EkonomIK KrIZIn PanoramasI

Türkiye ekonomisi üç ay arayla yaşadığı iki ağır darbe sonucu büyük sarsıntı yaşadı. Daha birinci krizde çöken, ancak herşeye rağ­men ayakta tutulmaya çalışılan ekonomik program Şubat'ta devletin zirvesinde yaşanılan dramatik olaylarla birlikte gündemden ta­mamıyla kalktı ve ülke devasa dalgalar arasın­da dümenden mahrum bir gemi gibi kaderiy­le başbaşa kaldı. 

Dünya Bankası Başkan Yardımcıların­dan Kemal Derviş'in bu ortamda yurda çağrıl­ması ve ekonominin yönetiminin kendisine bırakılması, aslında hükümetin yönetim yeter­sizliğinin ve beceriksizliğinin itirafı anlamına gelir. Başta Dünya Bankası ve IMF gibi kuru­luşlar olmak üzere uluslararası fınans çevrele­rinde itibarını kaybeden, acil ihtiyaç duyulan dış kaynaklan sağlama imkânı ortadan kalk­mış olan yönetim, bu kuruluşların başından bir insanı yetkili kılmak suretiyle güven sağla­mayı amaçlıyordu. 

Kemal Derviş'in Türkiye'ye gelişi bü­yük olay oldu. Toplum, yaşanılan ağır şokun etkisi altındaydı. Ekonomik göstergeler bütü­nüyle altüst olmuş, faizler çılgın seviyelere yükselmiş, bir yıldan beri kontrol altında tutulan döviz fiyatları hızla tırmanarak ekonomik hayatın işleyişini durma noktasına getirmişti. Finans kesimi çaresizlik içindeydi ve bankalar birbiri ardına dökülmeye başlamıştı. Bu du­rum vakit geçmeden reel sektöre de yansıdı; üretim önce yavaşladı, kısa süre sonra geniş bir alana yansıyan krizin etkisi altında büyük ölçüde durdu. Sokaklar bir anda yeni işsizler­le dolmaya başladı-, üstelik bunların büyük bir bölümü beyaz yakalılar diye anılan bankacılık ve hizmet sektöründen geliyordu. Başka bir ifadeyle toplumun o zamana kadar iş güven­cesine sahip görünen üst orta gelir grupların­dan binlerce insan işsiz kalmıştı. Bunların ye­niden benzer imkânlarla iş bulmaları, alıştıkla­rı yaşama standardına uygun pozisyon sağlamaları ümidi olmadığından yaşanılan sosyal bunalımın daha da ağırlaşması kaçınılmaz hâ­le gelmişti. 

"Kara Şubat" tan sonra uzunca bir süre ekonominin kendi haline bırakılmış görüntü­sü hayret ve şaşkınlıkla izlendi. Ekonomi yö­netiminin başına getirilen Kemal Derviş, dar bir istişare çevresiyle birlikte yaşanılan karga­şayı sükûnetle izliyor, ancak beklenen köklü tedbirlerin alınması hususunda ortaya somut bir tavır koymuyordu. Bu esnada IMF ile sür­dürülen görüşmelerin de uzaması, acil önlem­ler yerine orta ve uzun vadeli yapısal reform­lardan söz edilmeye başlanılması döviz fiyat­larını beklenen seviyelerin üzerine tırmandır­dı ve böylelikle Türkiye %100'leri aşan fiili bir devalüasyonu gerçekleştirmiş oldu. 

Bu süreçte Kemal Derviş'in iyi düşünül­müş, plânlanmış bir hareket stratejisi var mıy­dı? Bu sorunun cevabını o sırada almak müm­kün olmadı; ancak aradan aylar geçtikten son­ra, TBMM'de hakkında verilen gensoruyla il­gili olarak yaptığı konuşmada, Sayın Derviş samimi itiraflarda bulunacak ve Türkiye'ye geldiği ilk aylarda durumun ciddiyeti tam olarak kavrayamaması nedeniyle hatalar yap­tığını kabul edecekti. 

Türkiye'nin yeni bir bütçe ile ve 18. Stand-by Anlaşması'nı yapmaya hazırlandığı şu günlerde, bir yıl içinde yaşanan küçülme ve hızlı düşüş durdu mu? Başka bir ifadeyle Türkiye dibe vurmuş sayılarak bu düzeyden şöyle veya böyle bir tırmanma sürecine geçe­bilecek midir? 

