Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

1990'lı Yıllarda Global Finansal Krizler, Finansal Kriz 

1990'lı yıllardaki krizlerin ilki 1992'deki Avrupa'yı ilgilendiren ERM Krizi; 1994-1995'te Meksika Krizi var; 1997-1998 Asya Krizi var, sonra Brezilya, şimdi Arjantin, daha önce de 2000-2001 Türkiye Krizi var. Bu kadar üst üste, kapitalizmin gelişmekte olan piyasalarında krizler ortaya çıkınca, tabii ki hepimizin kafasında ik­tisatçı olarak, normal vatandaş olarak, öğrenciler olarak niye bu kadar sıklıkla orta­ya çıktığı, nedenlerinin ne olduğu, ilgimizi çeken bir konu haline dönüşüyor. 

Kapitalizm, krizlere aşina aslında, yani yeni bir olgu değil. 1929 Krizi hepinizin bildiği gibi, çok ciddi bir kriz. Daha sonra 1970-1980'lerde krizler var ve bir de 1990'lı yılların krizleri var. Aslında, gördüğümüz bunların hepsinin birbirine benzer olduğudur. 1929 Krizi'nin özel bir yeri olmakla birlikte, son 1970-1980 ve 1990'lar-da ortaya çıkan krizlerde görülen döviz krizidir, ödemeler dengesi krizleridir, ban­kacılık krizleridir ve dış borç krizleridir. Dört gruba ayırabilirsek eğer, budur. 1990'lardakiler de aynen gördüğümüz krizlerdir. Fakat, 1990'larda konuyu daha de­ğişik ve daha zor kılan birtakım farklı boyut ve etkenler vardır. 

Birinci etken, bir kere bilgi teknolojisinin çok yaygınlaşması ve bunun iktisat ve finansal araçlara uygulanması. 

İkincisi, "finansal derivatifler" dediğimiz, bankaların kaynak yaratma imkanları­nın bilgi teknolojisi nedeniyle artması. 

Üçüncüsü ve belki en önemlisi; liberalleşme ve deregülasyon olgusuyla birleşen bir globalleşme süreci, küreselleşme süreci. Bu süreç nasıl bir süreç? Özellikle ser­mayenin ulusal sınırlar dışında, uluslararası alanda, bu teknolojiler sayesinde rahat­lıkla ve hızla hareket etmesinin getirdiği imkânlar, hem ülkelerin kaynak bulması gi­bi bir avantaj yaratıyor, hem de bazen ciddi sorunlara neden oluyor. Herhangi bir pa­nik durumunda teknolojik araçlar paniğin hızla yayılmasına da sebebiyet veriyor. Demek ki, bu üç temel şey; yani bilgi teknolojisinin değişimi, liberalleşme ve finan­sal yenilikler, üçüncüsü de globalleşme olgusu 1990'ların krizlerine farklı bir boyut katıyor. 

Bakıyoruz, nedir farklılık? Biraz evvel dedim ki "bilinen krizlerdir bunlar", ya­ni, ödemeler dengesi krizi, banka krizi geçmişte de yaşanan şeyler. 1990'da farklılı­ğı yaratan ise, bu krizlerin iç içe geçmiş olmasıdır. Bunun temel sebebi, yabancı pa­ra cinsinden borçlanmaların, döviz cinsinden sermaye hareketlerinin bu kadar yay­gınlaşmasının sonucunda, bankaların/işletmelerin dışarıdan rahatlıkla sermaye borçlanabilmeleri, borç alabilmeleri, döviz kriziyle bankacılık krizlerini paralel ve iç içe hale getirmiştir. Dolayısıyla, şimdiki krizleri yani 1990'lı yıllardaki finansal krizle­ri orijinal kılan, değişik kılan temel etken, bu iç içe geçmedir, biz buna "Twin Cri-sis" diyoruz, yani ikiz krizdir. Öyle bir olgu oldu ki, bir döviz krizi, bir bankacılık krizine yol açabiliyor veya bir bankacılık krizi, bir döviz krizine yol açabiliyor, iki­si bir arada ortaya çıkabiliyor, ikisi birden borç verme krizine neden olabiliyor, ya­ni dış borç krizine yol açabiliyor. Demek ki, bu olgu 1990'lardaki krizlerdeki önem­li farklılığı oluşturuyor. Bu birinci önemli farklılık. 

İktisadi Kriz, Finansal Krizlerin Etkileri 

Önceki krizlerden ikinci önemli farklılık; 1929 Krizi, tamamen global bir kriz. Aşağı yukarı gelişmiş, gelişmekte olan bütün dünyayı etkiledi. 1970'lerde ve 1980'lerde ve de 1990'larda olan krizlerinse daha çok bölgesel nitelikte krizler ol­duğunu görüyoruz. Yani, dikkat ediyoruz 1990'lı yıllarda, 1992'deki ERM Krizi dı­şında, diğer krizlerin hepsi gelişmekte olan piyasalara özgü krizler, birinci temel farklılık bu. İkincisi, her krizde ortaya çıkan etkin finansal araçlar farklı, yani 1929'daki etkin finansal araç daha çok devlet tahvilleriydi, özellikle Amerika ve İn­giltere'de çıkarılmış olan kamu tahvillerinin dünya düzeyine yayılmasıydı. 1970 ve 1980'lerdeki finansal araç, bildiğiniz gibi daha çok batı bankalarının petrol ithal eden ülkelere verdiği banka kredileriydi. 1990'ların krizindeyse dikkatimizi çeken portfölyo yatırımları, hisse senedi yatırımları, ikinci önemli derecede olan da sendi-kasyon kredileridir. Demek ki, finansal araçlarında da bir farklılık dikkate değer şe­kilde ortaya çıkıyor. Soru sorarsanız, borç krizinin 1980'lerde nasıl olduğunu tartı­şabiliriz, şimdi ayrıntısına girmiyorum. Bir diğer farklılık, 1929 Krizi'nde büyük ül­kelerin krize müdahalesi çok gecikmiştir, uluslararası kuruluşlar da henüz oluşma­dığı için, krize müdahalenin uluslararası bazda çok zayıf kaldığını görüyoruz, oysa 1970'ler, 1980'ler ve 1990'lardaki krizlere IMF'nin -hele ki, 1980'lerde çok hızlı bir biçimde müdahale edilmiştir- Brady Planı'yla ve saire, büyük borçlu ülkelerin borç sorunları hemen çözülmüştür. 1990'larda da IMF, çok tartışmalı olsa bile -hepimiz biliyoruz- yine de baş aktördür. Dünya Bankası, IMF, IMF'nin programları, krizle­rin çözümünde baş aktör rolü oynamaktadır.  

