|
Ekonomik Krizler Çerçevesinde Maliye Politikaları
Ne
derece yatırımın bir yandan ne oranda mal, diğer
yandan da ne oranda istihdam, dolayısıyla ne kadar
talep yaratacağı konusu üretim teknolojisine bağlı
olarak değişmekte ve yine yeni teknolojilerle
birlikte bunlar da değişmektedir. Teknolojinin yeni
yatırımlarla ortaya çıkacak ek mal arayla, yeni
yatırımların yaratacağı istihdamı kendiliğinden
dengeye getirmesi için hiçbir içsel sebebin olmayışı
buradaki kritik noktayı ifade etmektedir.
Anlaşılacağı gibi bu dengenin sağlanması tesadüflere
bırakılmaktadır. Dolayısıyla, kapitalist ekonomik
sistemin sık sık tıkanması, ara sıra da büyük
krizler yaşaması arızi olaylar veya talihsizlikler
değil eşyanın tabiatı gereğidir. Bu temel tespit çok
büyük önem arz etmekle birlikte gerçek hayatta
işlerin bu kadar basit gelişmediği de ortadadır.
Aksi durumda, sistem sık sık tıkanma gösterecektir.
Kapitalizm yaşam süreci içerisinde bünyesinde
barındırdığı bu dengesizlik potansiyelinin ortaya
çıkmasını geciktirecek birtakım mekanizmalar
geliştirmiştir. Bunların başında kredi mekanizması
gelmektedir. Toplam talep yetersiz durumda ise,
sermaye birikiminin bir bölümü bankacılık sistemi
aracılığıyla krediye dönüştürülerek ek talep
yaratılmaktadır. Bu mekanizma ile asıl tüketici
kitlesini meydana getiren sınırlı gelire sahip
ücretliler, gelecekteki kazançlarına mahsuben
gelirlerinden daha fazla harcama yapabilmektedirler.
Gelişmiş ülkelerde kredi mekanizmasının hayli
geliştiği, mesafe kat ettiği görülmektedir. Bu
gelişmişlik oradaki kapitalistlerin insan
sevgilerinden kaynaklanmamaktadır. Mesele, sistemin
devamı için talebin daimi olarak ayakta
tutulabilmesidir. Burada kredi yoluyla talebi
artırmanın doğal bir sının olduğu bilinmektedir. Bu
durumda Başka bir yöntem de çalışanların ve
piyasanın yaratamadığı talebi devletin yaratması
şeklinde ortaya çıkmaktadır. Buraya kadarki
anlatımlarla çalışmamızda detaylı bir şekilde ortaya
koyulduğu üzere Keynes, bu yöntemin teorisini
oluşturan modern makroekonomi disiplinini kuran kişi
olarak ortaya çıkmıştır.
Durgunluktan çıkıştan elbette ki birçok faktör
etkili olmaktadır. Ancak, çoğu zaman kriz döneminde
mevcut sermaye stokunun önemli bir bölümünün
iflaslarla, finansal krizlerle yok olması temel
mekanizmayı oluşturmaktadır. Bu durumda sistemins
devamını sağlayan kar oranlarının ve dolayısıyla
yatıranların artmasıyla durgunluktan çıkış
başlamaktadır. Ancak bu süreç son derece sancılı bir
dengelenmeyi ifade etmektedir. 1929'da yaşanan büyük
dünya buhranında görüldüğü gibi, bu sürecin insani
faturası bir hayli ağırdır ve kriz derinleştiğinde
toplumlarda yarattığı sosyo-ekonomik tahribat
çeşitli sosyal çatışmalara, hatta savaşlara neden
olabüecek boyutlardadır. Gelişmiş dünyanın 1965'ten
itibaren yeni bir durgunluk evresine girdiği
görülmektedir. İlk başta genişlemeci maliye
politikalarıyla maskelenmiş bu durgunluk 1974 petrol
kriziyle birlikte bütün sonuçlarıyla gelişmiş
kapitalist ekonomileri etkilemiştir, bu ülkelerde
yüksek işsizlik, durgunluk ve enflasyon baş
göstermeye başlamıştır. Bunun üzerine dünya
