir araya gelerek yarattıkları,
zaman zaman küllenen, zaman zaman da alevlenen
krizleri tanımlayan bir deyimdir.
Devletler arası ilişkilerde çok kere, gerçek manası
ancak mucitlerince bilinen, buna karşılık konunun
dışındakilerin çok kere yanlış değerlendirdikleri
buna benzer deyimler bulunmaktadır. Meselâ bunlardan
birisi de, özellikle Batı aleminin tekrar edegeldiği,
"tarihî Türk-Yunan düşmanlığı" ibaresidir.
Gerçekten pek çok Devlet, Türkiye ile Yunanistan'ı
tarihî iki düşman ülke olarak kabul eder. Bu
düşmanlığın başlangıcını ise İstanbul'un fethine,
hatta daha da evvellere indirir.
İbare kimin icadıdır. Yunanistan'ın mı, yoksa
grekofil bir başka ülkenin mi, doğmsu bilmiyorum.
Ama bildiğim, Türkiye ve Türk milleti açısından ne
tarih, ne de düşmanlık, ikisinin de doğru
olmadığıdır.
Bugünkü Yunanistan ile, Osmanlıların fethettiği
Bizans arasındaki ilgiyi, ilişkiyi, Bizans'ın
"Kadim Grekya"nın değil, Roma İmparatorluğunun
devamı olduğunu izaha girişecek değilim. Sadece
şunu söylemek isterim : 1453 yılında Türklerle
Yunanlılar arasında bir düşmanlığın başladığını
yazan tek bir tarihçi veya tek bir tarih kitabı
yoktur. Zira o tarihte Yunanistan diye bir ülke
mevcut değildi. Osmanlıların İstanbul'u
fethettikleri tarihte, Bizans'ın yani Şarkî Roma
İmparatorluğu'nun tarihî toprakları üzerinde
sayısız devletçikler ortaya çıkmıştı, ama bunlardan
hiç birisinin adı "Grece" değildi.
Yunanistan bağımsızlık mücadelesini 1820'de
başlattı. Bu mücadelenin, daha doğrusu mücadele
düşüncesinin, bugünkü Yunan topraklarında değil de,
Rusya'da filizlenmiş oluşu da tabiî enteresandır.
Ama bunun üzerinde de durmayalım. Osmanlı
İmparatorluğu bünyesinde yaşarken, Macaristan'dan
Ye-men'e kadar pek çok millet bağımsızlık
mücadelesine girişmiş ve başarıya ulaşmıştır. Bugün
Türkiye ile bunların hiç birisi arasında tarihî bir
düşmanlıktan bahsedilmezken, neden Yunanistan ile
Türkiye arasında tarihî bir düşmanlık olacakmış?
Bunun izahı yoktur.
Yunanistan ile bağımsızlığını kazandıktan sonra,
Millî Mücadeleye kadar, 2 savaş olmuştur. Bu
savaşların tarihî düşmanlığı doğurduğu da
düşünülemez. Kendisiyle çok daha fazla savaş
yapılmış olmasına rağmen bir Türk-Avusturya tarihî
düşmanlığından bahsedene hiç rastlanmamıştır.
Tarihi Türk-Yunan düşmanlığı tamamen yakıştırma bir
icattır. Yukarıda da belirttiğim gibi, mucidi
kimdir bilemem, belki Yunanlıların kendileridir,
ama her halde bu fikri benimsemiş ve hatta savunur
göründükleri ve bundan istifadeye çalıştıkları bir
vakıadır.
Buna karşılık kesinlikle söylenebilecek bir husus,
Türkiye'de tarihî ve kökleşmiş bir Yunan
düşmanlığının bulunmadığıdır. Bugün belki Türkiye'de
de Yunanlıları düşman olarak görenler vardır. Ama
aktüel olan bu hisler, ilhamını tarihten değil,
günün şartlarından almaktadır. Zaten itiraf etmemiz
gerekir; Türkiye'de tarih bilen kaç kişi vardır ki?
Yunanistan ile ilişkilerin en kötü olduğu dönem
tabiî Millî Mücadele yıllarıdır. Yunanlılar bu
savaşta İtilâf Devletlerinin ve özellikle
İngiltere'nin kendilerini kullandıklarını söylerler.
Doğrudur, ama kullanılmak için istida verdiklerini
de kabul etmek gerekir.
Savaş bittikten ve Lozan imzalandıktan sonra
Türkiye'nin, daha doğrusu Atatürk'ün politikası,
Yunanistan ile ilişkileri normalleştirmek ve
yakınlaştırmak olmuştur. Onu takip edenler, İnönü ve
diğerleri aynı politikaya titizlikle sadık
kalmışlardır.
