Ekonomİk Krİz ve Türkİye
 

Uzunca bir süredir temel makro ekonomik dengelerini yitirmiş Türk ekonomisi, büyüme ve daralma aralıkları giderek sıklaşan ve gittikçe şiddetlenen bir bunalım süreci yaşamaktadır. 

Bunalımın süreklilik özelliği taşıması, karşılaşılan krizlerin sebeplerinin daha derinlerde bulunduğu kanısını pekiştirmektedir. Yoksa, hükümetlerin sadece son bir kaç yılda uyguladıkları yanlış politikaların ya da teknik hataların tesirinin bu şiddet ve sürede olması pek olası değildir. 

Globalleşen dünyada eğilimleri iyi analiz ederek ülkemizin uluslararası sistemdeki yerini doğru konumlandırabilmek için, yaşadığımız krizlerin nedenlerini sağlıklı olarak teşhis etmek ve çözümünü bulmak mecburiyetindeyiz.

Bilindiği üzere, 1980'li yıllardan itibaren ülkemizde, ihracatı ve dışa açılmayı özendiren ve büyümeyi bu yolla sağlamayı hedef­leyen bir politika takip edilmiştir. 1989 yılında, 32 sayılı KHK ile uluslararası sermaye hareketlerine serbesti getirilmiş ve finansal liberalizasyon süreci başlamıştır. 

Başlangıçtaki amaç bu olmamasına rağmen yaşanan süreçte; liberalizasyon ülkemizde doğrudan yatırımların artması, sabit sermaye stokunun ve ekonominin üretim kapasite­sinin artışına hizmet etmek yerine, sıcak para olarak da niteleyebileceğimiz kısa vadeli sermaye hareketlerine ve neticede Merkez Bankasının para politikası araçlarını kullanma yeteneğinin çok zayıflamasına neden olmuştur.

Bütçe açıklarının aşırı büyümesi ve bu açığın borçla finanse edilmesi, sistematik olarak aşırı değerli TL politikasının takibi neticesinde dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan reel getirilerin Türkiye' de elde edilebilme olanağını ortaya çıkarmıştır. Öyle ki, 1995 yılında reel faiz 0/046.8 oranına yükselmiştir. Bu durum kriz yılları hariç, yıllar boyunca devam etmiştir. 

Böylesine zahmetsiz para kazanma fırsatının olduğu her ülkede beklenebileceği üzere yatırım ve üretimden uzaklaşma olgusu tüm acımasızlığıyla Türkiye'de de yaşanmış ve içinde bulunduğumuz kriz ortamından çıkışın süresini uzattığı gibi krizin tahribatının boyutlarını arttırarak çok geniş kesimleri içine çekmiştir. 

Bir ekonomide yatırımcıların mevcut koşullar altında rasyonel kararlar doğrultusunda yapmış oldukları yatırım tercihlerini suçlamak, kolaycılığa kaçmaktan öte bir anlam ifade etmez. Faizin getirisi sanayi ya da turizme yapılacak yatırımların getirisinden önemli ölçüde yüksek olduğu müddetçe, yatırıma yö­nelmesi beklenen sermaye, finans sistemi dışına çıkmayacaktır. Önemli olan, ülke menfaatleri ve insanlarımızın mutluluğu için sorunun kökenine inerek ortadan kaldırılmasıdır. 

Yatırımdan ve üretimden uzaklaşmaya bir örnek vermek istiyorum. 1975 yılında 0/043.3 olan özel imalat sanayi yatırımlarının GSMH içindeki payı, içinde bulunduğumuz yıllarda 0/021-22 mertebesindedir (DPT, 2000). Yatırımların, GSMH'ye oranı Çin'de 1999 yılı itibariyle 0/040, Malezya'da %32'dir. Aynı ülkelerdeki tasarruf oranları sırasıyla 0/042 ve 0/045 iken, Türkiye'de %21'dir (World Bank, ZOOO). 

Bir taraftan tasarruf etmiyor ve yatırım yapmıyoruz, diğer taraftan da dünyadaki sermaye hareketlerini üretken yatırımlara yöneltmek üzere ülkemize çekemiyoruz.