Dördüncü önemli farklılık, krizlere kar­şı borçlu ülkelerin aldıkları tedbirlerdeki farklılıklardır. 1929 Krizi'ni hepimiz bili­yoruz, ithal ikameci politikalara geçiş olmuştur kriz akabinde. 1970'lerde ve 1980'lerdeyse borçlar kamu borcu olduğu için, büyük ölçüde devletlerin borcu ol­duğu için, devletin mali disiplininin arttırılması, sıkı maliye politikalarının uygulan­ması yolunda bir eğilim belirmiştir. 1990'larda ortaya çıkan şey, para politikalarının daha etkin olarak ortaya çıkmış olduğudur. Özellikle sterilizasyon politikalarının, açık piyasa işlemlerinin gündeme geldiğini ve bu bağlamda da merkez bankalarının ciddi olarak yeni roller üstlendiğini görüyoruz. Demek ki, burada da bir fark var.

1990'lardaki krizin biraz evvel sözünü ettiğim gibi, 'twin crisis' olması, yani ikiz kriz olması dolayısıyla, üç önemli faktörün ülkeler bazında bir arada çözülememesi, yeni politika arayışlarına yol açmıştır. Nedir üç önemli faktör? 

Bir tanesi, sermaye hareketlerinin serbestisidir. Yani, bir ülke hem sermaye hare­ketlerini serbest tutacak, hem bağımsız bir para politikasını uygulayacak, hem de dö­viz kurunu serbest bırakacak; bütün bunların hepsini bir arada gerçekleştiremiyor. Dolayısıyla, ya para politikalarına müdahale ediyor, ya döviz kuruna müdahale edi­yor sabitleştirerek, ya sterilizasyona başvuruyor veya çok az ülkenin uyguladığı gi­bi sermaye hareketlerine sınır getiriyor, ki bunu uygulayan çok az ülke vardır. De­mek, dışarıya açık, sermaye hareketlerine açık bir ülkede bir trilema'dan söz ediyo­ruz, "dilema" değil, bir trilema'dan söz ediyoruz. Hem döviz politikası, hem para politikasını, hem de sermayenin mobilizasyonunu sağlamak bir ülkenin başarabile­ceği bir iş değil, dolayısıyla ikili seçenekler seçmek zorundasınız. Gördüğümüz o ki, kriz sonraları veya kriz öncelerinde, ülkeler ya sabit kura yönelmiştir ya da yarı sa­bit kur politikaları, bunun getirdiği yarı bağımlı para politikaları uygulamış ve ser­maye hareketlerini serbestleştirmiştir. Diğer bir seçenek ne olabilir? Dalgalı döviz kuru, sermaye hareketlerinde serbesti, ama para politikasında tamamen bağımsız bir para politikası. Üçüncü bir alternatif; ki bizim üzerinde durmadığımız, çok az ülke­nin uyguladığı, sermaye hareketlerine kısıt getirmedir ki, dediğim gibi bunu krizler­den sonra bazı ülkeler denediler, sorarsanız konuşuruz. 

Arkadaşlar, krizin böyle bir farklılıkla ortaya çıkmış olması, dövizle borçlanma­nın yaygınlaşması, döviz krizleriyle bankacılık krizlerini iç içe geçirince sorunun çözümü de karmaşıklaştı. Sorunun çözümü, mesela geleneksel anlamda bir döviz krizinin çözümü nedir; yüksek oranlı bir devalüasyon, sıkı para ve maliye politika­larıdır. Bir bankacılık krizinin geleneksel çözümü ne olabilir? Bankaların likiditesi­ni gevşetmek, genişletilmiş bir para politikası uygulamak, faiz oranları düşürmek, bankaları rahatlatmak açısından. Fakat, 1990'h yıllardaki ikiz krizler gündeme gel­diğinde bu çözümler birbiriyle çelişiyor, neden? Eğer, sıkı bir para politikasıyla fa­iz oranlarını yüksek tutarsanız ve devalüasyon yaparsanız, o zaman ne yapıyorsu­nuz? Bankaların faiz borcunu bir kere arttırıyorsunuz, faiz riskini arttırıyorsunuz. 

