|
1990'lı Yıllarda Global Finansal Krizler, Finansal
Kriz
1990'lı yıllardaki krizlerin ilki 1992'deki
Avrupa'yı ilgilendiren ERM Krizi; 1994-1995'te
Meksika Krizi var; 1997-1998 Asya Krizi var, sonra
Brezilya, şimdi Arjantin, daha önce de 2000-2001
Türkiye Krizi var. Bu kadar üst üste, kapitalizmin
gelişmekte olan piyasalarında krizler ortaya
çıkınca, tabii ki hepimizin kafasında iktisatçı
olarak, normal vatandaş olarak, öğrenciler olarak
niye bu kadar sıklıkla ortaya çıktığı, nedenlerinin
ne olduğu, ilgimizi çeken bir konu haline dönüşüyor.
Kapitalizm, krizlere aşina aslında, yani yeni bir
olgu değil. 1929 Krizi hepinizin bildiği gibi, çok
ciddi bir kriz. Daha sonra 1970-1980'lerde krizler
var ve bir de 1990'lı yılların krizleri var.
Aslında, gördüğümüz bunların hepsinin birbirine
benzer olduğudur. 1929 Krizi'nin özel bir yeri
olmakla birlikte, son 1970-1980 ve 1990'lar-da
ortaya çıkan krizlerde görülen döviz krizidir,
ödemeler dengesi krizleridir, bankacılık
krizleridir ve dış borç krizleridir. Dört gruba
ayırabilirsek eğer, budur. 1990'lardakiler de aynen
gördüğümüz krizlerdir. Fakat, 1990'larda konuyu daha
değişik ve daha zor kılan birtakım farklı boyut ve
etkenler vardır.
Birinci etken, bir kere bilgi teknolojisinin çok
yaygınlaşması ve bunun iktisat ve finansal araçlara
uygulanması.
İkincisi, "finansal derivatifler" dediğimiz,
bankaların kaynak yaratma imkanlarının bilgi
teknolojisi nedeniyle artması.
Üçüncüsü ve belki en önemlisi; liberalleşme ve
deregülasyon olgusuyla birleşen bir globalleşme
süreci, küreselleşme süreci. Bu süreç nasıl bir
süreç? Özellikle sermayenin ulusal sınırlar
dışında, uluslararası alanda, bu teknolojiler
sayesinde rahatlıkla ve hızla hareket etmesinin
getirdiği imkânlar, hem ülkelerin kaynak bulması
gibi bir avantaj yaratıyor, hem de bazen ciddi
sorunlara neden oluyor. Herhangi bir panik
durumunda teknolojik araçlar paniğin hızla
yayılmasına da sebebiyet veriyor. Demek ki, bu üç
temel şey; yani bilgi teknolojisinin değişimi,
liberalleşme ve finansal yenilikler, üçüncüsü de
globalleşme olgusu 1990'ların krizlerine farklı bir
boyut katıyor.
Bakıyoruz, nedir farklılık? Biraz evvel dedim ki
"bilinen krizlerdir bunlar", yani, ödemeler dengesi
krizi, banka krizi geçmişte de yaşanan şeyler.
1990'da farklılığı yaratan ise, bu krizlerin iç içe
geçmiş olmasıdır. Bunun temel sebebi, yabancı para
cinsinden borçlanmaların, döviz cinsinden sermaye
hareketlerinin bu kadar yaygınlaşmasının sonucunda,
bankaların/işletmelerin dışarıdan rahatlıkla sermaye
borçlanabilmeleri, borç alabilmeleri, döviz kriziyle
bankacılık krizlerini paralel ve iç içe hale
getirmiştir. Dolayısıyla, şimdiki krizleri yani
1990'lı yıllardaki finansal krizleri orijinal
kılan, değişik kılan temel etken, bu iç içe
geçmedir, biz buna "Twin Cri-sis" diyoruz, yani ikiz
krizdir. Öyle bir olgu oldu ki, bir döviz krizi, bir
bankacılık krizine yol açabiliyor veya bir
bankacılık krizi, bir döviz krizine yol açabiliyor,
ikisi bir arada ortaya çıkabiliyor, ikisi birden
borç verme krizine neden olabiliyor, yani dış borç
krizine yol açabiliyor. Demek ki, bu olgu
1990'lardaki krizlerdeki önemli farklılığı
oluşturuyor. Bu birinci önemli farklılık.
İktisadi Kriz, Finansal Krizlerin Etkileri
Önceki krizlerden ikinci önemli farklılık; 1929
Krizi, tamamen global bir kriz. Aşağı yukarı
gelişmiş, gelişmekte olan bütün dünyayı etkiledi.
1970'lerde ve 1980'lerde ve de 1990'larda olan
krizlerinse daha çok bölgesel nitelikte krizler
olduğunu görüyoruz. Yani, dikkat ediyoruz 1990'lı
yıllarda, 1992'deki ERM Krizi dışında, diğer
krizlerin hepsi gelişmekte olan piyasalara özgü
krizler, birinci temel farklılık bu. İkincisi, her
krizde ortaya çıkan etkin finansal araçlar farklı,
yani 1929'daki etkin finansal araç daha çok devlet
tahvilleriydi, özellikle Amerika ve İngiltere'de
çıkarılmış olan kamu tahvillerinin dünya düzeyine
yayılmasıydı. 1970 ve 1980'lerdeki finansal araç,
bildiğiniz gibi daha çok batı bankalarının petrol
ithal eden ülkelere verdiği banka kredileriydi.
