|
Globalleşmenin Ulus-Devlet Üzerindeki Etkileri
Ulus-devlet, zaman içinde farklı bir ulus-devletin
sınırı veya başka bir ulus-devletin sınırına bitişik
olarak neredeyse dünyanın her yerinde yerleşik hale
gelmekle birlikte; tüm
biçimleri de aynı olmamıştır. Mevcut ulus-devletler
egemen üretim biçimleri ve ait oldukları toplumsal
kuruluş Ö2ellikleri nedeniyle birbirinden farklıdır.
Bu nedenle her ulus-devletin üsdendiği görevler,
oturttuğu sistem, uluslararası arenadaki rolü
farklılık gösterir. Herhangi bir toplumsal nesnenin
doğası onu oluşturan rol ve yapıların devinimine
bağlıdır. Bir toplumsal nesnenin doğasını
tanımlayan şey, onun "yaptığı iş", "yerine getirdiği
görev", "oynadığı rol"; kısaca onun işlevidir.
Devlet eyleminin tümü siyasettir. Siyaset ise belli
bir üretim biçiminin varlığı ve gelişimi için
gerekli olan koşulları toplumsal çapta sağlama
uğraşıdır.
Devletin en temel üç işlevi vardır: İlki, üretim
güçlerini korumak ve geliştirmek için üretim
sürecinde kullanılacak kaynaklan sağlamak üzere
savaş vermektir. Buradaki savaşım doğaya karşıdır.
İkinci üstlenilen görev, üretim ilişkisini
korumaktır. Bu sınırlar arası bir paylaşım olup,
egemen sınıfın payını artırmak, sömürülen sınıfın
payını azaltmaktır. Üçüncü olarak da iki temel
işlevi yerine getirebilmesi için devletin güçlü
olması, kendi çıkarlarını koruması gereklidir. Bu
durum ise, devletin toplumun üstünde yer almasıdır.21
Bununla birlikte, gerçek yaşamda devletin görevi
yalnızca bu üç temel işlevle sınırlı kalmamaktadır.
Gerçekte devlet, siyasal sistem ve rejimlerle
çevrili, çeşitli görevliler tarafından harekete
geçirilen, bir dizi teknik ve başka işlev gören
yapılar bütünüdür. Devlet üsdendiği görevleri yerine
getirebilmek için toplum yaşamının her alanına
girmiştir. Devlet üretim uğraşına, toplumsal
işlerin yönetimine, uyuşmazlıkların çözümüne,
savunmanın örgüdenmesine, toplumsal davranış
kurallannın tanımlanmasına, kendi kararları dahil bu
kararların uygulanmasına, ideolojik konulara vs.
kanşmakta ve bu kadar çeşitli uğraşılan için
iktisadi, örgütsel, hukuki, askeri, ideolojik
araç-lan da kullanmaktadır. Tarih boyunca devleder,
liberal sistemden kontrollü sisteme kadar ekonomide
farklı yaklaşımlar sergilemişlerdir. Oysa,
globalleşme süreci ile ulus-deylet, söylediklerini
yerine getiremeyen ve ekonomik alandan kendini çeken
ve çekmesi de istenen bir görünüm sergilemektedir.
Bozkurt'un ifadesiyle geleneksel olarak devlet;
Kamu hizmetlerini sağlar ve değerli kamu mallarını
korumak için bir yapı oluşturarak bu yapıyı yönetir,
Kamu hizmederini düzenler,
Endüstrilerin gelişmesini destekler ve gerekli alt
yapıyı kurar,
Ulusal savunma sistemini kurar,
Ulusal kültür ve ideolojiyi kurar,
Kolektif işbirliğini sağlar,
Sosyal düzeni sağlar,
Ekonomik faaliyetleri düzenler,
İşleyecek pazar yapısını oluşturur,
Hukuk ve düzeni sağlar.
Devletin bu işlevleri, globalleşme süreciyle
birlikte birtakım değişikliklere uğramıştır.
Bunlar, daha önce de ifade edildiği gibi bakış ve
algılayış tarzına göre olumlu veya olumsuz
yorumlanmaktadır.
