|
Emperyalizmin Gerekliliği ve Ultra-Emperyalizm
Her şeyi anlamak her şeyi bağışlamaktır. Bu bir
Fransız atasözüdür. Buna rağmen her atasözü, doğru
bir fikri yansıtmaz. Böylesi bir durumda, açıkça
doğru olmayan bir fikirle karşı karşıya
kalabiliriz. Bir olguyu anlamak, bu olguyla başka
bir olguyu veya bir dizi olgu arasındaki
nedenselliği anlamak demektir. Buradan kalkarak,
doğru olarak anlaşılan her olgunun tüm koşullarda
kabul edilmesi gerekir anlamı da çıkmaz. Bu şekilde
davranılsaydı, "ahlâkçıların" "kötü" olarak söz
ettikleri tüm olgular insanın uslamlamasında ebedi
olurdu: şeytan bağışlanamayacağı için,
anlaşılamayacağı ortadadır. Gerçekte durum bu kadar
kötü değildir. Aksine, böyle bir durumu anladıktan
sonra olumlu ya da olumsuz olduğu hakkında bir
değerlendirme yapabiliriz. Sonuç olarak, hiç bir
şekilde "bağışlamasak da" öncelikle "anlamamız"
gerekir. Bu temel gerçek tüm tarihi olaylar için
geçerlidir. Bir tarihi olayı anlamak, bu tarihi
olayı belli tarihi nedenlerin veya tarihi olayların
sonucu olarak ifade etmek demektir. Eşdeyişle,
hiçbir şeyin etkilemeyeceği "tesadüfi" bir varlık
olarak ifade etmemek ve fakat veri koşulların
sonucu zorunlu bir şekilde ortaya çıkan bir varlık
olarak ifade etmektedir. Nedensellik unsuru
gereklilik unsurudur ("nedensel gereklilik").
Marksizm tarihsel sürecin ve dolayısıyla tarihsel
olaylar zincirinin her halkasının "gerekli" bir
varlık olduğunu gösterir. Politik fatalizmi bu
doktrinden çıkarsamak abestir. Çünkü bunun basit bir
nedeni vardır. Tarihi olaylar insan iradesi dışında
değil ama, sınıflı bir toplumda yaşıyorsak onların
iradesinin bir sonucu olarak yani sınıf
mücadelesiyle ortaya çıkar. Sınıfların kaderi her
zaman veri koşullar tarafından belirlenmiştir. Bu
bağlamda "özgür" değildir. Bununla birlikte, bu
kader daha sonra tarihi sürecin belirleyici unsuru
haline gelir. İnsanların eylemlerini, sınıf
mücadelesini v.s. elimine edersek, tüm tarihi
süreci de elimize etmiş oluruz. Fatalist "Marksizm",
Marksizmin üstesinden gelmek için hakim sınıfın
teorisyenlerinin tasarladığı ve Marksist doktrinin
burjuvalarca karikatürize edilmiş bir biçimidir.
Kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak kapitalizm sonrası
düzenin öngörüsünde bulunan Marksistlerin, bu
öngörülerinin, ay tutulması için mücadele veren bir
partiye benzemesi şeklindeki yaygın safsatayı
hepimiz duymuşuzdur. Diğer taraftan, burjuva
oportünistleri arasında, kendi arzularının "kesin
bilimselliği"ni ortaya koymaya çalıştıklarında, her
şeyi belli bir zamanda mutlak olarak sıraya sokan ve
mevcut olanla aşılamayacak bir sınırın varlığını
gören Marksizmin örtüsü altına saklanan güçlü
eğilimler olmuştur; "her şey uygundur" şeklindeki
Hegel'in formülasyonu, bu oportünistlerce kendi
amaçları için kullandıkları bir deyiştir. Marx için
"mevcut her şeyin uygunluğu" sadece bugün ve geçmiş
zaman arasındaki nedenselliğin yani "mevcudun"
üstesinden gelmek için neyin çıkış noktası olduğunu
anlamanın ifadesidir. Bu "uygunluk" oportünistlerin
kendilerini haklı çıkarma ve ebedileştirmelerine
yaramıştır. Die Geschichte hat immer Recht (tarih
daima haklıdır). Bu, bir "Marksist" olan Heinrich
Cunovv'u, emperyalizmi "kabulünü" nasıl haklı
çıkardığını gösteriyor.2 Cunow şöyle
demektedir: Onun üstesinden gelecek bir fikir sadece
bir "illüzyon"dur. Bu gibi fikirleri sistematize
etmek "illüzyona tapınmadır" (Illusionnekultus).
