Enerji Sektörü Politikalar ve Bazı Çözüm Önerileri
Uğur Doğan
Dünyada hemen her alanda oluşturulan politikalar bir
yönüyle enerji ile bağlantılıdır. Yüzyıllar boyu
uluslararası ilişkilerde olduğu gibi ulusal seviyede
izlenen tüm siyasi ve ekonomik politikaları
enerjiden soyutlamak mümkün olmamıştır.
Enerjinin kaynakları, üretimi, ulaşımı ve
tüketicinin kullanımına sunulması pek çok alt
sektörün faaliyetine konu teşkil etmekte ve farklı
sanayii kollarını oluşturmaktadır.
Enerji sektörünün hemen her alanında sanayileşme ile
olduğu kadar çevre ile de yakın bir beraberliği söz
konusudur. Giderek yükselen çevre bilinci ve
doğanın en iyi şekilde korunarak daha sonraki
nesillere temiz bir çevrenin bırakılması arzusu
sektördeki her türlü faaliyetin sürdürülmesinde
gözönünde bulundurulması gereken bir kavram haline
gelmiştir. Bunun tabii sonucu olarak çevre dostu
enerji kaynakları daha çok kayırdan bir konu-ma
gelmiş ve diğer kaynakların da çevreyle uyumlu
çalışacakları bir düzene kavuşturulma-lan zorlayıcı
kurallarla sağlanmaya çalışılmış-tır. Enerji
üretiminde tüm ülkelerin uymaları
zorunlu çevre normlarım tespit eden "Uluslararası
iklim Sözleşmesi" yıllar süren müzakereler sonucu
uygulama aşamasına gelmiştir. Bütün ülkeler enerji
üretiminde çevre kirliliğini önlemeyi amaçlayan ve
bu alanda cezai yaptırımlar da içeren bu
sözleşmeyle üretimde ortaya çıkan ve çevre
kirliliğine neden olan emisyonları 1990 yılı
seviyesine indirmeyi taahhüt etmektedirler.
Klasik enerji kaynakları yanında, rüzgar enerjisi,
güneş enerjisi, jeotermal enerji, dalga enerjisi,
hidrojen enerjisi gibi yeni ve yenilenebilir enerji
kaynaklarının geliştirilmesi çalışmaları hız
kazanmıştır.
Enerjiye olan talebin giderek artması ve enerji
maliyetlerinin yükselmesi verimliliğin ciddi şekilde
iyileştirilmesinin gerekliliğini ortaya koymuştur.
Daha az yakıt ile daha yüksek verimin elde edilmesi
alanındaki çalışmalar sektörde giderek daha fazla
teşvik edilmektedir.
Enerji sektöründe, gerek üretimde ve gerekse
tüketimde ülkeler arası bağımlılık her geçen gün
daha da artmaktadır. Milli olma vasfının yerine,
ucuzluk, kalite, çeşitlilik ve ikmal kaynaklarının
güvenilirliği kavramları daha fazla kabul
görmektedir.
Enerji kaynakları açısından ülkelerin bir bölümü
oldukça şanslı durumdadır. Ancak maalesef Türkiye bu
ülkeler arasında yer almamaktadır. Ülkemiz gerek su
kaynakları ve gerekse petrol ve doğalgaz kaynakları
bakımından kendi ihtiyaçlarını karşılamaktan
oldukça uzaktır.
Değerlendirilebilir durumda bulunan su kaynaklarının
tamamının devreye alınması halinde 125 milyar kWh
elektrik enerjisi üretmek mümkündür. Inşaa halindeki
hidroelektrik santrallar ile birlikte halen bu
potansiyelin %37'lik bölümünden yararlanılmaktadır.
Ancak hidrolik kaynakların gerek inşaa süreleri ve
gerekse maliyetleri dikkate alındığında, ülkenin
acil enerji ihtiyaçlarının karşılanmasından çok,
orta ve uzun vadeli planlar çerçevesinde
düşünülmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır.