1990'ların krizindeyse dikkatimizi çeken portfölyo
yatırımları, hisse senedi yatırımları, ikinci önemli
derecede olan da sendi-kasyon kredileridir. Demek
ki, finansal araçlarında da bir farklılık dikkate
değer şekilde ortaya çıkıyor. Soru sorarsanız, borç
krizinin 1980'lerde nasıl olduğunu tartışabiliriz,
şimdi ayrıntısına girmiyorum. Bir diğer farklılık,
1929 Krizi'nde büyük ülkelerin krize müdahalesi çok
gecikmiştir, uluslararası kuruluşlar da henüz
oluşmadığı için, krize müdahalenin uluslararası
bazda çok zayıf kaldığını görüyoruz, oysa 1970'ler,
1980'ler ve 1990'lardaki krizlere IMF'nin -hele ki,
1980'lerde çok hızlı bir biçimde müdahale
edilmiştir- Brady Planı'yla ve saire, büyük borçlu
ülkelerin borç sorunları hemen çözülmüştür.
1990'larda da IMF, çok tartışmalı olsa bile -hepimiz
biliyoruz- yine de baş aktördür. Dünya Bankası, IMF,
IMF'nin programları, krizlerin çözümünde baş aktör
rolü oynamaktadır.
Dördüncü önemli farklılık, krizlere karşı borçlu
ülkelerin aldıkları tedbirlerdeki farklılıklardır.
1929 Krizi'ni hepimiz biliyoruz, ithal ikameci
politikalara geçiş olmuştur kriz akabinde.
1970'lerde ve 1980'lerdeyse borçlar kamu borcu
olduğu için, büyük ölçüde devletlerin borcu olduğu
için, devletin mali disiplininin arttırılması, sıkı
maliye politikalarının uygulanması yolunda bir
eğilim belirmiştir. 1990'larda ortaya çıkan şey,
para politikalarının daha etkin olarak ortaya çıkmış
olduğudur. Özellikle sterilizasyon politikalarının,
açık piyasa işlemlerinin gündeme geldiğini ve bu
bağlamda da merkez bankalarının ciddi olarak yeni
roller üstlendiğini görüyoruz. Demek ki, burada da
bir fark var.
1990'lardaki krizin biraz evvel sözünü ettiğim gibi,
'twin crisis' olması, yani ikiz kriz olması
dolayısıyla, üç önemli faktörün ülkeler bazında bir
arada çözülememesi, yeni politika arayışlarına yol
açmıştır. Nedir üç önemli faktör?
Bir tanesi, sermaye hareketlerinin serbestisidir. Yani, bir ülke
hem sermaye hareketlerini serbest tutacak, hem
bağımsız bir para politikasını uygulayacak, hem de
döviz kurunu serbest bırakacak; bütün bunların
hepsini bir arada gerçekleştiremiyor. Dolayısıyla,
ya para politikalarına müdahale ediyor, ya döviz
kuruna müdahale ediyor sabitleştirerek, ya
sterilizasyona başvuruyor veya çok az ülkenin
uyguladığı gibi sermaye hareketlerine sınır
getiriyor, ki bunu uygulayan çok az ülke vardır.
Demek, dışarıya açık, sermaye hareketlerine açık
bir ülkede bir trilema'dan söz ediyoruz, "dilema"
değil, bir trilema'dan söz ediyoruz. Hem döviz
politikası, hem para politikasını, hem de sermayenin
mobilizasyonunu sağlamak bir ülkenin başarabileceği
bir iş değil, dolayısıyla ikili seçenekler seçmek
zorundasınız. Gördüğümüz o ki, kriz sonraları veya
kriz öncelerinde, ülkeler ya sabit kura yönelmiştir
ya da yarı sabit kur politikaları, bunun getirdiği
yarı bağımlı para politikaları uygulamış ve sermaye
hareketlerini serbestleştirmiştir. Diğer bir seçenek
ne olabilir? Dalgalı döviz kuru, sermaye
hareketlerinde serbesti, ama para politikasında
tamamen bağımsız bir para politikası. Üçüncü bir
alternatif; ki bizim üzerinde durmadığımız, çok az
ülkenin uyguladığı, sermaye hareketlerine kısıt
getirmedir ki, dediğim gibi bunu krizlerden sonra
bazı ülkeler denediler, sorarsanız konuşuruz.
Arkadaşlar, krizin böyle bir farklılıkla ortaya çıkmış olması,
dövizle borçlanmanın yaygınlaşması, döviz
krizleriyle bankacılık krizlerini iç içe geçirince
sorunun çözümü de karmaşıklaştı. Sorunun çözümü,
mesela geleneksel anlamda bir döviz krizinin çözümü
nedir; yüksek oranlı bir devalüasyon, sıkı para ve
maliye politikalarıdır. Bir bankacılık krizinin
geleneksel çözümü ne olabilir? Bankaların
likiditesini gevşetmek, genişletilmiş bir para
politikası uygulamak, faiz oranları düşürmek,
bankaları rahatlatmak açısından. Fakat, 1990'h
yıllardaki ikiz krizler gündeme geldiğinde bu
çözümler birbiriyle çelişiyor, neden? Eğer, sıkı bir
para politikasıyla faiz oranlarını yüksek
tutarsanız ve devalüasyon yaparsanız, o zaman ne
yapıyorsunuz? Bankaların faiz borcunu bir kere
arttırıyorsunuz, faiz riskini arttırıyorsunuz.
İkincisi, bankalar ve finansal kurumlar büyük ölçüde
dövizle borçlanmış olduğu için devalüasyon onlar
için çok yıkıcı bir etki yaratıyor. Oysa, para
arzını genişletip, faiz oranlarını düşürdüğünüz
zaman, ödemeler krizleri olumsuz bir biçimde
etkileniyor, niye? Likidite dövize kaçıyor,
likidite dövize kaçtığı, faizler düşük olduğu için.
