Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Globalleşmenin Ulus-Devlet Üzerindeki Etkileri 

Ulus-devlet, zaman içinde farklı bir ulus-devletin sınırı veya başka bir ulus-devletin sınırına bitişik olarak neredeyse dünyanın her yerinde yerleşik hale gelmekle birlikte; tüm biçimleri de aynı olmamıştır. Mevcut ulus-devletler egemen üretim biçimleri ve ait oldukları toplumsal kuruluş Ö2ellikleri nedeniyle birbirinden farklıdır. Bu nedenle her ulus-devletin üsdendiği görevler, oturttuğu sistem, uluslararası arenadaki rolü farklılık gösterir. Herhangi bir toplumsal nesnenin doğa­sı onu oluşturan rol ve yapıların devinimine bağlıdır. Bir top­lumsal nesnenin doğasını tanımlayan şey, onun "yaptığı iş", "yerine getirdiği görev", "oynadığı rol"; kısaca onun işlevidir. Devlet eyleminin tümü siyasettir. Siyaset ise belli bir üretim biçiminin varlığı ve gelişimi için gerekli olan koşulları top­lumsal çapta sağlama uğraşıdır. 

Devletin en temel üç işlevi vardır: İlki, üretim güçlerini korumak ve geliştirmek için üretim sürecinde kullanılacak kaynaklan sağlamak üzere savaş vermektir. Buradaki savaşım doğaya karşıdır. İkinci üstlenilen görev, üretim ilişkisini ko­rumaktır. Bu sınırlar arası bir paylaşım olup, egemen sınıfın payını artırmak, sömürülen sınıfın payını azaltmaktır. Üçüncü olarak da iki temel işlevi yerine getirebilmesi için devletin güçlü olması, kendi çıkarlarını koruması gereklidir. Bu durum ise, devletin toplumun üstünde yer almasıdır.21 Bununla bir­likte, gerçek yaşamda devletin görevi yalnızca bu üç temel işlevle sınırlı kalmamaktadır. Gerçekte devlet, siyasal sistem ve rejimlerle çevrili, çeşitli görevliler tarafından harekete geçi­rilen, bir dizi teknik ve başka işlev gören yapılar bütünüdür. Devlet üsdendiği görevleri yerine getirebilmek için toplum yaşamının her alanına girmiştir. Devlet üretim uğraşına, top­lumsal işlerin yönetimine, uyuşmazlıkların çözümüne, sa­vunmanın örgüdenmesine, toplumsal davranış kurallannın tanımlanmasına, kendi kararları dahil bu kararların uygulanmasına, ideolojik konulara vs. kanşmakta ve bu kadar çeşitli uğraşılan için iktisadi, örgütsel, hukuki, askeri, ideolojik araç-lan da kullanmaktadır. Tarih boyunca devleder, liberal sis­temden kontrollü sisteme kadar ekonomide farklı yaklaşımlar sergilemişlerdir. Oysa, globalleşme süreci ile ulus-deylet, söy­lediklerini yerine getiremeyen ve ekonomik alandan kendini çeken ve çekmesi de istenen bir görünüm sergilemektedir. Bozkurt'un ifadesiyle geleneksel olarak devlet; 

Kamu hizmetlerini sağlar ve değerli kamu mallarını korumak için bir yapı oluşturarak bu yapıyı yönetir, 

Kamu hizmederini düzenler,

Endüstrilerin gelişmesini destekler ve gerekli alt ya­pıyı kurar,

Ulusal savunma sistemini kurar,

Ulusal kültür ve ideolojiyi kurar,

Kolektif işbirliğini sağlar,

Sosyal düzeni sağlar,

Ekonomik faaliyetleri düzenler,

İşleyecek pazar yapısını oluşturur,

Hukuk ve düzeni sağlar.

Devletin bu işlevleri, globalleşme süreciyle birlikte bir­takım değişikliklere uğramıştır. Bunlar, daha önce de ifade edildiği gibi bakış ve algılayış tarzına göre olumlu veya olum­suz yorumlanmaktadır. 

