|
Globalleşme ve Milli Kimlik
Ulus-devletin kriz içinde bulunması veya aşınması
sürecinde milli kimlik hangi yönden
sorunsallaştıracaktır? Bu soruya verilecek cevaplar
doğrultusunda globalleşme sürecinde milli kimlik
konusunu işlemek yerinde olacaktır. Bu soru
geleneksel toplumdan modern topluma geçiş sürecinde
milli kimlik olgusu ile daha önce de üzerinde
durulan kimlik olgusunun kazandığı yeni anlamlar ele
alınarak cevaplandırılabilir. Geleneksel toplum,
bireyi, gelenek, inanç sistemleri gibi yerel
bağlarla tanımlamıştır. Oysa modernlikte yerel ve
aktüel kimlikler yer almaz. Modernleşme paradigması,
milliyetçiliği modern devlet ve modern ekonomilerin
inşa süreçlerinin ürünü ya da taşıyıcısı olarak
basitleştirmektedir. Kimlik, modernleşmeyle
birlikte, bireyin yerel bağlardan kopması,
"öteki"nin farkına varması ve kendini ona göre
tanımlamasıyla birlikte sorun haline gelmeye
başlamıştır. Aydın'ın ifadesiyle, devletin kimliği
ile devleti oluşturan yurttaşların varsayımsal
kimliğinin örtüştüğü ulus-devletleşme sürecinde
milli kimlik sorun olmaktan çok uzaktı.
Ancak modernleşmeyle birlikte toplumlar başka
kültürlerle karşılaşmaya ve ilişki kurmaya
başlamıştır. Bu ilişkilerle birlikte yeni
kazanımlar milli kimlik olgusu üzerinde de etkili
olmuştur. Köseoğlu'nun; "Bu tür karşılaşmalar
arttıkça, toplum, başka kültürlerin varlığından
haberdar olmuş ve kıyasla düşünmeye yani kendini
dışarıdan kavramaya başlamıştır. Bu, kendi
kimliğinin/farklılığının farkına varmaktır."
ifadesi, milli kimlik olgusunun modernleşmeyle
birlikte başka bir boyut kazandığını
göstermektedir.
Globalleşmeyle birlikte hem insanların kendilerine
yükledikleri hem de başkaları tarafından onlara
yüklenen toplumsal kimlik kategorileri daha da
artmakta, bu durum bireyin tek bir kimliğe sahip
olmasının önüne geçmektedir. Globalleşme, böylece
hem niceliksel olarak kimlik kategorikrinin
artmasını sağlamakta, hem de artan iletişim ile
birlikte kültürler arası alış-verişin artması
kimlik olgusunun niteliğini değiştirmektedir.
Bahsedilen bu niteliksel değişme, kimlik kavramının
durumsal olarak (iletişim kurulan kültürün
özelliklerine ya da konuşulan bağlama göre
değişebilen) algılanmasına ve dinamik bir özellik
kazanmasına yol açmaktadır. Toplumsal yapının bu
yönde değişmesi ve birbirinden farklılıklar
gösteren birçok kimlikten oluşması, toplumun her
zaman korunmasını ve dengede kalmasını engellemekte
ve er geç siyasi, ekonomik, hukuki, etnik, dinsel
vs. kimlikler arasında çatışmalar yaşanmasına yol
açmaktadır.
Fransız Devrimimden sonraki süreçte, teritoryal ve
ulus anlayışı içinde vatandaşları birbirine
bağlayan, böylece bireyin diğer kimliklerini (etnik,
dinsel, sınıfsal) eriterek tüm bireyleri milli
kimlik alünda toplayarak birleştirici bir rol
oynayan ulus-devlet globalleşme ile birlikte bu
işlevini kaybetmeye başlamıştır. Bu anlamda ulusal
kimliğin işlevi, toplumda dayanışma duygusunu
sağlamasıdır. Milli kimliğin bu işlevini
kaybetmesiyle birlikte, bireyler bu duyguyu başka
kaynaklarda arayacaklar ve böylece kimlik
sorunsallaşacaktır. Toplumsal grupların dayanışma
duygusunun bozulmasından sorumlu tuttuğu "öteki'ni
düşman ilan etmesiyle toplum gruplar arasında
çatışmalara ve karışıklıklara sahne olacaktır.
