Ekonomik Krizin Ruh Sağlığı Üzerine Etkileri
Küreselleşme, ekonomideki yeniden yapılanma, siyasal
reformlar ve özellikle son birkaç yılda yaşanan
ekonomik krizler Türkiye’de işsizlik ve yoksulluğun
boyutlarını önemsenecek bir düzeye
yükseltmiştir(53).
İşsizlik hakkında çok önemli çalışmaları bulunan ve
konuyu 1930 lu ve 1980’ li dönemlerde
karşılaştırmalı olarak inceleyen Jahoda’ ya göre iş,
bir kimlik, yaratıcılık ve üstünlük kaynağıdır.
Dolayısı ile iş, çalışan bireye sosyal etkileşim
için fırsat yaratır, bireyin zamanını yapılandırır,
ayarlar ve bireye amaç duygusu kazandırır. Böylece
insanları aktif kılarak onlara toplumun önemli
bireyleri olduğuna dair bir duygu yaşatır ve
bireylere sosyal katkılar sağlar. Bu tanımdan yola
çıkarak johada işsizliği, işin bireye sağlamış
olduğu sosyal katkılardan bir yada birkaçını
kaybetmesi olarak tanımlamaktadır.
İstihdam insanlık tarihinin başlangıcına kadar
uzanan bir olgudur. İstihdam, aynı zamanda insanın
var olma koşullarından biridir. Bu yüzden,
işsizliğin sağlık üzerindeki etkisi, kendine güven
ve kendine saygının kaybı da dâhil olmak üzere
çeşitli şekillerde kendini gösterebilir.
İşsizlik en yalın tanımı ile çalışmak istediği halde
iş bulamama durumudur. Çalışan bir bireyin işini
kaybetmesi bu kişilerde hem depresyonun
başlamasından hem de depresyonun süresinden
sorumludur. İşini kaybedenler de çalışan bireyler
göre iki kat daha fazla depresyon gözlenmektedir.
İşsizlik, sosyal stresi arttırması, gelirin
azalması, aile içindeki sorunlar nedeniyle ruhsal
rahatsızlıklara neden olmaktadır.
Toplumda, bireyin çalışmak istek ve yeteneğinde olup
da işsiz kalması, bir başka ifadeyle çalışma olanağı
bulamaması, insan yaşamı üzerinde derin ekonomik,
sosyal ve moral etkiler bırakan bir olaydır. Bununla
birlikte işsizliğin etkileri ya da sonuçları bireyin
konumuna göre farklılık gösterebilmektedir. Aile
reislerinin işsiz olması ailedeki tüm bireyleri
etkileyebilirken, başkalarından sorumlu bulunmayan
bireylerin işsizliği yaşaması aile reislerine göre
daha az etkili olabilmektedir. Öte yandan işsizliğin
sonuçları üzerinde yaş, cinsiyet, eğitim gibi
demografik özelliklerin önemli rolü olduğu
belirtilmektedir. Araştırmalarda 20-59 yaş
grubundaki kişilerin 20 yaş altında ve 60 yaş
üzerinde bulunan işsiz grubundaki kişilere göre iş
kaybından daha çok etkilendiği görülmüştür.
Kadınların ve yüksek öğretimli olmayanların iş
kaybında ya da işsizlik sürecinde daha fazla acı ve
üzüntü yaşadıkları saptanmıştır.
İşsizliğin etkilerini belirleyen diğer bir faktör de
insanların işsiz kalmadan önceki yaşam şekilleridir.
İnsanların işsizlik nedeniyle sosyal
yaşantılarındaki değişiklikler, zamanla psikolojik
rahatsızlıklara yol açabilir. Bu sosyal
değişikliklerden belki de en önemlisi, aile içinde
meydana gelen değişimlerdir. Aile, sosyal ve
bireysel oluşumun aracısı olduğu için işsizlik
gerçekte işsiz olanlardan daha fazla kişinin
etkilenmesine neden olur. Özellikle, ataerkil aile
yapısına sahip toplumlarda, işsizlik nedeniyle aile
içi rollerin parçalanmaya başlaması, başta aile
reisi olmak üzere tüm hane halkı üzerinde olumsuz
sonuçlar doğurabilir.