Bunun cevabı ne yazık ki sadece eko­nomik ve malî parametrelerle sınırlı şekilde verilemiyor. Çünkü ekonomik olumsuzlukların hemen yanı başında yapışık ikizler gibi seyreden derin bir siyasî krizle iç içe yaşıyo­ruz. Ortalama on yıllık maziye sahip kötü yö­netimlerin, yanlış ve hatalı uygulamaların, an­cak çılgınlık olarak nitelendirilebilecek savur­ganlıkların getirip üst üste yığdığı olumsuz faktörlerin ve birikimlerin patlaması şeklinde yorumlanabilecek bu ortam, siyaseti de ku­rumsal anlamda dibe çökertti. 2000 yılı başlar­ken uygulamaya konulan enflasyonla müca­dele programının hazin akıbetinde yönetimin beceriksizliğinin etkisi aşikârdır. Son derece kritik şartlar içinde bulunduğumuz gerçeği tam olarak kavranılmadığından gerekli tedbir­ler zamanında ve yerinde alınamadı. Hiç ya­pılmaması gereken hatalar yapıldı. Kavrayış eksikliği sebebiyle gelişigüzel sarf edilen söz­lerin ekonomi üzerindeki etkileri düşünülme­den politikacılarda sık rastlanılan ucuz kahra­manlıklar, gereksiz çıkışlar ve demeçler bol bol sergilendi. Ekonomi konuyu iyi bilen, be­cerikli ve nitelikli özellikler taşıyan bir elden, tek merkezden yönetilmesi, böylelikle alınma­sı zarurî olan bir dizi kararın vakit geçirilme­den uygulamaya konulması gerekirken tam tersi yapıldı. Çünkü Başbakan, açıkçası eko­nomiden arılamıyordu. Ancak daha da önem­lisi ekonominin yönetiminden sorumlu kıldığı bakan, bütün iyi niyetine rağmen, bu işleri ye­rine getirebilecek niteliklere sahip değildi. Böylece enflasyona karşı mücadele sloganıyla oluşturulan ve yirmi beş yıldan beri toplumun kronik derdi haline geldiğinden bundan bir an önce kurtulmak ihtiyacım duyan geniş ke­simlerin desteğini sağlayan program, baştan itibaren sahipsiz kaldı. Uygulamada en kritik süreç, yani 2000 yılının on aylık dönemi yetki ve sorumlulukları tartışılabilecek iki üst düzey bürokratın inisiyatifine bırakıldı. Koalisyon or­taklarının paylaştıkları ekonomik birimler ara­sında yeterli koordinasyon, iletişim ve destek bir türlü kurulamadı. İlk aylarda çok verimli bir çalışma temposu sergileyen parlamento önemli birkaç yasa değişikliğinden sonra, yaz aylarından itibaren durgun bir döneme girdi. Ne ekonominin kaptan köşkünde oturan kur­maylar, ne de ilgili üst düzey bürokratlar ge­lişmeleri izleyerek, alınan sinyallerden anlam­lar çıkararak ufukta beliren ve giderek yoğun­laşan tehlikelere karşı önlemler alabildiler. Böylece sonbahar geldiğinde on yıldan beri sistemli şekilde altı boşaltılmakta olan ve cid­di bir savunma tedbiri bulunmayan Türkiye ekonomisinin ilk darbelerde çökmesi kaçınıl­maz hale geldi. Başka bir ifadeyle Türkiye'de on yıldan beri adeta organize bir şekilde bu krize davetiye çıkarılıyordu. Siyasetten ekono­miye çok geniş bir alanda bütün olumsuz fak­törler ülkemizde aynı zaman diliminde bir araya gelmek üzere sözleşmişçesine ortaya çıktılar. Ekonomik konulara uzak ve yabancı kalma hususunda büyük benzerlikler göste­ren, ancak psikolojik yapıları, mizaçları birbi­rine taban tabana zıt bir Devlet Başkanı ile Başbakan'ın arasındaki ilişkilerin nasıl sonuç­lar vereceği özellikle Şubat krizini tetikleyen tartışma vesilesiyle görüldü. Fırlatılan kitapçık aslında, bu makamlarda başarılı olabilmek için siyasî birikimin lüzumunu ve vizyon ihti­yacını ortaya çıkaran bir olaydı. 

