Ekonomimize Sosyo-Kültürel Açıdan Bakış

Genel Olarak

Türkiye'nin ekonomik yapısını irdele­meye çalıştığımızda karşımıza çıkan gerçek, neredeyse 50 yıldır kısır bir döngünün, bir tür­lü, aşılamadığıdır. Elli yıl ifadesi içerisinde, ön­ceki dönemlerde sıkıntıların az olduğu veya hiç olmadığı vehmine kapılmamalıdır. 1950'li yıllar öncesinde iyice içine dönük, ka­palı bir ekonominin çırpınışlarından ve kendi­ni bulma arayışlarında devletin tek boyutlu yol göstericiliğinden bahsetmek doğru olur. çoğu sosyal bilimcinin, ekonomistin Türkiye'nin sosyo-kültürel yapısını irdelemenin başlangıç noktası olarak 1950'li yıllara odaklamalarının sebebi, yeterli olmasa da, Ülkenin bu yıllarda demokratik bir yapılanma sürecine girmiş, hal­kın istek ve eğilimlerinin daha hızlı bir şekilde gündemde yerini almaya başlamış olmasında aramak gerekir. Bu yüzdendir ki, 14 Mayıs 1950 tarihi, siyasi açıdan olduğu kadar sosyo­kültürel açıdan da Türkiye Cumhuriyeti tarihinin dönüm noktalarından biri, belkide en önemlisidir. Önceki yıllar, içe dönük, devletçi karakter ve statükocu "bürokrat-atanmış siya­setçi" yön1endiriciliğinde, büyük çapta ideolo­jik saplantıların siyasi yapıya olduğu kadar bü­tün sosyo-kültürel meseleleri, şüphesiz ekono­mik hayatı da yönlendiren bir dönem olarak karşımıza çıkar. 

1950'li yılların siyasi dönüşümüyle bir­likte temel üretim ve tüketim mallarının zor­luklarının yaşandığı bir ülkede, önceliği alt ya­pıya verile güçlü bir kalkınma hamlesi başla­tılır. Ancak dünün kadroları, yani dünün yetiş­miş insan gücüyle sürdürülmek istenilen kalkınma hamlesinde doğrular kadar hatalarda gündeme girecektir. Fakat nereden bakılır­sa bakılsın 1950'li yıllar, özellikle iktisadi açı­dan önceki yıllarla kıyaslanmayacak kadar di­namik, halkla bütünleşmeye çalışan bir hare­ketlilik taşır. Bugün bile alt yapısını iftiharla gösterdiğimiz pek çok gelişmenin ve ekono­mik kalkınmanın başlangıcı o yıllardadır.

Fakat, aynı yıllar içinde azalmayan yük­sek nüfus artışı, hızlı göçlerle ortaya çıkan sağ­lıksız kentleşme, hizmet sektörü ve kaynak ko­nusundaki yetersizlik günümüze kadar uzana­cak sorunlarınsa başlangıcıdır. Şüphesiz, siyasi kadroların yaptıkları bazı tercih yanlışlıkları da bu gelişmelerde dahi bulunmaktadır. Kısaca sebep-sonuç ilişkisi bütün unsurlarıyla iç içe­dir. Oysa, savaş sonrası yıllarda elde edilen dış yardımların daha sağlıklı kullanılabilmesi, ül­kenin kalkınma hamlesinde önemli bir istikrar unsuru olabilirdi. Benzer bir zeminden, üstelik daha kötü bir sosyal yapıdan, kalkınma hamle­lerini başlatmış olan bazı Güney Asya ülkeleri dış yardım kaynaklarını daha olumlu değerlen­direrek Türkiye'yi geride bırakmayı başarmışlardır. Bazı düşünürler bu farklılaşmayı şöyle bir değerlendirme ile ele alırlar; "Güney Asya Ülkeleri gibi Türkiye de ekonomik ve politik destek almıştır. Ancak, yardımı takiben gerekli açılmayı başaramayan Türkiye'de yardımın et­kileri sınırlı kalmış; buna karşılık Güney Asya'lı ülkeler, dış düşman düşüncesini kamçılayarak, güçlü ve dayanıklı bir ulusal ekonomi yaratma çabalarını teşvik etmişlerdir. Benzer bir tehdit kısmen Türkiye için de geçerlidir. Ama biz NA­TO şemsiyesi altında zahmete girip, ulusal kal­kınma için gerekli milliyetçi heyecanı yarat­amadık.  

