İki Binli Yılların Global Enerji Politikalarında Türkiye
Cumhuriyeti
Dr. Ömer Açıkgöz
Coğrafi konumu Türkiye'yi Doğu ile Batı ve Kuzey ile Güney arasında
köprü haline getirmektedir. Tarihi yeri, Çin'den
Adriyatik'e kadar olan kültür kom-pozisyonundaki
ayrıcalığı, antik değer varlığı, medeniyetlerin
kültür beşiği ve büyük dinlerin başkenti olan
istanbul'un sahibi ve İslam dünyasında ayrıcalığı
ile birlikte Batının OECD, NATO ve Gümrük Birliğine
de üye olması, Türkiye'nin Doğu ile Batı arasında
coğrafya ile birlikte siyasi ve kültürel olarak da
köprü olabileceğinin ifadesidir. Bu konum aynı
zamanda Türkiye'yi, kıtalar ve bölgeler arası
politikalarda risklere duyarlı önemli ülke haline
getirmektedir. Uluslararası pazarlara enerji
koridoru özelliği ile birlikte, Türkiye'nin iç ve
dış politikası enerji üretici, tüketicisi ülkeleri
yakından ilgilendirmektedir.
Enerji insan hayatının önemli bir parçasıdır, insanı tabiatın zor,
sıcak ve soğuk şartlarından koruyan, insanın kas
gücüyle yapamadığını yapan enerjidir. Isıtmada,
soğutmada, aydınlatmada, mutfakta, eğitimde,
sağlıkta, ulaşımda, endüstriyel üretimde enerji
olmasaydı, bugün dünyanın ulaştığı mevcut refah
olmayacaktı. Bu önemi nedeniyle enerji ülkeler
arası siyasi ve iktisadi politikalarda
belirleyicidir.
Rusya, Orta Asya, Kafkasya ve Körfez enerji
kaynaklarının batı pazarlarına taşınmasında Türkiye
ö-nemli coğrafi avantaja sahiptir. Bu durum
Türkiye'yi enerjinin risklerini ve faydalarını
taşıyan ülke konumuna getirmektedir. Endüstri
toplumlarında, siyasi politikaları iktisadi
politikalar belirlemektedir. Dünyada hakim siyasi
ve İktisadi eğilimler çevre politikalarını
belirlemektedir. Baskın trendlerin niteliği ve bu
çerçevede yeni Cumhuriyetimizin mevcut durumunun
bilinmesi makro politik analizlere ışık tutacaktır.
Bu makalede, Dünyanın global enerji politikalarında Cumhuriyetin
geldiği son durum analiz edilecekti r.
1. Dünyanın Siyasi ve İktisadi Global Trendi
Sovyetlerin çökmesi ile birlikte Batı düşüncesi kendi içinde
tamamlayıcısı olan Marksist diyalektiği kaybetti.
Marksizm batı düşüncesini makuliyet sınırlara
içerisine çekmiş, merkantalist, liberal ve
kapitalist çizginin birey, toplum ve devletine yeni
tanımlar getirmişti. Marksizm'in batıda sosyal
devletin gelişmesinde katkısı büyük olmuştur. Ancak
Sovyetlerin çöküşü ile birlikte merkantalist,
liberal ve kapitalist çizgi bunu kendisinin bir
zaferi kabul ederek, 'alternatifsiz düşünce', 'tele
kutuplu dünya', 'yeni dünya düzeni', 'tarihin sonu'
ftibi düşünce projeleri üretti. Bu
projelerden biri de Amerikan Savunma Bakanlığı
-Pentagon- tarafından hazırlanan dünyanın barış ve
güvenliğini koruma amacıyla "Tek Süper DevleÜİ
Dünya RaporuMur. Bu belgede Amerikan dış ve savunma
politikasının tek bir amaca kilitlenmesi
vurgulanmaktadır: Batı Avrupa'daki, Asya'daki ya da
eski Sovyetler Birliğindeki devletlerden hiç birinin
ABD'nin karşısına ve onun gücüne kafa tutacak güce
erişmesine İzin verilmemesi gerektiği açık biçimde
ifade edilmektedir (Ülman, 1994:41).
Avrupa Birliği, NAFTA ve Pasifik Bölgesindeki siyasi ve iktisadi
birlikler dünyayı hızlı bir kutuplaşmaya doğru
sürüklemektedir. Ekonomi en önemli değer olduğu
sürece, kutuplaşmalar ve entegrasyonların dışında
kalan ülkelerin alternatifleri; bu kutuplara girme
ya da birer iktisadi faktör olma veya sahip
oldukları ırkı ve dini siyasal dil haline
dönüştürüp varlığını sürdürebilmektir.
