Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Ege Sorunu 

Kâmuran Gürün 

"Ege sorunu", Türkiye ile Yunanistan arasında, halledilemeyip askıda kalmış çeşitli anlaşmazlıkların bir araya gelerek yarattıkları, zaman zaman küllenen, zaman zaman da alevlenen krizleri tanımlayan bir deyimdir. 

Devletler arası ilişkilerde çok kere, ger­çek manası ancak mucitlerince bilinen, buna karşılık konunun dışındakilerin çok kere yan­lış değerlendirdikleri buna benzer deyimler bulunmaktadır. Meselâ bunlardan birisi de, özellikle Batı aleminin tekrar edegeldiği, "ta­rihî Türk-Yunan düşmanlığı" ibaresidir. 

Gerçekten pek çok Devlet, Türkiye ile Yunanistan'ı tarihî iki düşman ülke olarak ka­bul eder. Bu düşmanlığın başlangıcını ise İs­tanbul'un fethine, hatta daha da evvellere indi­rir. 

İbare kimin icadıdır. Yunanistan'ın mı, yoksa grekofil bir başka ülkenin mi, doğmsu bilmiyorum. Ama bildiğim, Türkiye ve Türk milleti açısından ne tarih, ne de düşmanlık, ikisinin de doğru olmadığıdır. 

Bugünkü Yunanistan ile, Osmanlıların fethettiği Bizans arasındaki ilgiyi, ilişkiyi, Bi­zans'ın "Kadim Grekya"nın değil, Roma İmpa­ratorluğunun devamı olduğunu izaha girişe­cek değilim. Sadece şunu söylemek isterim : 1453 yılında Türklerle Yunanlılar arasında bir düşmanlığın başladığını yazan tek bir tarihçi veya tek bir tarih kitabı yoktur. Zira o tarihte Yunanistan diye bir ülke mevcut değildi. Osmanlıların İstanbul'u fethettikleri tarihte, Bi­zans'ın yani Şarkî Roma İmparatorluğu'nun ta­rihî toprakları üzerinde sayısız devletçikler or­taya çıkmıştı, ama bunlardan hiç birisinin adı "Grece" değildi. 

Yunanistan bağımsızlık mücadelesini 1820'de başlattı. Bu mücadelenin, daha doğru­su mücadele düşüncesinin, bugünkü Yunan topraklarında değil de, Rusya'da filizlenmiş oluşu da tabiî enteresandır. Ama bunun üze­rinde de durmayalım. Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yaşarken, Macaristan'dan Ye-men'e kadar pek çok millet bağımsızlık müca­delesine girişmiş ve başarıya ulaşmıştır. Bugün Türkiye ile bunların hiç birisi arasında tarihî bir düşmanlıktan bahsedilmezken, neden Yu­nanistan ile Türkiye arasında tarihî bir düş­manlık olacakmış? Bunun izahı yoktur.

Yunanistan ile bağımsızlığını kazandık­tan sonra, Millî Mücadeleye kadar, 2 savaş ol­muştur. Bu savaşların tarihî düşmanlığı doğur­duğu da düşünülemez. Kendisiyle çok daha fazla savaş yapılmış olmasına rağmen bir Türk-Avusturya tarihî düşmanlığından bahse­dene hiç rastlanmamıştır. 

Tarihi Türk-Yunan düşmanlığı tama­men yakıştırma bir icattır. Yukarıda da belirtti­ğim gibi, mucidi kimdir bilemem, belki Yu­nanlıların kendileridir, ama her halde bu fikri benimsemiş ve hatta savunur göründükleri ve bundan istifadeye çalıştıkları bir vakıadır.

Buna karşılık kesinlikle söylenebilecek bir husus, Türkiye'de tarihî ve kökleşmiş bir Yunan düşmanlığının bulunmadığıdır. Bugün belki Türkiye'de de Yunanlıları düşman olarak görenler vardır. Ama aktüel olan bu hisler, il­hamını tarihten değil, günün şartlarından al­maktadır. Zaten itiraf etmemiz gerekir; Türki­ye'de tarih bilen kaç kişi vardır ki? 

Yunanistan ile ilişkilerin en kötü oldu­ğu dönem tabiî Millî Mücadele yıllarıdır. Yu­nanlılar bu savaşta İtilâf Devletlerinin ve özel­likle İngiltere'nin kendilerini kullandıklarını söylerler. Doğrudur, ama kullanılmak için isti­da verdiklerini de kabul etmek gerekir. 