Belki sebep-sonuç ilişkisine bu kadar dar bir açıdan bakmak doğal olmayabilir. Gerçekte 1950'li yıllarda önemli bir heyecan dönemi ya­şanmıştır. Ancak eldeki bürokrat ve özellikle si­yasi kadrolar, o günkü iktidarın dinamizmine ve heyecanına ayak uyduracak kalite ve yeterlilik­te midir? Sanırım bu nokta tartışmaya açılmalı­dır. Üstelik 14 Mayıs 1950 hareketini, eski ve kendilerini devletin sahibi (O gören politikacılar ve bürokratlar, hiçbir zaman içlerine sindireme­mişler ve Ülkeyi tartışmalı ve çekişmeli bir ze­minde demokrasi adına 27 Mayıs darbesine ka­dar sürükleyecek ortama çekmekte sakınca gör­memişlerdir. Bir başka deyişle, demokrasi bir halk hareketi olmakla beraber, siyasi ve sosyal açıdan sürekli bir şekilde halk iradesiyle bürok­rasinin çatışması haline dönüşen 1950'li yıllar, istikrarsız ve çalkantılı bir Ülke yapısına yol aç­mıştır. Böylesi çekişmeli, istikrarsız bir yapı, ço­ğu kez öne çekilen popülist ekonomik politika­lara da ağırlık kazandırarak, Türkiye için bugün hala tartışılmakta olan açmazları doğurmuştur. Ancak yukarıdaki tesbitlerin gerçeğin bir yüzü­nü aksettirdiğini söylememiz de gerekecektir. Temelde insana dayalı gerekçelerdir ki, devleti, 1950'li yıllarda dinamik bir yapıya ulaştıracak yerde zamanla daha çok iktisadi hayatın içine sürüklemiş ve hantallaştırmıştır.

Darbe sonrası 1960'lı yıllarsa, kalkınma hamlelerine yeni veçhe kazandırma arayışları­na rağmen, siyasetin iktisadi iktidara daha çok sahiplenme dürtüsüne hız kazandırmış ve dev­let KİT'lerle, daha da büyüyerek ve iyice bü­rokrasinin yörüngesine oturmuştur. Ve devlet, asli görevleri adalet, eğitim gibi sahalarda daha kalitesizleştiren, ideolojik saplantılarla ekono­minin girdaplarına sürüklenirken adeta 1970'li yılların bağnazlığına yol açışın temellerini ha­zırlamıştır. 1970'li yıllar Türk ekonomisi için cidden ibretli yıllardır. Darbeler sonucunda şi­şirilen iktidara getirilen sol yapılanma Ülke ekonomisini çağdaşlık adı altında, çağın gereklerinin tamamen dışına sürüklemiştir. Sol, yapılanma konusundaki açmazlarının id­rakine ancak 1990'ıı yıllarda, sayın Ecevit'in ağzından farkına varacaktır!.. Ama kaybedilen yıllardır. Ülke ekonomisi 1960 darbesi ve 1971 darbesi sonraları, dönüp dolaşıp 1930'lu yılla­rın ideolojik devletçiliğine saplanmıştır. Oysa 1970'li yıllardan itibaren Güney Asya Ülkeleri ve özellikle Japonya, milli bir iktisat yapılan­ması içerisinde çağın gerektirdiği sistem içer­sinde ekonomilerine ivme kazandırmağa baş­lamış ve G.S.M.H.'larındaki yükselme trendi Türkiye'yi gerilerde bırakmıştır.

Belki gerekçe gibi ileri sürülecek olan, Japonya dışındaki Güney Asyalı Ülkelerde de­mokrasilerin olmayışı ve yapılan tercihlerde bir sapma ve saptırmanın veya popülizmin, çok da önemli rol oynamadığı görüşü bir bakı­ma doğru görülebilinir Ancak, demokrasi tercihini milli bir zemine oturtmayı becerebi­len Japonya'nın bugün dünyanın en gelişmiş ekonomileri arasında bulunuşu incelenmesi gereken bir uygulamadır. Sonrası açıktır; Türk demokrasi denemesi kendi içindeki kısır döngüler kadar yetersiz politikacılarla ve darbe he­veslisi haline sokulmuş mercilerle, kalkınma­sında kösteklenen bir darboğazın fasit daire­sinden kendisini kurtaramayacaktır... Kanaati­miz odur ki, eğer 1960 ve sonraki darbeler olmasaydı, Türkiye bugünkü sosyo-kültürel ve iktisadi yapısından çok daha ileri bir noktalar­da olurdu. Bu tesbitin geçerliliğine örnek ver­mek açısından sadece 1960 ve 1971 darbele­rinden sonra duraklayan iktisadi kalkınma hamlelerini ve yatırımlarını hatırlamak bile yeterli olacaktır... 