Ülkelerin siyasal sistemleri ile İktisadi düzenleri
arasında önemli bir İlişki vardır. Sosyalist sistem
ile merkezi planlama, Liberal sistemle ferdi
teşebbüs hürriyeti arasında doğrusal bir ilişki
vardır. Bu ilişki biçimi devletin iktisadi
sistemdeki yerini belirler. Dünyadaki gelişme ve
eğilimler, merkezin devletten bireye kaydığını
göstermektedir. Ancak bu merkez kaymasında devletin
yeri ve rolü ciddi tartışmaların konusudur.
Bu tartışmalar, devletin iktisadi büyümeyi doğrudan sağlayan bir
güç olarak değil, bir ortak, katalizör ve teşvik
edici olarak ekonomik ve sosyal kalkınmadaki önemi
üzerinde yoğunlaşmaktadır. Devletin iktisadi ve
sosyal kalkınmadaki rolü ile ilgili düşünceler
çeşitli olmakla beraber, dünyada gelişen yeni
olaylar bu rolü daha da tartışılır hale getirmiştir.
Bu yeni tartışmaya neden olan olaylar (The Wortd
Bank, 1997:1);
a. Merkezi planlı ve denetimli ekonomilerin çöküşü,
b. Gelişmiş ülkelerin bir çoğunda refah devletinin içine girdiği
mali kriz,
c. Asya kaplanları denilen ülkelerdeki ekonomik gelişmelerde
devletin rolü,
d. Dünyanın bir çok yerinde devletin çöküşü ile ortaya çıkan
insanlık dramı.
Bu zıt gelişmelerin arkasındaki güçlü faktör,
devletin etkinliğinin ihmal edilmeyeceğini
göstermektedir. Piyasaların gelişmesinde, İnsan
sağlık ve mutluluğunun artmasını sağlayan mal ve
hizmetlerin sağlanmasında gerekli hukuki ve
kurumsal altyapıda devletin etkinliği göz ardı
edilemez. Etkin bir devletin yokluğu ekonomik ve
toplumsal yaşamda kargaşa demektir. Bu kargaşa
İçinde de büyüme ve kalkınmanın sağlanması mümkün
değildir. Burada devletin etkinliğinden, devletin
bizatihi ekonominin içinde değil, bir ortak,
katalizör ve kolaylaştırıcı olarak yerini
almasıdır. Kalkınma ve büyüme yöntem ve metodolojisi
ülkeden ülkeye farklılık gösterip, toplumun sosyo-kültürel
yapısının, etnik ve politik yapısının baskısı
altındadır. Toplumsal yaşamda ve hukuki yapıda birey
ve devletin yerinin belirsizliği kalkınma ve büyüme
önünde önemli engeldir. Gelişmekte olan ülkelerde
devletin ekonomide merkezi rol alması ve devletin
kontrolünde kalkınma stratejilerin belirlenmesi
sonucunda, devletin büyüklüğü artmış ve devletin
harcamaları bütün harcamaların dörtte birini
oluşturmuştur. Devletin en büyük pazar haline
gelmesi, hukukun üstünlüğünün kaybolmasına, merkezi
otokrasinin gelişmesine ve yolsuzlukların
yaygınlaşmasına, yoksulluğun artmasına ve nihayet
kalkınmanın yavaşlamasına sebep olmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde İse devletin harcamaları toplam
gelirin yarısını teşkil etmektedir (a.g.e:4). Dünya
iki paradoks İle karşı karşıyadır; ekonomide etkin
rolü olan üretici ve denetici devletin oluşturduğu
yoksul, yolsuzluklarla dolu, siyasi ve İktisadi
nüfuzun hukuka üstünlük sağladığı ülkeler ile,
toplam gelirin yarısını harcayan, silahlanmayı ve
büyümeyi gelişmekte olan ülkeler aleyhine sürdüren,
büyüme ve kalkınmayı bireyin değerlerinin üstünde
tutan ve bir anlamda bireyi hukuku anlamda var eden
ancak değerler anlamında yok eden devletlerin
oluşturduğu ülkeler.
Demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, İnsan haklan ve liberalizm gibi
kavramların ortak değerler o-larak önemsendiği; mal,
hizmet, finans piyasalarının bilgi ve teknolojinin
milli ülke sınırlarını aştığı günümüzde, dünya,
iktisadi-siyasal ve kültürel olarak bir
küreselleşmeye doğru gitmektedir. Dünyanın hızla
bölgesel iktisadi ağırlıklı entegrasyonlarla yeni
kutuplar oluşturması, önümüzdeki yıllarda siyasal ve
kültürel bütünleşmenin motorunu ekonominin teşkil
edeceğini ifade etmektedir. İnsanlık tarihinde
milletlerin bütünleşmesini sağlayan unsurun
Aydınlanma Öncesinde din olduğu, Aydınlanma
sonrasında ırk ve/veya ulus olduğu, günümüzde ise
ekonomi olduğu gözlenmektedir. Aydınlanmanın batıda
ortaya çıkması ve kültürel yönünün ağırlık taşıması
nedeniyle, aydınlanma felsefesinin batı dışındaki
toplumlara transformasyonu esnasında dünya bir
gerilime ve mono kültüre zorlanmaktadır. Bu kültür
transformasyonu toplumlarda ciddi sancılar
oluşturmakta ve hatta toplumları iç çatışmalara
kadar götürebilmektedir. Kültür çatışmalarının
toplumlaıın siyasal ve sosyal sisteminde
istikrarsızlığa neden olduğu ve iktisadi gelişmenin
önünde ciddi engel teşkil ettiği gözlenmektedir. Bu
çerçevede ekonomik gelişme ile sosyal ve kurumsal
gelişmenin iç içe olduğu ve kalkınmanın ancak bu
üçlünün bütünlüğü sağlandığı takdirde mümkün
olacağı söylenebilir.
2. Politik Enstrüman Olarak Enerji
Enerji kaynaklarının bulunduğu ülkeler, Sanayi Devrimiyle birlikte
önem kazanmaya başlayacak ve gerekirse dünyadaki
dengelerde bu ülkelerin önemli bir rolü olacaktı
Kaynakların nasıl çıkarılacağı ve tüketileceği
ülkeye ulaşım koridoru üzerindeki kontrolü, enerji
politikalarını zorunlu hale getiriyordu.
Sanayi Devrimi sonrasında gelişen ekonomilerin enerji bağımlı
olmaları nedeniyle, enerjinin istenilen standartta
ve zamanda temini bu ekonomiler için temel problem
haline gelmiştir. Enerji hem üretim aşamasında bir
üretim faktörü olarak, hem de üretim sonrası
mamulün işlevi için bir zorunluluktu.
Enerji, üretimde en önemli girdi, modern hayatın esprisi ve
gelişmişliğin önemli kriteriydi. Ülkelerin
gelişmişlik ve modernlik düzeyleri fert başına
tüketilen enerji miktarıyla ölçülmekteydi.
Bugünkü sosyal ve İktisadi hayatta enerjinin ö-nemi
tartışılmazdır. 1973 petrol şoku dünya ekonomisinde
ve özellikle gelişmekte olan ekonomilerde deprem
etkisi yaratmış, enerjide ithalata bağımlı ülkelerin
enerji fiyatlarının yükselmesiyle, ödemeler dengesi
bozulmuş ve ekonomilerinin gelişme eğilimi büyük
darbe yemiştir. Bütün gelişmekte olan ülkeler kendi
enerji kaynaklarını devreye sokmak için pahalı
yatırımlara girmişlerdir. Türkiye'de de bu çerçevede
1973 yılından sonra hidroelektrik santrailara büyük
yatırımlar yapılmış ve bu yatırımlar nedeniyle
bütçede büyük açıklar meydana gelmiştir. Bu
yatırımlardan birisi de GAP projesidir. GAP projesi
bu tarım projesi olmasının yanında, aynı zamanda bir
enerji projesidir. Hidroelektrik yatırımının pahalı
olması sebebiyle, bu projenin etkisi hala Türk
ekonomisi üzerinde devam etmektedir.
1973 enerji şoku, Türkiye için enerji politikalarını zorunlu hale
getirirken, uluslararası planda da etkili ve
belirleyici politik enstrümanlar geliştirmiştir.
Ortadoğu'nun petrol üretici ülkeleri batı ve İsrail
ile ilgili politikalarında, petrolü en önemli araç
olarak kullanmışlardır. Aynı şekilde Ortadoğu'nun
mevcut durumu çıkarlarına hizmet ettiği için, batılı
ülkeler demokrasi ve insan hakları rüzgarını
dünyanın bir çok yerinde estirdikleri halde, petrol
üreten Ortadoğu ülkelerini bu rüzgarın etki alanının
dışında tutmaktadırlar.
Yine 1991 yılında baş gösteren Körfez krizi dünyadaki stratejik
politikalann nabzının, bir enerji bölgesi olan Orta
Doğuda atmakta olduğunu açıkça göstermiştir.
Gelişmiş ülkelerin ABD öncülüğünde Irak'ı, işgal
ettiği Kuveyt'ten kısa bir sürede çıkarması,
enerjinin ekonomi-politiğin en Önemli kriteri haline
geldiğini göstermektedir.