Savaş bittikten ve Lozan imzalandıktan sonra Türkiye'nin, daha doğrusu Atatürk'ün politikası, Yunanistan ile ilişkileri normalleştir­mek ve yakınlaştırmak olmuştur. Onu takip edenler, İnönü ve diğerleri aynı politikaya ti­tizlikle sadık kalmışlardır. 

Atina'da Büyükelçi olarak vazife gördü­ğüm sürece, Bakanlığa yazdığım raporlarımda hemen hemen aynı düşünceyi defalarca işle-mişimdir. İki ülke arasındaki ilişkilerin pürüz­süz ve samimî olması halinde, bundan her iki ülkenin de büyük fayda göreceklerini, bu iliş­kiler kriz havasında olursa bunun her iki ülke­nin de zararına olacağını, buna karşılık başka bazı ülkelerin bundan yararlanabileceğini yaz­mışımdır. Bu konuyu, hatıratımın "Bükreş-Paris-Atina" isimli ikinci cildinde ayrıntılarıyla anlattım.

Bu kanaatimi bugün de muhafaza et­mekteyim. 

Türk-Yunan ilişkileri 2'nci Cihan Harbi başlarken bu istenen ideal düzeye gelmişti. Eğer harp çıkmasaydı, o düzeyde daha bir 10-20 sene yaşanabilseydi, belki bu işbirliği ve yakınlık her iki milletin her zümresine ve bü­tün kadrolarına yüzde yüz mal olmuş ve kökleşerek artık değişmez bir duruma ulaşmış ola­bilirdi. 

Bu olumlu gelişmeyi savaş durdurmuş, ama ilişkilerin gittikçe bozularak bugünkü ha­le gelmesinin sebebi Kıbrıs olmuştur.

Dış politikada başarı, ileriyi görmek ve olaylar ortaya çıkmadan gereken tedbirleri al­mış olmakla mümkündür. Bunu söylemek ko­lay da, uygulamak o derece kolay değildir. 

Bazen basiretsizlik, ama çoğunlukla başka zorunlukların tesiriyle, çıkması muhte­mel olaylar devletleri hazırlıksız yakalayabilir. Bu takdirde dış politikada, sürüklenme diyebi­leceğimiz bir gelişmeyle karşılaşırız. Kontrol altına alınamayan olaylar, devletleri istemedik- leri maceralara sürükler götürürler.

Kıbrıs, gerek Türkiye'yi, gerek Yunanistan'ı hazırlıksız yakalamıştı. Ada'da Enosis cereyanmın alenen açığa çıktığı  1947 yılında,

Yunanistan  bir iç harbin  felâketini  yaşıyor, 

Türkiye ise Rusya'nın şiddetli baskısı altında bunalıyordu.

Kıbrıs soaınu her iki ülkede de, Hükü­metler arasında değil, iki ülke basını arasında bir polemik şeklinde patlak vererek kamu oy­larını harekete geçirmiştir. 

O tarihlerde NATO'ya girme çabalarını sürdüren her iki ülke de, aralarında bir sorun yaratıp Teşkilata katılmayı tehlikeye sokma­mak için, bu konunun dışında kalmaya çalış­mışlar, 1952'de NATO'ya girildikten sonra, ar­tık kamu oylarını frenlemek imkânını kaybet­miş olduklarından, kontrol edemedikleri olay­ların arkasından sürüklenmişlerdir.

Gerçekten, Yunan basınının Kıbrıs'ı dil­lerine dolayışı 1947 Aralığında, Türk gazetele­rinde "Kıbrıs Yunan olamaz" yazılarının görül­meye başlanışı ise 1948 Ocağındadır. 

Buna karşılık, Kıbrıs'ın Yunan olduğu­nu ilk söyleyen Yunanlı politikacı, Papagos Hükümetinin Dışişleri Bakanı Stefanopou-los'un bu konuşmayı yaptığı tarih 1953 Mayısı­dır. Başbakan Menderes'in, Kıbrıs'ı yalnız bı­rakmayız deyişi ise daha da sonradır.

Hükümetler konuya dahil olana kadar Yunanistan'da 5 yıl, Türkiye'de daha fazla bir süre geçmiş, zaten ondan sonra da iş işten geçmiştir. Her ikisi de demokratik bir sistemde yaşayan iki ülkenin Hükümetleri, alevlenmiş olan halkın hissiyatını derhal durdurmak mümkün olmadığından, bu hissiyatı benimse­mek zorunda kalmışlardır. Yani sürüklenme süreci başlamıştır.

Kıbrıs meselesini içinden çıkılmaz hale getiren ne Yunan, ne de Türk Hükümetleridir. Bu olayın iki baş aktörü Başpiskopos Makari-os ile General Grivas'dır. Onlara hareket ser­bestisi vermiş olan İngiltere'nin de, bugünkü durumdan bir sorumluluk hissesi bulunduğu­nu söylemek hatalı olmaz. 

