|
Geçmişi İle Övünme Hastalığı
Geçmişi ile övünme, toplumumuzun bir hastalığı. Hem
de hiç iyileşmeyen ve gittikçe müzminleşen bir
hastalığı. Bu öyle bir hastalık ki, virüsü
toplumumuzun yedisinden yetmişine, kadınından
erkeğine, kısacası her ferdine bulaşmış. Galiba,
henüz virüsün aşısı da bulunamamış.
Anadolu'nun herhangi bir köyündesiniz, köy
kahvesinde pişpirik oynayan kasketli vatandaşımızı
bir dinleyin, bakalım. Ağzından ne inciler dökülür.
Sanki ağzından bal akar. "Biz öyle bir milletiz ki,
dünyada hiç eşine rastlanmaz. Yedi düvele meydan
okumuş bir milletin torunlarıyız, biz!.."
Kahveden çıkın, camilerde dolaşın, kürsülerdeki
vaizleri dinleyin. Onların da sizlere anlatacakları
çok duygulu ve anlamlı sözleri var. Neler mi
dersiniz? Şüphesiz geçmiş ile övünme. "Biz üç
kıtada at koşturan ecdadın torunlarıyız. Dünyada
mevcut her türlü bilimsel icadı önce bizim
dedelerimiz yapmış. İlk astronomi üniversitesini
ecdadımız kurmuş, Kırşehir'de. îlk kağıd fabirkasını
yine müslümanlar kurmuş Bağdat'da. İlk, ilk, ilk...
Hep ilkler bizim ecdadımıza ait..."
Camiden çıkın. Herhangi bir okula gidin. Bir de
Tarih öğretmenini dinleyin. "Bizler, Viyana
kapılarına dayanmış, Asya'yı, Afrika'yı ve
Avrupa'yı fethetmiş kahraman bir milletin
torunlarıyız. Bizler, İstanbul'u fetheden Fatih
Sultan Mehmed'in nesliyiz..." Daha gezinize devam
edin. Çiftçiye uğrayın, her hangi bir iş merkezine
uğrayın, işadamını dinleyin. Ankara'daki
yöneticilerimizi dinleyin. Hep geçmiş ile övünen
insanları görürsünüz.
Dinleyin, dinleyin, karşılığında onlara şu soruyu
sorun. "Peki, ecdadınız bu kadar kahramandı, bu
kadar bilimsel icadlarda bulundu. Bu kadar ilklere
imzasını attı. Ya siz? Ya siz Efendim? Bugüne kadar
ne yaptınız? Bu yaşınıza geldiniz, hangi baltaya
sap oldunuz? Gelecekte sizin çocuklarınız kiminle
övünecek?"... Cevap yok.
Sahi, biz kimiz? Neyin nesiyiz? Sürekli övündüğümüz
ecdadımızla ne kadar bağımız kalmış? Biz gerçekten
gelecekte nasıl anılacağız? Bu cevaplar üzerinde,
hiç duran yok. İşte, geleceğe bir şey aktaramayan
ve onlara övünme payı bırakmayan bir nesil olarak,
geçmişle övünmek, hastalıktan başka bir şey
değildir.
Üç kıtada at koşturan bir milletin torunları, yaya
bile yürümeye takati kalmamışsa, Viyana kapılarına
dayanmış bir ordunun nesilleri, bugün Avrupa'dan
atılıyor ve öldürülüyorsa, geçmiş ile övünmenin ne
anlamı var. Eğer Fatih, bugün aramıza gelse,
İstanbul'u bir dolaşsa, inanın İstanbul'u
fethettiğine pişman olur. Ve şu aciz ve pısırık
torunlarının suratlarına tükürür. Hem de bin kere...
Bugün övünme hastalığı ile yanıp tutuşan neslimiz,
geleceğe yönelik lafla çok ayrıntılı projeler
üretmektedir. Ancak iş uygulamaya gelince, insanımız
ortadan kayboluvermektedir. Peki neden?