İkincisi, bankalar ve finansal kurumlar büyük ölçüde dövizle borçlanmış olduğu için devalüasyon onlar için çok yıkıcı bir etki yaratıyor. Oysa, para arzını genişletip, faiz oranlarını düşürdüğünüz zaman, ödemeler krizleri olumsuz bir biçimde etkile­niyor, niye? Likidite dövize kaçıyor, likidite dövize kaçtığı, faizler düşük olduğu için. Dolayısıyla çözümlerin birbiriyle çelişir olduğunu görüyoruz. Özetle, '90'lı yıl­ların krizleri '70'li ve '80'li yıllarda yaşanan krizlere benzese de, oluşan yeni koşul­lar; sermaye hareketi serbestisi, liberalleşme, deregülasyon -bu da çok önemli, ister­seniz biraz sonra onu açarız- bütün bu oluşumlar, '90'larda şartları değiştirdi, dola­yısıyla krizlerin yapısı da ciddi bir değişime uğradı, hem çözümü maliyetli bir hale geldi, hem de çözümde etkinlik düştü. Yani, yapılan çok araştırma var, mesela deni­liyor ki, 1970-1980'lerde rastlanan krizlerin çoğu ödemeler bilançosu krizidir veya döviz krizidir; bunlar neyle ortaya çıkar? Şiddetli bir devalüasyonla ortaya çıkar de­ğil mi? Bu resmi bir devalüasyon olabilir veya fiili devalüasyon olabilir veya devalüasyon yapmıyorsa, ülke ne yapar? Döviz rezervlerini güçlendirmeye çalışır, faiz oranlarını yükseltmeye çalışarak kuru baskılamaya çalışır. Bu da bir kriz göstergesi­dir aslında. '70'ler, '80'ler ve '90'larda bu çok olan bir şey, fakat '90'lardan itiba­ren görüyoruz ki, bankacılık krizleri daha çok artmış. Daha önceleri bankacılık kriz­leri sayı olarak azdı, '90'lardan sonra bankacılık krizlerinin sayısının yüksek bir bi­çimde arttığını görüyoruz, özellikle gelişmekte olan ülkelerde arttığını görüyoruz, öyleyse krizlerde bankaların ciddi problemleri var, yani finansal kesimin, en ağırlık­lı kesimi bankacılık olduğu için de onun üzerinde durmamız sanıyorum önem taşı­yor. 

Bu krizleri nasıl açıklayabiliriz, ne şekilde açıklayabiliriz? Bunun birçok mode­li var, madem bu kadar sıklıkla krizle karşı karşıyayız, yapıları farklı krizler bunlar, bunları nasıl açıklamamız gerekiyor, birçok modeller kurulmuş, son literatüre kısa bir bakış atarsak, en ilk modellere "birinci nesil modeller" diyoruz. Krugman'la baş­layan modeller bunlar. Birinci nesil modellerin temel vurgusu şu, kısaca geçiyorum; bir ülkenin makro ekonomik temellerinde, makro ekonomik göstergelerinde önemli bozukluklar, artı uyguladığı politikalarda tutarsızlıklar varsa ve bunlar da sürdürüle­mez bir durum arz ediyorsa "krize açık bir ekonomi var" demektir. Makro ekonomik büyüklüklerden neleri kastediyoruz? Bütçe açıkları, enflasyon, hatta cari açıklar; makro ekonomik göstergelerdeki bozukluklar. Krugman bunun için çok basit bir ör­nek veriyor, diyor ki: "Mesela, bir ülke hem sabit kur politikasını, hem para arzının geniş tutulduğu bir para politikasını birlikte, uzun süre uygulayamaz." Ne kadar uy­gular? Rezervleri uygun olduğu sürece, yeterli görüldüğü sürece uygulayabilir, ama bu politika kırılmaya açıktır. Dolayısıyla, krizin demek ki en önemli nedenlerinden biri; birbiriyle tutarlı olmayan politikalar, ülkelerin yapısal ve makro ekonomik bo­zuklukları, bu çok temel bir problemdir. Biraz evvel sözünü ettiğim modeller, bek­lentileri dikkate almaz. Yani, iktisadi aktörlerin politikalar hakkındaki beklentilerini ve onu belirlemesini dikkate almaz. "İkinci nesil modeller", "escape clause" dediği­miz modellerse, beklentileri dikkate alır ve şunu söyler: "Her şey iyi olsa bile, mak­ro ekonomik göstergeler iyi olsa bile, eğer iktisadi aktörlerin, planlanan politikalar­la fiili politikalar arasında bir uyumsuzluk beklentisi varsa, bunu politikayı uygula­yanlara yansıtacaklardır. Demek ki, mesela biraz önce örnek verdik, bir yetkililer grubu -"hükümet" diye düşünelim- sabit ve yarı sabit kur politikasına karar vermiş, eğer iş dünyasının, iş adamlarının veya diğer iktisadi aktörlerin kurun kırılacağı, sa­bit kurun değişeceği yolunda bir beklentisi varsa, bunu değiştirme yolunda hüküme­te baskı yapacaklardır. Bunu nasıl yaparlar? Fiili hareketleriyle yaparlar, mesela risk primini yükseltirler. Dolayısıyla da ne olur? Herkes kurun yakın zamanda kırılaca­ğını beklemeye başlar. Demek ki, politikaları biz daha önceki modellerde sanki bi­zim dışımızda olaylarmış gibi görüyoruz. Halbuki, iktisadi aktörler de beklentileriy­le ve bilhassa hareketleriyle, davranışlarıyla etkilerler ve dolayısıyla ortaya ne çıkar? Bir devalüasyon beklentisinin olduğu bir durumla, devalüasyon beklentisinin olmadığı durum iki ayrı denge yaratacaktır. Demek ki, aynı koşullar farklı sonuçlar yara­tabilecektir. Biz buna "çoklu denge modelleri" diyoruz, iyimserlik-kötümserlik bili­yorsunuz, Keynes'te de vardır. 