Atina'da Büyükelçi olarak vazife gördüğüm sürece,
Bakanlığa yazdığım raporlarımda hemen hemen aynı
düşünceyi defalarca işle-mişimdir. İki ülke
arasındaki ilişkilerin pürüzsüz ve samimî olması
halinde, bundan her iki ülkenin de büyük fayda
göreceklerini, bu ilişkiler kriz havasında olursa
bunun her iki ülkenin de zararına olacağını, buna
karşılık başka bazı ülkelerin bundan
yararlanabileceğini yazmışımdır. Bu konuyu,
hatıratımın "Bükreş-Paris-Atina" isimli ikinci
cildinde ayrıntılarıyla anlattım.
Bu kanaatimi bugün de muhafaza etmekteyim.
Türk-Yunan ilişkileri 2'nci Cihan Harbi başlarken bu
istenen ideal düzeye gelmişti. Eğer harp çıkmasaydı,
o düzeyde daha bir 10-20 sene yaşanabilseydi, belki
bu işbirliği ve yakınlık her iki milletin her
zümresine ve bütün kadrolarına yüzde yüz mal olmuş
ve kökleşerek artık değişmez bir duruma ulaşmış
olabilirdi.
Bu olumlu gelişmeyi savaş durdurmuş, ama ilişkilerin
gittikçe bozularak bugünkü hale gelmesinin sebebi
Kıbrıs olmuştur.
Dış politikada başarı, ileriyi görmek ve olaylar
ortaya çıkmadan gereken tedbirleri almış olmakla
mümkündür. Bunu söylemek kolay da, uygulamak o
derece kolay değildir.
Bazen basiretsizlik, ama çoğunlukla başka
zorunlukların tesiriyle, çıkması muhtemel olaylar
devletleri hazırlıksız yakalayabilir. Bu takdirde
dış politikada, sürüklenme diyebileceğimiz bir
gelişmeyle karşılaşırız. Kontrol altına alınamayan
olaylar, devletleri istemedik- leri maceralara
sürükler götürürler.
Kıbrıs, gerek Türkiye'yi, gerek Yunanistan'ı
hazırlıksız yakalamıştı. Ada'da Enosis cereyanmın
alenen açığa çıktığı 1947 yılında,
Yunanistan bir iç harbin felâketini yaşıyor,
Türkiye ise Rusya'nın şiddetli baskısı altında
bunalıyordu.
Kıbrıs soaınu her iki ülkede de, Hükümetler
arasında değil, iki ülke basını arasında bir polemik
şeklinde patlak vererek kamu oylarını harekete
geçirmiştir.
O tarihlerde NATO'ya girme çabalarını sürdüren her
iki ülke de, aralarında bir sorun yaratıp Teşkilata
katılmayı tehlikeye sokmamak için, bu konunun
dışında kalmaya çalışmışlar, 1952'de NATO'ya
girildikten sonra, artık kamu oylarını frenlemek
imkânını kaybetmiş olduklarından, kontrol
edemedikleri olayların arkasından
sürüklenmişlerdir.
Gerçekten, Yunan basınının Kıbrıs'ı dillerine
dolayışı 1947 Aralığında, Türk gazetelerinde
"Kıbrıs Yunan olamaz" yazılarının görülmeye
başlanışı ise 1948 Ocağındadır.
Buna karşılık, Kıbrıs'ın Yunan olduğunu ilk
söyleyen Yunanlı politikacı, Papagos Hükümetinin
Dışişleri Bakanı Stefanopou-los'un bu konuşmayı
yaptığı tarih 1953 Mayısıdır. Başbakan Menderes'in,
Kıbrıs'ı yalnız bırakmayız deyişi ise daha da
sonradır.
Hükümetler konuya dahil olana kadar Yunanistan'da 5
yıl, Türkiye'de daha fazla bir süre geçmiş, zaten
ondan sonra da iş işten geçmiştir. Her ikisi de
demokratik bir sistemde yaşayan iki ülkenin
Hükümetleri, alevlenmiş olan halkın hissiyatını
derhal durdurmak mümkün olmadığından, bu hissiyatı
benimsemek zorunda kalmışlardır. Yani sürüklenme
süreci başlamıştır.
Kıbrıs meselesini içinden çıkılmaz hale getiren ne
Yunan, ne de Türk Hükümetleridir. Bu olayın iki baş
aktörü Başpiskopos Makari-os ile General Grivas'dır.
