|
Ekonomik Sistemler Olarak Liberalizm ve Demokrasi,
Ekonomik Yapı
Yirminci yüzyıla kadar ekonomi ve politika,politik iktisat başlığı
altında incelenmiştir. Ondokuzuncu yüzyılda bu
konu, David Ricardo (1817) ve John Stuart Mili
(1848) tarafından Politik İktisadın İlkeleri (Principles
of Political Economy) başlığı ile
isimlendirilmiştir. Bu yüzyılın sonuna doğru alt
disiplinler birbirlerinden ayrılmıştır. Ayrılmanın
başlama noktasının Alfred Marshall'm 1890 yılında
yayınladığı Ekonominin İlkeleri {Principles of
Economics) isimli eseri olduğu kabul edilmektedir.
Yapılan tahlillerde ekonomi ve politika bilimleri
kendi yollarında ayrı ayrı giderlerken, toplumların
ekonomik sistemlerinin politik sistemlerinden
bağımsız olduğu anlatılmak istenmiştir (sık sık
açıkça da söylenmiştir). Ekonomistler ki ekonomik
dengelerin karakteristiği ile gittikçe daha fazla
meşgul olmaktadırlar- sanki bir ekonomik kurum
grubu, her politik kurum grubu ile uyum-luymuş gibi,
politik kurumlardan bağımsız ekonomi teorileri
geliştirmişlerdir. Ekonomi teorisyenleri çoğunlukla,
politikaya tavsiyede bulunma amacı ile durumu
basitleştirici bir araç olarak diktatörlüğün var
olması gereğini varsaymışlardır. İstisna
sayılabilecek bir azınlık teorisyen grubuna göre
muhayyel diktatör iyiliksever birisidir, refah
arttırıcı politikaları tercih eder.
Bu makalede ekonomik modellerin arka plânında her
zaman bir takım politik kurumların ima edildiğini,
ekonomik ve politik kurumların birbirlerinden ayrı
ve bağımsız ele alınmasıyla doğru tahlil
yapılamayacağını ileri süreceğim. Ekonomik ve
politik kurumların tahlili için bir çerçeve
belirleyeceğim ve.bu çerçevede liberalizm ve
demokrasinin siyasî sistemler olmaktan ziyade
ekonomik sistemler olarak algılanması gerektiğini
göstereceğim.
Yirminci yüzyılda ekonomik sistemler bir uçta saf kapitalizm, diğer
uçta saf sosyalizm olmak üzere, bu iki sistem
arasında gezinen oluşumlar olarak görülmüştür.
Kapitalizm kaynakların bireysel mülkiyete, sosyalizm
ise kaynakların kollektif mülkiyete ait olduğu
anlamına gelmektedir. Karma ekonomiler bu iki ucun
arasında bir yerlerdedir. Diğer tarafta politik
sistemler de demokrasi ile diktatörlük arasında
dolaşır. Ara politik sistemler- ki burada
vatandaşlar, yönetimin kararlarında sınırlı söz
sahibidirler- burada da vardır. Bu sınıflandırmada
faşist sistem, kapitalist ekonomi ile politik
diktatörlüğü birleştiren sistem olarak görülür.
Bunun yanında İsveç modeli de sosyalizmi demokrasi
ile birleştiren bir sistem olarak görülmektedir. Bu
çerçeve içinde politik ve ekonomik sistemlerin
karışımı yapılabilir ve bu sistemler her bileşimde
birbirleriyle uyuşturulabilir. Bu tasnifi göz önüne
alan Francis Fukuyama son zamanlarda "tarihin sonu"
tezini ortaya koymuştur. Fukuyama bunu \ a-parken,
liberal demokrasinin kendisini "insanî yönetimin
nihaî biçimi" olarak, serbest piyasanın da
kendisini ekonomik sistemin gelişim sürecinde
ulaşılabilecek en üstün hedef olarak bina ettiğini
ileri sürmüştür (1992, s.xi).
Bu makalede yapılan politik ve ekonomik sistem tahlilleri
Fukuyama'nm vardığı sonuçlar üzerinde sorular
ortaya koymaktadır. Önce politik sistemlerin
ekonomik sistemler için temel oluşturduğunu,
böylece hem lıberaldemokrasinin hem de serbest
piyasanın aynı anda politik ve ekonomik sistemler
olduklarını iddia edeceğim. Esas olarak bu
sistemlerin politik ve ekonomik özellikleri
birbirlerinden ayrılamaz. İkinci olarak da tarihin
sonu fikrine karşı olduğumu açıklayacağım. Bunun
için demokrasi ve piyasa ekonomisi arasında, kararlı
bir sistemi sürdürmeyi zorlaştıran doğal bir
gerilimin olduğunu göstereceğim. Özel olarak
demokrasinin yükselmesi, liberalizm temelleri
üzerine oturan serbest piyasa ekonomisin
sürdürülmesini mümkün kılar. Pek çok kişi bir
ekonomik sistemin yönünün politik kurumlar
tarafından belirlendiği fikrini ileri sürmüştür (Friedman
1962; Friedman and Fried-man 1980; Schumpeter 1952;
Usher 1992). Fakat liberalizm ve demokrasinin
ekonomik olduğu kadar politik sistemler oldukları
fikri, asla tam olarak geliştirilmemiştir.