Türkiye  1989'da dünya ekonomisiyle entegre olma anlamına gelen bir kararla konvertibiliteye geçtiği sıralarda, ekonominin ge­nel yapısında süratle rehabilite ihtiyacı bulu­nan çok önemli eksiklikler vardı. Dünya Ban­kası daha 1988 yılında Türkiye'de bankacılık sisteminde ciddi sıkıntılar bulunduğunu açıklamış ve bunların bir an önce giderilmesi gerektiğini  belirtmişti.  Ancak  sistemin  işleyişi   bütün aksaklıklarına rağmen siyasetçinin işine geliyordu. Kamu bankaları iktidarların örtülü    ödeneği işlevini görüyor, tam bir arpalık şeklinde kullanılıyordu. Özellikle Emlak Banka­sı' nın kaynaklan uzun yıllar, bir taraftan poli­tikacılar diğer taraftan yöneticiler tarafından sözde iş adamlarıyla birlikte sülük gibi emildi, tüketildi. Bu bankaların kredi verirken izle­dikleri yöntemin ciddi bankacılık ilkeleriyle bağdaşır tarafı olmadığından, dağıtılan kredi­lerin önemli bölümü geri dönmedi. Bunlardan yeterli teminat alınmadığından yasal yollarla tahsil edilmeleri imkânsız hale geldi. Devletin konsolide bütçe çerçevesinde mali kaynak bulamadığı alanlarda ödemeler kamu ban­kaları üzerinden yapıldığından, her yıl "görev zararı" olarak kaydedilen rakamlar giderek büyüdü, sonuçta bunlar devletin resmi bilançoları çerçevesinde "iç borç " statüsüne alındı­ğında ortaya herkesi ürküten ve paniklendiren tablo çıktı. 

Aslında çok partili döneme geçtiğimiz 1950'lerden itibaren Türkiye çoğu kere krizli dönemler yaşadı. Ürettiğimizden fazla tüket­mek ve hesapsızca harcamalar yapma alışkanlığıyla 1990'lardan itibaren giderek yoğunla­şan borç yükü, şu anda Türkiye'yi uluslarara­sı standartlarda "ağır borçlu ülkeler" konumu­na getirdi. Dış borçlanmaların ana nedeni ya­tırımların finansman ihtiyacıydı. 1970'lerin or­tasında yatırım giderleri bütçenin %20'si iken, günümüzde bu oran %5'e düştü. Görev zarar­ları olarak gösterilen miktarların da ilavesiyle genel borç miktarı neredeyse GSMH'ya eşit hale geldi. On yıl müddetle malî sistem, dışa­rıdan borç alıp içeriye aktararak borçlanma ihtiyacını karşılamaya çalıştı. Böylelikle devletin genel borcu açık bilançolarda yıllarca esas rakamların daha altında gösterildi. Ancak sonuçta deniz bitti ve devlet artık vergi gelir­lerini tamamını alıp götüren faizleri iç borçla karşılayamadığından bu borcun döndürülebilirliği en önemli ekonomik problem haline geldi. Devlet bütçeden yatırım yapamadığı gibi iç borçlanmalar sebebiyle Özel sektöre de yatırım imkânı bırakılmadı. Borç ödemek için alınan borçlar ülkeyi "borç sarmalı" kuyusuna itti. 

Yaşanan ekonomik krizin çaresizliği ve ezikliği İçinde sebepler aranırken bu duru­mun IMF ve Dünya Bankası ile yapılan Stand-by Anlaşmalarının sonucu olduğunu öne sür­mek hem gerçeğin önemli kısmını görmezlik­ten gelmek, hem de esas faktörleri göz ardı ederek bunların sorumlularının hak etmedik­leri şekilde temize çıkarmak olur. 

Kasım 2000 krizi sırasında IMF'nin Mer­kez Bankası kaynaklarının kullanılmasına mü­saade etmemesi, Fınansal kesimdeki çöküntü­nün başlıca sebeplerinden biri oldu. Uygula­nan ekonomik programın omurgasını oluştu­ran kur çıpası ile düşük faiz politikasına güve­nerek devletin bono ve tahvillerinden büyük alımlar yapan bankaların bir anda kaderleriy­le baş başa bırakıldığı bir vakıadır. Ancak bunlardan daha önemlisi yıllar boyunca ban­kacılık alanında zarurî düzenlemelerin yapıl­mayarak, BDDK'nın çok geç kurulması sebe­biyle krize kapıları açmak değil midir? Üstelik bu kurulun teşkilindeki aksaklıklar hâlâ gide­rilemediğinden, aradan geçen iki yıldan sonra bile, beklenen verim tam olarak sağlanama­maktadır. Özel bankacılığın nasıl bir keşme­keş içinde olduğu bankacılık adıyla sektörel bir soygun düzeninin kurulduğu, devlet temi­natından yararlanılarak toplanılan mevduatın nasıl talan edildiğinin anlaşılması için art arda iflasların yaşanılması, skandalların ortaya çık­ması gerekir miydi? 