İşsizliğin etkilerini belirleyen başka bir faktör
ise işsiz kalma süresidir. Yapılan bir çalışmaya
göre işsizlerin( 60 günden fazla işsiz kalmış
olanların), çalışan bireylere oranla çok ciddi
şekilde anksiyete, depresyon, somatik
rahatsızlıklar, düşmanca davranışlar, paranoid
düşüncelere sahip oldukları gözlenmişlerdir. Bir
başka çalışmada, uzun süre işsiz kalmanın, iş
aramada daha az çabaya, iş bulma beklentisinde
azalmaya, hatta iş piyasasından çekilmeye neden
olabildiğinden bahsedilmektedir. Buna ek olarak, 4-5
aydır işsiz kalan bireylerin, göstermiş oldukları
kaygı belirtileri, 2 aydır işsiz kalanlara göre daha
yüksek seviyede görülmüştür. Ayrıca kişinin belli
bir birikiminin bulunmaması ve her ay aldığı maaş
ile olmasının işsiz bireyde daha fazla strese neden
olabileceği de belirtilmektedir. Psikolojik zararlar
bakımından yapılan birçok araştırmada da işlerinden
çıkarılmış olan bireylerin;
Kendilerine olan güvenlerini kaybettikleri,
Algılanan yeterlilik ve özyeterlilik düzeylerinde
azalma yaşadıkları, Hayat tatminlerinin azaldığı,
Depresif duygularının arttığı, Stres düzeylerinin
yükseldiği, Genel olarak sağlık ve iyilik hallerinde
düşüş yaşandığı, Umutsuzluk ve çaresizlik içine
girdikleri, İçine kapanma, yalnızlık duygusu
hissettikleri, Özsaygılarının zedelendiği
gözlenmektedir.
Bireyde kişisel üretkenlik, özgüven ve kontrol
kaybının yaşanması ile birlikte gözlenecek olan
çaresizliğe bağlı pasif davranışlar, iş arama
girişimlerini olumsuz düzeyde etkileyerek işsizlik
süresinin uzamasına ve bu durumun devam etmesine
neden olarak işsizlik, içinden çıkılması oldukça
zorlaşan bir kısırdöngü haline gelmektedir.
İşsizlik ve ruh sağlığı ilişkisi aslında işini
kaybetme kaygısı ile başlamaktadır. Ekonomik
krizlerin dolayısı ile toplu işten çıkartmaların,
işyeri kapatmaların, işyeri özelleştirmelerin,
işyeri birleşmelerinin arttığı günümüz
koşullarında, çalışma yaşındaki nüfusun pek çoğu
işten çıkarılmayı deneyimlemektedir. Bu durum
çalışanlar arasında da işsiz kalma korkusunu
pekiştiren bir durumdur. İş güvencesi olmayan,
geleceği belirsiz bireylerin özel yaşamlarında
alacakları kararlarda belirsizleşmektedir. Bu durum
bireyin kendi yaşamına ilişkin kontrol duygusunu
azaltırken çaresizlik duygusunu arttırmaktadır
İşini kaybetme kaygısını en çok yaşayan kesim
ailenin geçimini sağlamakla yükümlü olan bireylerin
oluşturduğu kesimdir. Aile ekonomisine katkı
sağlayan kesim, işini kaybetme kaygısını daha az
yaşamaktadır.
Ekonomik kriz dönemleri, çalışanların çalışma
koşullarının da kötüleştiği dönemlerdir. İşten
geçici olarak çıkarılma, ücretsiz izin, ücretin
kesilmesi, esnek çalışma, kayıt dışı çalışma, sosyal
güvencesiz çalışma gibi uygulamalar da bireyin ruh
sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir.Yapılan
çalışmalar kayıt dışı çalışanlarda normal
çalışanlara göre ruhsal hastalık görülme oranı 2 kat
daha fazla olduğunu saptamıştır(45).