Onlara hareket serbestisi vermiş olan İngiltere'nin
de, bugünkü durumdan bir sorumluluk hissesi
bulunduğunu söylemek hatalı olmaz.
Makarios'un Kıbrıs Başpiskoposluğuna seçildiği 20
Ekim 1950 tarihini meşum bir dönüm noktası olarak
kabul edebiliriz.
Alman işgali süresince Atina'daki evinde oturan, ne
direnişe katılanı ne de Mısır'daki
Yunan ordusuna iltihakı düşünen, ancak işgal sona
erince kurduğu bir çete ile komünistlere tarsı
mücadeleye girişen Generel Grivas'ın Ada'ya gelip
Makarios'la buluştuğu 1951 yılı da ikinci bir dönüm
noktasıdır.
Kıbns kazanının fokur fokur kaynamağa başladığı bu
tarihlerde Yunanistan'da Hükümetler birbirini takip
ediyor (1950-52 arasında 6 Hükümet), Türkiye'de
Demokrat Parti iktidarı alarak partiler arası
mücadele başlıyor ve her iki ülke de NATO'ya
girmekten başka bir işle uğraşamıyordu.
Her iki Hükümet, kendilerini Kıbrıs so-rununun
içinde bulduktan sonra, sürüklenişi kesin olarak
durduramamakla beraber, Maka-rios ve Grivas'a
rağmen, makul bir çözüm bulabilmek için gayret
sarfetmekten geri kalmamışlar ve bu sayede Zürich-Londra
mutabakatına varılabilmiştir.
Eğer Kıbrıs'ın Cumhurbaşkanı, bir kilise adamı olan
Makarios'un yerine, bir politikacı olsaydı, büyük
ihtimalle 1960'dan sonra Enosis cereyanı sona
erebilirdi. Zira Kıbrıs'lı hiç bir politikacı,
Enosis'den sonra Yunanistan'da kendisini parlak bir
istikbal bekleyeceğini düşünebilecek kadar saf
değildir.
Makarios ise, Başpiskopos Damaski-nos'un savaştan
sonra Kral naibi olduğu şekilde, Yunan
politikasının başına geçebileceği hayaliyle yaşayan
bir kişiydi. Ancak bu hayal sona erdikten sonradır
ki Ada'daki Türkleri rahat bırakıp, kendi mevkiinin
korunmasının derdine düşebilmiştir. Ama o tarihten
sonra, o da, olayların kontrolünü artık elinden
kaçırdığından sürüklenmeye başlamıştır.
Bu iki baş aktörün dışında, konunun büsbütün içinden
çıkılmaz hale gelmesine sebebiyet veren, George
Papandreu gibi politikacılar, Ionides gibi askerler
de vardır, ama Makarios ve Grivas faktörleri olmasa,
bunların yaratabileceği zarar kabili ihmal olurdu ve
hatta bunların sahnede ön plana çıkmaları bile
mümkün olmayabilirdi.
Olan oldu. Kıbrıs sorunu, iki ülke arasında en ufak
anlaşmazlıkları ciddî ve çözülmez sorunlar haline
getirerek bugüne geldi.
Halen Türk-Yunan anlaşmazlıkları, yani Ege sorunu
dediğimizde karşımızda, azınlıklar, adaların
silahlandırılması, kara suları, 6/10 mil hava
sahası, FIR, Kıta sahanlığı gibi konuları
buluyoruz. Çoğu sun'îdir. Bunlara yenilerinin
eklenmesi de her zaman ihtimal dahilindedir. Buna
karşılık hiç birisinin yakın zamanda çözüleceğini
düşünmek ise mümkün görülmüyor.
Ne yapılabilir, ne yapmalıyız, gelin beraber
düşünelim.
Kendi hesabıma tek bir çıkış yolu düşünebiliyorum.
O da, her iki ülkede de, samimî bir dostluk ve yakın
bir işbirliği içinde yaşamanın, ülkelerin millî
menfaatlerinin gereği olduğu düşüncesinin zihinlere
yerleşmesidir. 1930'lu yıllardaki ilişkilerin iki
ülkenin hiç birisine zarar vermediğinin, tam
aksine, üçüncü devletlerle münasebetlerinde onlara
daha fazla bir ağırlık sağladığının yeniden
hatırlanmaya başlanmasıdır.
Bugün bunun tam aksi yapılıyor.