Globalleşme/Ulus-Devlet İlişkisinde Olumlu ve Olumsuz Yaklaşımlar 

Globalleşme sürecine olumsuz yaklaşanlar değerlen­dirildiğinde, globalleşmenin itici güçleri ile ulus-devleti aşın­dıran nedenlerin aynı olduğu gözlenir. Globalleşme sürecinin genişlemesi ve gelişmesi ile ulus-devletin aşınması arasında ters orantının olduğu söylenebilir. Ulus-devletin egemenlik alanı ve özellikle ekonomik alandaki işlevleri ne kadar sınır-landırılırsa globalleşme sürecinin genişlemesi/gelişmesi o derece hızlı olacaktır. Bu yaklaşım ulus-devletin aşınmasını, teknolojideki gelişmeler ve sermaye birikim mantığı olmak üzere başlıca iki nedene dayandırmaktadır. Bu iki nedeni birbirinden bağımsız olarak değerlendirmek zor gibi gözük­mektedir; çünkü bu nedenler birbirlerini beslemektedir. (Ulus Devleti) 

Bu yaklaşıma göre teknolojideki gelişmeler globalleşme sürecinde çok önemli bir araçtır. Nedeni sermaye birikim mantığına hizmet etmesidir. Büyük sermayenin kârının maksimizasyonunda önemli işlevler üstlenirler ve bu doğrul­tuda teknoloji sermayenin dünya ölçeğinde genişlemesinde bir araç haline gelir. Teknoloji, sermaye birikim mantığı doğ­rultusunda global ölçekte sermayenin serbest dolaşımı için gerekli zemini hazırlar. Bunu farklı birkaç strateji izleyerek gerçekleştirir. Amacı da sermayenin genişlemesinde/geliş­mesinde önemli bir engel olarak görülen ulus-devletin ege­menlik alanının hem ulusal hem de uluslararası ölçekte da­raltmaktır. Özellikle iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki ge­lişmeler sermayenin global ölçekte hareket kabiliyetini artır­mıştır. Bu durum ise çok uluslu şirketlerin ve büyük serma­yenin -büyük sermayeyi elinde tutan merkez ülkelerdir- daha kârlı alanlara sızmasını kolaylaştırmıştır. Burada kârlı alanlar­dan kasıt ucuz emek, düşük vergi ve doğal kaynakları koruma hakkının zayıf olduğu alanlardır. İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler, özellikle merkez şirketlerin birbirlerinin pazarlarına yatırım yapmalarına olanak vermektedir. Bu un­surlar teknolojinin sağladığı avantajlar ile birleştiğinde maliye­tin düşmesine neden olarak kân artırır. Bu aynı zamanda teknolojinin sermaye birikimine hizmet eden ilk katkısıdır.23 -

Büyük sermayenin kâr maksimizasyonuna hizmet eden teknolojinin diğer bir işlevi de tekel gücü oluşturma işlevidir. Bu aynı zamanda çevre ülkelerin merkeze bağımlılığını güç­lendirme amacına hizmet eder. Böylelikle büyük sermaye kârını artırabilecek ve kendisini de besleyecek bir alan bul­muş olur. Çevre ülkeleri yeni teknolojileri yaratacak ve geliş­tirebilecek teknik bilgi ve donanıma, finans gücüne sahip olmadığı için teknolojiyi geliştirme işlevi merkezin tekeline geçmiştir. Merkez aynı zamanda bu tekel gücünü birtakım yasal düzenlemelerle güçlendirmeye çalışmaktadır. Böylece teknoloji merkezin elinde önemli bir rant aracına dönüşmüş­tür. 

Ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler, ulus-devletin meşruluğunun ve egemenliğinin önemli bir dayanağı olan "sınır" kavramının anlamım da değiştirmektedir. Bu, tekno­lojinin ulus-devleti aşındıran nedenlerinden bir diğeridir. Çünkü ulus-devletler belirlenmiş bir sınır üzerinden hareketle egemenlik ve meşruluk iddiasındadır. Dünya hâlâ siyasi açı­dan sınırlan belirli uluş-devletlere bölünmüştür. Fiili açıdan ise ulus-devletlerin harita üzerinde gösterilen sınırlan, bilişim teknolojisi yolu ile bilgi ve sermayenin devletin denetleyeme-yeceği ölçüdeki hızlı geçişleriyle hükümsüz kalmıştır. Ordu, gümrük duvarlan, hatta ulusal istihbarat servisleri dahi, sınır­ları korumakta etkisiz hale gelmiştir. Ulusal sınırlann, bir ulusu "ötekileştirdiği" yabancılardan, düşmanlardan koruyan işlevi ortadan kalkmıştır. Gerçi tek bir ekonomik sistemin uygulandığı, benzer kültüre sahip insanların yaşadığı bir dün­yada "öteki"ler de kalmamıştır. Ulusal sınırlar artık tarihin belli bir döneminde inşa edilen ulus-devletlerin kuruluş mit­lerini yaşatan sembollere dönüşmüştür. Sanbay'a göre, glo­balleşme süreci içerisinde ulus-devletlerin sınırlarının anlamı yanında, hem "ulus" hem de "devlet" unsurları da dönüşüme uğramıştır. Globalleşme, ulus-devletin dayandığı politik top­luluğun hem sosyolojik mahiyetini hem de topluluğun meşru kıldığı egemenliği (politik iktidarı) dönüştürerek ulus ve dev­leti krize maruz bırakmıştır.25 Sınır kavramının anlamını de­ğiştiren birinci etken ulaşım teknolojilerindeki gelişme ise, diğeri de iletişim teknolojisindeki gelişmedir. Burada amaç, ulus-devletin egemen gücünü aşındırarak, büyük sermaye için global ölçekli bir pazarın oluşturulmasıdır. 