Enerjinin ulus, egemenlik, uluslararası tanınma ve
var olma konularında ciddi bir yere sahip olduğunu
dünya Körfez ve Ortadoğu'nun küçük ülkeleri
örneğinde şahit olmuştur. On sekiz bin kilometre
kare toprağı ve 1990 yılında 1.5 milyon nüfusuyla
Körfezdeki Kuveyt'in jandarmalığı için, gerektiğinde
dünyanın en profesyonel ve teçhizatlı 200 bin ABD
askeri kısa bir sürede Ortadoğu'ya sevk
edilebilmektedir. Bu amaçla 1968'de ilk defa Vietnam
Savaşında silah altına çağrılan "ihtiyatlar"dan 40
bin kişi dönemin ABD'de Başkanı George Bush
tarafından silah altına çağrılmaktaydı. O günün
şartlarında ortalama 7 Kuveyt vatandaşını korumak
için bir ABD askeri modern donanımıyla birlikte
Ortadoğu'ya gelmişti. Bütün bu seferberlik Kuveyt
devletini ve milli sınırlarını Kuveyt halkı adına
korumak ve yaşatmak değildi. Şayet böyle olsaydı,
Azerbaycan'da binlerce kişi Ermeniler tarafından
öldürülürken ve topraklarının yüzde 25'İ Ermeniler
tarafından işgal edilirken ve de Bosna'da Boşnaklar
Sırplar tarafından soy kırımına uğratılırken,
Kosova'da insanlar dağlarda açlığa mahkum edilirken
ABD ve diğer gelişmiş ülkelerin bu ülkelerde de
bulunmaları gerekiyordu. Bu ülkelerden farklı olarak
Kuveyt'in işgali bütün Ortadoğu'daki
hidrokarbonların üretim ve iletim dengelerini
değiştirmekte ve gelişmiş ülkelerin ekonomik refah,
ü-retim ve savunma sanayilerini ciddi kayıplara
uğratacaktı.
1990 yılında SSCB'nin çözülmeye başlaması ile dünya politikasında
tek belirleyicinin ABD olduğu dünya kamuoyuna ilan
edilmeliydi. 1991 yılında dünya ilk defa canlı
yayında bir savaşı takip ediyordu ve canlı yayında
savaşın galibinin hükümranlığı tescil edilecekti.
Halen etkileri bölge ülkelerinde hissedilen bu
savaş bir enerji savaşıydı. Bu savaşın İktisadi,
sosyal ve siyasal boyutunun olduğu inkar edilemez
bir gerçektir. Bu savaş enerjinin stratejik öneme
sahip bir kaynak olduğunun yakın tarihteki
tescilidir.
Enerji arzı ve talebinin yüksek olduğu ülkelerin tüketim kalıpları
ve refah düzeyleri değişmektedir. Daha fazla
tüketim için daha fazla üretim ve fazla üretim İçin
de enerji şarttır. Gelişen ekonominin, değişen
tüketim kalıplarının ve iktisadi refahın beslenme
kaynağı enerjidir. Enerji dünkü bu önemini bugün de
muhafaza etmektedir. Refahın kaynağı ekonomik
büyüme olduğu müddetçe bu önem yerini koruyacaktır.
Dünyada yaklaşık İki milyar insanın hala geleneksel enerji
kaynaklarından yararlandığını ve 1.5-2 milyar
insanın elektriksiz yaşadığı (UNDP, 1997:9) göz
önünde bulundurulduğunda, modern medeniyetin
saydamlığı bozulmaktadır. Enerji bağımlı medeniyette
hayat tarzındaki insicamı sağlama ödevi enerjiye
verilmiştir.
Enerjinin yoksulluk ve az gelişmişlik ile yakın bir ilişkisi
vardır. Yoksul olanlarda ısınma, barınma ve sağlık
hizmetlerinin yetersizliğinde enerji bir faktör o-larak
rol oynamaktadır. Benzer şekilde gelişmekte olan
ülkelerde de enerji hane halkının temel
harcamalarında önemli bir gider olarak yer
almaktadır. Gelir düzeyi düşük olan toplumlarda
enerji tüketimi hem daha pahalıya mal olmakta hem
de sağlık problemlerine yol açmaktadır. Bu ülkelerde
kullanılan odun ve tezek gibi geleneksel enerji
kaynaklan çocuk ve ev hanımlarında ciddi sağlık
problemlerine yol açmaktadır. Bununla birlikte bu
ülkelerde kaynağı yakma ve kaloriyi koruma
önlemlerindeki yetersizlik enerji maliyetinin
Önemli ölçüde yükseltmektedir.
Enerji kaynaklarının randımanlı olarak yakılmaması
neticesinde hava kirliliği ve ekolojik denge
bozulmakta ve enerjinin büyük bir kısmı kaloriye
dönüşmeden gaz şeklinde aünosfere karışmaktadır.