Dünya çapında sermaye hareketlerinin en önemli merkezi olan Avrupa Birliği'nin dı­şarıya sermaye yatırımı, 2000 yılında 304 mil­yar dolar iken (UNCTD, 2000), Türkiye'ye gi­ren doğrudan yatırım miktarı aynı yıl sadece 800 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. 

Ülkemize gelmek isteyen sermayedar önüne de her türlü (vergisel, bürokratik vb.) engeli koyuyoruz. Dünya Bankası'nca hazırlanan FIAS Raporu'nda, sadece bir şirketin kuruluş işlemlerini tamamlayabilmesi için 172 imza ve 2,5 aylık bir süre gerektiği tespit edil­miştir. Enflasyon muhasebesi sisteminin uygulanmaması nedeniyle, henüz faaliyete geçmeyen yatırımcının sermayesinin önemli bir kıs­mına da kur farkını vergilemek suretiyle el koyuyoruz.

Geçmişte uyguladığımız politikalar, TL'nin yabancı paralar karşısında aşırı değerlenmesine, ihraç ürünlerinin dış fiyatlarının artmasına ve ithalatın ucuzlamasına neden olmuştur. Dış ticarete konu olan sektörlerde yatırım yapılmaması ve yanlış kur uygulaması, ülkemizin rekabet gücünü yitirmesine ve ve­rimlilik artışının ihmal edilmesine sebep ol­muştur. Bu ortamda, arada yapılan kur ayarlamaları ile ihracatı artırma olanakları çok sınırlı kalmaktadır. Zira, üretim kapasitesi yetersiz, üretim yapısı iç talebi karşılamaya dönük ve uluslararası rekabetten yoksun bir sanayi yapısı oluşmuştur. 

Türkiye'nin ihracatı her zaman ithala­tından çok daha az olmuştur. Bu, yurtiçi tasarruflarını arttıramayan, kamu harcamalarında israfı önleyemeyen bir ekonomi için ciddi bir sorundur. Kamu harcamalarındaki israfın boyutları, TOBB tarafından yaptırılan bir çalışma sonucunda ortaya konulduğu üzere, içler acısı tabloyu göz önüne sermektedir. Son on yıl­da kamunun israfı 195 milyar dolardır. Bu rakam farklı hesaplamalarla daha düşük veya daha yüksek çıkabilir. Önemli olan her gün devletin israfına işaret eden birçok uygulamayla karşılaştığımız ve bu olguyu bizzat yaşayarak görüyor olmamızdır. Her hükümet, zaman zaman israfa yol açan yanlış kararlar verebilir, ancak bizim ülkemizde olduğu gibi israf olağan bir olgu haline gelmişse gerçek anlamda bir yeniden yapılanma ihtiyacı ortaya çıkmış demektir. 

Diğer döviz kazandırıcı faaliyetlerle ve uzun vadeli sermaye hareketleri ile cari işlem açıklarının fınanse edilemediği hallerde bu tablo her zaman için tehlike arz etmektedir. Nitekim, dış ticaretimizin büyük kısmını ger­çekleştirdiğimiz Avrupa Birliği ile 1995 yılında yapmış olduğumuz Gümrük Birliği Anlaşması, öngörüldüğu şekilde netice vermemiş ve cari işlem açıkları artarak devam etmiştir. 2000 yılında cari işlem açığımız Cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesi olan 22,4 milyar dolar mertebesine ulaşmıştır. Gümrük Birliği'nin, Türk sanayiine rekabet gücü kazandırma kat­kısı olmadığı gibi yerli sanayinin üçüncü ülkelerin haksız rekabeti ile de karşı karşıya kalmasına neden olmuştur. Zira, Avrupa Birliği, üçüncü dünya ülkeleriyle anlaşmalar yaparken sadece kendi pazar koşullarını dikkate alarak hareket etmekte, karar mekanizmalarında yer almadığı için Türkiye'nin hak ve menfaatleri gözetilmemektedir.

Dış borcu azaltmanın bir yolu da ihracatı çok yüksek seviyelere ulaştırmaktan geçmektedir. Bu açıdan, dış ticaret açığı verme­yen, genellikle tasarruf eğilimi yüksek, ithal girdi kullanım oranı düşük imalat sanayi yapısına sahip gelişmekte olan ülkelerin örnek alınması düşünülmeye değer bir husustur. 