İletişim teknolojilerindeki gelişmeler ulus-devletin temsil işlevini aşındırmaktadır. Ulus-devlet, temsil işlevini egemenliği altındaki homojen bir topluluğun sözcülüğünden akr. Dolayısıyla bu homojenlik esası ulus-devletin egemenliği ve meşruluğu da önemli bir araçtır. Ancak iletişim teknoloji­lerindeki gelişmeler (özellikle bilgisayar teknolojisi ve internet kullanımının dünya ölçeğinde yaygınlaşması) devletin bilgide ve iletişimde tekelini ortadan kaldırmaktadır.27 Bu durum, homojen olarak kurgulanan ve benimsenen topluluğun bir­birleri ile iletişime ve etkileşime girmesini kolaylaştıracak heteroj enliğin ve farklılığın bilincine varılmasına neden ola­caktır. Bu da homojenliğe ve dolayısıyla ulus-devlet ve onun egemenliğine zarar verecektir. Böylelikle sınır kavramının biçim ve içeriğinde önemli farklılaşmalar olmuştur. 

Ulus-devletin, sınırları belirli bir toprak parçası üzerin­de ulus olarak adlandırılan insan topluluğu tarafından oluştu­rulmuş, şiddet araçları tekeline sahip en üstün otorite biçi­mindeki klasik tanımı hatırlandığında, 20. yüzyılın son otuz yıllık diliminde, devletin globalleşme sürecinde ortaya çıkan yeni iktidar birimleri ile etkileşimi sonucunda bu klasik ta­nımdan uzaklaşmaya başladığı görülür. Ulus-devletin halk, ülke ve en üst otorite biçimindeki üç unsuru, Bauman'ın ifadesi ile "egemenliğin üç sacayağı" onanlmaz bir biçimde kırılmıştır. (Bauman Küreselleşme) 

Günümüzde sınır kavramı tek bir grup için hâlâ anla­mını korumaktadır: Vasıfsız emek ve yerel olan için. Yerel-lik" başlığı alanda ayrıntılı şekilde tartışılan bu olgu, bazen vasıfsız emeğe, bazen de ulus-devletin sınırlarına sıkışmış küçük sermayeye atıfta bulunmaktadır. Teknolojinin burada büyük sermaye için diğer bir stratejik işlevi ortaya çıkmakta­dır. Teknolojik gelişmeler emek ile emeğin mekansal örgüt­lenmesi arasındaki bağını koparmaktadır. Emek-mekan ilişki­si değişmektedir. Bu durum "üretim"in mekansal örgütlen­mesini de farklık olmuştur. Teknolojik gelişme ve değişmeler "iş"in ve "emek"in dolayısıyla "üretim"in teknolojiye olan bağını güçlendirmiştir. 