Siyasetçi, bankacı (bürokrat) ve sözde işadamları arasında kurulan üçlü saç ayağının yıllar boyunca fütursuzca çalıştırdıktan soy­gun ve hortum düzenine, ne hazindir ki hiçbir hükümet dur demedi. On yıl süresince hükü­metler bu tablonun sessiz seyircileri olarak kaldılar. Soygun şebekesinin yöneticileri çev­relerinde makbul sayıldılar, en üst düzey ka­demelerle etkili ilişkiler kurdular, her yerde itibar gördüler; aile boyu fotoğraflar çektirdi­ler. Nice zamandan sonra operasyonlar başla­dığında tutuklanıp yargılanan eski bakanlar, milletvekilleri ve üst düzey yöneticileri aslında yaşanılan derin vurdumduymazlığın çarpı­cı görüntülerini sergilediler. 

Ekonomi ile ön plâna çıkan ancak kay­nağı büyük ölçüde siyasetteki yapısal bozuk­luklarda, boşluk ve aksaklıklarda olan bugün­kü kriz, Türkiye'nin yeni karşılaştığı bir du­rum değildir. 1990'dan bu yana ekonomimiz dış faktörlerden ve özellikle Güney Asya ve Rusya'da yaşanan gelişmelerden etkilenerek iki kere daraldı. 1991'de büyümediğimizi de hesaba katarsak, son on yılın ancak üçte ilci­sinde büyüyebildiğimizi görüyoruz. Büyüme hızımız ise ortalama %3.6 düzeyinde kaldı. Oysa 60-89 arasındaki dönemde, 79 ve 80'li yıllarda (Ecevit 'li yıllar) sadece iki defa daral­mıştık; üstelik onların oranı %3'ü aşmamıştı.

Yönetim yanlışları, popülist uygulama­lar hatta bazen ancak "bainane "olarak adlan­dırılabilecek icraatlar neticesinde on iki yılda iç karartan bir tablo oluştu. Kamuda isdihdam edilen memur ve işçinin yekünü, dünyadaki emsallerine nazaran aslında fazla sayılmaz. Ancak bunların önemli bölümü siyasî hesap­larla işe alındıklarından, çok dengesiz yığıl­malar meydana geldi. Bunun çarpıcı örnekle­rini Karabük, Ereğli ve İskenderun gibi işlet­melerde görüyoruz. Buralarda üretim verimli­likten tamamıyla uzak, hiçbir ekonomik man-taliteye dayanmayan bir seyir izlediğinden devletin sırtında her yıl giderek büyüyen bir kambur oluşuyor. TBMM'nin beş binin üzerin­de, TRTnin on bine yaklaşan personeli var. Bunların en fazla üçte biriyle ilgili hizmetlerin en âlâ şekilde yürütülebileceğinden kuşku yoktur. Kamuda tasarruf sağlanmasına ilişkin hemen her bütçe döneminde ortaya atılan projeler, uygulamalarda tam bir komediye dö­nüşüyor. Halen kamuya ait 230 bin aracımız, 335 bin lojmanımız, personelin tatil yapabil­mesi için 2400 sosyal tesisimiz var. Oysa Al­manya'da kamu aracı sayısı 15 bin, İngilte­re'de 12 bin, Japonya'da 10 bindir. Ülkemiz­deki bu çarpıklığın ortadan kaldırılmasına iliş­kin son teşebbüsler de tam bir Fiyasko oldu. 

Meselâ üzerinde çok durulan kamu araçları­nın azaltılması girişiminde satılan araç sayısı ancak %2 civarında kaldı.

Son on yılda devletin malî imkânlarının kullanıldığı ölü yatırımların toplamı, IMF'den almaya çalışılan yüksek bedelli kredilerden daha fazladır. Bunun çarpıcı bir örneği siyasî amaçlarla ve oy hesaplarıyla yapılan ve şu sı­ralarda kapatılmaları gündemde olan havaalanlarıdır. Bu trajikomik savurganlığın devle­te zararı bir milyon $'dan daha fazladır. Bun­lara her yıl bütçeden önemli bir pay ayrılan ve hiçbir işe yaramayan balıkçı barınakları, ge­rekli olmayan otoyollar gibi irrasyonel yatı­rımlar da eklendiğinde yaşanılan krizin nasıl oluştuğu ortaya çıkar. 