Tabii ki hiç bir şey, Marksizmin bu şekilde ifade
edilişinden daha sığ değildir. Marx'ın, burjuva
iktisatçısı Burke'e verdiği cevap Cunow için de
mükemmel bir cevabı içeriyor.
Burke şöyle demektedir: "Ticaret yasaları doğanın
dolayısıyla Tanrının yasalarıdır". Marx buna şöyle
cevap vermiştir: "Günümüzdeki bu iğrenç ilkeler ve
ticaret yasalarına olan aşırı inanç nedeniyle
görevimiz kendini izleyenlerden sadece daha
yetenekli! olan Burke gibi düşünen kafaları tekrar
tekrar sınırsız bir şekilde rezil etmektir."
Tarihsel olarak mevcut olan şeyler çeşitli yorumlara
konu teşkil ediyorsa, "pratiği" belirleyen şey
nedir? Buna ulaşmanın sınırları nerededir? Bu
sorulara tam bir cevap verebilmek için iki uç
durumu ele alalım. İlk önce kapitalist gelişme
yolundaki bir ülkede henüz daha yeni serpilmeye
başlamış proletaryadan söz ederek işe başlayalım.
Böyle bir ülkedeki sosyal sınıflar örgütlenmemiş bir
kütleyi temsil ederler. Proleterya ise Marx'ın ifade
ettiği gibi henüz "kendisi için" bir sınıf haline
gelmemiştir. Ekonomik gelişme o kadar zayıftır ki
ekonomik yaşamın sosyal ölçekte örgütlenmesi için
gerekli nesnel koşullar yoktur. Böyle bir durumda,
daha baştan, kapitalist çelişkilerin üstesinden
gelmek için gerekli koşulların olmadığını
söyleyebiliriz. Prensipte, kapitalizmin koşullu
mevcudiyetini kabul ederken, Marksistler aynı
zamanda sosyal gelişmeyi kapitalist yoldan
saptırmanın mümkün olmadığını belirtirler. O zaman
yapılacak ne kalmıştır. Yapılacak şey kapitalist
gelişmenin geleceğini hesaba katmak ve gelecekte
kapitalizmin üstesinden gelecek güçleri
örgütlemektir. Bunu gerçekleştirirken kapitalizmin
nispî ilerleme özelliğinden yararlanmak ve
feodalizmin sosyal gelişmeye v.s. zarar veren
kalıntılarına karşı mücadele vermek gerekir. Sonuç
olarak, "pratik hareketin" temellerini belirleyen
iki kesin safha daha vardır: Birincisi, "somut
koşulların analizi" yani belli bir ekonomik
gelişmenin analizi; ikincisi, doğal olarak birinci
safhayla ilişkili olan artan sosyal ağırlığının
analizi. Bu durum, Markşistlerin kapitalizmin
gerekliliğinden bahsederken söz ettikleri ve
kapitalizmin üstesinden gelmenin nispî zorluğunu
ifade etmeleridir. İkinci olarak plânlı üretim
sürecinin başlatılmasını mümkün kılan oldukça
gelişmiş bir kapitalist organizmayı ele alalım. Aynı
zamanda sosyal güçler arasındaki karşılıklı
ilişkinin öylesine bir düzeyde olduğunu varsayalım
ki nüfusun büyük bir kısmı en gelişmiş sınıfın
elemanı olsun. Bu koşullarda kapitalizmin,
gelişmenin gerekli koşulu olduğunu belirtmek çok
abestir. Bu son belirttiklerimizden kapitalizm ve
kapitalizmin bugünkü safhasının tarihi gelişmenin
bir ürünü olduğu çıkarsanmamalı, aksine bunun
üstesinden gelemeyeceği anlaşılmamalıdır.
Şimdi emperyalizmin gerekliliği meselesini ele
alırsak, (üstesinden gelme zorluğu), bu anlamda bu
gereklilikten söz etmeye gerek olmadığını görürüz.
Aksine, emperyalizm finans kapitalizmin bir
politikasıdır. Yani oldukça gelişmiş kapitalist
üretim örgütlenmesinin önemli ölçüde olgunlaşmış
olduğunu ifade eder. Eş-deyişle, emperyalist
politikalar, tam da mevcudiyetleriyle, yeni bir
sosyo-ekonomik şeklin somut koşullarının olgunluğunu
gerektirmektedir. Sonuç olarak, emperyalizmin
"gerekliliğinin" liberalizme bir sınır teşkil
ettiğinden bahsedilmesi, yarı-emperyalizm demektir.