Gayri Safi Milli Hasılanın tasarruf-tüketim-yatırım kompozisyonunu ve ithalatın yatırım malı-ara malı-tüketim malı kompozisyo­nunu tüketim aleyhine değiştirerek sağlana­cak kaynağın Türk ekonomisinin büyüme ve kalkınmasına tahsisini gerçekleştirmek kaçınılmaz görünmektedir. 

Yabancı sermaye girişi gerektirmeyen ve ülkemizin borç stokunu artırmaksızın sadece yurtiçi kaynaklarla da yapılabilecek çok ciddi işler bulunmaktadır. 

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım üzere, son yirmi yıldır uyguladığımız IMF destekli programlar neticesinde, programların reel sektör ayağı tamamen ihmal edildiği için hep başladığımız noktaya geri dönüyoruz. Her geri dönüşümüzde de, daha evvel mevcut olan sorunlarımız daha da ağırlaşmış bir şekilde karşımıza çıkıyor.

Sosyal güvenlik açıklan, KİT açıklan, bütçe açıklan kısacası kamu kesimi finansma­nı ve dış finansman konusunda yaşanılan sı­kıntıların, ekonominin daraltılması yoluyla çö­zülmeye çalışılması kısa vadeli ve geçici ma­hiyette çözümler olarak algılanmalıdır. 20 yıl­lık bir süre, sadece borç çevrimi ve ekonomiyi küçülterek cari açıkların azaltılması felsefesine dayanan istikrar programlarının çözüm olmadığını anlamak için fazlasıyla yeterli bir süredir. Esaslı ve kalıcı çözümün GS'yi arttırıcı, üretime dayalı yaklaşımlarda yattığını kabullenmek durumundayız. Ülkemizdeki tasarruf oranını GSMH'nin %4O'ına yükseltebil­diğimiz ve yatırıma yönlendirebildiğimiz ölçüde sorunun çözümünde mesafe kat edebilece­ğimizi düşünüyorum. 

Bu amaçla: Kamuda israfın önlenmesi; sosyal güvenlik ve KİT açıklarının önlenmesi; bütçenin faiz dahil denk hale getirilmesi; ver­gi ve teşvik politikalarının yatırımları özendirici, katma değeri yüksek, dış ticarete konu mal üretimine yönelik olarak oluşturulması; lüks ithal malı tüketimini caydırıcı önlemlerin alınması; eğitim ve araştırma-geliştirme yatı­rımlarına çok daha fazla kaynak ayrılması; iç ve dış borç stokunun uzun vadeli yapıya kavuşturulması; uluslararası piyasalardan normal risk primi ile borçlanılabilir konuma gelinmesi; kısa vadeli spekülatif sermaye hareketlerine uluslararası mekanizmalar içerisinde ülke ekonomilerine zarar vermesini önleyici tedbir­lerin alınması; makul ve sürdürülebilir büyüme oranı hedeflerinin tespit edilmesi; uluslararası rekabet gücünün yeniden kazanılması için politikalar tespit edilmesi gibi öneriler tartışmaya açılarak uygulamaya konulmalıdır. 

Ayrıca, ekonomik, siyasi ve hukuki reformların süratle gerçekleştirilmesi ve sistemin krizleri yumuşak biçimde atlatabilecek yete­neğe kavuşturulması hayatiyet taşımaktadır. 

Krizde olalım veya olmayalım, Türkiye'nin yeniden yapılandırılarak, etkin ve verimli bir kamu yönetiminin sağlanması, adil ve süratli işleyen adalet sistemi ve katılımcı ve seçmene hesap verir bir siyasi yapılanmanın tesisi gereklidir. Bu hususlar, ekonomik bakımdan da güçlenmenin asgari şartlarındadır.

Ülkemizdeki kişi ve kurumlar olarak, ortak akıl etrafında rasyonel davranış la sorunlarımızı birlikte göğüsleme iradesini ve yeteneğini gösteremediğimiz taktirde, daha ciddi sorunlarla karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Türkiye'nin sorunlarının çözümü bizlerin çabalarında ve iradesinde yatmaktadır. 

Kaynak: M. Rıfat Hisarcıklıoğlu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005