Dolayısıyla çözümlerin birbiriyle çelişir olduğunu
görüyoruz. Özetle, '90'lı yılların krizleri '70'li
ve '80'li yıllarda yaşanan krizlere benzese de,
oluşan yeni koşullar; sermaye hareketi serbestisi,
liberalleşme, deregülasyon -bu da çok önemli,
isterseniz biraz sonra onu açarız- bütün bu
oluşumlar, '90'larda şartları değiştirdi,
dolayısıyla krizlerin yapısı da ciddi bir değişime
uğradı, hem çözümü maliyetli bir hale geldi, hem de
çözümde etkinlik düştü. Yani, yapılan çok araştırma
var, mesela deniliyor ki, 1970-1980'lerde rastlanan
krizlerin çoğu ödemeler bilançosu krizidir veya
döviz krizidir; bunlar neyle ortaya çıkar? Şiddetli
bir devalüasyonla ortaya çıkar değil mi? Bu resmi
bir devalüasyon olabilir veya fiili devalüasyon
olabilir veya devalüasyon yapmıyorsa, ülke ne yapar?
Döviz rezervlerini güçlendirmeye çalışır, faiz
oranlarını yükseltmeye çalışarak kuru baskılamaya
çalışır. Bu da bir kriz göstergesidir aslında.
'70'ler, '80'ler ve '90'larda bu çok olan bir şey,
fakat '90'lardan itibaren görüyoruz ki, bankacılık
krizleri daha çok artmış. Daha önceleri bankacılık
krizleri sayı olarak azdı, '90'lardan sonra
bankacılık krizlerinin sayısının yüksek bir biçimde
arttığını görüyoruz, özellikle gelişmekte olan
ülkelerde arttığını görüyoruz, öyleyse krizlerde
bankaların ciddi problemleri var, yani finansal
kesimin, en ağırlıklı kesimi bankacılık olduğu için
de onun üzerinde durmamız sanıyorum önem taşıyor.
Bu krizleri nasıl açıklayabiliriz, ne şekilde
açıklayabiliriz? Bunun birçok modeli var, madem bu
kadar sıklıkla krizle karşı karşıyayız, yapıları
farklı krizler bunlar, bunları nasıl açıklamamız
gerekiyor, birçok modeller kurulmuş, son literatüre
kısa bir bakış atarsak, en ilk modellere "birinci
nesil modeller" diyoruz. Krugman'la başlayan
modeller bunlar. Birinci nesil modellerin temel
vurgusu şu, kısaca geçiyorum; bir ülkenin makro
ekonomik temellerinde, makro ekonomik
göstergelerinde önemli bozukluklar, artı uyguladığı
politikalarda tutarsızlıklar varsa ve bunlar da
sürdürülemez bir durum arz ediyorsa "krize açık bir
ekonomi var" demektir. Makro ekonomik büyüklüklerden
neleri kastediyoruz? Bütçe açıkları, enflasyon,
hatta cari açıklar; makro ekonomik göstergelerdeki
bozukluklar. Krugman bunun için çok basit bir örnek
veriyor, diyor ki: "Mesela, bir ülke hem sabit kur
politikasını, hem para arzının geniş tutulduğu bir
para politikasını birlikte, uzun süre uygulayamaz."
Ne kadar uygular? Rezervleri uygun olduğu sürece,
yeterli görüldüğü sürece uygulayabilir, ama bu
politika kırılmaya açıktır. Dolayısıyla, krizin
demek ki en önemli nedenlerinden biri; birbiriyle
tutarlı olmayan politikalar, ülkelerin yapısal ve
makro ekonomik bozuklukları, bu çok temel bir
problemdir. Biraz evvel sözünü ettiğim modeller,
beklentileri dikkate almaz. Yani, iktisadi
aktörlerin politikalar hakkındaki beklentilerini ve
onu belirlemesini dikkate almaz. "İkinci nesil
modeller", "escape clause" dediğimiz modellerse,
beklentileri dikkate alır ve şunu söyler: "Her şey
iyi olsa bile, makro ekonomik göstergeler iyi olsa
bile, eğer iktisadi aktörlerin, planlanan
politikalarla fiili politikalar arasında bir
uyumsuzluk beklentisi varsa, bunu politikayı
uygulayanlara yansıtacaklardır. Demek ki, mesela
biraz önce örnek verdik, bir yetkililer grubu
-"hükümet" diye düşünelim- sabit ve yarı sabit kur
politikasına karar vermiş, eğer iş dünyasının, iş
adamlarının veya diğer iktisadi aktörlerin kurun
kırılacağı, sabit kurun değişeceği yolunda bir
beklentisi varsa, bunu değiştirme yolunda hükümete
baskı yapacaklardır. Bunu nasıl yaparlar? Fiili
hareketleriyle yaparlar, mesela risk primini
yükseltirler. Dolayısıyla da ne olur? Herkes kurun
yakın zamanda kırılacağını beklemeye başlar. Demek
ki, politikaları biz daha önceki modellerde sanki
bizim dışımızda olaylarmış gibi görüyoruz. Halbuki,
iktisadi aktörler de beklentileriyle ve bilhassa
hareketleriyle, davranışlarıyla etkilerler ve
dolayısıyla ortaya ne çıkar? Bir devalüasyon
beklentisinin olduğu bir durumla, devalüasyon
beklentisinin olmadığı
durum iki ayrı denge yaratacaktır. Demek ki, aynı
koşullar farklı sonuçlar yaratabilecektir. Biz buna
"çoklu denge modelleri" diyoruz,
iyimserlik-kötümserlik biliyorsunuz, Keynes'te de
vardır.
Üçüncü tip modellere gelirsek eğer, bu modeller daha
çok Asya Krizi'ni açıklamaya dönük modellerdir.