Kapitalizmin varlığını sürdürmesi ve emperyalizm
meselesi, karşılıklı olarak mücadele eden
sınıfların karşılıklı ilişki meselesinden öte bir
şey değildir.
Bununla beraber, literatürde-Kari Kautsky'nin-bıkmadan
usanmadan geliştirdiği teorinin dışında, görünüşte
fatalizm karşıtı olan bir başka oportünist sapma
tehlikesi vardır.
Emperyalizmin varlığının sosyal güçlerin karşılıklı
ilişkilerine bağlı olduğunu doğru bir şekilde
gözlemleyen Kautsky şu yolu izlemiştir.
Şöyle demektedir: Emperyalizm, kapitalist
politikanın belli bir metodudur. Kapitalizm nasıl ki
on-on iki saatlik işgücü yerine sekiz saatlik
işgücüyle varlığını sürdürür, kapitalist politika da
şiddete başvurmadan varlığını sürdürebilir. Emek
gücü söz konusu olduğunda, kapitalizmin karşı
koyusu içinde proletarya, burjuvazinin işgününü
uzatma eğilimini kendi proleter eğilimini işgününün
kısaltılması yönünde ortaya koyarak karşı çıkar.
Kautsky şöyle devam eder: Tam da benzer şekilde,
burjuvazinin sert emperyalist eğilimlerine karşı
proletaryanın barışçıl eğilimleri ortaya koyması
gerekir. Böylece sorun kapitalizmin karşı duruşu
içinde çözümlenir. Bu teori ilk bakışta ne kadar
radikal görünürse görünsün, tümüyle reformist bir
teoridir. Kautsky tarzı bir "barışçıl kapitalizm"
ihtimalini ileride daha ayrıntılı bir şekilde analiz
edeceğiz (ultra-emperyalizm). Şu an için sadece
formel.bir tartışmayı sürdürmek istiyoruz. Kısaca,
emperyalizmin güçlerinin karşılıklı ilişkilerinin
bir sorunu olduğu gerçeğinden hareketle, on beş
saatlik veya düzenlenmemiş ücretlerin v.s. ortadan
kalkması gibi, emperyalizmin de kapitalizmin
çerçevesi içinde yok olacağını söyleyemeyiz. Sorun
bu kadar basit bir şekilde çözümlenebilseydi, şimdi
belirteceğimiz perspektifi de "çizebilmek" mümkün
olurdu: kapitalizmin, artı değerin kapitalistlerce
ele geçirilmesini ifade ettiğini biliyoruz. Yeni
değer "n" iki kısımdan oluşur, n=v+s. İşe kantitatif
olarak yaklaşıldığında bölüşüm sosyal güçlerin
(çıkar antagonizması daha önce Ricardo tarafından
formüle edilmiştir) karşılıklı ilişkilerine
bağlıdır. İşçi sınıfının giderek güçlenmesiyle
birlikte, V'nin artması karşılığında S'nin
azalacağı düşünülebilir ve n oransal olarak işçiler
lehine bölüştürülecektir. Bununla beraber,
proletaryanın giderek artan payı, güçlerin
karşılıklı ilişkileri tarafından belirlendiğinden
ve bu artışı önleyecek bir engel olmadığından, işçi
sınıfı kapitalistlerin payını basitçe ücret
boyutuna indirgeyerek, barışçıl bir şekilde
kapitalistleri memur veya -en kötü ihtimalle de-
kolektif sosyal varlığın kiracıları haline
dönüştürerek kapitalizmi "tasfiye" eder. Bu sevimli
tablo reformist bir ütopyadan başka bir şey
değildir.
Kautsky ve yandaşları, tam da kapitalist gelişme
sürecinin ultra-emperyalizmi destekleyecek
unsurların gelişimine uygun olduğunu belirtirler.
Şöyle demektedirler: Sermayenin uluslararası
karşılıklı bağımlılığının gelişmesi çeşitli "ulusal"
kapitalist gruplar arasındaki rekabeti elimine etme
eğilimi yaratır. Bu "barışçıl" eğilimin alttan
gelen baskıyla güçleneceğini ve bu yolla yırtıcı
emperyalizmin yerini sakin ultra-emperyalizme
bırakacağını söylerler.
