Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Globalleşme ve Milli Kimlik 

Ulus-devletin kriz içinde bulunması veya aşınması sü­recinde milli kimlik hangi yönden sorunsallaştıracaktır? Bu soruya verilecek cevaplar doğrultusunda globalleşme sürecinde milli kimlik konusunu işlemek yerinde olacaktır. Bu soru geleneksel toplumdan modern topluma geçiş sürecinde milli kimlik olgusu ile daha önce de üzerinde durulan kimlik olgusunun kazandığı yeni anlamlar ele alınarak cevaplandırı­labilir. Geleneksel toplum, bireyi, gelenek, inanç sistemleri gibi yerel bağlarla tanımlamıştır. Oysa modernlikte yerel ve aktüel kimlikler yer almaz. Modernleşme paradigması, milli­yetçiliği modern devlet ve modern ekonomilerin inşa süreçle­rinin ürünü ya da taşıyıcısı olarak basitleştirmektedir. Kim­lik, modernleşmeyle birlikte, bireyin yerel bağlardan kopması, "öteki"nin farkına varması ve kendini ona göre tanımlama­sıyla birlikte sorun haline gelmeye başlamıştır. Aydın'ın ifade­siyle, devletin kimliği ile devleti oluşturan yurttaşların varsa­yımsal kimliğinin örtüştüğü ulus-devletleşme sürecinde milli kimlik sorun olmaktan çok uzaktı. 

Ancak modernleşmeyle birlikte toplumlar başka kül­türlerle karşılaşmaya ve ilişki kurmaya başlamıştır. Bu ilişki­lerle birlikte yeni kazanımlar milli kimlik olgusu üzerinde de etkili olmuştur. Köseoğlu'nun; "Bu tür karşılaşmalar arttıkça, toplum, başka kültürlerin varlığından haberdar olmuş ve kıyasla dü­şünmeye yani kendini dışarıdan kavramaya başlamıştır. Bu, kendi kimliğinin/farklılığının farkına varmaktır."  ifadesi, milli kimlik olgusunun modernleşmeyle birlikte başka bir boyut kazandı­ğını göstermektedir. 

Globalleşmeyle birlikte hem insanların kendilerine yük­ledikleri hem de başkaları tarafından onlara yüklenen toplumsal kimlik kategorileri daha da artmakta, bu durum bire­yin tek bir kimliğe sahip olmasının önüne geçmektedir. Glo­balleşme, böylece hem niceliksel olarak kimlik kategorikrinin artmasını sağlamakta, hem de artan iletişim ile birlikte kültür­ler arası alış-verişin artması kimlik olgusunun niteliğini değiş­tirmektedir. Bahsedilen bu niteliksel değişme, kimlik kavra­mının durumsal olarak (iletişim kurulan kültürün özelliklerine ya da konuşulan bağlama göre değişebilen) algılanmasına ve dinamik bir özellik kazanmasına yol açmaktadır. Toplumsal yapının bu yönde değişmesi ve birbirinden farklılıklar göste­ren birçok kimlikten oluşması, toplumun her zaman korun­masını ve dengede kalmasını engellemekte ve er geç siyasi, ekonomik, hukuki, etnik, dinsel vs. kimlikler arasında çatış­malar yaşanmasına yol açmaktadır. 

Fransız Devrimimden sonraki süreçte, teritoryal ve ulus anlayışı içinde vatandaşları birbirine bağlayan, böylece bireyin diğer kimliklerini (etnik, dinsel, sınıfsal) eriterek tüm bireyleri milli kimlik alünda toplayarak birleştirici bir rol oy­nayan ulus-devlet globalleşme ile birlikte bu işlevini kaybet­meye başlamıştır. Bu anlamda ulusal kimliğin işlevi, toplum­da dayanışma duygusunu sağlamasıdır. Milli kimliğin bu işle­vini kaybetmesiyle birlikte, bireyler bu duyguyu başka kay­naklarda arayacaklar ve böylece kimlik sorunsallaşacaktır. Toplumsal grupların dayanışma duygusunun bozulmasından sorumlu tuttuğu "öteki'ni düşman ilan etmesiyle toplum gruplar arasında çatışmalara ve karışıklıklara sahne olacaktır. 