Kaynagın verimli kullanılmaması aynı zamanda enerji
maliyetinin yükselmesi ile sonuçlanmaktadır.
Gelişmekte o-lan ülkelerde odun fırının performansı
yüzde 15, gaz-yagının yüzde 50, doğal gazın yüzde 65
olmaktadır. Geri kalan miktar ise atmosfere
Karbondioksit, sülfür-dioksit ve diğer partüküller
şeklinde verilmektedir. Bu yakıtların izole
edilmemiş meskenlerde ısınma amaçlı kullanılması
büyük miktarda atmosfere ısı transferi ola rak
gerçekleşmektedir
Bugün aunosferde 1860 yılına nazaran yüzde 30 daha fazla
karbondioksit gazı vardır. Bu gazın etkisiyle dünya
2060 yılında 1.8 °C ile 6.3 °C arasında bugünkünden
daha sıcak olacaktır. Bu durum ABD'ye iklim
sıcaklığının 5 ile 10 °C arasında yükselmesi, yaz
aylarındaki nem oranının yüzde 10-30 arasında
düşmesi, denizlerin yaklaşık 25 cm yükselmesi
şeklinde yansıya-cakur (Begley, 1997:16).
Yapılan araştırmalara göre Güney Kore, üretimi bugünkü şekliyle
devem etmesi halinde 2030 yılında C02
emisyonunda dünya birincisi olacaktır. 2020 yılında
ise bugünkü ABD'nin yerini Çin alacaktır. 1995 yılı
verileriyle ABD'de C02 emisyon oranı fert
başına 19.1 tondur. Bu oran Türkiye'de 8.9,
Japonya'da 8.8 ve Çin'de 2.3 tondur. Dünya
ortalaması ise 4 tondur. Bugünkü şartlarda Asya
karbondioksit emisyonunda yüzde 25'lik paya sahip
iken önümüzdeki yüzyılda bu o-ran yüzde 50 olacaktır
(World Bank, 1997:229).
Karbondioksit emisyonu ile istihdam arasındaki ilişkiye ise
Japonya örnek verilebilir. Japonya emisyon
miktarını yüzde 5 kestiği takdirde ekonomisinin
1990'lardaki seviyenin altına inmesi ve 1.9 milyon
iş gücünün işsiz kalması anlamına gelmektedir (Emerson,
1997: 14).
Karbondioksit emisyonu "Batı" ile "Asya" arasındaki enerji
çatışmasının başka bir yönünü göstermektedir.
Asya'nın karbondioksit emisyonunda önümüzdeki
yüzyılda yüzde 50 paya sahip olması, enerji tüketim
ve kontrolünde bu oranda inisiyatif sahibi olması
anlamına gelmektedir.
İktisadi büyüme oranı, artı 2.5-3 puan bir ülkenin
enerji talebini belirlemektedir. Karbondioksit
emisyonu hidrokarbonların yakılması ile doğrusal
bir ilişki içindece karbondioksit emisyonunun
iktisadi refah ve büyüme ile de direkt bir ilişkisi
vardır. Önümüzdeki yüzyılda dünyada Asya'nın yüzde
50 inisiyatif sahibi olma temayülü bu günden batı
dünyasını telaşlandırmış olabilir. Asya'da fınans
piyasasında meydana gelen kriz, bu çerçeveden de
değerlendirilebilir.
A. Dünyada Enerji ve
Enerji Politikaları
Dünyada yüksek oranlarda enerji yatırımları yapılmaktadır.
Birleşmiş Milletler verilerine göre (UNDP,1997:52),
1990 yılında enerji temini için yapılan global
yatırım tutarı yaklaşık 400 milyar dolardır. Bu
tutar ise dünya hasılasının yaklaşık yüzde 2'sidir.
Bu yatırım miktarının yaklaşık yarısı OECD ülkeleri
tarafından yapılmıştır (WEC,1993). Gelişmekte olan
ülkelerde enerji yanının daha da yüksek rakamları
üulmakladıı Toplam yatırım içinde enerji yatırım
tutarı yüzde 25-30'u bulmaktadır. Elektrik enerjisi
yatırımı ortalaması yüzde 10; kömür, petrol, doğal
gaz yatırım tutarı ise yüzde 5-10' dur (WEC/IIASA,1995:84).
Dünya enerji konseyinin geliştirdiği enerji yatırım
projeksiyonlarına göre bütün dünyada 1990-2020
yılları için 1992 fiyatlarıyla 7 trilyon doları
enerji-verimliligi ve çevre yatırımı olmak üzere,
toplam 30 trilyon dolarlık yatırım gerekmektedir.