Sorunun yararlarını analiz etmeye çalışalım. Ekonomi
bilimi açısından ele alındığında, mesele şu şekilde
ortaya konmalıdır. Kapitalist devlet tröstlerinin
anlaşmaları (birleşme) nasıl sağlanabilir.
Bildiğimiz gibi emperyalizm, bu kapitalist devlet
tröstleri arasındaki rekabetten başka bir şey
değildir. Bu rekabet bir kez ortadan kalktığı zaman,
emperyalizm politikasının temeli de ortadan
kalkacaktır. Ve birçok "ulusal" grup arasında
bölüşülmüş olan sermaye, dünya proletaryasının karşı
durduğu evrensel bir dünya tröstüne, tek bir dünya
örgütüne dönüşür.
Soyutlamayla ele alırsak, teorik yönden böyle bir
tröst bütünüyle düşünülebilir. Çünkü genel olarak
söyleyecek olursak, kartelleşme sürecinin ekonomik
sınırı yoktur. Bizce Hilferding Finanzkapitarde-
şunları derken tamamıyla haklıydı:
Mesele, kartelleşmenin sınırlarının nerede biteceği
konusunda ortaya çıkar. Bu meseleyi kartelleşmenin
mutlak bir sınırının olmadığı şeklinde
cevaplayabiliriz. Aksine, devamlı artan bir
kartelleşme eğilimini gözlemleyebiliriz. Bağımsız
sanayiler kartelleşmiş olanlara giderek bağımlı hale
geliyor ve sonuçta onlara katılıyor. Bu sürecin
sonunda, evrensel bir kartel ortaya çıkmalıdır. Tüm
kapitalist üretim, bilinçli bir şekilde, tüm
alanlarda üretim hacmini belirleyen tek bir merkez
tarafından düzenlenir... Bu, antagonist biçimde
bilinçli olarak düzenlenmiş toplum olur. Bununla
beraber bu antagonizm bölüşüm antagonizmidir...
Böylesi evrensel bir karteli yaratma eğilimi ve
bununla birlikte, merkezi bir bankayı kurma eğilimi
ve bunların her ikisinin de birleşmesiyle fınans
kapitalin büyük yoğunlaşmış gücü gelişir
Bununla beraber, bu soyut ekonomik ihtimal hiç bir
şekilde bunun fiili ihtimalini ifade etmez.
Hilferding bir başka yerde yine
şöyle derken de tamamıyla
haklıdır:
Ekonomik olarak tüm üretimi yönetecek ve böylece
krizleri ortadan kaldırabilecek evrensel bir kartel
mümkündür; sosyal ve politik olarak böyle bir
durumun gerçekleşmesi mümkün olmasa da ekonomik
olarak mümkündür. Mümkün olan son sınıra gelmiş
çıkar antagonizmaları zorunlu olarak çöküsünü ortaya
çıkaracaktır.
Bununla beraber gerçekte sosyo-politik etkenler bu
evrensel tröstün formasyonunu bile
kabullenmeyecektir. Birazdan bu tezi ispatlamaya
çalışacağız.
Dünya pazarındaki konumların nispî eşitliği aşağı
yukarı istikrarlı bir anlaşmanın formasyonu için
birinci koşuldur. Böylece bir eşitlik olmadığında,
dünya pazarında daha elverişli koşula sahip grubun
anlaşmaya katılması için bir neden yoktur. Aksine,
bu grup için mücadeleyi sürdürmek avantajlıdır. Zira
rakibin yenileceği umudu artmıştır. Bu durum
anlaşmaların yapılması için genel kuraldır. Bu
husus, ele aldığımız kapitalist devlet tröstlerine
olduğu kadar başka durumlara da uygulanabilir.
Bununla beraber, burada iki koşul göz önüne
alınmalıdır.
Birincisi ekonomik eşitlik. Bununla beraber, üretim
maliyetlerindeki eşitlik son analizde emek
değerlerine ve böylelikle üretim güçlerinin nispî
olarak eşit gelişme düzeyine dönüşür.
Böylece ekonomik yapının eşitliği anlaşmaların
formasyonu için bir koşuldur. Ekonomik yapıda
farklılık olduğunda sonuçta üretim maliyetlerinde
eşitsizlik varsa yüksek bir tekniğe sahip kapitalist
devlet tröstleri anlaşmayı yararsız bulur. Bu
nedenledir ki oldukça gelişmiş Alman sanayisi
çeşitli üretim dallarındaki anlaşmalarda gördüğünüz
gibi, pratikteki anlaşmaları örnek olarak ele
aldığımızda -temel üretim dalları söz konusu
olduğunda- dünya pazarında tecrit edilmiş bir
şekilde çalışmayı tercih etmektedir. Tabii ki
kapitalist devlet tröstlerini de ele aldığımızda,
üretim dallarının belli bir ortalaması dikkate
alınır. Böylece bir ya da diğer üretim dalı değil
de, "örgütlü sanayinin" çıkarları söz konusudur.