Liberalizm ve Demokrasi, İktisadi Sistemler
Liberalizm ve demokrasi arasındaki doğal gerilim, bunların politik
sistemin farklı yönleri ile alâkalı olmaları
açısından bakıldığmda, başlangıçta açıkça
görülemeyebi-lir. Fakat bunların esasta
birbirleriyle çatışma içinde oldukları fikri Jose
Ortega Gasset tarafından açık biçimde ifade
edilmiştir. Liberalizm terimini hürriyet hakkındaki
düşüncelerine atıf yaparak kullanan Ortega,
aşağıdaki açıklamaları yapmıştır:
Liberalizm ve demokrasi, birbirleriyle herhangi bir
ilişkisi içinde olmadan başlayan iki ayrı oluşum
olarak karşımıza çıkmıştır ve bu zamana kadar
gözlenen temayüllerine göre birbirlerine zıt
anlamlarla sona erecektir. Demokrasi ve liberalizm,
birbirlerinden tümüyle farklı soruların iki ayrı
cevabıdır.
Demokrasi, "kamu gücünü kim icra etmelidir?" sorusunu "kamu gücünün
icrası bir bütün olarak vatandaşlara aittir..."
biçiminde cevaplandıracaktır.
Diğer tarafta liberalizm, "kamu gücünü kimin icra ettiğine
bakılmaksızın, bu gücün sınırları ne olmalıdır?"
sorusunu "kamu gücü ister bir kişi, isterse halk
tarafından icra edilsin, mutlak olamaz; birey
devletin müdahalesinin üzerinde ve ondan daha üstün
haklara sahiptir" biçiminde cevaplayacaktır (1937,
s.135).
Ortega şu noktaya işaret etmiştir: "İngiliz Devrimi liberalizmin;
Fransız Devrimi demokrasinin açık birer örneğidir"
(s. 128). Buna karşın, Amerikan Devrimi'nin amacı,
Ortega'nın terimleri tanımladığı biçimiyle, hem
demokrat hem de liberal bir hükümet yaratmaktır.
Amerikan devriminin arka planındaki felsefe
liberalizmdir (Bailyn 1992). Kurucular, halkın
tümünün te«cihi ile yönlendirilen bir yönetimi
andıracak bir demokrasi yaratmaktan açıkça uzak
durmaya çalışmışlardır (Dietze, 1985, s.225,
257-69). Fakat bir kere bir yönetim kurulmuşsa
birileri bunu yürütecektir ve bu işi yürütmekle
görevlendirilecek kişilerin seçimi demokratik bir
işlemle yapılacaktır. Kurucuların inancına göre bu
seçim aracı toplumu yönetici bir elitin kontrolü
altına düşmekten korumak için en iyi fırsatı
sunmaktadır. Buna rağmen kurucular, yönetimin
başındaki kişiyi vatandaşların doğrudan etkilerinden
yalıtmayı arzulamışlardır. Buna uygun olarak
Anayasa, başlangıçta sadece Temsilciler Meclisi
üyelerinin doğrudan halk tarafından seçilmesini
öngörmüştür. Senatörler, yasama organı (meclis)
tarafından seçilecektir. Başkan ise, yasama organı
tarafından seçilecek bir ikinci seçmen grubundaki
eğitim görmüş kişiler tarafından belirlenecektir.
Yüce Divan üyelerini oluşturan hâkimler de başkan
tarafından atanacaktır. Vatandaşlara doğrudan
sorumlu olmayan bu yönetici memurların anayasal
yetki sınırları içinde kalacakları kabul edilmiştir.
Sadece Temsilciler Meclisi vatandaşlara yönetim
faaliyetlerini doğrudan kontrol etme fırsatım
sunmuştur. Böylece Anayasa, hürriyeti korumak,
fakat demokrasiyi de geliştirmek için tasarlanmış
olan sınırlı bir yönetim ortaya koymuştur.
Anayasanın uyarlanmasından bu yana geçen yüzyıllarda
federal hükümetler vatandaşlardan gelen baskılara
karşı sürekli artan bir-sorumluluk altına girmiştir.
İkinci seçmen heyeti uygulaması, hızla başkanın halk
tarafından seçilmesi sistemine dönüşmüştür.
Eyaletlerde yapılan ilk başkan seçiminde eyalet
yasama organı, oluşan temayül gereği kendi seçmenini
kendisi belirlemiştir (anayasal olarak geçerli bir
yöntemdi); fakat 1820'lerden sonra eyaletlerin çoğu
doğrudan başkan seçimi sistemine geçmiştir.2
1913 yılında onaylanan onyedinci anayasa
değişikliği, senatörlerin doğrudan halk tarafından
seçimini zorunlu kılmış ve Kurucular'ın
amaçladıklarından çok daha fazla ölçüde federal
hükümetleri demokratik baskılara açık hale
getirmiştir. Bu gelişme liberalizmin aşınmasına ve
halkın demokratik baskılarına tepki oluşturan kamu
politikaları ile yerdeğiştirmesine yol açmıştır.
Yüzeysel olarak liberalizm ve demokrasi, yönetimin
iki farklı cephesi ile ilgili görünmektedir; fakat
derine inildiğinde bunların daha yakın etkileşim
içinde oldukları görülür.
Demokrasinin yükselmesinin bedelini liberalizm ödemektedir. Eğer
demokrasi ve liberalizm farklı ise ve muhtemelen
birbirleriyle örtüşmeyen politik kavramlarsa, farklı
ekonomik anlamlara sahip olacaklardır.
Liberalizm ve Ekonomik Sistem, Ekonomik Liberalizm
Bir ekonomik sistem olarak liberalizm düşüncesinin kaynağı politik
liberalizmdir. John Locke'un haklar konusundaki
fikirleri modern liberalizm kavramı için
entellektüel bir altyapı oluşturmuştur. Bu da
sonuçta Amerikan Devrimi için bir destek
sağlamıştır. Amerikan devrimi sırasında liberalizm
kavramı nispeten yeniydi. Bir fikrin önemini
anlamak için, o fikrin genel olarak tanınmasından
önceki yüzyıllardaki gelişmeleri izlemek gerekir.