1992 yılında emeklilik yaşının 38'e indi­rilmesi gündeme geldiğinde, bunun Sosyal Si­gortalar Kurumu'na büyük yük getireceğini öne sürerek itiraz edenlere karşı, dönemin Başbakanı Demirel, konuyu incelediğini ve hiçbir sakıncasının bulunmadığını açıkça be­yan etmişti. Ancak o yıllara kadar devlete hiç- bir yük getirmeyen, hatta bazı dönemlerde bi­lançoları artıda seyreden sosyal yardım kuru­luşları, yasa değişikliğinden sonra astronomik, zararlara uğradılar. Devlet her yıl hazineden yüz milyarlarca lirayı kendi eliyle açtığı bu ka­ra deliğin kapatılması için kullanmak zorunda kaldı. İyi organize olamayan, denetimleri sağ­lanamayan, her yıl yüz binlerce sahte emekli­ye açıktan paralar ödenen, ilaç yolsuzlukları­nın ayyuka çıktığı bu kurumlar, başlı başına birer kriz nedenidir. Devlet bir taraftan kay­nakların şuursuzca savrulmasına önlem ala­mazken, diğer taraftan elektrik bedellerinde olduğu gibi, alacaklarını tahsil etmeyerek ka­yıpların çığ gibi büyümesinin esas sorumlusu oldu. Bu zihniyet ve uygulamaya sahip bir dü­zende, devletin iki yakasının bir araya gelme- sini beklemek gerçekleşmeyecek bir hayaldir.     

Bir yıl içinde %8.5 küçülen, millî geliri 70 milyar $ civarında azalan, kişi başına gelir düzeyi 3-000 $'dan 2.200 $'a düşen Türkiye,  bu çöküntüye karşı direnmek, ayağa kalkma­nın çarelerini aramak ve bulmak mecburiye­tindedir. Bunu sağlayabilmek için probleme isabetli teşhis koymaktan başlamak gerekiyor. Ekonomik sonuçlarla siyaset ve geniş anlam­da yönetim arasındaki ilişkiyi dikkatli şekilde tespit etmeliyiz. Herkesin şikayetçi olduğu popülist politikaların, irrasyonel uygulamala­rın temel nedeni siyasette giderek genişleyen zaaflar, siyasi erozyon ve sonuçta ortaya çıkan "yönetemeyen demokrasi" görüntüsüdür. Par­tiler küçüldükçe popülist politikalar daha da güçleniyor. Zira oylarının azalmasından ve yok olmaktan korkuyorlar. Her parti kendi bölgesine ve destekleyicisine verilen sübvan­siyonu, diğer partilerle rekabet içinde artırma­ya çalışıyor. Parti başkanları, başkanlıklarını ve küçülen partilerini korumak için partililere özel imkânlar tanıyorlar. Yozlaşan siyaset bir tür kitlesel yozlaşma olan popülizme daha da hız veriyor. Siyaset kurumuna yeniden işlerlik kazandırmak, güven sağlamak ve etkili kıl­mak öncelikle siyasetçinin yerine getirmek zorunda olduğu bir ihtiyaçtır. IMFnin zorla­masıyla ve genellikle mecbur bırakıldığımız için yapılan ekonomik ve idarî düzenlemeler esas itibariyle zaruri ve olumlu gelişmelerdir. Keşke bunlar IMF sopasıyla değil de kendi ih­tiyacımız olduğu için, yıllarca önce düşünülüp uygulamaya geçilebilseydi. Ancak yaşanılan tarihin geriye çevrilmesi kabil değildir. Serin­kanlılıkla düşünmek, rasyonelleşmek ve ob­jektif olmak mecburiyetindeyiz. Stand-by An­laşmaları çerçevesinde yapılan yapısal düzen­lemeler, köklü siyasal tedbirlerle ve değişik­liklerle desteklenmelidir. Sık sık sözü edilen Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu ve ni­hayet Anayasa değişiklikleri entellektüel bir meşgale yahut politikacıların gündemi doldur­ma konulan olarak değil, toplumsal ihtiyaç olarak ele alınmalıdır. Siyasal yapı, çok köklü bir revizyona tabi tutularak, "yarı başkanlık" sistemi de dahil geniş yapısal değişiklikler sağlanarak yeniden düzenlenmediği müddet­çe kurumsal anlamda siyasetin işlerlik kazana­bilmesi mümkün olmayacak ve bugün hafifle­miş görünen ekonomik kriz başka vesilelerle, belki de daha geniş boyutta her zaman için ortaya çıkma fırsatı bulacaktır.

Nuri Gürgür - Türk Ocakları Genel Başkanı, Ankara Ticaret Odası Meclis Başkanı


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005