Yön verenler, nispi olarak ekonomik önemleri giderek
artan ağır sanayinin önde gelen kapitalistleridir.
Ulaşım maliyetleri, üretim maliyetlerine dahil
edilir.
Bu "pür ekonomik" eşitlikten başka, istikrarlı
anlaşmaların formasyonu için gerekli bir koşul da
aynı iktisat politikalarının uygulanmasıdır.
Yukarıda sermayenin devletle bağlantısının ilave bir
ekonomik güce dönüştüğünü gördük. Daha güçlü devlet
kendi sanayii için daha avantajlı ticaret
anlaşmaları yapar ve rakipleri için dezavantaj
olacak yüksek tarifeler uygular. Finans kapitalin,
satış ve hammadde pazarlarının ve özellikle sermaye
yatırım alanlarının tekelleştirmesine yardımcı olur.
Böylece dünya pazarında mücadele koşulları ele
alındığında, kapitalist devlet tröstlerinin sadece
neden mücadelenin pür ekonomik koşullarını değil de
fakat aynı zamanda ülkelerin iktisat politikalarını
da hesaba kattıkları kolayca anlaşılabilir. Bu
nedenle nispi olarak eşit ekonomik yapılara sahip
olanlar bulunsa bile, kapitalist devlet tröstlerinin
askeri güçleri farklıdır. Güçlü olan taraf için
anlaşma veya birleşmeye katılmaktansa, mücadele
etmeye devam etmek daha iyidir. Mücadele eden
"ülkelerin" durumlarını bu bakış açısından ele
alırsak en azından yakın gelecekte, kapitalist
devlet tröstlerinin bir anlaşmaya veya birleşmeye
varacaklarını ve tek bir dünya tröstüne
dönüşmelerini umut etmek için bir neden yoktur.
Genelde, Fransa ve Almanya, İngiltere ve Amerika
gibi gelişmiş ülkelerin ekonomik yapılarıyla Rusya
gibi ülkelerin (Kapitalist devlet tröstleri
kategorisine dahil olmasalar da dünya pazarında
belli ilişkilerin kurulmasına katkıda bulunurlar)
ekonomik yapılarını karşılaştırmak dünya kapitalist
örgütlerinden ne kadar uzakta olduğunu anlamak için
yeterlidir. Aynı şeyler askeri güçler söz konusu
olduğunda da geçerlidir. Günümüzdeki savaş (en
azından bu zamana kadar) rakipler arasında nispi
eşitliği ortaya koyuyorsa da, rakipler arasında
istikrarlı bir eşitliğin olmayacağı akıldan
çıkarılmamalıdır.
Eşitlik meselesi sadece istatistiksel olarak değil
fakat aynı zamanda esasen dinamik olarak
düşünülmelidir. Burjuvazinin "ulusal" grupları
plânlarını sadece "olanın" değil fakat aynı zamanda
muhtemelen "ne" olacağının üzerine kurarlar. Bir
süre sonra belli bir grubun diğerinden üstün
olmasını sağlayacak her gelişme ihtimalini hesaba
katarlar. Bugün bu grubun rakibiyle ekonomik ve
politik açıdan eşit olduğu kabul edilse bile. Bu
durum dengesizliği daha da ciddi hale getirmektedir.
Birinci bölümde de anlattığımız gibi, kapitalist
çıkarların uluslararasılaşması (uluslararası
işletmelere katılım ve bunların finansmanı,
uluslararası karteller, tröstler v.s) uluslararası
devlet tröstlerinin formasyonunu uyarır hale gelir.
Bununla beraber bu süreç ne kadar önemli olursa
olsun, sermayenin ulusallaşması ve devlet
sınırlarının kapatılmasına doğru gelişen güçlü bir
eğilimce engellenir. "Ulusal" burjuvazinin
mücadeleden elde ettiği yararlar bu mücadele
nedeniyle uğradığı kayıplardan daha fazladır. Mevcut
uluslararası endüstriyel anlaşmalar hiç bir şekilde
olduğundan fazla de-ğerlendirilmemelidir. Yukarıda
da belirttiğimiz gibi, bunların çoğu istikrarsızdır.