Makarios'un Kıbrıs Başpiskoposluğuna seçildiği 20 Ekim 1950 tarihini meşum bir dö­nüm noktası olarak kabul edebiliriz.

Alman işgali süresince Atina'daki evin­de oturan, ne direnişe katılanı ne de Mısır'daki Yunan ordusuna iltihakı düşünen, ancak işgal sona erince kurduğu bir çete ile komünistlere tarsı mücadeleye girişen Generel Grivas'ın Ada'ya gelip Makarios'la buluştuğu 1951 yılı da ikinci bir dönüm noktasıdır. 

Kıbns kazanının fokur fokur kaynama­ğa başladığı bu tarihlerde Yunanistan'da Hü­kümetler birbirini takip ediyor (1950-52 ara­sında 6 Hükümet), Türkiye'de Demokrat Parti iktidarı alarak partiler arası mücadele başlıyor ve her iki ülke de NATO'ya girmekten başka bir işle uğraşamıyordu. 

Her iki Hükümet, kendilerini Kıbrıs so-rununun içinde bulduktan sonra, sürüklenişi kesin olarak durduramamakla beraber, Maka-rios ve Grivas'a rağmen, makul bir çözüm bu­labilmek için gayret sarfetmekten geri kalma­mışlar ve bu sayede Zürich-Londra mutabaka­tına varılabilmiştir.

Eğer Kıbrıs'ın Cumhurbaşkanı, bir kilise adamı olan Makarios'un yerine, bir politikacı olsaydı, büyük ihtimalle 1960'dan sonra Eno­sis cereyanı sona erebilirdi. Zira Kıbrıs'lı hiç bir politikacı, Enosis'den sonra Yunanistan'da kendisini parlak bir istikbal bekleyeceğini dü­şünebilecek kadar saf değildir. 

Makarios ise, Başpiskopos Damaski-nos'un savaştan sonra Kral naibi olduğu şekil­de, Yunan politikasının başına geçebileceği hayaliyle yaşayan bir kişiydi. Ancak bu hayal sona erdikten sonradır ki Ada'daki Türkleri ra­hat bırakıp, kendi mevkiinin korunmasının derdine düşebilmiştir. Ama o tarihten sonra, o da, olayların kontrolünü artık elinden kaçırdı­ğından sürüklenmeye başlamıştır.

Bu iki baş aktörün dışında, konunun büsbütün içinden çıkılmaz hale gelmesine se­bebiyet veren, George Papandreu gibi politi­kacılar, Ionides gibi askerler de vardır, ama Makarios ve Grivas faktörleri olmasa, bunların yaratabileceği zarar kabili ihmal olurdu ve hat­ta bunların sahnede ön plana çıkmaları bile mümkün olmayabilirdi. 

Olan oldu. Kıbrıs sorunu, iki ülke ara­sında en ufak anlaşmazlıkları ciddî ve çözül­mez sorunlar haline getirerek bugüne geldi.

Halen Türk-Yunan anlaşmazlıkları, yani Ege sorunu dediğimizde karşımızda, azınlık­lar, adaların silahlandırılması, kara suları, 6/10 mil hava sahası, FIR, Kıta sahanlığı gibi konu­ları buluyoruz. Çoğu sun'îdir. Bunlara yenileri­nin eklenmesi de her zaman ihtimal dahilinde­dir. Buna karşılık hiç birisinin yakın zamanda çözüleceğini düşünmek ise mümkün görül­müyor. 

Ne yapılabilir, ne yapmalıyız, gelin be­raber düşünelim. 

Kendi hesabıma tek bir çıkış yolu düşü­nebiliyorum. O da, her iki ülkede de, samimî bir dostluk ve yakın bir işbirliği içinde yaşama­nın, ülkelerin millî menfaatlerinin gereği oldu­ğu düşüncesinin zihinlere yerleşmesidir. 1930'lu yıllardaki ilişkilerin iki ülkenin hiç biri­sine zarar vermediğinin, tam aksine, üçüncü devletlerle münasebetlerinde onlara daha faz­la bir ağırlık sağladığının yeniden hatırlanma­ya başlanmasıdır.

Bugün bunun tam aksi yapılıyor. 