Alkolizm ve fonksiyonel rahatsızlıklar ile işsizlik
arasında ilişki bulunurken, organik psikozların
ekonomik kriz ile ilişkisi olmadığı
bildirilmektedir(16). Yine İşsizlik deneyimi ile
ilgili sosyal psikoloji alanında yapılan çalışmalar
incelendiğinde, işsizliğin en önemli ve en sık
karşılaşılan sorunu olarak depresyonun ele alındığı
görülmektedir. Ayrıca kontrol kaybı olarak
görülebilecek iş kaybı ve bu kaybın sonucunda
bireyin yaşayacağı özgüven ve moral düşüklüğü,
yüksek düzeyde endişe, stres ve depresyon
belirtileri ve daha da önemlisi, iş bulma
beklentisinin kaybolmaya başlaması öğrenilmiş
çaresizliğe zemin hazırlamaktadır(28).
Türk Psikiyatri Derneği 2008
krizi sonrası; Çalışabilecek durumdayken
çalışamamak, çalışırken işini kaybetmek ya da
çalışma sırasında olumsuz deneyimlere maruz kalmak
hem doğrudan hem de dolaylı karmaşık mekanizmalarla,
uzun süreli stres yanıtının ortaya çıkmasına yol
açarak, akıl ve ruh sağlığını derinden etkileyen,
bozan bir etkendir. İşsizliğin, ruh sağlığı
üzerindeki olumsuz etkilerinin genel olarak iş
kaybından hemen sonraki ilk dönemde hızla arttığı
bilinmektedir. Eşleri işsiz olan kadınlarda,
depresyon geliştirme riski daha da artmaktadır.
Yaşanan bu süreç aile ilişkilerini, ebeveyn çocuk
ilişkisini bozarak, çocukların ruhsal gelişimleri
üzerinde iz bırakma riskini içermektedir. Ayrıca
halen işini sürdürenlerin artan işsizliğe bağlı iş
yükünün artacağını, güvencesiz, güvensiz ve riskli
çalışmanın süreceğini, yıldırmayı da içeren
işyerinde baskı ve şiddetin artacağını
belirtmeliyiz. Her an işin kaybetme beklentisinin
yarattığı kayıp ve onun bireyin üretken gücünde
yaratacağı bozulma ise aynı derecede önemli başka
bir tartışma alanı olduğunu bir basın bildirisi ile
açıklamıştır(http//www.psikiyatri.org.tr.12
Ekim 2010).
Yoksulluk kavramı ise çok boyutlu bir niteliğe
sahiptir ve bu nedenle farklı şekillerde
tanımlanabilmektedir. Bir tanıma göre yoksulluk,
özel tüketimdeki yetersizliklere odaklanarak
yoksulluğu belirli bir düzeyin altında kişi başına
özel tüketimin söz konusu olduğu durum olarak
(tüketim yaklaşımı) tanımlanmaktadır. Başka bir
tanıma göre yoksulluk, kişilerin ve hane halkının
kendileri için uygun görecekleri bir tatmin düzeyini
sağlamaya yetecek bir gelire sahip olmamaları
şeklinde ya da asgari yaşam standardının
gerektirdiği temel gereksinimlerin karşılanabilmesi
için yeterli miktarda gelirin elde edilememesi
durumu olarak (gelir yoksulluğu)
tanımlanmaktadır(10).
Dünya Bankasının tanımına göre ise yoksulluk, başta
maddi ihtiyaçlar olmak üzere, insanın yaşadığı
zamana göre belirlenen asgari ihtiyaçlarının
karşılanamaması demektir. En genel anlamıyla
bireylerin, beslenme, barınma, eğitim ve sağlık gibi
temel gereksinimlerini karşılanamaması veya
toplumsal standartların gerisinde kalmaması
durumudur(23).