Kazgan'ın ifadeleriyle, ulus-devletin işlevi,
yapıştırıcı gücü, aynı zamanda gelir bölüşümünü
düzeltme girişiminden, o sayede refahın düzeleceği
beklentisine giren farklı alt kimlikli kitlelerin
bütün içinde kalmasından kaynaklanır. Eğer hükümet
giderek bir de sosyal giderleri kısıp, gelir
bölüşümünü bozan politikalara zorlanıyorsa,
ulus-devletler
bu işlevleri yitirmiş demektir.85 Bu
durum ekonomik açıdan sorunlar yaşamaya başlayan
bireylerin globalleşmenin parçalayıcı etkisiyle
birlikte güvensizlik yaşamalarına ve bu duyguyu
yenebilmeleri için dayanak noktası (dayanışma
ideolojisi) olarak diğer kimliklerini öne
çıkarmalarına neden olmaktadır. Ulus-devlederin
sosyal devlet olma niteliğini yerine getirememesi
ve vatandaşların isteklerini karşılayamaması, sosyal
ve ekonomik nedenlerden ötürü İadelerin alt
kimliklere sarılmaları sonucunu doğurmaktadır.
Türkiye'de 1980'lerden sonra öne çıkan siyasal İslam
ve Kürt sorunu bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Gökdemir, globalleşmenin neden olduğu toplumsal,
ekonomik, kültürel ve siyasal sonuçları ele aldığı
makalesinde, bu sonuçlardan birinin dinsel alanın
yeniden güç kazanması olduğunu belirtirken çok
haklıdır. Böylesi durumlar özellikle çok etnili
devletler açısından daha büyük problemlere yol
açmaktadır. Devletin resmi ulusal kimliğini
benimsemek istemeyen gruplar ile devlet arasında
çatışmalara neden olan gerilimler devletin
meşruluğunu da etkilemektedir.
Bununla birlikte etnik çokluğa sahip toplumlarda,
devlet kurumlarının etnildeşmesi ve süren
gerilimlere devletin yanlı bir rol oynaması,
devletin etnik ayrımların ve çatışmaların
kışkırtıcısı olarak karşımıza çıkmasına yol
açmaktadır. Devletin kültürel gruplarla bu tür bir
ilişkiye girmesi, siyasal grupların yıpranmasına,
kalkınma öncülüğünde ve çatışmaları idare etmede
devletin kapasitesinin giderek azalmasına zemin
hazırlamaktadır. Buna benzer bir açıklama da
Sarıbay'dan gelmektedir. Ona göre, globalleşme
olgusunun getirdiği hete-rojenlik, yani daha önce
ulusa atfedilen özelliklerin, şimdi, mikro
topluluklara/cemaatlere atfedilmesi, devletin
hangi bölünmez topluluğa dayanacağı konusunda
bocalamalar yaşamasına sebep olmakta; bu da
ulus-devletin krize girmesinin nedenlerinden birini
oluşturmaktadır.88 Bu durumda
ulus-devletin yerine getirmesi gereken işlevlerden
birisi, vatandaşları dinsel ya da etnik kimliği ne
olursa olsun, olanaklar içinde diğer ülkelerin
saldırısına karşı güvenlik; içeride bireylerin,
toplumsal sınıfların ya da etnik-dinsel alt
grupların birbirleri karşısında hukuksal eşitlik,
adalet ve güvenliği sağlamasıdır.
Aslanoğlu, globalleşme sürecinin eş zamanlı olarak
iki kültür görüngüsü sunduğunu belirtir. Bunlardan
ilkine göre, tüm heterojen kültürler dünyayı
kaplayan tek hakim kültürün içinde erimektedir,
ikinci görüngü ise kültürlerin sıkışması ile
ilgilidir. Fakat kültürler hiçbir örgüdeyici prensip
olmaksızın yan yana akmaktadır.90 Bu
görüngülerden ilkiyle kastedilen, global ya da
evrensel kültür kavramıdır. Bu kavram Batı'nın
ekonomik yayılmasıyla birlikte, kültürün de tüm
dünyaya yayılmaya başlaması ve dünya çapında
kültürel homojenlik sağlamasını işaret etmektedir.
Global kültür, telekomünikasyonun gelişmesi ve
bilgi-haber akışının yoğunlaşmasıyla ilintilidir.
Robertson yerelin globalleşmesi, globalin
yerelleşmesi kavramsallaştırmasım, "küre-yerelleşm'e"
olarak adlandırmaktadır.