Çünkü, Asya Krizi özgün bir kriz olmuştur. Çok
sayıda model onu açıklamaya yönelmiştir. Bu
modellerin, biraz önce sözünü ettiğim iki modelin
de, Asya Krizi'ni açıklamakta yetersiz kaldığını
görüyoruz, çünkü Asya Krizi'nde makro ekonomik
temeller gayet düzgündü, beklentilerin rolü vardı,
yani ikinci tip modellerin rolü vardı. Ancak, makro
temelleri bu kadar düzgün, enflasyonu düşük, bütçe
açıkları yok, gayet gelişmiş ülkeler, büyüme
problemleri yok, nasıl oluyor da finansal krizler
yaşadılar?
Burada da çok çeşitli açıklama modelleri vardır,
biraz onlardan bahsedeyim; bir tanesi Mishkin'in
başını çektiği, yine Krugman'ın katkı yaptığı
çeşitli modeller. Burada ilk versiyonu şunu söyler:
"Bu ülkelerde liberalizasyon o kadar hızlı ve
dikkatsizce yapılmıştır ki, 'sırasız' denilen bir
şekilde ülkeye giren yabancı sermayenin gücünü
sonradan kontrol edemediler. Demek ki, birincisi
hızlı liberalizasyon. İkincisi, bu hızlı
liberalizasyonla birlikte bankacılık kesiminin
deregülasyonu; ne kastediyorum deregülasyonla?
Mesela bankaların kuruluşunda herhangi bir yasal
sınırın konulmaması, bankaların zorunlu
karşılıklarının düşük tutulması. Devletin
müdahalelerinin azaltılmasını kastediyorum, bunlar
Asya ülkelerinde hep olmuştur; sonucu ne olmuştur?
Dışarıdan aşırı bir şekilde döviz olarak borçlanma,
ki maliyeti düşüktür bu borçların, düşük faizle
alınan bu borçlar, ülke içinde uzun vadeli borç
olarak verilmiştir. Aşırı borçlanma sorunudur,
üzerinde vurgulanan temel etken budur. Risk yönetimi
gelişmemiş, sermaye yeterlilik oranları dikkatlice
hesaplanmamış bir bankacılık kesimi, aşın
borçlanmadan ve aşın borç vermeden kaçınmamıştır.
Buna biz "Boom" dönemi diyoruz, yani bu modeler "Boom"
dönemi diyorlar. Her şey iyi giderken ekonomi
gelişiyor, aşın borç veriyorsunuz, fakat ekonomide
hafif bir tıkanma olduğunda, hafif bir resesyona
girdiğinde işler ters dönüyor. Sorun nedir?
Dönmeyen borçlar sorunu. Buna "Boom-bust cycle"
diyorlar; yani önce genişliyor ekonomi,
daraldığında daralma çok şiddetli etki yapıyor. Bu
tip modellerin biri de şunu vurguluyor, diyor ki:
"Özellikle Asya ülkelerinde, ama bu diğer ülkeler
için de geçerli, çok şiddetli bir biçimde bankalar
kendi şirketlerine, bağlı şirketlerine borç
vermişlerdir. Mesela Kore'de Chebol denilen kocaman
devasa holdinglere, çoğu etkin-liksiz çalışan
holdinglere borç verilmiştir, Tayland'daysa uzun
vadeli yatırımlara, gayri menkul yatırımlarına borç
verilmiştir. Yani kısa vadeli borçlanıyorsunuz ve
çok uzun vadeli işlere borç veriyorsunuz, bu bir
risktir. Bankalar bu riski dikkate almamışlardır.
Buna "crony capitalism" deniliyor, ne demektir "crony
capitalism"? Eş-dost kapitalizmi, dönmeyeceğini bile
bile bir şirketi kurtarmak için banka size kredi
veriyor. Sorun nedir? Sorun şudur; "Hükümet bundan
sonra buna katlanacaktır. Bankanın borcuna bir
müddet sonra hükümet katlanacak" demektir. Bu da
"bütçe açığı" demektir. Öyleyse "Asya ülkelerinin
makro temellerinin sağlamlığı aslında bir
aldatmacadır, çünkü gizli bir bütçe açığı demektir
bu" diyorlar. Diğer bir model diyor ki: "Önemli
olan banka bilançolarının bozukluğudur." Dikkat
ederseniz, bu modeller işi mikro baza indiriyor.
Bankaların yönetim kusurları, bankaların risklerini
yönetmemeleri, bankaların deregüle edilmiş olması,
bir de bunun üstüne sermayenin özgürce dışarıdan
girebilmesi, ki çok büyük miktarlarda giriyor hem
Latin Amerika, hem de Asya ülkelerine. Bütün bu
etkenler birleşince Asya krizinde ciddi problemler
ortaya çıkıyor. O zaman önemli olan nedir?
Bankaların mikro bazda çok iyi bankacılık yapması
gerekiyor, halbuki bu eksiktir.
Yine bu modellerin üçüncü bir versiyonu, bankacılık
sektörünün karlılığına, bilançolarına dikkat
çekiyor, diyor ki model: "Bu bankalarda önemli olan
sorun -zaten biraz evvel sözünü ettiğim- yabancı
parayla borç alıyorsunuz, yerli parayla borç
veriyorsunuz." Düşük faizle alıyorsunuz, yüksek
faizle borç veriyorsunuz, bu kısa vadede banka için
çok karlı bir durum. Ama, buna biz "nakit
uyumsuzluğu" diyoruz döviz bazında. Yani, farklı
para cinsinden borç alıp, farklı para cinsinden borç
veriyorsunuz (currency mismatches).