Bu tutarın yarısını gelişmekte olan ülkelerin
yapması gerekmektedir. Gelişmekte olan ülkeler
dünya nüfusunun yüzde 75'ine, ancak dünya
hasılasının yüzde 25'ine sahiptirler (UNDP,
1997:52). Gelişmekte olan ülkelerin kıt
kaynaklarıyla bu yatırımları gerçekleştirmeleri
zorluğu, bu ülkeleri gelişmiş ülkelerin fınans
kurumlarına mecbur edecektir. Gelişmiş ülkelerin
sanayi toplumu evresinden bilgi toplumu evresine
geçişlerinin yanında, gelecekte bu ülkeler
gelişmekte o-lan ülkelerin fınans kurumları ve dünya
finans toplumları olacaktır. Dünyadaki sermaye
hareketini, yatırım a-lanlarını, siyasi, sosyal ve
iktisadi trendleri finans toplumları
belirleyecektir. Dünyada bugün varolan "ra-Lİng"
kuruluşlarının sermaye yöneliminde gelecekte daha
fazla önem ve etki sağlayacağı açıktır.
Dünya Bankası verilerine göre (World Bank, 1994:122), gelişmekte
olan ülkelerde ileüm, dağıtım ve üretimdeki
kayıpların düşürülmesi ile yılda ortalama 30 milyar
doların tasarruf edilebileceği ifade edilmektedir.
Türkiye'deki bu kayıpları oranı ise yüzde 25-30
civarındadır.
Enerji fiyatlarının dünyadaki politik gelişmelerle direkt
ilişkisi, gelişmekte olan ülkelerin gelişmesine
engel teşkil eden diğer bir faktördür. Ülke, bölge
ve kıta istikrarsızlığı enerji fiyatlarını
yükseltmekte; dış ödemeler dengesi ve bütçesi açık
veren ülkelerin iktisadi, sosyal ve politik krizine
yol açmaktadır. Bu durumu yaşayan tipik ülkelerden
birisi, 1973 enerji krizinin bedelini her alanda
pahalı bir şekilde ödeyen Türkiye'dir.
Dünya ticari enerji kullanımında petrolün payı 1990
yılında yüzde 40 idi. Bu oran günlük 66 milyon varil
petrol demektir. Yani dünya günlük 66 milyon varil
petrol üretme, dağıtma ve güvenliğini sağlamak
zorundadır. Dünya petrol tüketiminin yüzde 57'sini
veya günlük 38 milyon varili OECD'nin endüstrileşmiş
üç ü-yesi olan ABD, Japonya ve Batı Avrupa
tüketmektedir ve bu tüketimin yüzde 60'ı ithalat
yoluyla karşılanmaktadır (EIA.1994). İthal edilen
petrolün çoğu Orta Doğu ülkelerinde
karşılanmaktadır. Orta Doğu bu üç gelişmiş OECD
üyesinin günlük 38 milyon varil petrolünün 13 milyon
varilini karşılamaktadır Bu nedenle Ortadoğu
dünyada potansiyel çatışma merkezini teşkil
etmektedir. Dünya petrol rezervlerinin yüzde 65'i
Basra Körfezi ülkelerinde bulunmaktadır. Dünya
enerji konseyinin yaptığı projeksiyonlara göre (WEC/IIASA,
1995:84), 1990-2020 yılları arasında dünya petrol
talebi yaklaşık yüzde 25 oranında artacaktır. OECD
ülkelerinde bu talep düşüşü yaklaşık yüzde 20,
gelişmekte olan ülkelerde talep artışı yüzde 50'den
daha fazla olacaktır. Gelişmekte olan ülkelerin bu
talebi ithalat yoluyla karşılanacak ve bu ithalatın
güvenliği önem arz etmektedir. 1990 körfez krizinde
enerji kaynaklarının güvenliğini ABD sağlamıştır.
Gelecekte aynı güvenlik şemsiyesi devam edecek
midir? Çünkü ABD'nin enerji ithalatı bu dönemde
yaklaşık yüzde 20 oranında azalmaktadır.
Dünyada ekolojik denge ve çevre üzerindeki zararının az olması
nedeniyle son zamanlarda önemi ve tükeümi yükselen
enerji kaynağı doğal gaz olmuştur. 1983-1992
döneminde petrolün dünya enerji sektörüne katkısı
yüzde 43'den yüzde 40'a, kömürün yüzde 27'den yüzde
25'e düşerken, doğal gazın yüz-del9'dan yüzde 22'ye
yükselmiştir (EIA.1994). Dünya enerji arz ve talebi
projeksiyonu yapan bütün kurum ve uzmanlar doğal
gazın gelecekteki rolünün daha da artacağını
belirtmektedirler (IPCC.1992; Kassler,1994; WEC,1993).