Globalleşme, içinde bazı çelişkiler yaşayan bir
süreçtir. Keyman'a göre, globalleşme ne yerel
kültürü ve bu yerel kültüre dayalı kimlik
tanımlarını tümüyle yıkıyor ne de farklılıkları
sorunsuzca bünyesine katıp "öteki"nin sonsuz
kabulünü müjdeliyor. Dolayısıyla, globalleşmeyle
birlikte içerisi ve dışarısı, kimlik ve fark,
birinci dünya ve ikinci dünya, benlik ve öteki
arasında çizilmiş zaman ve mekan ayrımına dayalı
sınırların yittiğini ve bunun sonucu global bir
toplum ve global bir kültürün ortaya çıktığını
söylemek zordur. Aslanoğlu'nun ifadesiyle, kültürel
globalleşme, görüntüler-semboller aracılığıyla
yaşanmaktadır. Bu doğrultuda yaşadıklarımız,
algıladıklarımız homojen bir global kültür içinde
gerçekleşmemektedir; etkili olan kültürel
globalleşmedir. Bunun anlamı da farklı kültürlerin
global olarak akmasıdır.
Bunun karşı kutbunda yer alan görüntü ise
globalleşmenin kültürü parçalayacağı ve
çok-kültürlülük eğilimine yol açacağıdır. Aydın'a
göre kimlik kavramının referansı, 19. yüzyılın
siyasi süreçlerinde belirlenmiş ulusal sınırlar
olmaktan çıkarak; cemaatlere, halklara, dil
gruplarına ya da tarihi hatıra ortaklıklarına hatta
cinsel gruplaşmalara, kurgusal ya da somut küçük
gruplara doğru boyutunu küçültmekte yani
çoğullaşmaktadır. Kültürde
standartlaşmaya dayanan ulus-devlet açısından
çok-kültürlülük ve heterojenlik istekleri milli
kimlikte sorunlar yaratmaktadır. Çünkü
ulus-devlet vatandaşına "yurttaşlık" şeklinde
homojen bir milli kimlik sunar. Ancak yeni oluşan
kimlik referansları çerçevesinde birey kimliğini
yeniden tanımlar ve inşa eder. Böylece
ulus-devletin rolü bu süreçte gevşemekte; bu sürece
direnen toplumlarda etnik çatışmalar kendisini
tayin edilmiş tek kültürlü sınırlar içinde farklı
olarak tanımlayan halkların özerklik ve bağımsızlık
mücadeleleri şeklinde veya Mikro-milliyetçilikler
biçiminde ortaya çıkmaktadır.
Sarıbay, globalleşmeyle birlikte "yerelliğin
yükselmesi" şeklinde sunulan olgunun, esasında
globalleşmeye karşı milliyetçiliğin marjinalleşmek
istememesinden doğan direnişi olduğunu belirtir.
Ona göre milliyetçiliği parçalayan globalleşme,
milliyetçilikleri de doğal olarak parçalamıştır.
Artık milliyetçiliğin nihai amacı paradoksal
olarak, ulus-devlet inşa etmek değildir. Bazen bir
etnik topluluğu, bazen bir kültürü, bazen bir din ve
bazen de bir medeniyeti meşrulaştırmaktır.
Oran, globalleşmeyle birlikte milliyetçiliğin
sonunun geldiği beklentisi yerine, milliyetçilik
hareketlerinin niteliksel olarak değişmekte olduğunu
ve niceliksel olarak da artış göstermeye
başladığını belirtmekte ve 1990 globalleşmesiyle
ortaya çıkan milliyetçilikleri üç kısma
ayırmaktadır: i) Bir kısım milliyetçilikler aslında
milliyetçi değildir. (Hırvatistan'ın Yugoslavya'dan
ayrılma isteği Avrupa Topluluğu'na girişini
kolaylaştıracağına inanmasıydı) Bir kısmı ise
anakronik (zamanını şaşırmış) milliyetçiliklerdir.
(Doğu Avrupa'nın komünizme geçmesi nedeniyle daha
önceden ortaya çıkması gereken ancak çıkamayan
milliyetçilikler gibi) Üçüncüsünü de azınlık
milliyetçilikleri oluşturmaktadır.
Yaşanan toplumsal değişikliklerin toplumsal
kurumların yapısı ve işlevleri açısından bazı
farklılıklara yol açtığı sosyolojik bir
gerçekliktir. Sanayileşme olgusu beraberinde
geleneksel aile yapısının yerini alan çekirdek aile
yapısını getirmiş ve sonuçta ailenin işlevleri
açısından da farklılıklara
neden olmuştur. Ancak ulus-devlet, kimlik
referansı olma özelliğini günümüzde hâlâ
korumaktadır.
Globalleşmenin toplumsal kurumları yeniden şekillendirdiğini ele
alan Giddens'a göre: "Dışarıdan baktığımızda her
yerden aynıymış gibi görünen ve aynı isimleri
taşıyan, ama içine girildiğinde çok farklı olduğu
anlaşılan kurumlar görürü^. Ulus, aile, çalışma,
gelenek ve doğa gibi kavramlardan sanki
geçmiştekinden farklı bir anlamla yüklü değillermiş
gibi söz etmeyi sürdürmekteyim" Giddens, bu
kurumlara "kabuk kurumlar" adını vermekte ve
bunların yerine getirilmesi için öngörülen işlevler
karşısında artık yetersiz kaldıklarını
düşünmektedir.