Olumsuz yaklaşımın temsilcilerinin savunduğu, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki inanılmaz gelişmelerin itici gü­cüyle sermayenin global ölçekte hareket kabiliyetinin artma­sına karşılık, özellikle vasıfsız emeğin yerel ölçeğe hapsedil­mesi, buna rağmen vasıflı emeğin global ölçekte dolaşımının özendirilmesi en başta emek gücünün parçalanmasına neden olmuştur. Böylelikle emeğin kolaylıkla sermayenin denetimi­ne gireceği savı, olumlu yaklaşımın temsilcileri tarafından eleştirilmektedir. Olumlu yaklaşımın temsilcilerine göre, glo­balleşme süreci ile global ölçekte teknolojik gelişmelerin im­kanları doğrultusunda hareket yeteneğinin artması, emek açısından olumsuz sonuçlar doğurmamaktadır. Hareket yete­neğinin global ölçekte artması emek açısından sınıf bilincini ve dayanışmanın parçalanması sonucunu ortaya çıkarmaz; aksine global ölçekte emek gücünün buluşmasına imkan ta­nır. Bu, sınıf bilincinin gelişmesini kolaylaştırır ve emek gücü arasında dayanışmayı güçlendirir. Hareket yeteneğinin global ölçekte artış göstermesi, aynı zamanda global ölçekte göç hareketlerini özendirmektedir. Olumlu yaklaşımın temsilcile­rine göre globalleşme süreci emek aleyhine bir gelişme değil­dir. Özelde az gelişmiş ülkelerin ihtiyaç duyduğu vasıflı işgü­cünün geliştirilmesinde önemli bir göreve sahiptir. İşgücü­nün, globalleşme süreci içerisinde eğitimi ile nitelikli hale getirilmesi, az gelişmiş ülkelerin gelişmesinde önemli bir et­ken olacaktır. Globalleşme süreci çevre ülkelerin vasıfsız emek gücünü olumsuz yönde etkilememekte aksine onun gelişmesi ve eğitimi için uygun koşulları yaratarak çevre ülke­lerin emek gücünün niteliğinin artmasına katkıda bulunmak­tadır. 

Globalleşme sürecinde emeğin konumu, ulus-devlet tartışmaları içerisinde özellikle olumsuz yaklaşımların konuya bakışını şekillendiren önemli bir unsurdur. Olumsuz yakla­şımların, globalleşme/ulus-devlet/yerellik ilişkisinde "emek", merkezi öneme sahiptir. Bu yaklaşımlar arasında kimileri, globalleşme süreci içerisinde emeğin niteliğinde ve niceliğin­de gözlenen değişmeleri, bu süreç içerisinde benimsenen neo-liberal politikalar doğrultusunda, sermayenin global öl­çekte hareketinin serbesdeşmesi ve dolayısıyla ulus-devletin yine global ölçekte aşınmaya başlaması neticesinde, emeğin bu gelişmelerden etkilenmesi bağlamında ele almaktadır. Böylelikle, emeğin globalleşme sürecinde değişen konumunu analiz etmede hareket noktası; ulus-devletin aşınması, yetki ve sorumluluklanndaki dönüşümün emeğe yansımasıdır. Devam eden süreçte ulus-devletin aşınması, emeğin aleyhine -olan bir gelişmedir. Boratav'ın ifadesiyle, ulus-devletin aşın­ması öncelikle emeğin sorunudur ve öncelikle emeğin gün­demini teşkil etmektedir.30 Globalleşme süreciyle birlikte nitelikli işgücü, sermaye tarafından arzu edilir hale gelmiştir. Buna paralel olarak Özelde mikro-elektronikte, genelde tek­nolojide yaşanan gelişmeler ve bu gelişmelerin üretim süre­cinde etkin kullanımı, bu yöndeki değişimleri ve gelişmeleri takip eden, bunları geliştirecek bilgi ve beceri donanımına sahip üretim sürecinde kullanabilen, tasarım konusunda ye­terli nitelikteki işgücü, üretim sürecinin önemli bir bileşimi haline gelmiştir. Bu özelliklere sahip vasıflı işgücüne global ölçekte talep artmış, global ölçekte dolaşım özendirilmiştir. 

Değişen bu üretim tarzının önemli bileşenlerinden biri olan taşeronlaşma eğilimi veya fason üretim doğrultusunda emek, yoğun teknolojileri -ki bu emek yoğun üretimin büyük ölçüde vasıfsız iş gücüne dayalı olması nedeniyle- kullanan sanayi kollarının, emeğin özellikle vasıfsız emeğin ucuz ve örgütsüz olduğu azgelişmiş üçüncü dünyaya kaydınlmasıyla beraber; vasıfsız emeğin ulusal sınırlar içerisinde tutulması özelde sermayenin, genelde merkez ülkelerinin kârlılık arayış­larında önemli bir strateji ve politika haline gelmiştir. Bu politika ve stratejilerin geliştirilmesindeki amaç, üretim mali­yetlerinin düşürülmesidir. Vasıfsız emeğin ulusal sınırlar içe­risinde tutulmasında başlıca rol ise ulus-devletlerindir. 