Ancak, modern anlamdaki liberalizm fikri, uygulamaya
yönelik olarak, Amerikan Devrimi'nin yaklaşık bir
yüzyıl öncesinde kurulan 1690, İngiliz, hükümetine
Locke tarafından sunulan bir teze dayanır.(Ekonomide
Liberalizm)
Locke'tan önce insanlar, haklarını yönetimden aldıkları düşüncesini
kabul ediyorlardı. Locke'un devrimci düşüncesi,
insanların bahşedilmiş doğal haklara sahip oldukları
ve yönetime düşen rolün bu hakları korumak olduğu
idi. Locke, buna ek olarak, mülkiyet kavramı
hakkındaki düşüncelerde de devrim yaptı. Onun
düşüncesine göre, "doğal bir durumda mülkiyet
sahipliği yoktur. İnsanlar ancak kendi emeklerini
mal ile birleştirerek mülk sahibi olageldiler. Her
bir insan önce kendisine sahiptir. Hiç kimse kendisi
dışında bir şeye sahip değildir. Bedeni ile
harcadığı emeğin ve eli ile yaptığı işlerin
kendisine ait olduğu söylenebilir" ([1690] 1967,
ikinci tez, Bölüm 5, par. 7). Bir kişi bir kere mülk
sahibi olunca, bir başkasının bu mülke meşru yoldan
sahip olabilmesi ancak sahibinin rızasıyla (satış,
hediye, bağış gibi yollarla devretmesiyle)
sağlanabilir.
Tezini Adam Smith'ten hemen hemen bir yüzyıl önce
yazan Locke'un detaylı ve modern anlamda ekonomik
tezler yazmış olmasını bekleyemeyiz. Bunun yanında,
Locke'un politika felsefesinin sadece liberalizme
dayalı bir ekonomik sistemden fazlasını işaret
ettiğini farketmiş olmamız da gerekir. Mülk
sahipliğinin başlangıcını belirtmekle ve mülkiyet
hakkının sosyal mutabakat ile korunan hakların
ayrılmaz bir parçası olduğunu savunmakla Locke,
yönetimden bağımsız {la-issezfaire) kapitalizmin
kurumlarını savunuyordu.4 Bunun anlamı,
diğer hakların olduğu kadar üretimin de kişisel
mülk olduğu idi (bu tartışma, Kari Marx'ın aykırı
entellektüel hareketini başlatmasından 150 yıl kadar
önce sosyalizme karşı olan ve kapitalizmi savunan
bir tartışma idi). Demokrasinin liberalizme karşı
bir alternatif olarak ele alınması hususunda
Locke'un savunması, herhangi bir tür
demokratik karar alma işlemine bağlı kalmaktan
ziyade mülkiyet üzerindeki tasarrufun
belirlenmesinde mülk sahibinin haklarını açıkça
desteklemekteydi.
Locke makalelerinde liberalizmi aynı anda hem ekonomik hem de
politik sistem olarak tanımlamıştır. Gerçekte,
Lockecu liberal ekonomik sistemin karakteristiği
Lockecu politik sistemin karakteristiğinden çok daha
açıktır. Locke'un ekonomik liberalizm hakkındaki
görüşü özel mülkiyet fikrine dayanmaktadır. Doğal
mülk sahipliği diye bir şey yoktur; bireyler kendi
emeklerini tabiat ile birleştirerek mülk sahibi
olabilirler. Ancak bu noktadan hareketle mülkiyet
sahipliği açık biçimde elde edilmiş olur.
Başkalarının mülküne meşru yollardan sahip olmak
isteyen bir kimse, bunu ancak gönüllü takas, hediye
veya bağış yollarıyla yapabilir. Bireyin tam bir
mülkiyet sahibi olabildiği serbest piyasa ekonomisi
Amerikan Devrimi'ne açıkça öncülük eden liberalizm
kavramının bir parçası idi. Liberalizm, onsekizinci
yüzyıl entelektüellerinin kafasında politik bir
sistem olduğu kadar ekonomik bir sistemdi de.
Amerikan Devrimi'nin entellektüel babaları, klâsik Yunan ve Roma
yazarlarına aşina idiler. Onlardan az da olsa ilham
almışlardı (Bailyn, 1992, s.22-24). Fakat bundan
ziyade Avrupalı aydınlanmacı yazarları kaynak olarak
aldılar. Bu yazarların içinde Locke, Montesquieu,
Voltaire ve benzerleri sayılabilir. Fakat Devrimin
en önemli kaynağı özlü felsefe tezleri değil,
sömürgelerde yaygın olarak dağıtılan broşürlerdi. Bu
broşürlerde klâsik yazarlara sık sık atıf
yapılmasına rağmen, atıf yaptıkları hususlar
genellikle klâsik yazarların fikirlerini tam olarak
temsil etmekten uzak olan basit süslemelerdi (Bailyn,
1992). Sömürgeler için bu broşürleri yazanların pek
çoğu ilhamlarını Avrupalı aydınlanmacı yazarlardan
almışlardı.
Locke'un mülkiyet, kişisel haklar ve sosyal mutabakat düşünceleri
Amerikan Devrimcileri için arka plânda bir
entellektüel destek sağlamıştır. İlk defa 1720'de
İngiltere'de basılan, sonraları baskıları sayısız
defa tekrarlanan "Cato'nun Mektupları" devrime
sebep olan genel halk desteğini yaratmıştır.