kapitalizmi sermaye stokunda önemli bir erime
olmadan durgunluktan çıkabilmenin yollarını aramaya
koyulmuştur. Bu arayış, ABD ve İngiltere'de bugün
Neoliberalizm başlığı altında topladığımız
ideolojiyi ortaya çıkarmıştır. İngiltere'de Thatcher
ve ABD'de Reagan yönetimlerinin 1980'lerde, bu
doğrultudaki uygulamalarıyla bu süreçte önemli rol
oynadıkları görülmüştür. Bütün uygulamalar
ekonomideki toplam talebi veya katma değeri
artırmayan, fakat katma değerin ücret ve kar olarak
bölüşümünü kar lehine değiştiren önlemler dizisi
olarak kendini göstermiştir. Bu tedbirler ilk ağızda
kapitalistleri rahatlatırken, orta vadede sistemdeki
asıl sorun olan talep yetersizliğini çözmek bir
tarafa derinleştirmiştir. Anlaşılacağı gibi, IMF ve
Dünya Bankası (WB) gibi kuruluşlarla birlikte
bilinçli ya da bilinçsiz onların sözcülüğünü
yapanların iddia ettiği gibi ekonomide küreselleşme
adı altında pazarlanan Neoliberal reçetenin çağın
gereği veya ekonomi yasalarının zorunlu bir
sonucu olmadığı ortadadır. Bu gelişme batı
sermayesinin istikrarlı kar oranlan elde
edememesinin sonucunda başvurulmak zorunda kalınan,
riskli bir yatırım yöntemi şeklinde
algılanabilecektir.
Dünya
adeta krizden krize koşmakta, bu krizlerin hepsi de
yeterli bir şeküde talep yaratma sorunu üe
ilgili olmaktadır. Krizlerin aşılması adına Talebi
harekete geçirmek için önerilen Keynesyen
politikalara karşı çıkarak yürütülen geleneksel
politikalar her şeyi daha da kötü hale
getirebilmektedir. Nitekim talebin olmadığı bir
dünyada serbest piyasaların harekete geçmesinin zor
olacağı görülmektedir. Bilindiği üzere, Keynes
devletin ekonomiyi yönlendirme gücünün önemi
üzerinde durmuş ve durgunluktan çıkılması için
kamu harcamaları, vergilendirme ve borçlanma yoluyla
iradi maliye politikası araçlarının etkin
kullanılmasını, böylece dönemsel dalgalanmaların
etkilerinin yumuşatılacağım savunmuştur. Ancak
önemle belirtelim ki, Keynes, klasik iktisatçıların
savundukları piyasa ekonomisi sistemine tamamen
karşı çıkmamakta, sadece piyasa ekonomisinde ortaya
çıkabilecek bazı sorunlar karşısında (özellikle
işsizlik) devletin aktif rol oynayarak çözümler
bulması gereğine inanmaktadır.
Söz
konusu maliye politikalarının kriz karşısında
başarıya ulaşabilmesi, öncelikle yetkin ve kamu
çıkarını kendi çıkarının önüne koyabilen siyasetçi
ve bürokratların karar alıcı konumda olabilmelerine
bağlıdır. Aksi takdirde bu politikalar kolayca
dejenere olabilecektir. Bu şekilde kamunun sınırlı
kaynaklan yolsuzluklar ve kötü yönetim sonucu israf
edilmiş olacaktır. Nitekim krizlerin aşılabilmesini
zorlaştıran faktörler içerisinde de ele alınacak
olan güven faktörü bu noktada fazlası ile dikkat
edilmesi gereken bir boyutta kendini
hissettirmektedir. Yine kriz dönemi için önemle
işaret edilmesi gereken bir diğer husus; kriz
dönemlerinde işletmelerin çoğunluğu açısından en
önemli sorun yeni yatırım yapmak için uygun kredi
bulmaktan ziyade, kriz koşullarında tam kapasite ile
çalışabilmektir. Bu anlamda kriz dönemlerinde
istihdam ve mesleki beceriyi artırmayı amaçlayan
politika önermeleri büyük önem arz edecektir.