Olumsuz olarak nitelendirilen yaklaşımların, global­leşme sürecine mesafeli durmalarında veya sürecin karşısında yer almalarında emeğin konumu önemli bir kriterdir. Global­leşme tartışmalarmın içerisinde yer alan emek, ulus-devletin konumuyla ilgili yapılan tartışmaların türevlerinden sayılabi­lecek ya da başka bir ifadeyle ulus-devlet/globalleşme üze­rinden yapılan tartışmalarda ortaya çıkan yerellik olgusu için­de de önemli bir yer tutmaktadır. Emek, "yerel"in tanımlan­masında kullanılan önemli bir kavramdır. Yerelin gönderme­lerde bulunduğu kavramlardan biri de emektir. Şengül'ün ifadesiyle, bugün yerelin bir özgünlüğü varsa, bu büyük ölçü­de emek pazarını tanımlayan bir birim olmasından kaynak­lanmaktadır. 

Yukarıda açıklanan teknolojik nedenlerle iç içe geçmiş ve olumsuz yaklaşımların ele aldığı etkenlerden ulus-devletin aşınmasında rol oynayan diğer bir neden sermaye birikim mantığıdır. Sermaye birikim manüğı, teknolojiyi önemli bir araç olarak geliştirmekte ve etkili bir şekilde kullanmaktadır. Teknolojik nedenin açıklanmasında büyük sermayenin ulus-devletin aşınmasındaki çıkarı net bir biçimde açıklanmıştır. Teknolojinin globalleşme sürecinde üsdendiği bütün işlevleri aynı zamanda sermaye birikim mantığına hizmet eder; çünkü bu işlevler ulus-devletin aşınmasına neden olur. Böylelikle teknoloji, böylesine bir amacın gerçekleşmesinde büyük ser­mayenin elinde önemli bir araca dönüşür. Büyük sermayenin kâr maksimizasyonuna teknoloji kadar çok-uluslu şirkeder ve ulus-üstü resmi yapılar da (Dünya Bankası, IMF, DTÖ vb.) etkin bir şekilde aracılık eder. Bu noktada olumlu ve olumsuz yaklaşımlar arasında önemli bir farklılık ortaya çıkar; olumlu­lara göre çok-uluslu şirkeder globalleşmenin bir göstergesidir ve onun temel aktörleridir. Çok-uluslu şirkederin ortaya çık­ması ile ulus-devletin aşılması sağlanmıştır. Olumsuz yakla­şımlar ise doğal olarak bu görüşe karşı çıkmakta ve çok­uluslu şirkederin hâlâ ulusal tabanlarına bağlı kaldıklarım savunmaktadır.32 Ayrıca bunların ulus-devletin korumasına ihtiyacı vardır. Bu yaklaşımın temsilcileri çok-uluslu şirketle­rin ulus-devletin yerine geçen temel aktörler olarak kabul etmezler. Çok-uluslu şirkeder sadece büyük sermayeye hiz­met eden araçlardır.

Bütün bu amaçlar, 1945'ten itibaren benimsenen Keynesçi iktisat politikalarının etkisiyle devletin, özellikle ekonomik alanda artan işlev ve sorumluluklar doğrultusunda korunan ulusal pazar, emeğin maüyetinin yüksekliği ile düşen kâr hadlerinin yükseltilmesi için geliştirilmiş araçlardır. Düşen kâr hadleri ile büyük sermaye global ölçekte, globalleşme baskısı yaratmıştır. Bu süreç, Kazgan tarafından "kapitalizmin sağlıklı yaşaması birikim ve büyümenin sürmesine bu da kâr haddinin yüksekliğine bağlıdır" biçiminde dile getirilmektedir. Şengül, ise bu süreci, şu şekilde ifade eder: 

"Sermaye birikim süreçleri ve teknolojide or­taya çıkan, buna koşut olarak daha önce kendisini kısmen ulusal ölçekte belirleyen sermayenin bu sı-nırlann ötesine taşıma özelliği giderek ağırlık ka­zanmıştır. Bir başka anlatımla geçmişte yerel ölçe­ğin dar geldiği sermaye birikim süreçleri için bugün ulus-devlet ölçeği de geçmiştekinden çok daha fazla dar gelmeye başlamış bulunuyor. Bu tür bir eğilim ulus-devletin aşınma sürecinin arkasındaki temel neden haline gelmiş bulunmaktadır." (Ulus Devlet Pdf) 