1775'lerde Amerikan gazeteleri devrime destek veren
ve karşı olan yazılarla dolmuş, matbaalar,
liberalizmi destekleyen çok sayıda broşür basmaya
yönelmişlerdi. Tarih boyunca vatandaşlar
yönetimlerin hizmetçileri olarak görülmüşken,
yönetimin vatandaşların hizmetçisi olması gerektiği
yönündeki yeni fikirler, Amerikan devrimcileri
arasında oldukça çok taraftar bulmuştu. Devrim,
demokratik bir yönetim oluşturmayı değil,
vatandaşların doğal haklarını koruyacak olan sınırlı
bir yönetim oluşturmayı amaçlamıştır. Locke'cu
esaslara dayanarak liberal bir ekonomik sistem
oluşturmak ve bunu desteklemek amacı yanında liberal
ekonomik sisteme kurumsal destek sağlamak için yeni
bir yönetim tipi oluşturma eğilimi sergilenmiştir.
Ekonomik İnsan Politikası
Eğer ekonomik ve politik sistemler birbirlerinin
ikizi yapılacaksa, özellikle ekonomistler için,
yirminci yüzyıl ekonomik sistemlerinin altında yatan
politik sistemlerin ne anlam taşıdığı üzerinde
düşünmek gereklidir. Ekonominin politik ekonomiden
ayrılmasının bir sonucu, ekonomik insan olarak
karikatürleştirilen insan tipinin ortaya
çıkışıdır. Ekonomik insanın tek amacı, kazancını ve
refahını en üst düzeye çıkarmaktır. Neoklâsik
ekonominin en önemli öncü isimlerinden birisi olan
C. E. Ferguson'un ifadesiyle "kısaca, bir tüketici,
sınırlı gerilirinin belirlediği çerçeve içinde,
alış-verişlerini en üst düzeyde tatmin olacağı
biçimde düzenler" (1969, s.28). Neoklâsik çerçevede
(birkaç özel durum dışında) tatmin olmanın veya
fayda sağlamanın, basitçe, tüketicinin tükettiği
mal ve hizmetlerin miktarının bir fonksiyonu olduğu
varsayılmıştır. Bu varsayıma göre tercih "az" yerine
"çok" yönünde yapılacaktır; böylece ekonomik
insanın amacı, mal ve hizmet tüketiminde maksimum
fayda elde etmektir.
Ekonomik insanın bu karikatürü, ekonomist olmayan kişilerden gelen
oldukça ciddî eleştirilerle karşılaştı. Çünkü bu
karikatürde, herkesin sadece kendi tüketimini
dikkate aldığı anlatılıyordu. Ekonomik insan
materyalisttir; kendisinden başkasının durumunun ne
olduğu onu ilgilendirmez; daha da önemlisi, kendi
materyalist amaçlarını toplumun amaçlarından üstün
tutar. Ekonomistler bu karikatürü, örneğin kamu
malları teorilerinde ciddiye almışlardır. Bu teoriye
göre halk, fırsat bulduğu anda bedava mal tüketmek
için serbest yarışa girer. Sonuçta ortaya çıkan
"piyasa başarısızlığını" düzeltmek için hükümetin
müdahalesine gerek duyulacaktır.6 Fakat
halk gerçekte ekonomistlerin varsayımlarında olduğu
gibi bencil midir?
Kelman (1987)'in düşüncesine göre ekonomistlerin varsayımları
bireylerin davranışlarını zehirleyerek kalıcı
tahribatlar oluşturur. Ona göre insanlar özel
sektörde refahı maksimum yapacak davranışları
gösterirken kamu sektöründe kamu-ruhu sergileyecek
tarzda davranırlar. Bu insanlar vatansevercesine
oylarını kullanırlar, kanunlara uyarlar, vergilerini
öderler, hatta yapmak zorunda olmadıkları durumda
bile diğer kamu-ruhu taşıyan davranışlarını
sürdürürler. Ekonomik insan varsayımının politik
davranışa uygulanmasıyla yapılan halk tercihi
tahlili, bu konuda çalışan kişileri daha az
kamu-ruhu taşıyacak tarzda davranmaya götürür.
Muhakkak ki, tam olarak kamu-ruhu taşımayan daha pek
çok davranış vardır; herkesin oy kullandığı
söylenemez, kamu kurumlarında üst yönetim
pozisyonlarında yasal koruma altına alınmış pek çok
kişi kanunlara tam uymaz. Mamafih, bütün bunlardan
ötürü, daha çok kamu-ruhu taşıyan davranışların
olması arzulanmaktadır ve belki de ekonomik insan bu
ruhu taşımadığı için ayıplanmalıdır.
Doğrusu, pek çok ekonomistle birlikte Kelman'ın
eleştirilerinde verilen ekonomik insan tanımlaması,
neoklâsik ekonomi modellerine fiilen konu olan
ekonomik insan tarifinin belirgin biçimde dışına
düşer, fakat (diğerlerini bir tarafa bırakarak)
ekonomistler bu gerçeği nadiren farketmişlerdir.