Bu husus, işadamlarının örgütlerinin, düşük düzeyde
ve pek merkezileşemedikleri ve çoğunlukla oldukça
uzmanlaşmış üretim dallarını kapsadıklarını ifade
eder. (Şişe sendikası). Doğal tekel durumundaki
gibi (petrol) üretimin bu alanında oluşmuş şirketler
nispi istikrara sahiptirler. Tabii ki
uluslararasılaşma eğilimi "son analizde" zafer
kazanacaktır ama bu ancak kapitalist devlet
tröstleri arasında kıyasıya bir mücadele döneminden
sonra gerçekleşecektir.
Mücadelenin bedeli, yani askeri harcamalar,
muhtemelen burjuvazinin bu yola devam etmek için
katlanmak zorunda kalacağı kadar ağır değil midir?
İngiltere'nin militarizasyonu, kendi çıkarlarını
göremeyen burjuvazinin "aptallığının" bir ifadesi
değil midir? Yazık ki iş böyle değildir. Bu nitelik
burjuvazinin değil, pasifistlerin özelliğidir.
Burjuvazi hesabını yapmayı iyi bilir. İşin doğrusu
bu tartışmaları sıradan bir şekilde ele alanlar
askeri gücün tüm karmaşık yönünü gözden
kaçırmaktadırlar. Daha önce yukarıda da gördüğümüz
gibi böylesi bir güç, işlevini sadece savaşta değil
fakat aynı zamanda barış zamanında finans kapitali
"barışçı rekabet" içinde destekleyerek sürdürür.
Pasifistler, vergi yansıması v.s. nedeniyle savaşın
yükünün temelde işçi sınıfı tarafından
yüklendiğini, kısmen de savaş sırasında ara
ekonomik gruplarca (ki bunun anlamı, üretimin çok
geniş bir şekilde merkezileşme sürecidir)
taşındığını unuturlar.
Bu durum, şöyle devam eder. Mevcut ekonomik gelişme
süreci kapitalist devlet tröstleriyle geri kalmış
ekonomik formasyonlar arasında keskinleşen
mücadelenin ortasında sürüp gidecektir. Bir dizi
savaşın olması kaçınılmazdır. Yakında tanık
olacağımız tarihi süreç zarfında dünya kapitalizmi,
zayıf formasyonları içine alarak evrensel bir
kapitalist devlet tröstüne doğru adım atacaktır.
Halihazırdaki savaş bittiğinde, yeni sorunların
yine kılıçla "çözülmesi" gerekecektir. Tabii ki,
kısmi anlaşmaların yapılması mümkündür (yani,
Almanya ve Avusturya'nın birleşmesi olabilir).
Bununla beraber, her anlaşma veya birleşme sadece
dünya çapında lanet olası mücadeleyi yeniden ortaya
çıkaracaktır. "Orta Avrupa" Alman Emperyalistlerinin
planlarına göre birleşseydi, durum nispi olarak yine
aynı olacaktı. Fakat tüm Avrupa birleşmiş olsaydı
bile bu, "silahsızlanmayı" ifade etmeyecekti. İfade
edeceği şey Amerika ve Asya'daki büyük mücadeledir.
(Küçük!) kapitalist devlet tröstleri arasındaki
mücadele yerini dev tröstlere bırakacaktır. Bu
mücadeleyi "ülke içindeki" çarelerle ve gül suyuyla
yok etme girişimleri fili bezelyeyle bombalamayla
aynı şeydir. Çünkü emperyalizm sadece modern
kapitalizme sıkı sıkıya bağlı bir sistem olmayıp,
aynı zamanda modern kapitalizmin en önemli temel
unsurudur.
İkinci bölümde modern kapitalizmin yapısındaki ve
kapitalist devlet tröstlerinin formasyonundaki
özellikleri gördük. Bununla beraber, ekonomik yapı
belli bir politikaya yani emperyalist politikaya
bağlıdır. Bu, sadece emperyalizmin, finans
kapitalizmin bir ürünü olduğu anlamında değil fakat
aynı zamanda yukarıda da karakterize ettiğimiz gibi,
finans kapitalin emperyalist olmayan bir politika
izlemeyeceği anlamındadır. Kapitalist devlet
tröstleri serbest ticaretin tarafları değildir.