Üçüncü tip modellere gelirsek eğer, bu modeller daha çok Asya Krizi'ni açıkla­maya dönük modellerdir. Çünkü, Asya Krizi özgün bir kriz olmuştur. Çok sayıda model onu açıklamaya yönelmiştir. Bu modellerin, biraz önce sözünü ettiğim iki modelin de, Asya Krizi'ni açıklamakta yetersiz kaldığını görüyoruz, çünkü Asya Krizi'nde makro ekonomik temeller gayet düzgündü, beklentilerin rolü vardı, yani ikinci tip modellerin rolü vardı. Ancak, makro temelleri bu kadar düzgün, enflasyo­nu düşük, bütçe açıkları yok, gayet gelişmiş ülkeler, büyüme problemleri yok, nasıl oluyor da finansal krizler yaşadılar? 

Burada da çok çeşitli açıklama modelleri vardır, biraz onlardan bahsedeyim; bir tanesi Mishkin'in başını çektiği, yine Krugman'ın katkı yaptığı çeşitli modeller. Bu­rada ilk versiyonu şunu söyler: "Bu ülkelerde liberalizasyon o kadar hızlı ve dikkat­sizce yapılmıştır ki, 'sırasız' denilen bir şekilde ülkeye giren yabancı sermayenin gü­cünü sonradan kontrol edemediler. Demek ki, birincisi hızlı liberalizasyon. İkincisi, bu hızlı liberalizasyonla birlikte bankacılık kesiminin deregülasyonu; ne kastediyo­rum deregülasyonla? Mesela bankaların kuruluşunda herhangi bir yasal sınırın ko­nulmaması, bankaların zorunlu karşılıklarının düşük tutulması. Devletin müdahale­lerinin azaltılmasını kastediyorum, bunlar Asya ülkelerinde hep olmuştur; sonucu ne olmuştur? Dışarıdan aşırı bir şekilde döviz olarak borçlanma, ki maliyeti düşüktür bu borçların, düşük faizle alınan bu borçlar, ülke içinde uzun vadeli borç olarak ve­rilmiştir. Aşırı borçlanma sorunudur, üzerinde vurgulanan temel etken budur. Risk yönetimi gelişmemiş, sermaye yeterlilik oranları dikkatlice hesaplanmamış bir ban­kacılık kesimi, aşın borçlanmadan ve aşın borç vermeden kaçınmamıştır. Buna biz "Boom" dönemi diyoruz, yani bu modeler "Boom" dönemi diyorlar. Her şey iyi gi­derken ekonomi gelişiyor, aşın borç veriyorsunuz, fakat ekonomide hafif bir tıkan­ma olduğunda, hafif bir resesyona girdiğinde işler ters dönüyor. Sorun nedir? Dön­meyen borçlar sorunu. Buna "Boom-bust cycle" diyorlar; yani önce genişliyor eko­nomi, daraldığında daralma çok şiddetli etki yapıyor. Bu tip modellerin biri de şunu vurguluyor, diyor ki: "Özellikle Asya ülkelerinde, ama bu diğer ülkeler için de ge­çerli, çok şiddetli bir biçimde bankalar kendi şirketlerine, bağlı şirketlerine borç ver­mişlerdir. Mesela Kore'de Chebol denilen kocaman devasa holdinglere, çoğu etkin-liksiz çalışan holdinglere borç verilmiştir, Tayland'daysa uzun vadeli yatırımlara, gayri menkul yatırımlarına borç verilmiştir. Yani kısa vadeli borçlanıyorsunuz ve çok uzun vadeli işlere borç veriyorsunuz, bu bir risktir. Bankalar bu riski dikkate al­mamışlardır. Buna "crony capitalism" deniliyor, ne demektir "crony capitalism"? Eş-dost kapitalizmi, dönmeyeceğini bile bile bir şirketi kurtarmak için banka size kredi veriyor. Sorun nedir? Sorun şudur; "Hükümet bundan sonra buna katlanacak­tır. Bankanın borcuna bir müddet sonra hükümet katlanacak" demektir. Bu da "bütçe açığı" demektir. Öyleyse "Asya ülkelerinin makro temellerinin sağlamlığı aslın­da bir aldatmacadır, çünkü gizli bir bütçe açığı demektir bu" diyorlar. Diğer bir mo­del diyor ki: "Önemli olan banka bilançolarının bozukluğudur." Dikkat ederseniz, bu modeller işi mikro baza indiriyor. Bankaların yönetim kusurları, bankaların risk­lerini yönetmemeleri, bankaların deregüle edilmiş olması, bir de bunun üstüne ser­mayenin özgürce dışarıdan girebilmesi, ki çok büyük miktarlarda giriyor hem Latin Amerika, hem de Asya ülkelerine. Bütün bu etkenler birleşince Asya krizinde ciddi problemler ortaya çıkıyor. O zaman önemli olan nedir? Bankaların mikro bazda çok iyi bankacılık yapması gerekiyor, halbuki bu eksiktir. 

Yine bu modellerin üçüncü bir versiyonu, bankacılık sektörünün karlılığına, bi­lançolarına dikkat çekiyor, diyor ki model: "Bu bankalarda önemli olan sorun -za­ten biraz evvel sözünü ettiğim- yabancı parayla borç alıyorsunuz, yerli parayla borç veriyorsunuz." Düşük faizle alıyorsunuz, yüksek faizle borç veriyorsunuz, bu kısa vadede banka için çok karlı bir durum. Ama, buna biz "nakit uyumsuzluğu" diyoruz döviz bazında. Yani, farklı para cinsinden borç alıp, farklı para cinsinden borç veri­yorsunuz (currency mismatches). 