Çünkü bu ekonomistler neoklâsik çerçevenin
esaslarını biçimlendirdiği dolaylı olarak varsayılan
politik kurumları dikkate almamışlardır. Ekonomik
insan, üretici ve tüketici olarak piyasa
faaliyetleri içinde satınaldığı ve sattığı herbir
şeyden daima mümkün olan en çok faydayı sağlamak
ister. Fakat neoklâsik ekonomi çerçevesi içinde,
oluşan piyasa fırsatları,
ekonomik insan için bu bağlamdaki tek tür fayda
sağlama aracıdır. Bunu açıklamak için şu soruyu
soralım: "Ekonomik insan eline geçen herhangi bir
fırsatta bir sıçrama yapmak için en iyi arkadaşına
sırtını dönecek midir?" Ortaya konulan model, bunu
yapacağına ait bir ip ucu vermez; çünkü neoklâsik
modelin tanımladığı insan başkalarıyla sadece
alış-veriş aracılığı ile temas eder. Bir başka soru
daha soralım: "Ekonomik insan güzel bir gün batımı
(gurup) seyretmeyi ya da arkadaşlarıyla
havadan-sudan sohbet etmeyi değersiz mi görür?" Buna
verilecek cevap, "neoklâsik modelde ekonomik insanın
yapabileceği tek şeyin alış-veriş ve bir üretim
işleminde girdileri bir araya getirerek daha çok
ürün elde etmektir" olacaktır. Kısaca, bu ekonomik
insan modeli, insanlar-arası ilişkilere, estetiğe,
hatta politikaya değil sadece üretim ve tüketim
faaliyetlerine uygulanır.
Bunlara rağmen, neoklâsik model ekonomik insanın
varsayılan politik davranışları hakkında bazı
göstergeler sunar. Önce de belirtildiği gibi, her
bir ekonomik teori ya da mode dolaylı bir politik
temele sahip olmalıdır. Neoklâsik modelin dayandığı
dolaylı politik temel ise politik liberalizmin
ekstrem bir versiyonudur. Herkes oluşan tüm
fırsatlardan bütünüyle bilgilendirilir. Yapılan bu
bilgilendirme, olabilecek sahtekârlığı veya yanlış
bilgilendirmeleri kontrol eder. Bütün mülkiyet
hakları net olarak tanımlıdır ve asla ihlâl edilmez.7
Çalma veya hak gaspı yoktur. Hiç kimse kanunları
ihlâl etmez, suç sayılan davranışlarda bulunmaz.8
Bir ekonomik insan, bir başkasının malına ancak
mutabakat sağladıkları bir ücret karşılığında sahip
olabilir. Neoklâsik modelin esas şeklinde hükümet,
polis ve mahkeme yoktur. Bunlara ihtiyaç duyulmaz;
çünkü bütün haklar net biçimde tanımlanmıştır.
Herkes başkalarının haklarına saygı gösterir.
Şurası açıktır; neoklâsik model, ekonomik insanın
tek amacının mal ve hizmet tüketiminden maksimum
fayda sağlamak olduğunu, fakat bunu da tamamıyla
onurlu biçimde yaptığını varsayar. Ekonomik insan
hile yapmaz, sahtecilikle uğraşmaz, fırsatlar ona
uygun ortamı sunsa bile o çalmaz. Neoklâsik modelde
sayısız fırsatlar oluşmalıdır; çünkü piyasa
ekonomisi düzensizdir ve asayişi yoktur. Neoklâsik
ekonominin politik altyapılarından birisi
liberalizmdir. Bu oluşum içinde insan kaya
sertliğindeki ilkelerin bir öğesidir. Eğer kamu
sektörüne bu tür davranışın bir projeksiyonu
yapılmış olsaydı, ekonomik insan sadece ilkeli bir
insan olacaktı. Rüşvet olmayacaktı, kişisel çıkarlar
için kamunun genel çıkarları kurban edilmeyecekti,
politik skandallar olmayacaktı. Ekonomik insan,
başkalarının haklarına saygı gösterdiği kadar kendi
vatandaşlık sorumluluklarını da kabul etmelidir.
Tamamıyla ekonomik bir açıdan bakan bir kimse,
neoklâsik ekonomi çerçevesinde politik kurumların
olmadığını ileri sürebilir. Fakat bu doğru değildir.
Mülkiyet hakkı bir biçimde tanımlanmalıdır. Kaynakların nasıl
dağıtılacağını belirlemek üzere birilerinin yetki
(ve sorumluluğu) olması gerekir. Neoklâsik çerçeve
varsayımlarını, insanların mal ve hizmetleri
başkalarından ancak karşılıklı mutabık kalınan bir
ücret ödeyerek satın alabilecekleri varsayımı kadar
güçlü olan net tanımlı ve herkesin saygı gösterdiği
özel mülkiyet haklan üzerine oturtur. Böylece,
neoklâsik ekonomi çerçevesi liberalizmin politik
temelleri üzerine sağlam biçimde bina edilmiştir.
Standart neoklâsik model için zarurî olan esasları
sağlaması nedeniyle liberalizm, ekonomik bir kavram
olduğu kadar politik bir kavramdır da.
İlerleyen bu tartışmanın geldiği nokta, gerçek insan davranışını
tanımlamaktan daha çok ekonomik insanın
motivasyonlarının tamamıyla bencil olduğu hakkındaki
söylenti balonunu patlatmaktır. Evet, varsayımlara
göre onun ahş-verişlerden en fazla menfaati
sağlamaya çalıştığı doğrudur; ancak yine varsayıma
göre bunu sadece en onurlu ve ilkeli tarzda
(karşılıklı mutabakat sağlanan piyasa alış-verişi
yoluyla) yapar. Eğer insanlar, kamu sektöründe de
gerçekte neoklâsik modelin ekonomik insan davranışı
olarak varsaydığı gibi davranıyor olsaydı, politika
çok daha fazla sivil olacaktı. Ekonomik insan
ekonomik ve politik hürriyet sınırları içinde
faaliyet gösterir, başkalarının haklarına
saygılıdır. Her ne kadar çoğu ekonomik modelin
politik yönleri açıkça ortaya konmuş olmaktan ziyade
dolaylı biçimde veriliyorsa da, ekonomik insan,
ekonomik ve politik hürriyet sınırları içinde
faaliyet gösterir, başkalarının haklarına
saygılıdır. Sonuçları itibarıyla neoklâsik ekonomik
model yukarıda verilen türden ilkeli davranışlara
dayanır. Buna göre yirminci yüzyılın neoklâsik
ekonomisi, John Locke'un öngördüğü ilkelerin
aynısına dayalı olarak tanımlanan bir ekonomik
sistemdir.