Çünkü böyle olursa kapitalist varlık nedeninin
önemli bir kısmını kaybedecektir. Korumacılığın bir
yandan dünya pazarında rekabeti kolaylaştırdığını
belirttik. Aynı şekilde" kapitalist tekellerin bir
ifadesi olan finans kapital, sürüm ve hammadde
pazarlarını veya sermaye yatırım alanlarını gasp
ederek, "etki alanlarını" tekelleştirme
politikasından vazgeçmez. Bir kapitalist devlet
tröstü, işgal edilmemiş bir bölgeyi ele geçirmede
başarısızlığa uğrarsa, bu bölge bir başkasınca işgal
edilecektir. Serbest rekabet ve ülkede hiçbir
üretim organizasyonunun bulunmadığı bir çağa
tekabül eden barışçıl rekabet, tümüyle farklı üretim
yapısının bulunduğu ve kapitalist devlet
tröstlerinin birbirleriyle mücadelesinin yer aldığı
bir çağda mümkün değildir. Bu emperyalist çıkarlar
finans kapitalist gruplar için öylesine önemlidir
ki ve varlıklarının tam da temelleriyle öylesine
birbirine bağlıdırlar ki, hükümetler dünya
pazarında kendilerine sadece istikrarlı bir durum
sağlayacak çok büyük miktarlardaki askeri
harcamaları yapmaktan çekinmez.
Kapitalizmin çerçevesi içindeki "silahsızlanma"
fikri, dünya pazarında çok önemli bir durumda
bulunan kapitalist devlet tröstleri söz konusu
olduğunda özellikle abestir. Gözlerinin önünde, tüm
dünyaya boyun eğdirme ve bilinmeyen toprakları
sömürme hayalleri dolaşmaktadır. Bunu Fransız
emperyalistleri L'organisation d'economie mondiale
[Dünya Ekonomisinin Örgütlenmesi] ve Alman
emperyalistleri Organinisierung der Weltwirtschaft
olarak ifade ederler. Burjuvazi bu "yüksek" ideali
silahsızlanmanın avantajlarıyla değiştirir mi? Bir
devlet tröstü için, tüm resmi anlaşma ve garantilere
rağmen, öldürücü rakibin "terk edilmiş" politikayı
başlatmayacağı garantisi var mıdır? Karteller
arasındaki mücadele tarihini, hatta tek bir ülkenin
sınırları içinde bile, izleyen herkes koşullar
değiştiğinde, örneğin piyasa koşulları değiştiğinde
anlaşmaların nasıl sabun köpüğü gibi yok olduğunu
bilir. Güçlü bir kapitalist tröstün, örneğin
Birleşik Devletlerin diğer ülkelere saldırması
gibi, diğer tröstleri içeren birliğe savaş açtığını
düşünen -"anlaşma" parçalanacaktır. (Bu son durumda,
kapitalist devlet tröstlerinin tamamlayıcı kısmını
oluşturan sıradan bir sendika tipi kurulduktan sonra
karşımıza çok büyük bir formasyon çıkar. Kapitalist
devlet tröstleri arasındaki böylesi bir anlaşma
gerçek bir merkezileşmiş tröst haline gelecek ara
aşamaları bir hamlede aşamayacaktır. Bununla
beraber, yoğun iç mücadeleyi ifade eden bir anlaşma
değişen koşulların etkisine karşı çok kolay uyum
sağlayacaktır). Biçimsel bir bütünleşmenin gerçek
olduğu hipotetik bir durumu ele aldık. Bununla
beraber, bu bütünleşme gerçekleşmez. Zira her
ülkenin burjuvazisi, burjuvaziyi izlemekten başka
bir şeyi arzu etmeyen ve onun avantajlarını
anlamadığını "ispat etmeye" çalışan iyi niyetli
pasifistleri kadar hiç bir zaman tecrübesiz
değildir.
Fakat, Kautsky ve arkadaşlarının düşündüğü gibi,
burjuvazinin tabandan gelen baskıyla zorlandığında,
emperyalist metotlardan vazgeçeceği hususu
tartışılabilir. Bu hususun, bu durumda iki ihtimale
açık olduğunu belirterek cevap veriyoruz; ya baskı
zayıftır, o zaman her şey eskisi gibi kalır; ya da
baskı "dirençten" daha güçlüdür, bu durumda ise
yeni bir ultra-emperyalizm çağı değil fakat uzlaşmaz
çelişkilerin olmadığı yeni bir sosyal gelişme çağı
başlayacaktır.