Yoksulluk ve ruhsal bozukluklar arasındaki ilişki
ülkelerin gelişmişlik düzeyi ile ilişkili değildir.
Örneğin Etiyopya, Finlandiya, Almanya, Hollanda,
Amerika Birleşik Devletleri ve Zimbabwe’de gelir
düzeyi düşük olan bireylerde yüksek gelir düzeyine
sahip olanlara göre 1.5 - .2 kat daha fazla
depresyon gözlenmektedir
Yoksulluk da işsizlik gibi ruh sağlığını olumsuz
etkilemektedir(34). Yoksulluk ve işsizlik;
depresyon, intiharlara bağlı ölüm, alkol ve madde
kullanım bozuklukları, anksiyete bozuklukları gibi
birçok psikiyatrik hastalık riskini önemli oranda
artırmaktadır. Yoksulluk ve işsizliğin ruhsal
sorunlara neden olmasını yanı sıra ruhsal soruna ya
da sorunlara sahip olmanın da işsizlik ve
yoksullukla ilişkisi bulunmaktadır. Ruh sağlığı
sorunu olan hastalarda olmayanlara göre işsizlik ve
yoksulluk oranları daha fazladır. Ayrıca işsizlik ve
yoksulluk, , ruhsal sorunları olan kişilerin
rahatsızlıklarına yönelik uygun tedavi
girişimlerinden yararlanabilmelerini de
önlemektedir. Bu nedenle de hastalıklarının gidiş ve
sonlanımı olumsuz etkilenmektedir(60). Yoksulluk,
sosyal dışlanmanın en önemli nedenlerindendir(10).
Aslında yoksulluk teriminin kendisi dışlanmayı
içermektedir. Çünkü yoksulluk, “yok” ve “yokluk”
demektir(3).
Yoksulluk ve şizofreni arasındaki ilişki de uzun
yıllardır bilinmektedir. Yoksulluğun dolaylı
göstergeleri olarak kabul edilebilecek; ailenin
sınıfsal konumunun düşük olması, annenin vitamin
depolarının yetersizliği, gebelik sırasında
geçirilen viral enfeksiyonlar, hipoksiye neden olan
doğum travması ve göç etmiş bir ailenin çocuğu
olarak dünyaya gelmek gibi değişkenler
araştırmalarda sık olarak sorgulanmıştır ve
şizofreni oluşumu ile ilişkisi gösterilmiştir. Ancak
bu ilişkinin neden mi yoksa sonuç mu olduğu yönünde
farklı görüşler bulunmaktadır. Son yıllarda yapılan
çalışmalar yoksullukla ilişkili bu değişkenlerin
şizofreniye neden olduğu yönünde kanıtlar
sunmaktadır(45.
Ekonomik Krizlerin erken etkileri arasında
intiharlarda artış olması bildirilmiştir. İntihar
biyolojik, psikolojik ve sosyal alanda pek çok öğeyi
barındıran karmaşık bir süreçtir. Bu nedenle de
tanımlanması pekte kolay olmayan bir kavramdır.
Tanımlamanın zorluğuna rağmen, Emilie Durkheim’ e
göre intihar “ ölüme götüreceğini bilerek, olayın
kurbanı tarafından girişilen eylemin meydana
getirdiği ölüm” dür.Edwin Shneidman’ a göre ise “
intihar dayanılmaz acıları, ağır sorunları olan,
şaşırmış, bozulmuş ve gücü azalmış benliğin çözüm
arayıcı bir eylemidir.
İntiharın etyolojisine bakıldığında;
Biyolojik Faktörler:İntiharın etiyolojisinde,
biyolojik açıdan genetik bir geçişin varlığını öne
süren görüşlerden; beyin biyokimyası,
nörotransmitterler vb. maddelere kadar birçok neden
öne sürülmüştür.
Genetik Faktörler: Psikiyatrik bozukluklarda olduğu
gibi, intihar davranışında da ailesel yatkınlık söz
konusudur. Bu alanda ikiz ve evlatlık
çalışmalarından ve moleküler genetik çalışmalarından
elde edilen güçlü kanıtlar vardır.