Hidroelekrik santral projelerinin
gerçekleştirilmesinde karşılaşılan sorunların bir
bölümü, barajların ihale edildikleri esnada kesin
projelerinin bulunmayışından kaynaklanmaktadır.
Ancak daha önemli bir bölümü ise ihale sisteminden
kaynaklanmakta olup, Türkiye'de hemen hiç bir baraj
ön görülen sürede bitirilemediği gibi ön görülen
maliyete de tamamlanamamaktadır.
Bu açıdan bakıldığında ihale sisteminin, usûl, esas
ve değerlendirme kriterleri açısından bütünüyle
gözden geçirilmesi gerekmektedir. Her halükarda
mevcut uygulamadan vazgeçilerek projelerin anahtar
teslimi yapımını öngören sistem benimsenmelidir,
idarenin, iyi etüt edilmiş ve tüm detaylarıyla
hazırlanmış bir fizibilite etüdü ve projeyle bu
metoda göre yapacağı ihalelerde, müteahhitlerin
idareden sürekli olarak değişik gerekçelerle ek
ödenek ve keşif artışı talepleri olamayacağı gibi
süre olarak da başlangıçta belirlenen takvimin
dışına çıkılamayacaktır. Bu modelin erken bitirme
primleriyle desteklemesi, gecikmeden kaynaklanan
maliyet artışları yanında planlanan üretimin
gerçekleşmemesi sebebiyle ortaya çıkan dolaylı
kayıpları da önleyecektir.
Hidrolik santral projelerinin gerçekleştirilmesinde
diğer bir uygulama da, kamu kuruluşları tarafından
hazırlanan projelerin özel sektör kuruluşları
arasında işletme süresi açısından ya da enerji
satış fiyatı açısından rekabete açılmasıdır. Burada
amaç açıklık ve rekabet ilkeleri içerisinde
yatırımcılardan en ucuz fiyatla elektrik alımını
gerçekleştirmektir. Yatırımın gerçekleşmesiyle
ilgili tüm riskler yatı-nmcının üzerinde olmakta,
İdarenin elektrik almayı taahhüt etmesi dışında bir
sorumluluğu bulunmamaktadır. Dolayısıyla yatırım ile
ilgili pek çoğu fiktif olan maliyet artışları kamuya
yüklenemeyeceği gibi, yapımının öngörülen sürede
tamamlanamamasından kaynaklanan olumsuzluklar da
yatırımcının üstlenmesi gereken risk olarak
kalacaktır.
Petrol ve doğalgaz ihtiyaçları bakımından da milli
kaynaklarımız yeterli bulunmamaktadır. Halen 27
milyon ton olan" petrol ve petrol ürünleri
tüketiminin yaklaşık %13'ü yerli kaynaklarla
karşılanabilmekte, %87'lik kısmı ise ithalat ile
karşılanmaktadır, ithalatın hemen tamamı ham petrol
olarak gerçekleşmekte ve toplam kapasitesi 35 milyon
ton olan dördü TÜPRAŞ'a biri de ATAŞ'a ait
rafinerilerde işlenerek tüketime arz edilmektedir.
Devletin çok büyük miktarlarda vergi elde ettiği
petrol sektöründe tüketim diğer OECD ülkelerindekine
paralel olarak ortalama yılda %4 nisbetinde artış
göstermektedir.
Sektörde liberasyon uygulamasına 1990 yılında
geçilmiş olmasına ve sektörde hem üretici kumlusu
olan TÜPRAŞ ve hem de en büyük pazarlamacı kuruluş
olan POAŞ 1990 yılında özelleştirme kapsamına
alınmış olmasına rağmen, bugüne kadar bu alanda bir
gelişme sağlanamamıştır.