Kazgan'ın ifadeleriyle, ulus-devletin işlevi, yapıştırıcı gücü, aynı zamanda gelir bölüşümünü düzeltme girişiminden, o sayede refahın düzeleceği beklentisine giren farklı alt kim­likli kitlelerin bütün içinde kalmasından kaynaklanır. Eğer hükümet giderek bir de sosyal giderleri kısıp, gelir bölüşümünü bozan politikalara zorlanıyorsa, ulus-devletler bu işlevleri yitirmiş demektir.85 Bu durum ekonomik açıdan sorunlar yaşamaya başlayan bireylerin globalleşmenin parçala­yıcı etkisiyle birlikte güvensizlik yaşamalarına ve bu duyguyu yenebilmeleri için dayanak noktası (dayanışma ideolojisi) ola­rak diğer kimliklerini öne çıkarmalarına neden olmaktadır. Ulus-devlederin sosyal devlet olma niteliğini yerine getireme­mesi ve vatandaşların isteklerini karşılayamaması, sosyal ve ekonomik nedenlerden ötürü İadelerin alt kimliklere sarılmala­rı sonucunu doğurmaktadır. Türkiye'de 1980'lerden sonra öne çıkan siyasal İslam ve Kürt sorunu bu bağlamda değerlendi­rilmelidir. Gökdemir, globalleşmenin neden olduğu toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal sonuçları ele aldığı makalesinde, bu sonuçlardan birinin dinsel alanın yeniden güç kazanması olduğunu belirtirken çok haklıdır. Böylesi durumlar özellikle çok etnili devletler açısından daha büyük problemlere yol aç­maktadır. Devletin resmi ulusal kimliğini benimsemek isteme­yen gruplar ile devlet arasında çatışmalara neden olan gerilim­ler devletin meşruluğunu da etkilemektedir. 

Bununla birlikte etnik çokluğa sahip toplumlarda, dev­let kurumlarının etnildeşmesi ve süren gerilimlere devletin yanlı bir rol oynaması, devletin etnik ayrımların ve çatışmala­rın kışkırtıcısı olarak karşımıza çıkmasına yol açmaktadır. Devletin kültürel gruplarla bu tür bir ilişkiye girmesi, siyasal grupların yıpranmasına, kalkınma öncülüğünde ve çatışmaları idare etmede devletin kapasitesinin giderek azalmasına zemin hazırlamaktadır. Buna benzer bir açıklama da Sarıbay'dan gelmektedir. Ona göre, globalleşme olgusunun getirdiği hete-rojenlik, yani daha önce ulusa atfedilen özelliklerin, şimdi, mikro  topluluklara/cemaatlere  atfedilmesi,  devletin  hangi bölünmez topluluğa dayanacağı konusunda bocalamalar ya­şamasına sebep olmakta; bu da ulus-devletin krize girmesinin nedenlerinden birini oluşturmaktadır.88 Bu durumda ulus-devletin yerine getirmesi gereken işlevlerden birisi, vatandaş­ları dinsel ya da etnik kimliği ne olursa olsun, olanaklar içinde diğer ülkelerin saldırısına karşı güvenlik; içeride bireylerin, toplumsal sınıfların ya da etnik-dinsel alt grupların birbirleri karşısında hukuksal eşitlik, adalet ve güvenliği sağlamasıdır. 

Aslanoğlu, globalleşme sürecinin eş zamanlı olarak iki kültür görüngüsü sunduğunu belirtir. Bunlardan ilkine göre, tüm heterojen kültürler dünyayı kaplayan tek hakim kültürün içinde erimektedir, ikinci görüngü ise kültürlerin sıkışması ile ilgilidir. Fakat kültürler hiçbir örgüdeyici prensip olmaksızın yan yana akmaktadır.90 Bu görüngülerden ilkiyle kastedilen, global ya da evrensel kültür kavramıdır. Bu kavram Batı'nın ekonomik yayılmasıyla birlikte, kültürün de tüm dünyaya yayılmaya başlaması ve dünya çapında kültürel homojenlik sağlamasını işaret etmektedir. Global kültür, telekomünikas­yonun gelişmesi ve bilgi-haber akışının yoğunlaşmasıyla ilinti­lidir. Robertson yerelin globalleşmesi, globalin yerelleşmesi kavramsallaştırmasım, "küre-yerelleşm'e" olarak adlandırmak­tadır. 