Günümüzde dünya ekonomisinin yapısı, burjuvaziyi
emperyalist bir politika izlemeye zorlamaktadır.
Nasıl ki koloni politikası kaçınılmaz olarak şiddet
yöntemleriyle sıkı sıkıya bağlıdır, her kapitalist
gelişme de er geç kanlı bir noktaya ulaşacaktır.
Hilferding şöyle demektedir. "Şiddet yöntemleri
koloni politikasının özüne ayrılmaz bir şekilde
bağlanmıştır. Öyle ki, onlar olmadan bu politika
kapitalist anlamını yitirecektir. Bu yöntemler, her
türlü mülkiyetten yoksun proletaryanın varlığının
genellikle kapitalizmin mutlaka aranan koşulu olması
gibi koloni politikasının ayrılmaz bir cüzünü
oluşturmaktadır. Hem koloni politikasını izlemek ve
aynı zamanda bu politikanın sert yöntemlerinin
ortadan kaldırılmasından söz etmek, kapitalizmi
yerinde bırakarak proletaryayı yok etmenin mümkün
olabileceği hayali gibi ciddiye alınmayacak bir
rüyadır.
Aynı şeyler emperyalizm için de söylenebilir.
Emperyalizm de
finans kapitalin
tamamlayıcı bir cüzü olup, o olmadan kapitalist
anlamını yitirir. Tröstlerin, tekellerin
gerçekleşmesi, serbest ticaret politikasının
barışçıl genişlemenin gerçekleşmesini sağlayan unsur
olduğunu düşünmek zararlı bir ütopik fantezidir.
Fakat, "ultra-emperyalizm" çağı gerçek bir ihtimal
değil midir, merkezileşme sürecinden etkilenmez mi?
Kapitalist devlet tröstleri, hepsini içine alacak
bir güç bunları tahakkümü altına alıncaya kadar
birbirlerini aşama aşama yok etmeyecekler mi? Sosyal
sürece sadece mekanik bir süreç olarak baksaydık ve
emperyalist politikaya karşı olan güçleri hesaba
katmasaydık, bu ihtimal düşünülebilirdi. Bununla
beraber, giderek daha büyük ölçülerde birbirini
izleyen savaşlar kaçınılmaz olarak sosyal güçlerin
yer değiştirmesine neden olacaktır. Kapitalist
gözüyle bakıldığında, merkezileşme süreci,
merkezileşme süreciyle uzlaşmaz çelişki içinde
bulunan sosyo-politik eğilimlerle çatışma içindedir.
Böylelikle, mantıksal sonucuna ulaşamaz, çöker ve
sonuca yeni, sadeleşmiş kapitalist olmayan bir
biçimle ulaşır. Bu nedenle Kautsky'nin teorisi
hiçbir şekilde gerçekleşmez. Bu teori emperyalizmi,
kapitalist gelişmenin kaçınılmaz sonucu olarak değil
fakat kapitalist gelişmenin "karanlık yönü" olarak
görmektedir. Marx'ın oldukça sert bir biçimde
saldırdığı, düzeysiz ütopya sahibi Proudhon gibi,
Kautsky de kapitalist düzenin "parlak" yanlarına
dokunmadan emperyalizmin "karanlık" yanlarını
elimine etmek istiyor. Kullandığı kavram modern
toplumu parçalayan korkunç çelişkilerin gizlenmesini
ifade ediyor ve bu kavram bu bağlamda reformist bir
kavramdır. Reformizmi teorik hale getirmenin
karakteristik özelliği, çelişkilerini hiç görmeden
kapitalizmin unsurlarının koşullara adaptasyonunu
ortaya koymasıdır. Tutarlı bir Marksist için, tüm
kapitalist gelişme, kapitalizmin çelişkilerinin
giderek genişleyen bir ölçekte sürekli yeniden
üretilmesi sürecinden başka bir şey değildir.
Kapitalist bir ekonomi biçimiyle, dünya ekonomisi
gelecekte içerisindeki gizli uyum eksikliğinin
üstesinden gelemeyecektir. Aksine, bu uyum eksikliği
giderek genişleyen ölçekte yeniden üretilmeye devam
edecektir. Bu çelişkiler gerçekte sosyal
organizmanın bir başka üretim yapısında -ekonomik
faaliyetlerin iyi bir şekilde planlandığı sosyalist
örgütler yoluyla- uyumlu hale getirilir.
Kaynak: Nikolay Buharin
Çeviren: Uğur Selçuk Akalın
|