Fiyatların hükümetlerce belirlendiği bir uygulamanın
sürmesi, sektörde gerek liberasyona gerekse
özelleştirmeye engel teşkil etmektedir. Halen
petrol ürünleri üzerinden Akaryakıt Tüketim Vergisi,
Gümrük Vergisi, Katma Değer Vergisi ve Akaryakıt
Fiyat istikrar Fonu gibi farklı ve değişik oranları
içeren vergiler alınmaktadır. Bu fiyatlandırma
sistemi gerek rafinerilerin ve gerekse
tüketicilerin aleyhine sonuçlar doğurmakta olup,
sektörde özelleştirmeyi imkansız kılmaktadır.
Avrupa Birliği ülkelerinde uygulanmakta olduğu gibi
Maktu Vergi Sistemine geçilmesi ve petrol ürünleri
fiyatlarının Akdeniz Petrol Piyasalarına
endekslenerek dalgalanmaya bırakılmasını öngören
"Otomatik Fiyatlandırma Mekanizması"nm benimsenmesi,
sistemi oldukça basitleştirecektir. Sektörde gerçek
anlamda rekabetin yerleşmesi bu sisteme bağlı
olduğu gibi özelleştirme de ancak bu şekilde
gerçekleştirilebilir. Diğer taraftan bu model bir
yandan kamunun vergi gelirlerini garanti altına
almakta diğer yandan ani fiyat dalgalanmalarına
karşı tüketicileri koruyan emniyet sistemlerini
içermektedir.
Petrol Sektöründe vergilendirme politikalarında
gerekli düzenlemelerin yapılması halinde halen iki
milyon ton olan üretim fazlası bulunan fuel oil'in
elektrik enerjisi üretiminde kullanılması mümkün
olacaktır. Fuel Oil üzerindeki çeşitli vergi ve eş
etkili yüklerin elektrik üretimi için düşürülmesi
ile maliyetler elverişli düzeye gelecektir. Esasen
söz konusu petrol ürününün iç piyasada bu miktarda
tüketimi olmadığı için ihraç edilmesi mecburiyeti
vardır, ihraç edilen ürünlerden yukarıda zirke-dilen
vergiler alınmadığı için, yalnızca yasal
düzenlemelerin gerçekleştirilemeyişi sebebiyle
böyle bir imkandan yararlanmak mümkün olamamaktadır.
Diğer taraftan petrol sektörünün Türkiye'deki
yapılanması da oldukça ilginç bir görüntü
vermektedir. Arama ve üretim ile ilgili kuruluşlar
yanında petrol sektöründe kuralları belirleyen
üniteler Enerji Bakanlığı bünyesinde, rafinaj ve
pazarlama ile ilgili kuruluşlar özelleştirme
kapsamında olmaları dolayısıyla bir başka Bakanlık
bünyesinde faaliyet göstermektedir. Bu duatm
koordinasyon ve planlama açısından bazı
olumsuzlukları da beraberinde getirmektedir. Kanun
gereği Özelleştirme idaresi Başkanlığının bağlı
olduğu Bakanlığa bağlanması gereken bu kurumlar,
idari açıdan koordinasyonun sağlanması ve
politikaların uygulanması bakımından bir tek çatı
altında toplanmalıdırlar.
Ülkemizde şehirleşme ve sanayileşme yanında tüketim
alışkanlıklarının da giderek değişmesiyle enerji
tüketiminde önemli artışlar olmaktadır. Artış
oranları yüksek olmasına rağmen kişi başına
gerçekleştirilen enerji tüketimi gelişmiş ülkeler
seviyesinin oldukça gerisindedir. .
Elektrik enerjisinde tüketim gerçekleşmeleri bu
durumun tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Geride
bıraktığımız beş yıllık dönem de tüketim, her yıl
bir önceki yıla göre %10'un üzerinde artış
kaydetmiştir. Mevcut tüketimin %30'u hidrolik
kaynaklardan, %10'u termik santrallerden, %20'si
doğalgaz santrallerinden ve %10'luk bölümü de
fuel-oil ve diğer sıvı yakıtlar ile çalışan
santrallerden sağlanmaktadır.