Ulus-devlet sınırlan içinde kân azalış gösteren sermaye, kendisine global ölçekte kârlı alanlar bulma arayışına girmiş­tir. Teknolojik gelişmeler de bu yöndeki eğilimi kolaylaştır­mış, sermayenin hareket hızını artırmıştır. Bu hareketin ö-nündeki tek engel olan ulus-devlet değişik stratejilerle serma­ye birikim mantığı doğrultusunda zayıflaülmaktadır. Çevre globalleşme sürecinde bu mantık gereğince dezavantajlı olan taraftır. Bu konu bağlamında, Jan Nederween Pieterse'nin globalleşme yaklaşımı şöyledir:

"Globalleşme ülkelerarasında ve bölgelerara-sında eşitsizdir, ülkelerdeki bölgeler içinde eşitsiz­dir ve bölgelerdeki kategoriler arasında eşitsizdir... İleri ekonomiler ile yeni sanayileşmiş ekonomi ara­sındaki gelişmişlik uçurumu daralmakla birlikte, bunlarla gelişmekte olan ülkeler arasındaki uçurum genişlemektedir." 

Çevrenin globalleşme sürecine eklemlenmesi; çevreye -olumlu yaklaşımların ifade ettiği gibi- zenginlik, refah, barış, demokrasi vb. kazanımları getirmeyecektir. Ayrıca çevrenin ekonomik, sosyo-kültüreL siyasal gelişme düzeyi düşük oldu­ğu için ulus-devletin düzenleyici ve koruyucu işlevleri bu ülkelerde özellikle önemlidir. Bu yüzden ulus-devletin aşın­masına yönelik büyük sermayenin en büyük saldırısı bu ülke­lerde gerçekleşmektedir. 

Ulus-Üstücülük ve Ulus-Altıcılık Hareketleri 

Özellikle 1990'lı yıllardan itibaren gelişen ve iki farklı yönde meyleden siyasi eğilimler, ulus-devletin geleceği ile ilgili sorunlara serinkanlı yaklaşılmasını gerektirmektedir. Söz konusu iki eğilim, ulus-üstücülük ve ulus-alücılık hareketleri­dir. Ulus-üstücülük yorumlarında ulus-devlet ve milliyetçilik tamamen çağdışı kalmış, işlevini tamamlamış olgular olarak görülmekte ve gelecekte ulusal-üstü yapılanmaların söz sahibi olacağı savlanmaktadır. Ulus-devlet ölçeğindeki siyasi yapı­lanmaların yerlerini ulus-üstü nitelikte yapılanmalara bıraka­cağı tezi, toplumsal ve ekonomik gelişmelerin zorunlu bir sonucu olarak görülür. Ulus-devlet geçmişte nasıl belirli top­lumsal ve ekonomik şartların sonucu olarak ortaya çıkmışsa, günümüzdeki teknolojik gelişmelerin tahrik ettiği evrensel­leşme süreci karşısında yetersiz kalan bu yapı, yerini daha evrensel ölçekli olan başka bir oluşuma bırakacaktır.

Bahsedilen bu ulus-üstü siyasi yapılanmanın en somut örneği ise -şu an için- günümüzdeki Avrupa Birliğidir. Bu birliğin, mutlak anlamda ulusal-üstü yeni bir yapılanma yara­tacağım savunanlar yanında, bu görüşe karşı çıkanlar da bu­lunmaktadır. Avrupa Birliği bünyesinde gerçekleştirilecek olası bir siyasi bütünleşme sonucunda "ulus" kavramının yerine geçecek bir başka meşruiyet kaynağı mümkün müdür? Bu soruya olumlu cevap vermek, Avrupa Birliği yapılanması­nın ulus-devlederin sonunun yaklaştığını gösteren bir dönü­şüm olarak kabul edilecektir. Aksi takdirde Avrupa Birliği'nin bir siyasi bütünleşmeyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağının herhangi bir önemi kalmayacaktır.  Çünkü Avrupa Birliği siyasi bir bütünleşmeye erişse bile, ortaya çıkacak olan, bün­yesine aldığı ulus-devletin toplamı kadar bir büyüklüğe erişen yeni bir ulus-devletten başka bir şey olamayacaktır. Ancak Avrupa Birliği bünyesindeki bir siyasi bütünleşmenin ulusal-üstü düzeyde yeni bir meşruiyet yaratma potansiyeli hemen hemen yoktur. Öncelikle oluşmaya başladığı dile getirilen Avrupalı kimliğin sunulduğu ölçüde yeni bir olgu olduğu şüphelidir. Avrupa'da "yabancı" sözcüğünün artık büyük çoğunluğunu Üçüncü Dünya ülkelerinden gelen göçmenleri ifade eder biçimde kullanıldığı dikkate alınırsa Avrupalı kim­liği düşüncesinin ardındaki en somut dayanağın, Avrupa'nın kapılarını Üçüncü Dünya'ya kapatma çabası olduğu yorumla­rı daha da güç kazanır. Bu yorumu destekleyen bir diğer veri ise, milliyetçiliğin aşırı bir türü olan yabancı düşmanlığının Avrupa ülkelerinde giderek güçlenmesidir. 