Psikolojik Faktörler: Psikososyal açıdan kuramlara
bağlı olarak intihara ilişkin çok sayıda yaklaşım
biçimi vardır. İntihara ilişkin en önemli
kuramlardan biri, Durkheim’in toplumsal yönelimli
kuramıdır. Durkheim’e göre kişinin, özdeşleştiği
toplum grubuyla olan bağlarının zayıflaması ve
grubuna yabancılaşması intihar olaylarında başlıca
etmendir. Yani bireylerin toplumla bütünleştiği,
uyum sağlandığı dönemlerde intihar sayısının
azaldığı, toplumdan soyutlandığı durumlarda ise
intihar oranının artını ileri sürmektedir. Bu
noktadan yola çıkarak Durkheim,intihar oranının
evlenmemiş ya da boşanmış kişilerde evli olanlardan,
dindar olmayanlarda dinine bağlı kişilerden daha
yüksek olduğunu açıklamıştır. Ekonomik bunalım ya da
savaş yenilgisi sonrası gibi toplum değerlerinin
bozulduğu dönemlerde de intihar olaylarının
arttığını saptamıştır. Bu durumu açıklarken,
Ekonomik bunalımların işsizliğe neden olduğunu,
işsizliğin sosyal izolasyonu arttırdığını, sosyal
izolasyonun da intihar riskinde artışa neden
olduğunu belirtmiştir(19).
Sonradan yapılan araştırmalarda Durkheim’i
desteklemektedir. Bu çalışmalara göre intihar
olaylarının ekonomik bunalımlar sırasında arttığı,
ülkelerin gelişme dönemlerinde ya da savaş gibi
herkesin ortak bir amaç çevresinde toplandığı
durumlarda azaldığı gözlemlenmiştir.
Emile Durkheim, üç intihar tipinden söz etmektedir.
Egoistik intiharlar toplumla bütünleşme
eksikliğinden, altruistik intiharlar toplumla aşırı
bütünleşmenin getirdiği bir görev anlayışıyla
toplumun kişiye yüklediği taleplerden
kaçınamamaktan, anomik intiharlar toplumsal
değişimden kaynaklanan intiharlardır.
Anomik (kuralsızlık) intiharları, toplumsal
bunalımlar sonucu bireyin davranışlarında uyulacak
ölçülerin bulunmamasından kaynaklandığını ileri
sürmüştür.Bu kapsamda Durkheim, ekonomik bunalımlara
özellikle vurgu yapmaktadır. Özellikle kör piyasa
ekonomisi içinde yoğunlaşmış olan bu intihar türü,
bireylerin davranışlarını düzenleyecek kural ve
ölçülerin ortadan kalkması karşısında bireyin
ufkunun ya aşırı genişlemesinin ya da aşırı biçimde
daralmasının sonucu olmaktadır. Bu duruma örnek
olarak Durkheim beklenmedik zenginleşme ile boşanma
arasındaki doğru orantıyı gösterir.
İntiharın anlamı toplumdan topluma
değişebilmektedir. Sözgelimi Katoliklik ve İslam
intiharı şiddetle kınarken, Japonya da törensel
intiharlar gözlenebilmektedir.
Psikolojik açıdan intihara açıklama getiren bir
diğer kuram S.Freud’un psikanalitik kuramıdır. Bu
kurama göre, intihar depresyonun sonunda ortaya
çıkan en ağır durumdur. Psikanalitik kurama göre
depresyon, kaybedilen nesneye karşı duyulan düşmanca
duyguların, agresif dürtülerin kişinin kendine
dönmesidir. Dolayısı ile işini kaybeden kişinin,
aslında düşmanlık duyduğu nesnenin işi olduğunu
söyleyebiliriz. İçe alma savunma düzeneğini
kullanarak bu nesneyle özdeşleşen kişi, bu duyguları
kendisine döndürür ve kimi zaman bu durum özkıyıma
kadar gider.
|