Nedeni gayet açık. Geçmiş ile övünürken ağzımız açık
amma kulaklarımız tıkalı, gözlerimiz kapalıdır. Söz
buraya gelmişken bir kıssa anlatalım. Belki hisse
alan olur. Kıssa şöyle; Bir gün Öğretmen
öğrencilerine önemli bir konu anlatır. Anlat ma
bittikten sonra; "Anlattıklarımı tekrar anlatacak
biri var mı?" diye sorunca, sınıftan çıt çıkmaz.
Öğretmen; "Çocuklar, anlattıklarım kulaklarınıza iyi
girmedi galiba. Sol kulağınızı kapatın ve sağ
kulağınızı bana doğru çevirip, iyice açın ve
dinleyin." der ve konuyu bir kez daha anlatır ve
yine "Anlayan var mı?" diye sorar. Yine çıt yok. Bu
kez, sağ kulaklarını kapatıp, sol kulaklarını
açmalarını söyler ve konuyu tekrar anlatır. Anlayan
tek öğrenci çıkmaz. Bu defa, iki kulaklarını da
iyice açıp
dinlemelerini tenbih eder. Ancak nafile. Bir türlü
konuyu anlayan öğrenci çıkmaz. Sonunda, dayamaz ve
öndeki öğrenciyi ayağa kaldırır ve " Yoksa, bu
sınıfın hepsi sağır mı?" diye sorar. Öğrenci gayet
sakin bir şekilde şu cevabı verir; "Yok hocam,
hepimizin kulağı iyi duyar. Lakin sizin
anlattıklarınız bizim kulağımıza kadar gelmiyor.
Hepsi, burnumuzun üstünden teğet geçiyor. Onun için
anlayamıyoruz." İşte böyle, galiba günümüz kuşağı,
geçmişi ile övünürken, bugünü değerlendirmenin
gereklerini bir türlü anlayamıyor ve sözler
muhatabını bulmadan, herkesin kulaklarından teğet
geçiyor. Peki neden böyle bir nesil olmuşuz?
Çünkü, atlamak için, arşını değil Halep'i isteyen
bir nesil yetiştirmişiz. Lafla peynir gemisi
yürütmeye çalışan, laf ebesi bir millet olmuşuz,
işin en önemli tarafı, söylenen sözlere söyleyenin
de gönülden inanmadığı ve sadece ağızların oynadığı
hatip bir toplum haline gelmişiz. Herkes birbirine
çalışmaktan, haktan, adaletten, azimden, güçlü
olmaktan, sanayileşmekten, kültür seviyesini
yükseltmekten, ticari bakımdan gelişmekten
bahsediyor. Ama gelişmenin ve ilerlemenin temel
taşlarından herhangi birine ben sahip olayım
demiyor. Nedir efendim? Bu ülkede bir ben mi varım?
Canım bu söylediklerimizi başkaları yapsın. Hele
bizden geçti. İyice yaşlandık. Umudumuz yeni
nesilde. İnşaalah yeni nesil bu milleti
kurtaracak... Ve baştan sona görevden ve çalışmaktan
kaçmak için çeşitli uydurma bahaneler. Galiba bu
da, geri kalışımızın sendromlarından biri olsa
gerek.
Geçmişi ile övünmek için, geleceğin bugün ile
övünmesi zeminini hazırlamak gerekir. Geleceğin
bugün ile övünmesi için, geçmişten çok daha iyi bir
seviyeye ulaşmak mecburiyeti vardır. Yoksa, gelecek,
geçmişinden bahsederken, övünme hastalığına
tutulmuş ecdadından bahsedecektir. Geleceğimize
karşı, övünülecek bir millet olabilmek için, lafçı
değil, uygulamacı bir toplum olmak zorundayız. Bunun
için de, çok çok çok çalışmalıyız.
Doç. Dr. Ramazan OZEY
|