Doğal gaz fosil yakıdar arasında en düşük Karbondioksit emisyon
oranına sahiptir. Doğal gazda C02 emisyon
oranı =d4kg C/GJ, petrolde =20kg C/GJ, Kömürde ise
bu oran =25kg C/GJ'dür (UNDP, 1997:78).
Doğal gazın yükselen bu önemi nedeniyle doğal gaz üreticisi
coğrafyamızdaki ülkeler olan Rusya, Türkmenistan,
Iran ve Cezayir gibi ülkeler "önemli ülke" statüsü
kazanmaktadır. Özellikle Türkiye'nin Rusya,
Türkmenistan ve Iran doğal gaz nakil koridorunda
bulunması Türkiye'nin de enerji açısından bu statüye
sahip olmasına neden olmaktadır.
B. Türkiye Enerji Politikası
Türkiye 1923'te kurduğu cumhuriyetle dünya siyasal
coğrafyasında yeni bir kimlikle yerini almış, bu
kimliğin esasında rasyonel değer ve düşünce tarzı
yatmaktadır. Türkiye, 1950 yılına kadar tek partili
siyasal sistemle idare edilmiş, bu tarihten itibaren
kendine özgü siyasal düzenden dünyaya açık, çoğulcu
demokratik siyasal düzene kavuşmuş ve o dönemde
batı bloğu ve Sovyet bloğu arasındaki çatışmada
batının yanında yer almıştır. Siyasal ve iktisadi
sitemi geleneksellikle beraber batılı değer ve
motifleri taşımaktadır. Ancak siyasal ve iktisadı
sistemin batılı normlarda ışleyememesi sistemin en
önemli problemidir. Bu problem, kuşkusuz ekonominin
ve kalkınmanın esası olan enerjinin üretilmesine,
politikalarının oluşmasına engel teşkil etmektedir.
Türkiye kendisi ciddi bir enerji üreticisi olmamakla beraber, iki
nedenden dolayı dünya enerji pazarıdır; birincisi,
Türkiye'nin coğrafi konumu, temel petrol üretici ve
tüketici bölgeler arasında doğal köprü
sağlamaktadır. Orta Doğu, Kafkasya ve Orta Asya
ülkelerinin petrollerinin batıya çıkış kapısı
Türkiye'dir. Bu anlamda hem petrol üreticisi hem de
petrol tüketicisi ülkeler Türkiye'ye bağımlıdır
denilebilir. İkincisi, dünyanın hızlı gelişen on
ekonomisinden biri olması nedeniyle enerji sektörü
de bu anlamda hızla gelişen ülkelerdendir. Ancak
Türkiye'nin 1996 yılında yüz yüze kalmış olduğu,
yüksek enflasyon, paradaki yüksek değer kaybı,
gittikçe büyüyen dış ödemeler açığı ve dış ticaret
dengesizliği enerji sektöründe büyük yatırımları
engellemektedir. Bütün bunlara rağmen büyüyen
ekonominin iç enerji talebi üzerinde oluşturduğu
baskı, bu sektöre yatırımı zorunlu hale
getirmektedir. Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu
dış ödemeler açığı ve e-nerji sektörüne yatırım
zorunluluğu bir çıkmazdır. Bu çıkmazı aşabilmenin
muhtemel çözümü için geliştirilen Yap İşlet Devret
modelidir. Türkiye özel sektörü ve u-luslar arası
sermayeyi de bu anlamda devreye sokarak sorununu
çözmeyi planlamaktadır. Ayrıca Hazar petrolleri,
doğal gazı ve Irak petrollerinin yeniden Türkiye
üzerinden pazarlara ulaşması Türkiye'ye önemli
katkılar sağlayacaktır. Türkiye geliştireceği
stratejik diplomasi ile bunu başarmak zorundadır (Feld,
1996:2-4).
Türk ekonomisi büyük oranda ithal enerji kaynağına
bağımlıdır. Türkiye dünya iktisadi kriterlerine göre
gelişmekte olan ülkeler arasında yer almaktadır,
ithalatının yaklaşık %50'sini ticari enerji
kaynakları teşkil etmektedir. Bundan dolayı 1973
yılındaki petrol şokundan büyük oranda
etkilenmiştir. Petrol fiyatlarının yükselmesi
nedeniyle dış ödemeler açık vermiş, üretim düşmüş,
ürün piyasası daralmış, fiyatlar yükselmesi ile
enflasyon oranı yükselmiştir
1. Türkiye Cumhuriyetinin Enerji Sektörü
a. Kömür ve enerji politika
Türkiye'nin toplam kömür
rezervi 11.399 milyon tondur. Türkiye'de bulunan
enerji kaynakları miktar ve kalite bakımından önemli
olmamakla birlikte ülke iç tüketiminin bir kısmını
kendi öz kaynaklarından karşılamaktadır ve geri
kalan kısmını ise ithalat yoluyla karşılamaktadır.