Avrupa Topluluğu bünyesinde gerçekleştirilecek bir siyasi bütünleşmeye yönelik çabalardaki tüm artışa rağmen, Topluluğu oluşturan ulus-devlederin bu bütünleşmenin ger­çekleşmesine yönelik dirençleri kolay kolay kınlmamaktadır. Üstelik bu ulus-devleder halen, başta eğitim tekeli olmak üzere, tüm uluslaşürma araçlarını ellerinde tutmakta ve bun­ları etkin bir biçimde çakştırmaktadır. Kendisi için çakşan uluslaşürma araçlarından mahrum bir "Avrupa Ulusu" kav­ramının kendisine bir yer edinmesi mümkün gözükmemektedir. Sonuçta Avrupa Birüği'nin hedeflemiş olduğu siyasi bütünlüğe erişmesi uzak görünmektedir. Ayrıca, siyasi bütün­lüğü gerçekleştirse bile evrensel ölçekli bir siyasi bütünleşme süreci içinde yer almayan bu birliğin yeni bir süper ulus-devlet ve yeni bir milliyetçilik doğurmak dışında bir jsonucu olmayacaktır. Dolayısıyla Avrupa Birliği yapılanmasıyla, ulus-devletin aşılabileceğini düşünmek yerinde değildir.(Modern Ulus Devlet) 

Ulus-devletin geleceğini ilgilendiren en önemli olgu başından beri ifade edilen globalleşmedir. Globalleşmenin birçok boyutu bulunmaktadır, ancak sermayenin globalleş­mesi veya uluslararasılaşması denilen olgunun ulus-devlet üzerinde bazı sonuçlarının olduğunu söylemek yanlış olma­yacaktır. Şayet devletin ulusal düzeydeki kapitalizmi düzen­lemek gibi bir işlevinin olduğu kabul edilirse, globalleşme uluslararası bir devleti gündeme getirecektir. Global serma­ye uluslararası şirketler aracıkğıyla etkinliğini ve gücünü sü-rekli artırmaktadır. Bugün inanılmaz cirolar yapan ve dünya­nın dört bir yanında faaüyet gösteren büyük markalar, serma­yesinden çakşanlanna kadar uluslararası hale gelmiştir. Toyota, Sony, ITT, Renault, Fiat, Ford, HSBC, General Motors vs. şirketlerin artik ulusları yoktur. Ancak, uluslarara­sı bu şirketleri, ulus-devletin düzenleyicileri olarak görmek büyük bir hata olur. Devlete ait birçok özellik uluslararası şirketler için geçerii değildir. Fakat bu şirkederin ellerindeki büyük güç (bu büyük bir oranda ekonomik güçtür) ile devlet­lerin siyasederini etkilemeleri ve kendi çıkarları doğrultusun­da değiştirmeleri söz konusu olabilir. 

Globalleşmenin mevcut ulus-devlet yapılan üzerinde bir baskı oluşturduğu çoğu akademisyen tarafından kabul edilmektedir. Ancak bu gidişatın ulus-devletin uluslararası bir devletle yenilenmesi mi yoksa ulus-devlete olan ihtiyacı pe­kiştiren bir türden mi olduğu tartışma konusudur. Global sermayenin giderek artan egemenliği sonucunda uluslar-üstü bir devletin ortaya çıkması uzak bir ihtimal olarak görünmek­tedir. Ancak içinde ulus-devletin egemenliklerini devam et­tirdiği bir uluslararası devletin ortaya çıkması mümkündür. Bu anlamda, uluslararasılaşma; devletler sisteminin yeniden örgütlenme süreci olarak kabul edilebilir. 