Belirlemeğe çalıştığımız bu ana nokta çerçevesinde bugünlere uzanan ve içinde bu­lunulan olumsuzlukların sebeplerini çoğalta­rak saymak mümkündür. Ancak her ne hal ise, Türk ekonomisinin, yeni bir yüzyılın eşiğinde, hala belli hastalıklarını tedavi edemediği bir vakıadır.Şimdi ana başlıklar halinde bu kro­nikleşmiş hastalıkların önemlilerini sıralamaya çalışalım: 

  • Arada sırada duraklar görünmekle bir­likte enflasyon
  • Dış ticaret ve dış ödeme açıkları,
  • Bütçe açıkları,
  • Ürkütücü boyutlara doğal sürekli bir artış eğilimi gösteren iç ve dış borçlar,
  • Devletçilik hastalığının bir yansıması olarak iktisadi iktidarın siyasi iktidar­a kullanılma eğilimi,
  • Siyaset kontrolündeki artan yolsuzluklar,
  • Eğitim ve istihdam politikalarındaki yanlışlıklarla ve artan gizli-açık işsiz­lik,
  • Tekel ve kartelleşme eğilimleri,
  • Bölgesel dengesizliklerin çözüleme­mesi,
  • Sosyal Güvenlik sistemlerinin halk yardakçılığı içinde iflasa sürüklenme­si,
  • Reformları (vergi-tarım-sanayi-eğitim­ sağlık-finans-kamu-yerel yönetim gi­bi) önce siyasallaştırılan ve bilahare çıkar yapılanmasına dönüştüren bü­rokrasi,
  • Askeri kurumların iktisadi hayata fi­ilen girmeleri sonucunda "siyasi baskı gücünün belli gruplara kayması,
  • AR-GE ve teknolojide gelişmiş Ülkele­rin gitgide daha gerilerine düşüş

Sonuç 

Bu yazıda, genel hatları itibariyle Türk ekonomisine ve sosyo-kültürel yapısına tesir edici unsurları tek tek ele almaktansa, asıl me­sele olarak kabul edilen ve Ülkeyi temelde de­ğişikliğe götürücü bazı ana unsurlar Üzerinde durulmuştur. Verimliliğin insanla bütünleşen yapısından başlayarak eğitime, kaliteye, AR/GE 'ye uzanan çizgide, şüphesiz önce insan vardır ama, fertten topluma ve devlete uzanan ana düşünce yapısındaki değişikliği sağlamak asıl şarttır. 

O halde mesel e dönüp dolaşıp devlet yapısının gözden geçirilmesinde düğümlen­mektedir. Kimilerine göre bu, "devletin küçül­mesidir." Daha doğru ifadeyle, devletin güçle­nerek yapmakta olduğu işlerde sınırlamanın gerçekleştirilmesidir. Bir ilim adamına göre; "Sınırlı ve sorumlu bir devlet tesis etmek için bütün toplum katmanlarının katılımıyla bir uz­laşma sağlanması ve bunun Anayasallaştırılma­sı gerekir. Bu, toplum yapısında içi kof ol­mayan etkin bir devlet anlayışıdır. Özetle, "devlet, artık büyümeyi doğrudan sağlayan bir varlık olarak değil, bir ortak, bir katalizatör ve kolaylaştırıcı olarak ekonomik ve toplumsal kalkınma için önem taşır. O halde ekono­mik açıdan, devletin mali kapasitesi ve faali­yetleri arasında bir denge konulması hedeflen­diği gibi, bunun için Anayasaya bağlı olarak harcama, vergileme, borçlanma, para basma hak ve yetkilerinin sınırlandırılmasının öngö­rülmesi bile düşünülenlerdendir. Böylece siyasi iktidarın, iktisadi iktidarı kullanma gücüne sınırlar getirilmiş olacaktır. O taktirde devlet;

Hukuk temelinin oluşturularak adaleti sağlamak,

Makro ekonomik bir politika ortamının muhafazası,

Temel toplum hizmetleri ve alt yapıya yatırım,

Zayıfların korunması,

Çevrenin korunmasıyla, Sınırlı yükümlülükleri taşır hale gelmektedir.

Dr. İktisatçı Metin Eriş

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005