Bir Ekonomik Sistem Olarak Demokrasi
Demokrasinin ekonomik sistem olduğu fikri oldukça soyut bir
fikirdir çünkü demokrasinin ekonomiye yol
gösterebileceği çok sayıda kurum tipi
tasarlanabilir. Lockecu liberalizm görüşü,
olabildiğince salt olan piyasa ekonomisini ifade
eder. Bu ekonomide bütünüyle sahibinin kişisel
tasarrufundaki bir mülkiyet söz konusudur. Liberal
ekonomik sistemin alternatifi, bireysel mülk
sahiplerinin mülklerinin tasarrufu hakkına sahip
olamadığı bir sistemdir.
Geçen yüzyılda ekonomik liberalizme hayat veren
kapitalizm, mülkiyetin kullanımı hakkının birey
yerine tamamıyla toplum tarafından belirlendiği
sosyalizmin karşısında olmuştur. Sosyalizmin bu
konsepti tam açık olmayan, müphem bir konsepttir.
Bir bireyin mülkiyet tasarrufu hakkında nasıl karar
verdiğini anlayabiliriz; ancak toplum nasıl karar
verebilir? Yirminci yüzyıl sosyalizminde bu soruya
verilen güncel cevap "bir diktatör aracılığı ile"
idi. Diktatör, diğer bireylerin sorumluluğunu
üslenmek veya görevi yürütmek üzere merkezî bir
planlama bürokrasisi oluşturarak kaynakların
tahsisini belirleyecektir. Her halükârda kollektif
karar alma işlemi, diktatörü karar alma otoritesi
olarak donatmak ve bir hiyerarşi temayülü içinde
diktatörün aldığı kararların görevli memurlar
tarafından yürütülmesini sağlamaktır.
Kavram olarak böyle bir sistem, kaynakların sahipliğinin bir tek
kişiye verilmiş olduğu kapitalizmin bir türünün de
var olmasına rağmen, sosyalizmden ziyade
kapitalizme daha yakındır. Yirminci yüzyılda yaşanan
tecrübeler göstermiştir ki, kendilerini sosyalist
olarak tanımlayan ekonomiler kollektif mülk
sahipliğinin hiçbir türüne sahip olmamışlardır.
Kaynakların genel olarak nasıl tahsis edileceği
hakkına politik liderlerin sahip olduğu bir yerde
hiç kimsenin kendi şahsi servetleri dışında
herhangi bir kaynağın kullanımı hakkında
söyleyebildiği pek bir şey yoktur. Halkın kollektif
olarak ekonomik kaynakların nasıl kullanılacağını
belirleme hakkına sahip olacağı bir sistem
sosyalizmin ruhuna daha yakın olacaktır. Bu fikir
demokratik ekonomi sistemine işaret etmektedir.
Politik bir sistem olarak demokrasi, yönetimdeki liderlerin
demokratik bir karar alma işlemi ile seçileceği
anlamına gelir. Çoğu araştırmacının belirlediği
gibi, eğer çoğunluğun gücü üzerine belirgin sınırlar
konulmuşsa, politik demokrasi ekonomik liberalizmle
birlikte var olacaktır.9 Fakat politik
liderlerin seçimi kadar kaynak tahsisini belirlemede
de demokratik karar almanın sağlanması için,
demokrasi ayrıca ekonomik sisteme doğru da
genişletilebilir. Gerçekte politik demokrasinin
ekonomik demokrasi içinde gelişmeye doğal bir
eğilimi olduğuna inanmak için geçerli nedenler
vardır. Kari Polanyi'nin işaret ettiği gibi,
"sosyalizm esas olarak bir endüstri medeniyetinde
kendi kendisini düzenleyen piyasayı aşmak için
bilinçli olarak onu demokratik toplumun emri altına
koyan bir eğilimdir" (1944, s.244).
Bir ekonomik sistem olarak liberalizm, takasların gönüllü olarak
yapıldığı, mülkiyet hakkına saygı duyulduğu ve bu
hakkın teminat altına alındığı anlamına gelir. Fakat
toplumda herkes, daha önce açıklanan ekonomik insan
gibi aynı ilkelere sahip değildir. Buna bağlı
olarak da bireysel mülkiyet hakkını güçlendirmek
için bir hükümete ihtiyaç vardır. Hükümet, tek kişi
bile istemiş olsa, liberalizmi korumak için kuvvet
kullanır. Eğer bireyler, aralarındaki çatışmayı
barışçı yollarla teskin edememişlerse, hükümet
kendinde bulunan düzeltme gücünü kullanarak bu
çatışmayı sakinleştirir. Hükümet, çatışmaları
teskin etmede, bireysel mülkiyet haklarını
tanımlamada ve güçlendirmede bireylerin
davranışlarını düzenler. Yapacağı bu faaliyetlerin
fınansı için vergi toplar (ki bu vergiler ayrıca
liberalizmi zayıflatıcı potansiyele sahiptir).