Sermayenin niteliğindeki değişimler, geçmiş dönemler­de mikro-rnilliyetçilik lehine ağırlık koyan bir dizi etmendeki konum değişikliği ile siyasi toplumun bir ulustan ve onu tem­sil eden ulus-devletin oluşum projesinde de deformasyon yaratarak daha geniş ölçekli siyasi ve toplumsal alanların olu­şumunu desteklemeye başlamıştır. Amerika'nın Meksika ve Kanada ile olan sınırlarını kaldırması, AB, KEİB Projesi, İslam   Kalkınma  Teşkilatının  girişimleri,   BDT;   Uzakdo­ğu'daki "Beş Kaplan"ın yakınlaşma girişimleri ekonomi te­melinde ulus-ötesi eksenlere dayanan ilgili ülkeler açısından toplumsal, kültürel ve ideolojik dönüşümler yaratma yeteneğindeki örnek olarak dünya gündemindedir. 

Evrensellik yönündeki bu örneklerin yanı sıra ulus-devleti tehdit eden hareketler de vardır. Ulus-devleti tehdit eden bu oluşumlar ulusalcılık hareketleridir. Ulusalcılık hareketini kendi içerisinde bölgeselcilik ve mikro-milliyetçilik şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Sosyalist Blok'un orta­dan kalkması ve özellikle Sovyetler Birliği ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla    birlikte    doruk    noktasına    ulaşan    mikro-milliyetçilik akımı, bugüne kadar alışılmış olanın oldukça altında kalan boyutlarda devlet yapılanmalan hedefine yö­nelmiş bir siyasi akım olarak ortaya çıkmaktadır. Yakın gelecekte de devletsiz ulusların milliyetçiliği ve diğer mikro-farkçılık lehine gelişen hareketler güç kazanmaya devam-edecek ve bu gelişmeler ulus-devletin politikalarında da etkili olacaktır. Ancak görülen odur ki mikro-milliyetçilik lehine ortaya çıkan bu dalgalanmalar uluslar-üstü bir istikamete yürüyen genel akışın yönünü değiştirip kendi lehine çevirecek güce ve büyüklüğe sahip görünmemektedir. 

Mikro-rnilliyetçilikten daha değişik içeriği olan bölge­selcilik akımının ulus-devlet kurgusuna alternatif oluştura­bilme potansiyeli daha fazladır. Mikro-milliyetçilik akımından ayrılıkçılık taleplerinin azlığı ölçütüyle ayrılabilecek olan böl­geselcilik akımı, ulus-devlet yapılarının içinde daha küçük ölçekte kültürel ya da ekonomik bütünlük içinde bulunduğu­nu savladığı bölgeler için farklı ölçeklerde özerklik elde etme hedefine yönelmiş bir siyasi akım olarak tanımlanabilir. Ban Avrupa çerçevesinde bölgeselcilik hareketi, kendisine önemli bir yer edinerek İtalya, İspanya ve Portekiz örneklerinde so­mut başarılar elde etmiştir. Ancak söz konusu siyasi hareketi doğrudan ulus-devlet kurgusuna karşıt siyasi bir hareket ola­rak alıp değerlendirmekten çok, sadece ulus-devletin somut düzlemde gözlenen türlerinden birisi olan üniter devlet mo­deline karşı bir akım olarak değerlendirmek daha doğru ola­caktır. 

Ulus-devlete yönelik hareketler olarak değerlendirilen ne ulus-üstücülük ne de ulusalcılık akımları, bir meşruiyet ilkesi etrafında yoğunlaşan ulus-devlet kurgusunun yerine alternatif bir güç oluşturabilecek güçte değildir. Zaten, ulus-devletin geleceğine ilişkin yapılan varsayımlar, bu tarz somut siyasi yapı dönüşümlerinden çok, soyut siyasi düşüncedeki dönüşümler dikkate alınarak yapılmalıdır. Bu bağlamda, de­mokrasi olarak adlandırılan yönetim biçiminin bir değer ola­rak kabul edildiği bir düşünce sistemi içinde bu yönetim bi­çimini yaşama geçirebilmek için ulusal egemenlik ilkesine dayalı bir devlet yapılanmasından daha elverişli bir araç bulanamadığı sürece ve bir siyasi iktidarın meşru kabul edilmesi için, egemenliğin ulusal bir organ tarafından' kullanılan bir iktidar olması gerektiği düşüncesi terk edilmedikçe, ulus-devlet gelecekteki varlığını koruyacaktır.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005