İkinci bir uyumsuzluk sorunu, vade uyumsuzluğu sorunudur. Kısa vadeli borç alıyorsunuz, uzun vadeli borç veriyorsunuz. Bunlar ne yaratır? Bunlar likidite riski­ni yükselten önemli sorunlardır. Demek ki, vade uyumsuzluğu problemi, nakit uyumsuzluğu problemi, aşırı borç verme, dönmeyen borçlar, risk yönetiminin iyi ya­pılmaması, fonların hedge edilmemesi, korunmaması, bütün bunlar bankacılık kesi­mini zorda bırakacak olan etkenlerdir. Asya için bunlar çok hayati rol oynamıştır. Tabii ki, Asya Krizi'nde sorunu biraz daha şiddetlendiren etken, sabit kur politikası olmuştur; ki Türkiye'de de aynen geçerlidir. Sabit kur politikası dışarıdan borçlan­mayı adeta risksiz hale getirmiştir, çünkü bankaların en büyük risklerinden biri olan döviz kuru riski ortadan kalkmıştır. Bu risk ortadan kalkınca, sürekli borçlanmış ve borç vermişlerdir. Dönmeyen borçlar çok ciddi bir yapı göstermiştir.

Asya Krizi'ni açıklayan bir versiyon daha var. Bu biraz daha dışsalcı bir yakla­şım, Redelet ve Sachs modeli -biliyorsunuz Sachs bu konularda çok yazan birisi- di­yor ki: "Tamamen yabancı yatırımcı suçludur. Ülkenin her şeyi pürüzsüz işlerken, bu ülkelerde krizin patlaması, yabancı yatırımcının parasını aniden bir ürkeklik so­nucu, bir yerden bir yere taşımasının sonucudur." Demek ki, Asya Krizi'ni açıkla­yan modeller kısaca bunlar diye ifade edebiliyorum. Bir model daha var, bu "Yayıl­ma Modelleri" (contigion modelleri). Contigion Modellerin tezi şu: 1990'lardaki fi-nansal krizlerin bir özelliği çevre bölgeleri hemen etkilemesi oldu, mesela Asya Kri­zi bunun tipik örneği, Meksika da öyledir, Türkiye'nin öyle bir etkisi olmadı. Rus­ya Krizi'nin etkisi çok azdır, ama ERM krizi, yani 1992'de Avrupa'da olan krizin de yayılma etkisi olmuştu, bütün AB ülkelerine yayılmıştır. Neden olur yayılma etkisi? Çeşitli kanallardan olur, birincisi, ülkelerin ticari bağlarıdır. Eğer, bir ülkenin ticari partneri veya ticari rakibiyseniz, bu daha önemli, bir ülke devalüasyon karan aldıysa, muhakkak sızın de eninde sonunda bir devalüasyon karan almanız gerekebilir, Asya krizinde bu olmuştur, ERM krizinde de olmuştur. Birinci kanal bu, ticari ka­nal. 

İkinci kanal, eğer bir ülkede risk yükselmiş de, o ülkeden paralar çekiliyorsa, ya­bancı yatırımcı çevre ülkeden de çekilecektir. Buna biz "sürü davranışı" diyoruz, bi­raz evvel Sachs'in modelinde de birazcık tamamlayan bir model bu "herding davra­nış, sürü davranışı" dediğimiz şey, neden? Yatırımcı tek tek her ülkeden bilgi almak­ta zorlanabilir, bilgi maliyetli bir iştir. Ne yapacaktır? "Asya ülkeleri kritik" diyor­sa, bütün hepsinden parasını çekip, finansal olarak gidecektir. Mesela, Türkiye'de bile 2000 Kasım Krizi'nde, Arjantin'deki ekonomik durumun kötüleşmesi yabancı yatırımcının Türkiye'den fonlanm çekmesine yol açmıştır, mesela önemli bir etkidir bu tür yayılma etkisi. Emerging marketler hakkında bir risk yükselmesi varsa eğer, bu diğer gelişmekte olan ülkelerin piyasalarını da etkilemektedir. Contigion etkisin­den kastımız bu ve önemli bir etki olduğunu düşünüyoruz. Son bir yaklaşımsa, kriz­lerde dış etkenin çok rol oynadığıdır. Biraz evvel saydığım da dış etken, ama bir de başka bir etki var; dışsal etkenden kastımız şu: Büyük ülkelerin, yani güçlü ekono­mileri olan ülkelerin faiz oranları hakkında verdikleri kararlar, faiz politikaları veya döviz kurlarındaki oynamalar, diğer ülkelerin istikrar politikalarını da, ekonomik durumunu da ciddi olarak etkiler. Mesela bunun örneği nedir? Meksika Krizi'ni ya­ratan son etken, Amerikan ekonomisinin faiz oranlarını yükseltme kararı olmuştur. Meksika'dan çıkan fon Amerika'ya gitmiştir. Dövizde de aynı şeyi görüyoruz; me­sela Asya Krizi'nde Dolar'ın Yen karşısında sürekli değer kazanması, Asya ülkele­rinin ticaretlerinin büyük çoğunluğunu yaptıkları Japonya'ya karşı rekabetçiliğini düşürmüştür. 

Bizim için de aynı şey geçerli olmuştur, Türkiye krizinde de aynı şey geçerli ol­muştur; biliyorsunuz Türkiye sepeti neye bağlamıştı? Büyük ölçüde Dolar'a, az öl­çüde de Euro'ya bağlamıştı. Euro'nun Dolar karşısında umulanın çok üstünde değer kaybetmesi, dış ticaretini büyük ölçüde Avrupa'yla yaptığı için, Türkiye'nin ithala­tım patlatmıştır. Türkiye'nin istikrar programında Euro'yla Dolar parkesini l'e ya­kın diye düşünürken, çok düşük olmuştur, yani Euro Dolar karşısında değer kaybet­miştir. Dolayısıyla, TL Dolar'a bağlanmış olduğu için, Euro karşısında umulanın üs­tünde değerlenmiştir. İhracatı azalmıştır, ithalatı artmıştır. Demek ki, döviz kuru ha­reketleri de, bizim dışımızda krizi tetikleyen etkenler olabilmektedir. 