Politik
kararlar demokratik yollardan alındığı zaman,
hükümet çoğunluğa karşı son derece sorumlu
olacaktır, böylece, sizi şaşırtmasın, politik
işlemler yoluyla alınan kararlar ekonomik
liberalizmi korumaktan ziyade çoğunluğa hizmet
edecektir. Birleşik Devletler'de vergiler
başlangıçta hükümet faaliyetlerinin finansmanı için
toplanmaktaydı. Fakat iki yüzyıllık bir
vergilendirme süresinden sonra bu vergilendirme
sistemi öylesine bariz biçimde halka yeniden dağıtım
haline gelmiştir ki sistemin yeniden dağılımda
oynadığı rol hakkında ciddî sorular artık sorulmaz
olmuştur. Yirminci yüzyılın sonunda yaygın olarak
bireylerin bile liberalizm savunucusu olmaları
istenmeye başlanmıştır. Milton Friedman ve Alan
Peacock gibi düşünürler vergi sisteminin halka
yeniden dağıtım özelliğini öne çıkarıcı fikirler
ileri sürmüşlerdir. Dvvight Lee (1989)'nin ileri
sürdüğü gibi, neoklâsik refah ekonomileri tarafından
da tanımlandığı biçimde, hükümetlerin daha etkin
kaynak tahsisindeki teorik potansiyellerine rağmen
politik gerçek şudur; demokratik politika, politik
gücü elinde tutanların kişisel menfaatleri için
hükümetleri kaynak tahsisinde etkin olamamaya doğru
sürükler.
Halkın kendi mülkünü kullanmada hangi haklara sahip olduğunu
belirlerken, demokratik karar alma işlemi,
liberalizmin ilkelerinden ziyade çoğunluğun
arzusunu dikkate almaya yönelir; toprak kullanımı
kesin biçimde düzenlenmiştir; iş sözleşmelerinin
çoğu karakteristiği artık kanunlarla belirlenmiştir;
bunun içinde bir işçiye ne kadar ödeneceği,
yaptıkları işten işçilerin hangi menfaatleri elde
edecekleri ve benzer hususlar bulunur. Hükümetler
piyasaya sürülen ürünlerin özelliklerini kontrol
eder. Bu kontroller örneğin ürünün izin verilen
boyutlara uygunluğu, ürün üzerinde hangi bilgilerin
bulunması gerektiği, nasıl kullanılacağı (hatta bu
belirli mal ve hizmetlerin arzının yasaklanmasına
kadar genişleyebilir) gibi hususlar üzerinde
yapılır. Ekonomik liberalizm çoğunluğun arzusuna
kurban edilmiştir.
Ekonomik demokrasinin ekonomik liberalizme göre avantajları
tartışılabilir. Fakat her halükârda demokrasi,
kaynak tahsisini çoğunluğun belirlediği bir
ekonomik sistemdir. Çoğunluğun gücü, demokrasinin
ekonomideki rolünün azaltılmasıyla yasal yollarla
sınırlanabilir. Ancak hükümet harcamaları ve
düzenlemeler genişledikçe, artarak büyüyen kaynak
paylaşımı demokratik karar alma mekanizmaları ile
sağlanacaktır. Tam liberal bir ekonomik sistem
demokratik bir hükümete sahip olabilir; fakat
demokrasinin rolü en aza indirilmiş olmalıdır.
Ekonomik kaynakların tahsisinde demokrasinin fazla
olması, daha az liberalizm demektir.
Mukayeseli Ekonomik Sistemler
Yirminci yüzyılın başlarında politik ekonomi, ekonomi ve politik
bilimler olarak ikiye ayrıldıktan sonra, ekonomi
kendi içinde çok sayıda uzmanlık alanlarına
bölünmüştür. Bunlardan birisi mukayeseli ekonomik
sistemlerdir. Bu yüzyılda dünyadaki politik
bölünmeleri öğrenmek isteyen mukayeseli ekonomik
sistemler uzmanları, politik yapıları büyük çapta
bir tarafa bırakarak öncelikle kapitalist ve
sosyalist ekonomiler arasındaki farklarla
ilgilendiler. Bu uzmanlar kapitalist ekonomileri
üretim araçlarının kişisel sahipliği ve kaynakların
piyasa tarafından tahsisi ile karakterize
etmişlerdir. Sosyalist ekonomiler ise üretim
araçlarının kişisel sahipliğinin olmadığı sistemler
olarak tanımlanmıştır.
Kapitalizm kavramının anlaşılması hayli kolay
olmasına ve daha önce tartışılan
Locke'cu liberal ekonomi ile örtüşmesine rağmen,
sosyalizm kavramı tamamıyla açık değildir. Bir
kapitalist sistemde kişisel mülk sahipleri, ister
tüketim malı, ister sermaye, isterse doğal kaynak
olsun, sahibi oldukları varlıklarını nasıl
kullanacaklarını belirleme gücüne sahiptirler.
Sosyalist sistemde kaynak tahsis yöntemi belirsiz
bırakılmıştır. Böyle bir bakış açısından sosyalizm
tümüyle bir ekonomik sistem değildir; çünkü bir
ekonomik sistem ekonomik kaynakların nasıl tahsis
edileceğini belirlemek için bir mekanizmaya sahip
olmalıdır.
Kari Marx, Das Kapitalde ve diğer yazılarında
kapitalist sistemin çok fazla eleştirisini yapmıştır
(kapitalizme bu ismi Marx vermiştir) ve üretim
araçlarının kişisel sahipliğinin kaldırılmasını
savunmuştur. Fakat yerine gelecek olan sosyalist
sistemde kaynakların nasıl tahsis edileceğinin
projesini vermemiştir. Böylece 1917'de, Sovyetler
Birliği kurulduğu zaman, kurucular hangi ekonomik
kurumları tasfiye edeceklerini biliyorlardı; fakat
bunların yerini nelerin alacağı konusunda açık bir
düşünceleri yoktu. Sovyetler Birliği kurulduktan
kısa bir süre sonra Avus-turya'lı ekonomist Ludwig
von Mises, sosyalist ekonominin yürümeyeceği
iddiasıyla sosyalizmi destekleyenlere meydan okudu.