İkinci bir uyumsuzluk sorunu, vade uyumsuzluğu
sorunudur. Kısa vadeli borç alıyorsunuz, uzun vadeli
borç veriyorsunuz. Bunlar ne yaratır? Bunlar
likidite riskini yükselten önemli sorunlardır.
Demek ki, vade uyumsuzluğu problemi, nakit
uyumsuzluğu problemi, aşırı borç verme, dönmeyen
borçlar, risk yönetiminin iyi yapılmaması, fonların
hedge edilmemesi, korunmaması, bütün bunlar
bankacılık kesimini zorda bırakacak olan
etkenlerdir. Asya için bunlar çok hayati rol
oynamıştır. Tabii ki, Asya Krizi'nde sorunu biraz
daha şiddetlendiren etken, sabit kur politikası
olmuştur; ki Türkiye'de de aynen geçerlidir. Sabit
kur politikası dışarıdan borçlanmayı adeta risksiz
hale getirmiştir, çünkü bankaların en büyük
risklerinden biri olan döviz kuru riski ortadan
kalkmıştır. Bu risk ortadan kalkınca, sürekli
borçlanmış ve borç vermişlerdir. Dönmeyen borçlar
çok ciddi bir yapı göstermiştir.
Asya Krizi'ni açıklayan bir versiyon daha var. Bu
biraz daha dışsalcı bir yaklaşım, Redelet ve Sachs
modeli -biliyorsunuz Sachs bu konularda çok yazan
birisi- diyor ki: "Tamamen yabancı yatırımcı
suçludur. Ülkenin her şeyi pürüzsüz işlerken, bu
ülkelerde krizin patlaması, yabancı yatırımcının
parasını aniden bir ürkeklik sonucu, bir yerden bir
yere taşımasının sonucudur." Demek ki, Asya Krizi'ni
açıklayan modeller kısaca bunlar diye ifade
edebiliyorum. Bir model daha var, bu "Yayılma
Modelleri" (contigion modelleri). Contigion
Modellerin tezi şu: 1990'lardaki fi-nansal krizlerin
bir özelliği çevre bölgeleri hemen etkilemesi oldu,
mesela Asya Krizi bunun tipik örneği, Meksika da
öyledir, Türkiye'nin öyle bir etkisi olmadı. Rusya
Krizi'nin etkisi çok azdır, ama ERM krizi, yani
1992'de Avrupa'da olan krizin de yayılma etkisi
olmuştu, bütün AB ülkelerine yayılmıştır. Neden olur
yayılma etkisi? Çeşitli kanallardan olur, birincisi,
ülkelerin ticari bağlarıdır. Eğer, bir ülkenin
ticari partneri veya ticari rakibiyseniz, bu daha
önemli, bir ülke devalüasyon karan aldıysa,
muhakkak sızın de eninde sonunda bir devalüasyon
karan almanız gerekebilir, Asya krizinde bu
olmuştur, ERM krizinde de olmuştur. Birinci kanal
bu, ticari kanal.
İkinci kanal, eğer bir ülkede risk yükselmiş de, o ülkeden paralar
çekiliyorsa, yabancı yatırımcı çevre ülkeden de
çekilecektir. Buna biz "sürü davranışı" diyoruz,
biraz evvel Sachs'in modelinde de birazcık
tamamlayan bir model bu "herding davranış, sürü
davranışı" dediğimiz şey, neden? Yatırımcı tek tek
her ülkeden bilgi almakta zorlanabilir, bilgi
maliyetli bir iştir. Ne yapacaktır? "Asya ülkeleri
kritik" diyorsa, bütün hepsinden parasını çekip,
finansal olarak gidecektir. Mesela, Türkiye'de bile
2000 Kasım Krizi'nde, Arjantin'deki ekonomik durumun
kötüleşmesi yabancı yatırımcının Türkiye'den fonlanm
çekmesine yol açmıştır, mesela önemli bir etkidir bu
tür yayılma etkisi. Emerging marketler hakkında bir
risk yükselmesi varsa eğer, bu diğer gelişmekte olan
ülkelerin piyasalarını da etkilemektedir. Contigion
etkisinden kastımız bu ve önemli bir etki olduğunu
düşünüyoruz. Son bir yaklaşımsa, krizlerde dış
etkenin çok rol oynadığıdır. Biraz evvel saydığım da
dış etken, ama bir de başka bir etki var; dışsal
etkenden kastımız şu: Büyük ülkelerin, yani güçlü
ekonomileri olan ülkelerin faiz oranları hakkında
verdikleri kararlar, faiz politikaları veya döviz
kurlarındaki oynamalar, diğer ülkelerin istikrar
politikalarını da, ekonomik durumunu da ciddi olarak
etkiler. Mesela bunun örneği nedir? Meksika Krizi'ni
yaratan son etken, Amerikan ekonomisinin faiz
oranlarını yükseltme kararı olmuştur. Meksika'dan
çıkan fon Amerika'ya gitmiştir. Dövizde de aynı şeyi
görüyoruz; mesela Asya Krizi'nde Dolar'ın Yen
karşısında sürekli değer kazanması, Asya
ülkelerinin ticaretlerinin büyük çoğunluğunu
yaptıkları Japonya'ya karşı rekabetçiliğini
düşürmüştür.
Bizim için de aynı şey geçerli olmuştur, Türkiye krizinde de aynı
şey geçerli olmuştur; biliyorsunuz Türkiye sepeti
neye bağlamıştı? Büyük ölçüde Dolar'a, az ölçüde de
Euro'ya bağlamıştı. Euro'nun Dolar karşısında
umulanın çok üstünde değer kaybetmesi, dış
ticaretini büyük ölçüde Avrupa'yla yaptığı için,
Türkiye'nin ithalatım patlatmıştır. Türkiye'nin
istikrar programında Euro'yla Dolar parkesini l'e
yakın diye düşünürken, çok düşük olmuştur, yani
Euro Dolar karşısında değer kaybetmiştir.