Biraz evvel sözünü ettiğim modeller, bence birbirinin yerine geçen modeller de­ğil, birbirini tamamlayan modellerdir. Çünkü, bunların hepsiyle aşağı yukarı açıkla­yabiliriz. Mesela "ERM krizi" dediğimiz Avrupa Birliği ülkelerinin krizinde, makro ekonomik temellerde hiçbir sorun yoktu, Meksika Krizi'nde de öyle; yani Meksika Krizi'nde istikrar politikasının sonucunda enflasyon düşmüştü, büyüme gayet iyiy­di, makro ekonomik temellerde sorun yoktu, Asya Krizi için de aynı şeyi söyleyebi­liriz. Fakat, bu saydığım her üç krizde de, kendi kendini besleyen beklentiler önemli olmuştur, devalüasyon beklentisi ciddi bir etken olmuştur. Ama öte yandan bakı­yoruz Brezilya'da, Rusya'da, Türkiye'de makro ekonomik temeller kötüdür, banka­cılık kötüdür, sorunları vardır -biraz sonra Türkiye'yi tartışırsak anlatacağım- ve beklentiler çok önemli rol oynamıştır. Biz buna ne diyoruz gazetelerde? İhracatçılar lobisi diyoruz, devalüasyon beklemiştir ve bunu lanse etmiştir, Eylül'den sonra kim­se tutamamıştır artık o beklentileri. Demek ki, bütün bu etkenlerin hepsinin rolü var­dır; Türkiye açısından, ben bu etkenlerin çakıştığını görüyorum, herhalde sizler de görüyorsunuz. 

Bir krizin habercisi de olabilecek göstergeler nelerdir? Çok gösterge var, ama ben kısaca çok önemlilerinden söz edeyim; mesela bir tanesi cari hesap açığıdır. Bu­nun Gayri Safi Milli Hâsılaya oranı için mesela hep denir ki, "kritik oran yüzde 4'tür" yüzde 4-5'i aşan bir cari hesap açığı, artık sorunlu bir durum demektir. Mese­la, Dornbusch'un Meksika'ya uyarısı o noktada gelmiştir "Cari açığınız çok yüksek, problem var, kendinizi toparlayın." Türkiye de tam kritik noktadadır. Umulan cari açığın 1,8 olacağı beklenirken, Gayri Safi Milli Hâsılaya oranı, bir baktık ki, yüzde 4,8 olmuş, yani 5'e dayanmış, kritik bir şey. Reel kurun değerlenmesi önemli bir şeydir. Bunlar makro ekonomik cari hesap göstergeleri, borcun Gayri Safi Milli Hâ­sılaya oranı önemlidir; dış ve iç borç oranı. Başka ne olabilir? M2 para arzının, ulus­lararası rezervlere oranı önemli bir göstergedir. Bir de tabii mikro ekonomik göster­geler var ki, bir tanesi geri dönmeyen borçların toplam borçlara oranı, ki bu oran ar­tarsa ciddi bir sorun var demektir, sermaye aktif oranları, toplam borç aktif oranla­rı, şirketlerin durumları da tabii önemli. Bütün bu göstergeler krizin olabilirliğinin bir ölçüde sinyalidir. Bunları da dikkate almak gerekiyor. 

Bu saydığım özelliklerin çoğu, '90iardaki krizlerde ülkelerin ortak noktaları ol­muştur. "Cari işlemler açığı yüksek mi?" diye sorarsanız, ERM Krizi'nde de, Mek­sika Krizi'nde de, Asya Krizi'nde de, Rusya'da da, Brezilya'da da, Türkiye'de de cari açıklar gerçekten yükselmiştir. Döviz kurlarına bakıyoruz, döviz kuru sistemle­ri sabit kur mudur? Evet, sabit kurdur, hepsinde aşağı yukarı bir bant sistemi, sabit kur sistemi vardır. Arjantin'de çok uç bir sistem olan para kurulu uygulaması vardır, o en ucu yani, fix bir kur sistemi; bakıyoruz evet, o da öyle. "Döviz kuru aşırı de­ğerli mi?" diye bakıyoruz, o da öyle. Hepsinde aşağı yukarı aşırı değerlidir. "Ban­kacılık sistemi zayıf mı?" diye bakıyoruz. Bankacılık sistemi ERM Krizi'nde sorun çıkarmamıştır. ERM Krizi sadece bir ödemeler dengesi ve döviz krizi olmuştur, ban­kalara hiç sirayet etmemiştir. Bu ne demek? Bankacılık sistemi sağlamsa, döviz kri­zi bankalara yansımıyor, bankacılık sisteminin sağlamlığı önemli. "Portföy akımla­rı yüksek mi?" diye soruyoruz, hepsinde portföy akımları yüksektir, gayet iyi yaban­cı sermaye giriyor. Makro temellerin zayıf mı, güçlü mü olduğundaysa, biraz önce söylediğim gibi biraz değişiyor ülkeler.