Globalleşme, içinde bazı çelişkiler yaşayan bir süreçtir. Keyman'a göre, globalleşme ne yerel kültürü ve bu yerel kültü­re dayalı kimlik tanımlarını tümüyle yıkıyor ne de farklılıkları sorunsuzca bünyesine katıp "öteki"nin sonsuz kabulünü müjdeliyor. Dolayısıyla, globalleşmeyle birlikte içerisi ve dışarı­sı, kimlik ve fark, birinci dünya ve ikinci dünya, benlik ve öteki arasında çizilmiş zaman ve mekan ayrımına dayalı sınırların yittiğini ve bunun sonucu global bir toplum ve global bir kül­türün ortaya çıktığını söylemek zordur. Aslanoğlu'nun ifade­siyle, kültürel globalleşme, görüntüler-semboller aracılığıyla yaşanmaktadır. Bu doğrultuda yaşadıklarımız, algıladıklarımız homojen bir global kültür içinde gerçekleşmemektedir; etkili olan kültürel globalleşmedir. Bunun anlamı da farklı kültürle­rin global olarak akmasıdır. 

Bunun karşı kutbunda yer alan görüntü ise globalleşme­nin kültürü parçalayacağı ve çok-kültürlülük eğilimine yol aça­cağıdır. Aydın'a göre kimlik kavramının referansı, 19. yüzyılın siyasi süreçlerinde belirlenmiş ulusal sınırlar olmaktan çıkarak; cemaatlere, halklara, dil gruplarına ya da tarihi hatıra ortaklık­larına hatta cinsel gruplaşmalara, kurgusal ya da somut küçük gruplara doğru boyutunu küçültmekte yani çoğullaşmaktadır. Kültürde standartlaşmaya dayanan ulus-devlet açısından çok-kültürlülük ve heterojenlik istekleri milli kimlikte sorunlar yaratmaktadır.   Çünkü   ulus-devlet  vatandaşına   "yurttaşlık" şeklinde homojen bir milli kimlik sunar. Ancak yeni oluşan kimlik referansları çerçevesinde birey kimliğini yeniden tanım­lar ve inşa eder. Böylece ulus-devletin rolü bu süreçte gevşe­mekte; bu sürece direnen toplumlarda etnik çatışmalar kendi­sini tayin edilmiş tek kültürlü sınırlar içinde farklı olarak tanım­layan halkların özerklik ve bağımsızlık mücadeleleri şeklinde veya Mikro-milliyetçilikler biçiminde ortaya çıkmaktadır. 

Sarıbay, globalleşmeyle birlikte "yerelliğin yükselmesi" şeklinde sunulan olgunun, esasında globalleşmeye karşı milli­yetçiliğin marjinalleşmek istememesinden doğan direnişi ol­duğunu belirtir. Ona göre milliyetçiliği parçalayan globalleş­me, milliyetçilikleri de doğal olarak parçalamıştır. Artık milli­yetçiliğin nihai amacı paradoksal olarak, ulus-devlet inşa et­mek değildir. Bazen bir etnik topluluğu, bazen bir kültürü, bazen bir din ve bazen de bir medeniyeti meşrulaştırmaktır. 

Oran, globalleşmeyle birlikte milliyetçiliğin sonunun geldiği beklentisi yerine, milliyetçilik hareketlerinin niteliksel olarak değişmekte olduğunu ve niceliksel olarak da artış gös­termeye başladığını belirtmekte ve 1990 globalleşmesiyle ortaya çıkan milliyetçilikleri üç kısma ayırmaktadır: i) Bir kı­sım milliyetçilikler aslında milliyetçi değildir. (Hırvatistan'ın Yugoslavya'dan ayrılma isteği Avrupa Topluluğu'na girişini kolaylaştıracağına inanmasıydı) Bir kısmı ise anakronik (zamanını şaşırmış) milliyetçiliklerdir. (Doğu Avrupa'nın komünizme geçmesi nedeniyle daha önceden ortaya çıkması gereken ancak çıkamayan milliyetçilikler gibi) Üçüncüsü­nü de azınlık milliyetçilikleri oluşturmaktadır. 

Yaşanan toplumsal değişikliklerin toplumsal kurumla­rın yapısı ve işlevleri açısından bazı farklılıklara yol açtığı sosyolojik bir gerçekliktir. Sanayileşme olgusu beraberinde geleneksel aile yapısının yerini alan çekirdek aile yapısını ge­tirmiş ve sonuçta ailenin işlevleri açısından da farklılıklara neden olmuştur. Ancak ulus-devlet, kimlik referansı olma özelliğini günümüzde hâlâ korumaktadır.

Globalleşmenin toplumsal kurumları yeniden şekillen­dirdiğini ele alan Giddens'a göre: "Dışarıdan baktığımızda her yerden aynıymış gibi görünen ve aynı isimleri taşıyan, ama içine girildi­ğinde çok farklı olduğu anlaşılan kurumlar görürü^. Ulus, aile, çalış­ma, gelenek ve doğa gibi kavramlardan sanki geçmiştekinden farklı bir anlamla yüklü değillermiş gibi söz  etmeyi sürdürmekteyim" Giddens, bu kurumlara "kabuk kurumlar" adını vermekte ve bunların yerine getirilmesi için öngörülen işlevler karşısında artık yetersiz kaldıklarını düşünmektedir. 