Dolayısıyla, TL Dolar'a bağlanmış olduğu için, Euro
karşısında umulanın üstünde değerlenmiştir.
İhracatı azalmıştır, ithalatı artmıştır. Demek ki,
döviz kuru hareketleri de, bizim dışımızda krizi
tetikleyen etkenler olabilmektedir.
Biraz evvel sözünü ettiğim modeller, bence
birbirinin yerine geçen modeller değil, birbirini
tamamlayan modellerdir. Çünkü, bunların hepsiyle
aşağı yukarı açıklayabiliriz. Mesela "ERM krizi"
dediğimiz Avrupa Birliği ülkelerinin krizinde, makro
ekonomik temellerde hiçbir sorun yoktu, Meksika
Krizi'nde de öyle; yani Meksika Krizi'nde istikrar
politikasının sonucunda enflasyon düşmüştü, büyüme
gayet iyiydi, makro ekonomik temellerde sorun
yoktu, Asya Krizi için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Fakat, bu saydığım her üç krizde de, kendi kendini
besleyen beklentiler önemli
olmuştur, devalüasyon beklentisi ciddi bir etken
olmuştur. Ama öte yandan bakıyoruz Brezilya'da,
Rusya'da, Türkiye'de makro ekonomik temeller
kötüdür, bankacılık kötüdür, sorunları vardır
-biraz sonra Türkiye'yi tartışırsak anlatacağım- ve
beklentiler çok önemli rol oynamıştır. Biz buna ne
diyoruz gazetelerde? İhracatçılar lobisi diyoruz,
devalüasyon beklemiştir ve bunu lanse etmiştir,
Eylül'den sonra kimse tutamamıştır artık o
beklentileri. Demek ki, bütün bu etkenlerin hepsinin
rolü vardır; Türkiye açısından, ben bu etkenlerin
çakıştığını görüyorum, herhalde sizler de
görüyorsunuz.
Bir krizin habercisi de olabilecek göstergeler
nelerdir? Çok gösterge var, ama ben kısaca çok
önemlilerinden söz edeyim; mesela bir tanesi cari
hesap açığıdır. Bunun Gayri Safi Milli Hâsılaya
oranı için mesela hep denir ki, "kritik oran yüzde
4'tür" yüzde 4-5'i aşan bir cari hesap açığı, artık
sorunlu bir durum demektir. Mesela, Dornbusch'un
Meksika'ya uyarısı o noktada gelmiştir "Cari
açığınız çok yüksek, problem var, kendinizi
toparlayın." Türkiye de tam kritik noktadadır.
Umulan cari açığın 1,8 olacağı beklenirken, Gayri
Safi Milli Hâsılaya oranı, bir baktık ki, yüzde 4,8
olmuş, yani 5'e dayanmış, kritik bir şey. Reel kurun
değerlenmesi önemli bir şeydir. Bunlar makro
ekonomik cari hesap göstergeleri, borcun Gayri Safi
Milli Hâsılaya oranı önemlidir; dış ve iç borç
oranı. Başka ne olabilir? M2 para arzının,
uluslararası rezervlere oranı önemli bir
göstergedir. Bir de tabii mikro ekonomik
göstergeler var ki, bir tanesi geri dönmeyen
borçların toplam borçlara oranı, ki bu oran artarsa
ciddi bir sorun var demektir, sermaye aktif
oranları, toplam borç aktif oranları, şirketlerin
durumları da tabii önemli. Bütün bu göstergeler
krizin olabilirliğinin bir ölçüde sinyalidir.
Bunları da dikkate almak gerekiyor.
Bu saydığım özelliklerin çoğu, '90iardaki krizlerde
ülkelerin ortak noktaları olmuştur. "Cari işlemler
açığı yüksek mi?" diye sorarsanız, ERM Krizi'nde de,
Meksika Krizi'nde de, Asya Krizi'nde de, Rusya'da
da, Brezilya'da da, Türkiye'de de cari açıklar
gerçekten yükselmiştir. Döviz kurlarına bakıyoruz,
döviz kuru sistemleri sabit kur mudur? Evet, sabit
kurdur, hepsinde aşağı yukarı bir bant sistemi,
sabit kur sistemi vardır. Arjantin'de çok uç bir
sistem olan para kurulu uygulaması vardır, o en ucu
yani, fix bir kur sistemi; bakıyoruz evet, o da
öyle. "Döviz kuru aşırı değerli mi?" diye
bakıyoruz, o da öyle. Hepsinde aşağı yukarı aşırı
değerlidir. "Bankacılık sistemi zayıf mı?" diye
bakıyoruz. Bankacılık sistemi ERM Krizi'nde sorun
çıkarmamıştır. ERM Krizi sadece bir ödemeler dengesi
ve döviz krizi olmuştur, bankalara hiç sirayet
etmemiştir. Bu ne demek? Bankacılık sistemi
sağlamsa, döviz krizi bankalara yansımıyor,
bankacılık sisteminin sağlamlığı önemli. "Portföy
akımları yüksek mi?" diye soruyoruz, hepsinde
portföy akımları yüksektir, gayet iyi yabancı
sermaye giriyor. Makro temellerin zayıf mı, güçlü mü
olduğundaysa, biraz önce söylediğim gibi biraz
değişiyor ülkeler.
Türkiye krizini de çok kısa toparlayayım, ondan
sonra sorulara geçelim. Türkiye 1999 yılında bir
istikrar programı başlattı, sebebi neydi? Bir kere
makro ekonomik temellerinin çok kötü olması, değil
mi? Ciddi bir iç borcu vardı, sürdürülemez hale
gelmişti, enflasyon çok yüksekti, '70'lerden aşağı
inmiyordu, büyüme çok istikrarsızdı,
dalgalanıyordu; iki-üç yıl yüzde 8-9, ondan sonra
yüzde l'lere düşüyordu, böyle istikrarsızdı büyüme.