Ülke ihtiyaçlarının karşılanması için elektrik
enerjisi üretimi, iletimi ve dağıtımı alanlarından
yılda yaklaşık dört milyar dolar yatırım yapılması
gerekmektedir. Bir başka deyişle her yıl mevcut
kumlu güce 2500 MW ilave kurulu güç eklenmesi
gerekmektedir. Milli bütçeden ve diğer yatırımcı
kuruluşlar bütçesinden (DSİ, TEAŞ ve TEDAŞ)
böylesine büyük kaynakların ayrılması mümkün
olmadığı için özel sektörün ve özellikle yabancı
sermayenin sektörde yer alması amacıyla yeni
modeller oluşturulmuştur.
Kamuoyunda BOT veya Yap İşlet Devret Modeli olarak
bilinen bir model ile bütçe imkanları ile
yapılamayan yatırımların özel sektör marifetiyle
gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir. Ancak bu
düzenlemelerin yapıldığı 3096 sayılı kanunun bazı
maddelerinde Anayasa Mahkemesince yapılan iptaller
ve buna ilişkin olarak Resmi Gazetede yayımlanan
gerekçeli karar, bu modeli çalışamaz hale
getirmiştir. Bu Karar ile elektriğin, üretimi,
iletimi, dağıtımı ve ticareti kamu hizmeti olarak
vasıflandırılmıştır. Kamu hizmetlerinin kamu
tarafından yerine getirilmesi gerektiği ve bu
hususun kamudan başkalarına devrinin imtiyaz teşkil
edeceği hususu benimsenmiştir. Anayasa'nın 155'inci
maddesinde yeralan, imtiyaz sözleşmelerinin
Danıştay tarafından inceleneceğine ilişkin hüküm
gereğince bu alanda yatırımcı ile idare arasında
üzerinde mutabık kalınan projeler Danıştay
incelemesine tabi tutulmaktadır.
inceleme prosedürünü bir hayli uzatan bu uygulama
yatırımcılar açısından caydırıcı olmakta ve
kaybedilen süreler maliyetleri yükseltmektedir.
Diğer taraftan bu tür projelerin gerçekleşeceği
beklentisi enerji kaynaklan ve finansman imkanlan
sınırlı olan ülkemizde enerji planlaması açısından
olumsuzluklar meydana getirmektedir.
BOT veya Yap İşlet Devret Modeli ile
gerçekleştirilecek enerji yatırımlarından, ilgili
kamu kuruluşlarının incelemeler sonucunda üzerinde
mutabık kılınan projeler Danıştay'a sunulmaktadır.
Ancak söz konusu projeler için temin edilecek dış
finansman ile ilgili olarak, kredi veren
kuruluşlarca talep edilen ve anlaşmazlık halinde
uluslararası hakem heyetlerinin vetkili kılınmasını
öngören istekleri Danıştay'ca kabul edilmemektedir.
Yıllar boyu üzerinde tartışmalar sürdürülmesine
rağmen Türk Hukuk Sisteminde, Anayasa Mahkemesi
Kararları aleyhine gidilecek bir merci bulunmaması
dolayısıyla sorun çözümsüz kalmıştır. Yalnız enerji
sektöründe toplam 35 milyar $ tutarında 110 adet
proje Enerji Bakanlığı ve ilgili kurumlarca
incelenmekte, ancak mevcut sistem içerisinde sonuç
alınamayacağı bilindiği için, idare ve yatırımcılar
karşılıklı olarak birbirlerini oyalamaktadırlar.
Bu modelin işletilebilmesi için ya Danış-tayın bu
tavrında değişiklik yapması ya da Anayasa'nın
155'inci maddesinin değiştirilmesi gerekmektedir.
Diğer taraftan yatırımcı ülke ile Türkiye arasında
yatırımların karşılıklı olarak korunması anlaşmaları
çerçevesinde konuya çözüm bulma gayretleri bu güne
kadar bir sonuç vermemiştir.
Yap işlet Devret Modeli ile ilgili olarak yıllar
boyu süren çalışmalar, yürütme ve yargı arasındaki
görüş farklılıklarının giderilmemesi sebebiyle,
ancak uluslararası hakem heyeti talep etmeyen küçük
projelerle sınırlı kalmıştır.