Globalleşmenin karmaşık ve çok boyutlu yapısı, doğu­racağı sonuçlar hakkında fikir birliğine varılmasına engel oluşturmakla birlikte onun çelişkili yapısı da bu duruma destek olmaktadır. Globalleşmenin çelişkilerini ele alan Oran, glo­balleşmenin Bati'nın tüm dünyaya yayılmasıyla homojenleş­me sağladığını, ancak diğer taraftan da etnik çatışmalar veya farklı kültürlerin güçlenmesi gibi  farklılık ve  bölünmelere kaynaklık ettiğini belirtmektedir. Bunun yanında Batı, üst­yapısında bulunan insan ve azınlık haklarını getirmekle birlik­te, bu hakların antitezi olan güçlü iktidar özlemlerini, hatta güçlü iktidarın   kendisini peşinden  sürüklemektedir.  Aynı zamanda bir yandan yerel dilleri teşvik ederken, diğer yandan ingilizce'yi bir dünya dili haline sokarak, yerel dilleri fiilen öldürmektedir. Diğer yandan globalleşme, ulusal devleti za­yıflatmasına rağmen, uluslararası sermayenin yatırımını ko­ruması için bu devletin en azından "polislik" işlevini kuvvet­lendirmeye devam etmektedir.

Yukarıda değinilen konular ışığında, globalleşme, ulus-devletin tamamen tasfiyesine yol açmamakla birlikte, Batı dışındaki ulus-devlederin işlevleri açısından aşındırıcı sonuç­lara neden olmaktadır. Bu ya globalleşme ya da ulus-devlet gibi pozitivist bir anlayışa yol açmamalıdır. İki süreç birlikte yaşayabilme şansına sahip olmakla birlikte, Bati'nın gelişmiş ülkeleri açısından bu durum daha olası görünmektedir. Zaten Batılı büyük devletlerin sermayelerini uluslararası şirkederin hizmetine sunması ya da çok-uluslu şirkederin merkezinin Batı'da olması bunu destekler niteliktedir. Giddens global­leşmenin kısmen Batılılaştırmak anlamına geldiğini ise şu cümleleriyle ifade eder: 

"Globalleşme elbette tarafsız bir şekilde gelişmiyor ve sonuçları bakımından hayırlı bir olay değildir. Avrupa'nın ve Kuzey Amerika'nın dışında yaşayan birçok insanın gözünde, rahatsız edici de­recede Batılılaştırma (Belki şimdi tek süper güç, global düzende ekonomik, kültürel ve askeri ko­numuyla sağladığı hakimiyetten dolayı ABD olduğu için Amerikanlaşnrma da diyebiliriz) damgasını ta­şımaktadır."

Bu noktada Camileri ve Falk'ın ifade ettiği, globalleş­menin Batı-dışı dünyada yarattığı etkilere göz atmak yerinde­dir: 

a)   Bireysel kimliklerin patlaması ve siyasallaşması,

b)  Merkezi kurum ve yapıların etkisinin azalmasıyla ye­rel kurum ve yapıların etkisinin/öneminin artması­nın ihtiyaç duyduğu yeni sosyal bağlara cevaben tü­ketim siyasetinin hakim konum kazanması,

c)   Bireyin davranış kalıbını global bir perspektif ve kültürel duruma göre ayarlamasına yönelik dayatma (evrensel kültür). 

Globalleşmenin tehdidi altında bulunan ulus-devlet, bu sorunlarla mücadele  edebilmek için  teknolojik gelişmeleri yakından izleyerek ekonomik büyümesini gerçekleştirmeli ve ekonomik istikrarı sağlamalıdır. Kaybettiği sosyal kimliğini tekrar kazanması ancak bu şekilde mümkün olacaktır. Ulus-devlet, Batı'nın dayatmacı politikalarından ancak bu şekilde kurtulabilir ve gelişmesini sağlayabilir. Bu şartları yerine ge­tirmesi, alt kimlikler arasında denge sağlama ve onları bir arada tutma işlevini tekrar kazanmasına neden olacaktır. Bu­nun sağlanmasıyla da milli kimlik tekrar toplumdaki daya­nışmanın kaynağını  oluşturacak ve alt kimliklerin  altında politize olması mümkün olabilecektir. 

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005