Türkiye'nin halen, hem Yunanistan dı­şındaki başka ülkelerle, hem kendi içinde çe­şitli problemleri var. Yunanistan, bu problem­leri daha zorlaştırarak ve Türkiye'yi daha fazla sıkıntıya sokarak, kendi millî menfaatlerini ko­ruyacağı gibi yanlış ve hatta tehlikeli bir düşü­nüşe saplanmış görünüyor. Bunu yaparken, gerek Alman işgalinde iken, gerek iç harp felâketini yaşarken, Türkiye'nin hiç olmazsa manen, hep Yunanistan'ın yanında ve imkan­ları ölçüsünde ona yardımcı olduğunu, hiç bir şekilde Yunanistan'ın bütünlüğüne ve Yunan milletine karşı yürütülen faaliyetleri destekle­meyi aklından bile geçirmediğini tamamen unutuyor. 

Yunanistan aynı derecede önemli bir hususu daha unutuyor. Bugün Yunanistan'ın da, bir kısmı aleniyete çıkmış, bir kısmı küllen-miş ama tamamen ortadan kalkmamış, çeşitli iç ve dış problemleri vardır. Türkiye, bugüne kadar bunları Yunanistan aleyhinde istismar etmeyi düşünmemiştir ve düşünmemektedir. Ayrıca Türkiye kendi iç ve dış problemlerini, genel politikasını yeniden gözden geçirerek halledebilmek imkânına sahiptir. Yunanis­tan'ın dış problemleri ise, çok defa arazi so­runlarıyla ilişkili olduğundan, nihaî şekilde çö­zümlenmeleri çok daha zor ve hatta imkânsızdır. 1930'lu yıllarda Yunanistanı, Tür­kiye ile yakınlaşmaya sevkeden hususlar aynı problemlerdi. 

Bu tarihî gerçekler göz ardı edilerek, günlük politikalarla, başarı gibi gözüken ama aslında ağacın kökünü kurutan davranışlarla ilişkilerin düzelebileceğini düşünmek mantık dışıdır.

Aslında tamamen bir uydurmaca olan "tarihî Türk-Yunan düşmanlığı" sloganı geri­sinde git gide yer etmeğe başlayan bir "müs­takbel Türk-Yunan düşmanlığı"nın tohumları atılıyor.

Cidden çok yazık oluyor. 

Bu yazımda bugün mevcut anlaşmazlık­ların nasıl halledilebileceği konusuna kasden değinmemekteyim. Zira bir konuyu halletmek niyeti mevcut değilse, istendiği kadar formül ortaya atılsın, hepsinin şu veya bu sebeple ge­ri çevrileceği aşikârdır. Bugüne kadar yaşanan da budur.

Misal mi isteniyor. İşte Kıbrıs : Bir an için 1974 yılına gelinceye kadar Türk toplumu­nun ileri sürdüğü ve her defasında adeta nef­retle reddeciilen öneriler hatırlansın. Neden hiç birisi kabul edilmedi? Çünkü anlaşma niye­ti yoktu. Bütün bu teklifler reddedile reddedile, Enosis  fikri  zihinlerden  çıkarılamayarak 1974 yılına gelindi. 

İşte en tipiklerinden bir başka misal : 1974 Cenevre Konferansında kantonal sistemi kabul etmeyen, Yunanistan Dışişleri Bakanı M. Mavros, 1975 yılında, artık kantonal sistem­den bahsedilemeyecek bir duruma gelindik­ten sonra, Kıbrıs sorununun yegâne çözüm yolunun kantonal sistem olduğunu söylemek­teydi. Kimse çıkıp da bu düşünceyi bir sene evvel neden kabul etmediğini sormadı. 

Misalleri Kıbrıs'tan verişimin de sebebi var. Kıbrıs sorunu halledilmedikçe Türk-Yunan anlaşmazlık konularının ele alınabile­ceğini kendi hesabıma artık düşünemiyorum. 1973 Ionides darbesine kadar bu mümkündü. O günden sonra bu olanak ortadan kalkmıştır.

Bu yazımı çok karamsar ve ümitsiz gibi değerlendirmemek lâzımdır. Zira ben her şeye rağmen, bir gün mantığın hislere galebe çala­cağına hâlâ inanıyorum. Yukarıda belirttiğim şekilde, iki memleketin samimî ve yakın işbir­liği içinde yaşamalarının millî menfaatlerinin gereği olduğuna kanî ve karşılıklı tavizlerle va­rılacak bir uzlaşmayı, zafer veya yenilgi diye tanımlamaya kalkışacak olanlara cesaretle gö­ğüs gerebilecek liderlerin ortaya çıkacağı ümi­dini muhafaza ediyorum. 

Bu gerçekleşemeyecek bir hayal değil­dir, yeter ki cehlin verdiği cesaretten kurtulun-sun.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005