Bütçe imkansızlıkları yanında, Yap işlet Devret
Modelinden de sonuç alınamaması üzerine yeni çözüm
arayışlarına girişilmiştir. Yalnızca termik
santraller için oluşturulan ve mülkiyetin kamuya
devrini öngörmeyen bir model olarak Yap işlet Modeli
benimsenmiş, önce Bakanlar Kurulu ve daha sonrasında
da kabul edilen kanun ile uygulamaya geçilmiştir.
Sistemin en önemli özelliği, ihale yönetiminde
açıklık ilkesini ve yatırımcılar arasında rekabeti
benimsemiş olmasıdır. Hemen uygulamaya koyulan Yap
işlet Modeli ile toplam 5200 MW kumlu gücünde ve 5.5
milyar dolar tutarında beş adet termik santral
ihalesi ile sistem çalışmaya başlamıştır.
Yap işlet Modeli bir anonim şirket olan TEAŞ ile
ihale sonrası belirlenen yatırımcı arasında yapılan
müzakereler ile uygulama alanı bulmaktadır. Bu
sebeple özel hukuk hükümlerine tabi olmakta ve
Danıştay incelemesine gerek kalmamaktadır.
Sanayicilerin ihtiyaç duydukları elektrik
enerjisinin kesintisiz bir şekilde karşılanması
amacıyla, başlangıçta imdat grupları olarak kurulan
otoprodüktörler ile ilgili düzenleme giderek
geliştirilmiş ve uygulama alanı da
genişletilmiştir. Küçük ölçekli üretim projeleri
söz konusu olmasına rağmen, gerek sayıca fazla
olmaları ve gerekse çok süratli bir şekilde devreye
alınmaları sebebiyle, enerji planlamalarının
oluşturulmasında önemli bir yer tutmaya başlamıştır.
Otoprodüktör yatırımlar ile ilgili düzenlemeler daha
ileriye götürülmeli ve sanayicinin ihtiyaç fazlası
ürettiği elektrik enerjisi, kamu kesimi tarafından
sanayiciyi teşvik edecek bir fiyatla satın
alınmalıdır.
Sektörde özel kişi ve kuruluşlara da yer verme
çalışmaları yanında özelleştirme çalışmaları da
yaygınlaştırılmalıdır. Hukuki altyapıdaki
tartışmalar ve özelleştirme karşısındaki siyasi
yaklaşım farklılıkları bu konuda ilerleme
kaydedilmesini güçleştirmektedir. Elektrik enerjisi
üretim ve iletim ile ticaretinin imtiyaz sayılması
dolayısıyla bu alandaki özelleştirmede mülkiyet
devri yapılmakta, ancak uzun dönemli kiralama
şeklinde "işletme Hakkı Devri" yapılabilmektedir.
Gerek santrallerin ve gerekse elektrik dağıtım
şirketlerinin özel kesim elinde daha rantabl
çalışarak milli ekonomiye daha fazla katkıda
bulunacakları aşikardır. Özellikle elektrik
dağıtımında %18'i bulan kayıp ve kaçak oranının
OECD ülkelerindeki gibi %5 seviyelerine düşürülmesi
ve bu suretle heba olan enerjinin tasarmf edilmesi
ancak özelleştirilme ile mümkün olabilecektir.
Yirmibirinci yüzyılın hemen öncesinde bütün
ülkelerin birbirlerine olan bağımlılıkları
artmaktadır. Küreselleşmenin tabii bir sonucu olarak
sınırlar çoğu zaman şekilden öte bir anlam
taşımamakta ve enerji kaynakları, enerjinin üretimi
ve tüketimi giderek evrensel bir boyut
kazanmaktadır. Tüm ülkelerin, endüstrilerin ve
insanlığın ortak hedefi, daha temiz, daha güvenli
ve daha kaliteli enerjiyi mümkün olduğu kadar düşük
fiyatla temin etmektir.
|