Türkiye krizini de çok kısa toparlayayım, ondan sonra sorulara geçelim. Türkiye 1999 yılında bir istikrar programı başlattı, sebebi neydi? Bir kere makro ekonomik temellerinin çok kötü olması, değil mi? Ciddi bir iç borcu vardı, sürdürülemez hale gelmişti, enflasyon çok yüksekti, '70'lerden aşağı inmiyordu, büyüme çok istikrar­sızdı, dalgalanıyordu; iki-üç yıl yüzde 8-9, ondan sonra yüzde l'lere düşüyordu, böyle istikrarsızdı büyüme. Makro ekonomik temeller bozuk bir noktada, bir istik­rar programına karar verildi, bu tamamen yarı sabit bir kur programına bağlı bir is­tikrar programıydı. Yani, döviz çapasını esas alan bir istikrar programıydı, sıkı bir para politikası hedefliyordu, ne yapıyordu? Hem Net İç Varlıklarına, hem de ulusla­rarası dış rezervlerine, belli taban ve tavan limitler koymuştu, yapısal bir program­dı, bu üç yıllık bir programdı. Üç yıl içinde, 1,5 yıl kadar bir sepete göre TL ayar-lanmıştı-ve 18 aylık, önceden belirlenmiş bir kur vardı, 18 ayın sonundaysa bir ban­da geçilecekti, genişleyen bir banttı bu, simetrik bir bant, dolayısıyla program aslın­da oldukça ayrıntıyla hazırlanmış, üç yılın hesapları yapılmış, biraz sıkışık bir prog­ramdı, fakat bütün Meksika, Brezilya örnekleri dikkate alınarak, olası riskleri bir öl­çüde bertaraf etmeye dönük olarak hazırlanmış aynntılı bir program. Program iyi yürüdü, fakat herkesin sorduğu bir soru vardır ki "Böyle riskli bir program neden devreye sokuldu?" Nedeni, cevabı herkese göre değişir, bana kalırsa şöyle bir şey vardı; sabit kura dayalı istikrar programları dezenflasyon politikalarının maliyetleri­ni orta döneme yayan programlardır, yani dezenflasyon sonrasında hemen ekonomi daralmaya başlamaz, yani resesyon başlamaz. Dolayısıyla, ekonomi bir dönem bü­yümeyi hızlı bir biçimde sürdürür. Bu ne demektir? Böyle bir istikrar programına başlamış olan bir hükümete zaman kazandırır, kredibilite kazandırır, neden? Çünkü, ekonomi hemen daralsa ve hemen işsizlik başlasa, programa karşı tepkiler çok ça­buk ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla, bu tür bir program hükümetin tercihi, bilinçli bir tercihi olmuştur. İkincisi, IMF de biraz önce sözünü ettiğim, kötü tecrübelerini dik­kate alarak programı ayrıntıyla hesaplamıştır ve geçiş dönemini 1,5 yılla sınırlamış­tır. Yani, muhtemelen bu tür programlarda devalüasyon riski hep olduğu için, 1,5 yı­lın sonunda bandı genişletmeyi ve programın kendi kendisini esnetmesine müsaade etmiştir. Aynı tür bir programı mesela Meksika 5 yıl sürdürebilmiştir, program Mek­sika'da 5 yıl sonra kırılmıştır. Yani, program 1988'de başlamış, 1993'te sarsıntıya uğramıştır. Yani, 5-6 yılı sabit kura dayalı programını sürdürmüştür. Dolayısıyla, Türkiye'de 1,5 yılda programın kırılacağı beklentisi ne IMF'de vardı, ne de bunu planlayan hükümette vardı, böyle bir beklenti yoktu. Çünkü, oldukça kısa bir süreç­ti. Tabii, kırılmanın çeşitli etkenleri var. 

Demek istediğim şu ki; bu tür bir programın avantajları vardır. Birinci avantajı, maliyetleri zamana yaymaktır. İkinci avantajı, hesaplanmış olması, bir üçüncü avan-tajıysa -bence "avantaj mı, dezavantaj mı?" tartışılır- bu tür bir programda para po­litikasında ülkeler otomatik bir mekanizmayı kabul ediyorlar. Yurt dışından ne kadar yabancı sermaye gelirse, para arzı ona göre arttırılıyor. Dolayısıyla, merkez banka­sına çok fazla iş düşmüyor. Bu da hem IMF'nin, hem de Türkiye Merkez Banka-sı'nın tercih ettiği bir şeydi. Bir para politikasını günlük değişmelere ayarlamak, çok ciddi bir merkez bankacılığını gerektiriyor, bunun Türkiye'de çok başarılı olduğu kanaatinde değilim. Dolayısıyla, bu da bir avantaj olarak düşünülmüş. 

Demek ki, bütün bu avantajlar üst üste gelince, bu tür bir program tercihi yapıl­dı. Fakat, program umulandan erken kırıldı, devalüasyon istenmese de mecburen fi­ili bir devalüasyon yapılmak zorunda kalındı. Program birtakım yönlerde çok başa­rı gösterdi bir yıl içinde. Açık hedeflerinden biri olan faiz dışı fazla, umulanın çok üstünde gerçekleşmiştir, yani kamu kendini disipline etmiştir; birinci başarı bu. İkin­cisi, bir dezenflasyon politikası uygulandığı dönemde, Türkiye yüzde 5,5'tan fazla büyümüştür, ki bu da çok önemli bir şeydi. Üçüncüsü, enflasyon istenildiği kadar düşmese de, yüzde 25 hedefleniyordu, yüzde 38'e düşmüştür, bu da önemli bir şey­dir. Peki sorun neydi? Dediğim gibi, çeşitli cevapları olabilir, ama sorun programın uygulanışında, yapısal reformlar ayağının çok zorlu ve çetrefilli olmasında; bir kere yasal sürecin sürekli işletilmesi gerekiyordu, yeni yasaların çıkarılması gerekiyordu, ki bu yasalar Bankacılık Yasası, Vergi Reformu Yasası, Sosyal Sigortalar Yasası, Ta­rım Kesimi Reformu, bunlar Türkiye'nin kemikleşmiş problemleri olan alanlardaki reformlar. Tabii, bunların çözümü ciddi bir sürtüşme yarattı. Halka yansımasa da, hükümet içinde ciddi sorunlar olarak gündeme geldi. Mesela bankacılık reformu, yasa çıktığı halde, BBDK'nın kurulması Eylül 2000'e sarktı, hayata geçirilmesi uza­dı. İkincisi, kamu bankalarının özelleştirilmesi ve onların reforme edilmesi yapıla­madı. Üçüncüsü, Telekom olayı ciddi bir sorun haline geldi; özelleştirilemedi.