Makro ekonomik temeller bozuk bir noktada, bir
istikrar programına karar verildi, bu tamamen yarı
sabit bir kur programına bağlı bir istikrar
programıydı. Yani, döviz çapasını esas alan bir
istikrar programıydı, sıkı bir para politikası
hedefliyordu, ne yapıyordu? Hem Net İç Varlıklarına,
hem de uluslararası dış rezervlerine, belli taban
ve tavan limitler koymuştu, yapısal bir programdı,
bu üç yıllık bir programdı. Üç yıl içinde, 1,5 yıl
kadar bir sepete göre TL ayar-lanmıştı-ve 18 aylık,
önceden belirlenmiş bir kur vardı, 18 ayın
sonundaysa bir banda geçilecekti, genişleyen bir
banttı bu, simetrik bir bant, dolayısıyla program
aslında oldukça ayrıntıyla hazırlanmış, üç yılın
hesapları yapılmış, biraz sıkışık bir programdı,
fakat bütün Meksika, Brezilya örnekleri dikkate
alınarak, olası riskleri bir ölçüde bertaraf etmeye
dönük olarak hazırlanmış aynntılı bir program.
Program iyi yürüdü, fakat herkesin sorduğu bir soru
vardır ki "Böyle riskli bir program neden devreye
sokuldu?" Nedeni, cevabı herkese göre değişir, bana
kalırsa şöyle bir şey vardı; sabit kura dayalı
istikrar programları dezenflasyon politikalarının
maliyetlerini orta döneme yayan programlardır, yani
dezenflasyon sonrasında hemen ekonomi daralmaya
başlamaz, yani resesyon başlamaz. Dolayısıyla,
ekonomi bir dönem büyümeyi hızlı bir biçimde
sürdürür. Bu ne demektir? Böyle bir istikrar
programına başlamış olan bir hükümete zaman
kazandırır, kredibilite kazandırır, neden? Çünkü,
ekonomi hemen daralsa ve hemen işsizlik başlasa,
programa karşı tepkiler çok çabuk ortaya
çıkacaktır. Dolayısıyla, bu tür bir program
hükümetin tercihi, bilinçli bir tercihi olmuştur.
İkincisi, IMF de biraz önce sözünü ettiğim, kötü
tecrübelerini dikkate alarak programı ayrıntıyla
hesaplamıştır ve geçiş dönemini 1,5 yılla
sınırlamıştır. Yani, muhtemelen bu tür programlarda
devalüasyon riski hep olduğu için, 1,5 yılın
sonunda bandı genişletmeyi ve programın kendi
kendisini esnetmesine müsaade etmiştir. Aynı tür bir
programı mesela Meksika 5 yıl sürdürebilmiştir,
program Meksika'da 5 yıl sonra kırılmıştır. Yani,
program 1988'de başlamış, 1993'te sarsıntıya
uğramıştır. Yani, 5-6 yılı sabit kura dayalı
programını sürdürmüştür. Dolayısıyla, Türkiye'de 1,5
yılda programın kırılacağı beklentisi ne IMF'de
vardı, ne de bunu planlayan hükümette vardı, böyle
bir beklenti yoktu. Çünkü, oldukça kısa bir
süreçti. Tabii, kırılmanın çeşitli etkenleri var.
Demek istediğim şu ki; bu tür bir programın
avantajları vardır. Birinci avantajı, maliyetleri
zamana yaymaktır. İkinci avantajı, hesaplanmış
olması, bir üçüncü avan-tajıysa -bence "avantaj mı,
dezavantaj mı?" tartışılır- bu tür bir programda
para politikasında ülkeler otomatik bir mekanizmayı
kabul ediyorlar. Yurt dışından ne kadar yabancı
sermaye gelirse, para arzı ona göre arttırılıyor.
Dolayısıyla, merkez bankasına çok fazla iş
düşmüyor. Bu da hem IMF'nin, hem de Türkiye Merkez
Banka-sı'nın tercih ettiği bir şeydi. Bir para
politikasını günlük değişmelere ayarlamak, çok ciddi
bir merkez bankacılığını gerektiriyor, bunun
Türkiye'de çok başarılı olduğu kanaatinde değilim.
Dolayısıyla, bu da bir avantaj olarak düşünülmüş.
Demek ki, bütün bu avantajlar üst üste gelince, bu
tür bir program tercihi yapıldı. Fakat, program
umulandan erken kırıldı, devalüasyon istenmese de
mecburen fiili bir devalüasyon yapılmak zorunda
kalındı. Program birtakım yönlerde çok başarı
gösterdi bir yıl içinde. Açık hedeflerinden biri
olan faiz dışı fazla, umulanın çok üstünde
gerçekleşmiştir, yani kamu kendini disipline
etmiştir; birinci başarı bu. İkincisi, bir
dezenflasyon politikası uygulandığı dönemde, Türkiye
yüzde 5,5'tan fazla büyümüştür, ki bu da çok önemli
bir şeydi. Üçüncüsü, enflasyon istenildiği kadar
düşmese de, yüzde 25 hedefleniyordu, yüzde 38'e
düşmüştür, bu da önemli bir şeydir. Peki sorun
neydi? Dediğim gibi, çeşitli cevapları olabilir, ama
sorun programın uygulanışında, yapısal reformlar
ayağının çok zorlu ve çetrefilli olmasında; bir kere
yasal sürecin sürekli işletilmesi gerekiyordu, yeni
yasaların çıkarılması gerekiyordu, ki bu yasalar
Bankacılık Yasası, Vergi Reformu Yasası, Sosyal
Sigortalar Yasası, Tarım Kesimi Reformu, bunlar
Türkiye'nin kemikleşmiş problemleri olan alanlardaki
reformlar. Tabii, bunların çözümü ciddi bir sürtüşme
yarattı. Halka yansımasa da, hükümet içinde ciddi
sorunlar olarak gündeme geldi. Mesela bankacılık
reformu, yasa çıktığı halde, BBDK'nın kurulması
Eylül 2000'e sarktı, hayata geçirilmesi uzadı.