Türkiye linyit kömür rezervi açısından zengin;
ancak kaynak coğrafi olarak dağınık, düşük kaliteli,
yüksek maliyetli ve çevre sorunludur
(Şahin,1994:44). Kömürün 1995 yılı kurulu güç
içindeki fîayi; linyit %29, taş kömürü %2'dir.
Kömürün kurulu elektrik enerjisi üretiminde kaynak
bazındaki payı %31'dir (TEAŞ, 1996:3).
b. Petrol
Türkiye'nin 1993 yılı itibariyle üretilebilir rezervi 39.11 milyon
tondur (US Department of Energy, EİA, Turkey, 1997).
Türkiye'de petrol tüketimi hızla gelişmekte ve
yakın gelecekte bu trendin devam edeceği
söylenebilir. Türkiye enerji tüketiminin yaklaşık
yarısını petrol karşılamaktadır ve kendi petrol
üretimi sadece tüketiminin çok az bir kısmını
karşılamaktadır. Rezerv açısından zengin bir ülke
değildir. Türkiye'de petrolün bulunduğu bölge Güney
Doğu Anadolu bölgesidir ve bu bölgenin yaklaşık on
beş yıldır terörle yaşaması bölgedeki petrol keşif
ve geliştirme çalışmasını engellemektedir (TPAO).
c. Doğal Gaz
Türkiye'nin mevcut rezervi 9-807 milyar m3'dür. 1996
yılı sonu itibariyle toplam gaz ithalatı ise 8041
milyon m3'dür. Önümüzdeki yıllarda
Türkiye'nin doğal gaz talebinin hızla artacağı,
mevcut çalışmaların Türkiye'nin sadece doğal gaz
ihtiyacının 1/3'ünü karşılayacağı ifade
edilmektedir (Feld, 1996:4).
d. Elektrik
Türkiye'nin 1925'deki enerji üretiminde %80
civarında olan taş kömürü ve linyitin payı 1990
yılında %31'e düşmüştür. Buna karşılık petrol %38'e
, doğal gaz kullanımı ise %22'ye yükselmiştir (Bektur,1997:
60).Türkiye'de son beş yılda kurulu güçte 15833-1
MWTık bir artış kaydedilmiştir. 1995 yılında Türkiye
kumlu gücü 20951.8 MWa ulaşmıştır. Toplam kurulu
gücün 11089.0 MVı (% 53) termik, 9862.8 MVı (% 47)
hidrolik kaynaklardan sağlanmıştır. Termik kurulu
güç içerisinde 1982 yılından itibaren linyit yakıdı
santralların ağırlığı artmıştır. 1985 yılından
itibaren doğal gaz yakıtlı santralların paylan
gıdeıek artış göstermiş olup, 1990 yılından itibaren
toplam termik kumlu güç içinde linyitten sonra en
fazla ağırlığı olan santrallar durumuna gelmiştir.
1995 yılında Türkiye toplam kumlu gücünün yaklaşık %
31.2'si katı yakıtlar, % 6.7'si sıvı yakıtlar ve %
13-8'i ise doğal gaz yakıtlı santrallardan
oluşmuştur (ETKB/APK). 1994 yılında ise yurt içi
birincil ticari enerji üretiminde linyit % 47,
Hidrolik %28, petrol %16 ve taş kömürü %8 paya
sahipti (Şahin,1994:44). Türkiye'nin yerli üretim
kapasitesi 245 milyar kWh ile sınırlı olup, bunun
125 milyar kWh'i hidrolik, 120 milyar kWh'i ise
termiktir. Yerli bütün potansiyel kullanılsa bile,
yakın gelecekte elektrik talebinin tümünü yerli
kaynaklardan temin etmek mümkün değildir
3. Türkiye 'nin Kaynak Bazında 1990-1995 Üretim ve
Tüketimi
a. Doğal Gaz Üretim ve Tüketim Analizi
Türkiye gelişen ekonomisinin doğuracağı doğal gaz talebinin ileri
de artacağı tahmin edilmektedir. Kirlenen çevre
şartları Türkiye'yi daha fazla doğal gaz tüketmeye
zorlamaktadır. Üretimin talebi karşılama o-ranının
binde 4 oluşu ve Türkiye'nin doğal rezervlerinin
zengin olmayışı sebebiyle Türkiye'nin doğal gaz
tüketiminde büyük oranda dışa bağımlı olması
anlamını taşımaktadır. Türkiye'nin beş yıllık doğal
gaz ithalat ortalaması 4.8 milyar m3'tür. Ağırlıklı
olarak doğal gaz ithalatı yaptığı ülkeler; Rusya,
Cezayir ve Orta Doğu ülkeleridir.
|