Bilindiği gibi, genel ekonomi, insanların rasyonel
varlıklar olduklarını varsaymaktadır. Buna göre bir
insan evladı, kendisi için en iyi olanı, bir başka
deyişle seçenekler arasından en uygun olanını tercih
edebilmektedir. Bu yaklaşım, böyle bir insan
evladının kendi soluduğu havayı kirletmeyeceği,
içtiği suya kimyasal madde dökmeyeceği, yıllarca
birlikte yaşadığı ve yaşayacağı komşularını
kandırmaya yeltenmeyeceği, kısacası kendisi ve
çocuklarının yaşadığı ve yaşayacağı dünyaya zarar
vermeyeceğini varsaymaktadır. İnsanların rasyonel
olmayan davranışları yalnızca ekonomi ile sınırlı
kalmamaktadır. Bu anlamda, belki de insanların
irrasyonel davranışları sistematiktir ve sıklıkla
ortaya çıkmaktadır. Bu durumda rasyonel insan
davranışına çok fazla anlam yükleyerek
gözlerimizin önündeki akıldışılığı ve istikran
bozan spekülasyonu görmemek ciddi bir hata
olacaktır. Bakıldığında tarihte görülen başlıca
ürünlerin, mamul malların, evlerin, arsaların ve
borsaların hiçbirinin spekülasyon ateşine
dayanamadığı görülecektir. Bu duruma neden olan en
büyük etken insanın, kazanma hırsıyla yanıp tutuşan
bir çılgın olma özelliğidir. Oysa insanların
tamamının aynı anda kazanamayacakları bilinmektedir.
Piyasalar, genel olarak iyi çalışmakta ve gerçekçi
fiyatların oluşması için gerekli zemini
hazırlamaktadırlar. Bunun yanı sıra, zaman zaman
insanların çılgınlığı karşısında çaresizliğe
düşmektedirler. İşte tam da o anda, piyasalara
birilerinin gözle görünen e/ini yardım amaçlı
devreye sokması gerekmektedir.
Uluslararası piyasalarda gerçekleşen krizlerin
birçoğunun kendine has özellikleri olduğu, daha
önceki krizlerin belirtilerinin farklılık göstermesi
ve krizlerin tahmin edilemiyor olması bilinmektedir.
Yine, krizlerin nedenleri ne olursa olsun
sonuçlarının aynı olduğu da bilinen bir durumdur.
Zira böyle bir durumda, milli gelir düşmesi sonucu
halkın fakirleştiği, mali piyasalardaki
dalgalanmaların artması sonucu da yatırımcıların
zarar ettiği görülmektedir. Krizler sonuç itibari
ile yıkıcı, tahrip edici, yok edici yönü ile
ekonomik ve sosyal yapıda ağır sonuçlar ortaya
koymaktadır. Bu durum aynı zamanda, krizlere
müdahalenin ne derece elzem olacağına, erken
atlatılabilmesinin de önemine işaret etmektedir.
Buradan yola çıkılarak krizin çözümlemesinde
sonuca odaklanılması ve oluşan kısır döngüyü
kırmaya yönelik talep artışına hizmet edebilecek
politikalar güdülmesi ve bunun da toplumun genel
çıkarını gözetmesi özelliği ile piyasa ekonomik
karar alıcı birimlerinden kendini ayıran devlet
eliyle yapılması, maliye politikalarının temel
yaklaşımını ortaya koymaktadır.
Bu
açıdan öncelikle, sonuçlara odaklanıldığından,
krizlerin yol açtığı sosyal ve ekonomik
maliyetler ve sözü edilen bu maliyetlerin paylaşım
sorunu işlenmekte devamında da krizlerin aşılmasını
zorlaştıran faktörler göz önüne alınmaktadır. Tüm
bunlar ortaya konulduktan sonra ekonomik krizleri
aşmaya yönelik olası ve muhtemel maliye
politikaları, kriz anı ve sonrası şeklinde ele
alınmakta ve son aşamada ise kriz öncesi ne
yapılabilirin maliye politikaları kapsamında
değerlendirilmesi ile çalışmamız
sonlandırılmaktadır. Ayrıca, çalışmamız kapsamında
maliye politikaları krizlerin aşılması bağlamında
konu edilerek ele alınırken, krizlerle mücadelede
ahlaki tehlike sorunu ve kendi kendini
doğrulayan kehanetler konulan ayrı başlıklar
halinde ele alınması suretiyle incelenerek bu nokta
itibari ile de krizlerle mücadelede maliye
politikaları ortaya konulmaya çalışılmaktadır.
|