Türkiye'nin halen, hem Yunanistan dışındaki başka
ülkelerle, hem kendi içinde çeşitli problemleri
var. Yunanistan, bu problemleri daha zorlaştırarak
ve Türkiye'yi daha fazla sıkıntıya sokarak, kendi
millî menfaatlerini koruyacağı gibi yanlış ve hatta
tehlikeli bir düşünüşe saplanmış görünüyor. Bunu
yaparken, gerek Alman işgalinde iken, gerek iç harp
felâketini yaşarken, Türkiye'nin hiç olmazsa manen,
hep Yunanistan'ın yanında ve imkanları ölçüsünde
ona yardımcı olduğunu, hiç bir şekilde Yunanistan'ın
bütünlüğüne ve Yunan milletine karşı yürütülen
faaliyetleri desteklemeyi aklından bile
geçirmediğini tamamen unutuyor.
Yunanistan aynı derecede önemli bir hususu daha
unutuyor. Bugün Yunanistan'ın da, bir kısmı
aleniyete çıkmış, bir kısmı küllen-miş ama tamamen
ortadan kalkmamış, çeşitli iç ve dış problemleri
vardır. Türkiye, bugüne kadar bunları Yunanistan
aleyhinde istismar etmeyi düşünmemiştir ve
düşünmemektedir. Ayrıca Türkiye kendi iç ve dış
problemlerini, genel politikasını yeniden gözden
geçirerek
halledebilmek imkânına sahiptir. Yunanistan'ın dış
problemleri ise, çok defa arazi sorunlarıyla
ilişkili olduğundan, nihaî şekilde çözümlenmeleri
çok daha zor ve hatta imkânsızdır. 1930'lu yıllarda
Yunanistanı, Türkiye ile yakınlaşmaya sevkeden
hususlar aynı problemlerdi.
Bu tarihî gerçekler göz ardı edilerek, günlük
politikalarla, başarı gibi gözüken ama aslında
ağacın kökünü kurutan davranışlarla ilişkilerin
düzelebileceğini düşünmek mantık dışıdır.
Aslında tamamen bir uydurmaca olan "tarihî
Türk-Yunan düşmanlığı" sloganı gerisinde git gide
yer etmeğe başlayan bir "müstakbel Türk-Yunan
düşmanlığı"nın tohumları atılıyor.
Cidden çok yazık oluyor.
Bu yazımda bugün mevcut anlaşmazlıkların nasıl
halledilebileceği konusuna kasden değinmemekteyim.
Zira bir konuyu halletmek niyeti mevcut değilse,
istendiği kadar formül ortaya atılsın, hepsinin şu
veya bu sebeple geri çevrileceği aşikârdır. Bugüne
kadar yaşanan da budur.
Misal mi isteniyor. İşte Kıbrıs : Bir an için 1974
yılına gelinceye kadar Türk toplumunun ileri
sürdüğü ve her defasında adeta nefretle reddeciilen
öneriler hatırlansın. Neden hiç birisi kabul
edilmedi? Çünkü anlaşma niyeti yoktu. Bütün bu
teklifler reddedile reddedile, Enosis fikri
zihinlerden çıkarılamayarak 1974 yılına gelindi.
İşte en tipiklerinden bir başka misal :
1974 Cenevre Konferansında kantonal sistemi kabul
etmeyen, Yunanistan Dışişleri Bakanı M. Mavros, 1975
yılında, artık kantonal sistemden bahsedilemeyecek
bir duruma gelindikten sonra, Kıbrıs sorununun
yegâne çözüm yolunun kantonal sistem olduğunu
söylemekteydi. Kimse çıkıp da bu düşünceyi bir sene
evvel neden kabul etmediğini sormadı.
Misalleri Kıbrıs'tan verişimin de sebebi var. Kıbrıs
sorunu halledilmedikçe Türk-Yunan anlaşmazlık
konularının ele alınabileceğini kendi hesabıma
artık düşünemiyorum. 1973 Ionides darbesine kadar bu
mümkündü. O günden sonra bu olanak ortadan
kalkmıştır.
Bu yazımı çok karamsar ve ümitsiz gibi
değerlendirmemek lâzımdır. Zira ben her şeye rağmen,
bir gün mantığın hislere galebe çalacağına hâlâ
inanıyorum. Yukarıda belirttiğim şekilde, iki
memleketin samimî ve yakın işbirliği içinde
yaşamalarının millî menfaatlerinin gereği olduğuna
kanî ve karşılıklı tavizlerle varılacak bir
uzlaşmayı, zafer veya yenilgi diye tanımlamaya
kalkışacak olanlara cesaretle göğüs gerebilecek
liderlerin ortaya çıkacağı ümidini muhafaza
ediyorum.
Bu gerçekleşemeyecek bir hayal değildir, yeter ki
cehlin verdiği cesaretten kurtulun-sun.
|