Globalleşmenin karmaşık ve çok boyutlu yapısı, doğuracağı sonuçlar
hakkında fikir birliğine varılmasına engel
oluşturmakla birlikte onun çelişkili yapısı da bu
duruma destek olmaktadır. Globalleşmenin
çelişkilerini ele alan Oran, globalleşmenin
Bati'nın tüm dünyaya yayılmasıyla homojenleşme
sağladığını, ancak diğer taraftan da etnik
çatışmalar veya farklı kültürlerin güçlenmesi gibi
farklılık ve bölünmelere kaynaklık ettiğini
belirtmektedir. Bunun yanında Batı, üstyapısında
bulunan insan ve azınlık haklarını getirmekle
birlikte, bu hakların antitezi olan güçlü iktidar
özlemlerini, hatta güçlü iktidarın kendisini
peşinden sürüklemektedir. Aynı zamanda bir yandan
yerel dilleri teşvik ederken, diğer yandan
ingilizce'yi bir dünya dili haline sokarak, yerel
dilleri fiilen öldürmektedir. Diğer yandan
globalleşme, ulusal devleti zayıflatmasına rağmen,
uluslararası sermayenin yatırımını koruması için bu
devletin en azından "polislik" işlevini
kuvvetlendirmeye devam etmektedir.
Yukarıda değinilen konular ışığında, globalleşme,
ulus-devletin tamamen tasfiyesine yol açmamakla
birlikte, Batı
dışındaki ulus-devlederin işlevleri açısından aşındırıcı
sonuçlara neden olmaktadır. Bu ya globalleşme ya da
ulus-devlet gibi pozitivist bir anlayışa yol
açmamalıdır. İki süreç birlikte yaşayabilme şansına
sahip olmakla birlikte, Bati'nın gelişmiş ülkeleri
açısından bu durum daha olası görünmektedir. Zaten
Batılı büyük devletlerin sermayelerini uluslararası
şirkederin hizmetine sunması ya da çok-uluslu
şirkederin merkezinin Batı'da olması bunu destekler
niteliktedir. Giddens globalleşmenin kısmen
Batılılaştırmak anlamına geldiğini ise şu
cümleleriyle ifade eder:
"Globalleşme elbette tarafsız bir şekilde gelişmiyor ve sonuçları
bakımından hayırlı bir olay değildir. Avrupa'nın ve
Kuzey Amerika'nın dışında yaşayan birçok insanın
gözünde, rahatsız edici derecede Batılılaştırma
(Belki şimdi tek süper güç, global düzende ekonomik,
kültürel ve askeri konumuyla sağladığı hakimiyetten
dolayı ABD olduğu için Amerikanlaşnrma da
diyebiliriz) damgasını taşımaktadır."
Bu noktada Camileri ve Falk'ın ifade ettiği, globalleşmenin
Batı-dışı dünyada yarattığı etkilere göz atmak
yerindedir:
a) Bireysel kimliklerin patlaması ve siyasallaşması,
b) Merkezi kurum ve yapıların etkisinin azalmasıyla yerel kurum
ve yapıların etkisinin/öneminin artmasının ihtiyaç
duyduğu yeni sosyal bağlara cevaben tüketim
siyasetinin hakim konum kazanması,
c) Bireyin davranış kalıbını global bir perspektif
ve kültürel duruma göre ayarlamasına yönelik dayatma
(evrensel kültür).
Globalleşmenin tehdidi altında bulunan ulus-devlet,
bu sorunlarla mücadele edebilmek için teknolojik
gelişmeleri yakından izleyerek ekonomik büyümesini
gerçekleştirmeli ve ekonomik istikrarı sağlamalıdır.
Kaybettiği sosyal kimliğini tekrar kazanması ancak
bu şekilde mümkün olacaktır. Ulus-devlet, Batı'nın
dayatmacı politikalarından ancak bu şekilde
kurtulabilir ve gelişmesini sağlayabilir. Bu
şartları yerine getirmesi, alt kimlikler arasında
denge sağlama ve onları bir arada tutma işlevini
tekrar kazanmasına neden olacaktır. Bunun
sağlanmasıyla da milli kimlik tekrar toplumdaki
dayanışmanın kaynağını oluşturacak ve alt
kimliklerin altında politize olması mümkün
olabilecektir.
|