1919'da Viyana Ekonomi Topluluğuna yaptığı bir
konuşmada Mises, rasyonel ekonomi hesaplamaları ve
buradan da rasyonel kaynak tahsisi için piyasa
fiyatlarının gerekli olduğunu ileri sürdü.
Dolayısıyla merkezden plânlanmış bir ekonomi
başarısız olmaya mahkûmdu."
Sosyalizm fikrini destekleyen ekonomistler Mises'in
meydan okumasını, üretim araçlarının kişisel
mülkiyetinin olamayacağı, daha çok merkezî
planlamacıların, piyasa fiyatlarının ve
kaynaklarının piyasaca tahsisini taklit etmeye
yöneleceği bir piyasa sosyalizmi teorisi
geliştirerek cevaplamışlardır (Lange and Taylor,
1938; Lerner, 1944). Bununla Mises'in en büyük
iddiasını çürüttüklerini ileri sürdüler. Eğer
bunların argümanları doğrulanmış olsaydı, bir
ekonomide üretim araçlarının sosyalist sahipliği ile
piyasanın nasıl karşılıklı var olabileceklerini
göstermiş olacaklardı. Fakat Mises ve Hayek, piyasa
sosyalizminin destekçilerinin, sosyalizme getirilen
eleştirileri yanlış anladıklarını ve kaynakların
akılcı tahsisinin, teoride bile olsa mümkün
olamayacağını söyleyerek bunları cevaplamışlardır.
Piyasa sosyalistlerini ve aslında tüm sosyalizm
tiplerini en acımasız eleştiren düşünür Hayek'ti. O,
demokratik sosyalizmin işlemeyeceğini ve sosyalist
devletlerin hepsinin eninde sonunda diktatörlüğe
yöneleceğini iddia etmiştir (Hayek, 1944). Herkesin
takdirini toplayan argümanlarını tamamlayıcı olarak,
Hayek, 1945 yılında yazdığı makalesinde ekonomist
meslektaşlarına sunduğu iddialarında, bir ekonomide
kişilerin sahip olduğu ve birbirlerine aktardığı
güncel ve yerel bilgilerin etkin kullanımıyla
piyasanın başarıyla işletileceğini; fakat merkezî
plânlama otori-tesiyle etkin bilgi alış-verişinin
yapılamayacağını söylemiştir. Piyasa, etkinliğini
arttırmak, yeni ya da daha iyi mal ve hizmet sunmak,
veya gerekli diğer yenilikleri yapmak için kişilerin
kaynak kullanmadaki tasarrufuna izin vererek, güncel
ve yerel geçerliliği olan bilgilerden yararlanır.
Kişisel kazançlar ve kayıplar, kaynakların etkili
tahsisinin ödüllendirilmesinde veya
cezalandırılmasında hayatî rol oynar. Sistemin
yaşaması, ekonomik kaynakların kişisel mülkiyet
altında olmasına bağlıdır.
Kaynaklara kamunun sahip olması, bunların etkin kullanımını birkaç
açıdan engeller. Öncelikle kişisel mülk sahipliğinin
aksine, alınan kararlardan doğan sonuçların ucu bu
kararlan alanlara dokunmayacaktır. Tipik olarak, ne
alınan yanlış kararların cezaları ne de doğru
kararların ödülleri onların umurundadır. Daha da
kötüsü, yönetimin karar alıcıları doğru karar
aldıkları için ödüllendirilmek yerine, sanki yanlış
karar almak üzere görevlendirilmiş gibidirler. Bunun
sonucunda, yönetimin merkezî karar alması, kişisel
karar alma yönteminden çok daha az verimli
olacaktır. Mises ve Hayek, yirminci yüzyıl
ortalarında sosyalist hesaplama tartışmalarında
piyasa ekonomisini savunurlarken bu fikirleri pek
kabul görmemişti.12 Gerçekte Mises'in
ölüm yılı olan 1973'te Nobel ekonomi ödülü ile
payelendirilen Paul Samuelson, her ne kadar
Sovyetler Birliği'nde kişi başına düşen millî gelir
Birleşik Devletler'deki gelirin yaklaşık yarısı
idiyse de, kaynakların piyasadaki tahsisi üzerinde
merkezî otoritenin üstünlüğünün Sovyetler'de daha
hızlı bir büyüme oluşturduğunu ileri sürmüş ve bir
projeksiyon yaparak, Sovyetlerin Birleşik
Devletler'deki gelir düzeyini muhtemelen en erken
1990'da, daha emin bir tahminle 2010 yılında
yakalayacağını ileri sürmüştü (1973, s.883).
Mukayeseli ekonomik sistemler öğrencileri gibi,
piyasa sosyalizmi taraftarları da politik ve
ekonomik sistemleri tamamıyla ayrı yapılar olarak
algılamışlardır. Hatta, merkezî plânlamaya karşı
serbest piyasa konusunu, kaynaklarm kollektif
sahipliğine karşı kişisel sahipliği konusundan
bağımsız düşünmüşlerdir. Buna karşın Mises ve Hayek,
piyasa sisteminde Lockecu görüşü esas aldılar. Bu
sistemin işleyişinin kişisel mülkiyete, mülkiyet
haklarının korunmasına ve takasın serbest olmasına
dayandığım savunmuşlardır. Bunların görüşüne göre,
Locke'un tanımladığı biçimdeki serbest piyasa
ekonomisi liberalizmi gerektirmektedir.
Liberalizmden uzaklaşmak sosyalizme yaklaşmaktır.
Politik ve ekonomik sistemler ayrılmaz şekilde
birbirlerine bağlıdırlar.
Kaynak: Randail G. HOLCOMBE
|