Demek ki, olayın yapısal yönü ne kadar istense de "zamana ihtiyaç olduğundan, politik süreçten dolayı gerçekleştirilemedi" diyebiliriz. Bu da, bu kadar ağır bir ya­pısal reformun, döviz kuru çıpasına bağlanması, demek ki taşıyabileceğinden fazla sütunun yüklenmesi gibi geliyor bana. Bu önemli bir etken olmuştur. İkinci bir et­ken de, bankacılık kesiminin umulanın üstünde zayıf olduğu, kriz sonrasında anla­şılmıştır. Yani, bankacılık kesimi, ki program yürürken bankacılık kesiminden insan­lar demişlerdir ki: "Türkiye'de bankacılık kesimi çok moderndir, teknolojiye ayak uydurmuştur, dezenflasyon ortamına da en hızlı o uyum sağlayacaktır, hiçbir prob­lemimiz yok." 

Bizim makro ekonomik temellerimiz bozuktu, program sonrasında da bunu çok fazla düzeltemedik, bir. İkincisi, bankacılık kesiminin sorunları önemliydi, bunları hemen başlıklar halinde sıralıyorum, hepiniz biliyorsunuz, belki eklemeleriniz ola­caktır, ben sıralayayım; bir kere Türkiye'de bankacılık kesimi biliyorsunuz kamuyu finanse etmeye dönük bir yapı kazanmıştır, dolayısıyla da sürekli kamu kağıdı ala­rak devlete borç veren, bunu da kârlı bir hale getirmiş durumdadır. Dolayısıyla, kre­di verme riskliyken, devlete borç vermek hiç riskli olmayan, gayet güvenli ve kârlı bir yol olmuştur, bu birincisi. Yani, bankalar kendi sermayelerinin çok üzerinde DİBS, devlet iç borçlanma senedi bulundurmuşlardır. İkincisi, biraz da sabit kur po­litikasının hızlandırdığı bir etken vardır ki, bankaların açık pozisyonlarıdır. O da çok önemli bir sorundur. İstikrar programı bunu hızlandırmıştır, yani bankaların döviz yükümlülükleri döviz kaynaklarını çok aşmıştır, hatta bu oran yüzde ne diyelim? Bankacılık sektörünün 11-12 milyarlık bir sermaye tabanı varken, açıklar 20 milya­rı bulmuştur Eylül 2000'de. Bu durumu gören BBDK, açıkların kapatılması yönün­de çok ciddi bir baskı uygulamıştır yıl sonuna kadar, açıkları yüzde 2 oranına indi­rin demiştir, ki mümkün olmayan bir şeydir bu, o da önemli bir problemdir. Üçün­cüsü Türkiye bankacılığında kamu bankalarının rolüdür. Kamu bankaları ne bakım­dan sorunludur, bir kere hepinizin bildiği gibi görev zararları vardır. Bu görev zarar­larının iki ayağı vardır, bir tanesi bildiğiniz gibi çeşitli sektörleri düşük faizle tonla­maları, kredi vermeleri, ikincisi de devlete çok düşük faizle ve çok uzun vadeli borç vermeleridir. Bu bankaların bu açıkları bütçe açıklarına hiçbir şekilde yansımamış­tır, yani hesap hatalarıyla veya hesap oynamalarıyla bütçe açıklarına yansımamıştır. Buna "nakit karşılığı olmayan borçlar" deniliyor. Bankacılık sektörünün denetim ve düzenlemesi Türkiye'de zayıftır. Daha sonra yasa çıkmıştır, düzenlemeler yapılmış­tır, ama BDDK'nın 2000 yılındaki düzenleme çalışmaları o kadar hızlı ve sert ol­muştur ki, bu da programın kırılmasında bir rol oynamıştır. Bir de arkadaşlar, Tür­kiye bankacılığında son bir nokta, bankacılığın dezenflasyon programı sonrasında kârlılıklarının azalacağı ve kredilerini ölçüp biçerek vermeleri gerektiği bir durum ortaya çıkmıştır. Halbuki, Türkiye bankacılığında risk yönetimi yoktur. Risk yöneti­mi olmadığı için de, çok yüksek oranda borç vermiştir, tüketici kredisi açmıştır ve bunların çoğu da sorun olacak krediler olmuştur. Demek ki, makro ekonomik temel-lerdeki bozukluklar, finansal kesimin bu zafiyetleri, artı sabit kur politikasının getir­miş olduğu sorunlar, tabii ki üstüne üstlük birtakım politik istikrarsızlıklar, kavgalar, gürültüler, Anayasa fırlatmalar bunlar da bardağı taşıran son damla olmuştur ve Tür­kiye bir krizin içine yuvarlanmıştır, çözmeye çalışıyoruz. 

Doç. Dr. Gülsün Yay 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005