İkincisi, kamu bankalarının özelleştirilmesi ve
onların reforme edilmesi yapılamadı. Üçüncüsü,
Telekom olayı ciddi bir sorun haline geldi;
özelleştirilemedi.
Demek ki, olayın yapısal yönü ne kadar istense de
"zamana ihtiyaç olduğundan, politik süreçten dolayı
gerçekleştirilemedi" diyebiliriz. Bu da, bu kadar
ağır bir yapısal reformun, döviz kuru çıpasına
bağlanması, demek ki taşıyabileceğinden fazla
sütunun yüklenmesi gibi geliyor bana. Bu önemli bir
etken olmuştur. İkinci bir etken de, bankacılık
kesiminin umulanın üstünde zayıf olduğu, kriz
sonrasında anlaşılmıştır. Yani, bankacılık kesimi,
ki program yürürken bankacılık kesiminden insanlar
demişlerdir ki: "Türkiye'de bankacılık kesimi çok
moderndir, teknolojiye ayak uydurmuştur,
dezenflasyon ortamına da en hızlı o uyum
sağlayacaktır, hiçbir problemimiz yok."
Bizim makro ekonomik temellerimiz bozuktu, program
sonrasında da bunu çok fazla düzeltemedik, bir.
İkincisi, bankacılık kesiminin sorunları önemliydi,
bunları hemen başlıklar halinde sıralıyorum, hepiniz
biliyorsunuz, belki eklemeleriniz olacaktır, ben
sıralayayım; bir kere Türkiye'de bankacılık kesimi
biliyorsunuz kamuyu finanse etmeye dönük bir yapı
kazanmıştır, dolayısıyla da sürekli kamu kağıdı
alarak devlete borç veren, bunu da kârlı bir hale
getirmiş durumdadır. Dolayısıyla, kredi verme
riskliyken, devlete borç vermek hiç riskli olmayan,
gayet güvenli ve kârlı bir yol olmuştur, bu
birincisi. Yani, bankalar kendi sermayelerinin çok
üzerinde DİBS, devlet iç borçlanma senedi
bulundurmuşlardır. İkincisi, biraz da sabit kur
politikasının hızlandırdığı bir etken vardır ki,
bankaların açık pozisyonlarıdır. O da çok önemli bir
sorundur. İstikrar programı bunu hızlandırmıştır,
yani bankaların döviz
yükümlülükleri döviz kaynaklarını çok aşmıştır,
hatta bu oran yüzde ne diyelim? Bankacılık
sektörünün 11-12 milyarlık bir sermaye tabanı
varken, açıklar 20 milyarı bulmuştur Eylül 2000'de.
Bu durumu gören BBDK, açıkların kapatılması yönünde
çok ciddi bir baskı uygulamıştır yıl sonuna kadar,
açıkları yüzde 2 oranına indirin demiştir, ki
mümkün olmayan bir şeydir bu, o da önemli bir
problemdir. Üçüncüsü Türkiye bankacılığında kamu
bankalarının rolüdür. Kamu bankaları ne bakımdan
sorunludur, bir kere hepinizin bildiği gibi görev
zararları vardır. Bu görev zararlarının iki ayağı
vardır, bir tanesi bildiğiniz gibi çeşitli
sektörleri düşük faizle tonlamaları, kredi
vermeleri, ikincisi de devlete çok düşük faizle ve
çok uzun vadeli borç vermeleridir. Bu bankaların bu
açıkları bütçe açıklarına hiçbir şekilde
yansımamıştır, yani hesap hatalarıyla veya hesap
oynamalarıyla bütçe açıklarına yansımamıştır. Buna
"nakit karşılığı olmayan borçlar" deniliyor.
Bankacılık sektörünün denetim ve düzenlemesi
Türkiye'de zayıftır. Daha sonra yasa çıkmıştır,
düzenlemeler yapılmıştır, ama BDDK'nın 2000
yılındaki düzenleme çalışmaları o kadar hızlı ve
sert olmuştur ki, bu da programın kırılmasında bir
rol oynamıştır. Bir de arkadaşlar, Türkiye
bankacılığında son bir nokta, bankacılığın
dezenflasyon programı sonrasında kârlılıklarının
azalacağı ve kredilerini ölçüp biçerek vermeleri
gerektiği bir durum ortaya çıkmıştır. Halbuki,
Türkiye bankacılığında risk yönetimi yoktur. Risk
yönetimi olmadığı için de, çok yüksek oranda borç
vermiştir, tüketici kredisi açmıştır ve bunların
çoğu da sorun olacak krediler olmuştur. Demek ki,
makro ekonomik temel-lerdeki bozukluklar, finansal
kesimin bu zafiyetleri, artı sabit kur politikasının
getirmiş olduğu sorunlar, tabii ki üstüne üstlük
birtakım politik istikrarsızlıklar, kavgalar,
gürültüler, Anayasa fırlatmalar bunlar da bardağı
taşıran son damla olmuştur ve Türkiye bir krizin
içine yuvarlanmıştır, çözmeye çalışıyoruz.
Doç. Dr. Gülsün Yay
|