Globalleşme/Ulus-Devlet İlişkisinde Olumlu ve
Olumsuz Yaklaşımlar
Globalleşme sürecine olumsuz yaklaşanlar
değerlendirildiğinde, globalleşmenin itici güçleri
ile ulus-devleti aşındıran nedenlerin aynı olduğu
gözlenir. Globalleşme sürecinin genişlemesi ve
gelişmesi ile ulus-devletin aşınması arasında ters
orantının olduğu söylenebilir. Ulus-devletin
egemenlik alanı ve özellikle ekonomik alandaki
işlevleri ne kadar sınır-landırılırsa globalleşme
sürecinin genişlemesi/gelişmesi o derece hızlı
olacaktır. Bu yaklaşım ulus-devletin aşınmasını,
teknolojideki gelişmeler ve sermaye birikim mantığı
olmak üzere başlıca iki nedene dayandırmaktadır. Bu
iki nedeni birbirinden bağımsız olarak
değerlendirmek zor gibi gözükmektedir; çünkü bu
nedenler birbirlerini beslemektedir. (Ulus Devleti)
Bu yaklaşıma göre teknolojideki gelişmeler
globalleşme sürecinde çok önemli bir araçtır. Nedeni
sermaye birikim mantığına hizmet etmesidir. Büyük
sermayenin kârının maksimizasyonunda önemli işlevler
üstlenirler ve bu doğrultuda teknoloji sermayenin
dünya ölçeğinde genişlemesinde bir araç haline
gelir. Teknoloji, sermaye birikim mantığı
doğrultusunda global ölçekte sermayenin serbest
dolaşımı için gerekli zemini hazırlar. Bunu farklı
birkaç strateji izleyerek gerçekleştirir. Amacı da
sermayenin genişlemesinde/gelişmesinde önemli bir
engel olarak görülen ulus-devletin egemenlik
alanının hem ulusal hem de uluslararası ölçekte
daraltmaktır. Özellikle iletişim ve ulaşım
teknolojilerindeki gelişmeler sermayenin global
ölçekte hareket kabiliyetini artırmıştır. Bu durum
ise çok uluslu şirketlerin ve büyük sermayenin
-büyük sermayeyi elinde tutan merkez ülkelerdir-
daha kârlı alanlara sızmasını kolaylaştırmıştır.
Burada kârlı alanlardan kasıt ucuz emek, düşük
vergi ve doğal kaynakları koruma hakkının zayıf
olduğu alanlardır. İletişim ve ulaşım
teknolojilerindeki gelişmeler, özellikle merkez
şirketlerin birbirlerinin pazarlarına yatırım
yapmalarına olanak vermektedir. Bu unsurlar
teknolojinin sağladığı avantajlar ile birleştiğinde
maliyetin düşmesine neden olarak kân artırır. Bu
aynı zamanda teknolojinin sermaye birikimine hizmet
eden ilk katkısıdır.23 -
Büyük sermayenin kâr maksimizasyonuna hizmet eden
teknolojinin diğer bir işlevi de tekel gücü
oluşturma işlevidir. Bu aynı zamanda çevre ülkelerin
merkeze bağımlılığını güçlendirme amacına hizmet
eder. Böylelikle büyük sermaye kârını artırabilecek
ve kendisini de besleyecek bir alan bulmuş olur.
Çevre ülkeleri yeni teknolojileri yaratacak ve
geliştirebilecek teknik bilgi ve donanıma, finans
gücüne sahip olmadığı için teknolojiyi geliştirme
işlevi merkezin tekeline geçmiştir. Merkez aynı
zamanda bu tekel gücünü birtakım yasal
düzenlemelerle güçlendirmeye çalışmaktadır. Böylece
teknoloji merkezin elinde önemli bir rant aracına
dönüşmüştür.
Ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler, ulus-devletin
meşruluğunun ve egemenliğinin önemli bir dayanağı
olan "sınır" kavramının anlamım da değiştirmektedir.
Bu, teknolojinin ulus-devleti aşındıran
nedenlerinden bir diğeridir. Çünkü ulus-devletler
belirlenmiş bir sınır üzerinden hareketle egemenlik
ve meşruluk iddiasındadır. Dünya hâlâ siyasi açıdan
sınırlan belirli uluş-devletlere bölünmüştür. Fiili
açıdan ise ulus-devletlerin harita üzerinde
gösterilen sınırlan, bilişim teknolojisi yolu ile
bilgi ve sermayenin devletin denetleyeme-yeceği
ölçüdeki hızlı geçişleriyle hükümsüz kalmıştır.
Ordu, gümrük duvarlan, hatta ulusal istihbarat
servisleri dahi, sınırları korumakta etkisiz hale
gelmiştir. Ulusal sınırlann, bir ulusu
"ötekileştirdiği" yabancılardan, düşmanlardan
koruyan işlevi ortadan kalkmıştır. Gerçi tek bir
ekonomik sistemin uygulandığı, benzer kültüre sahip
insanların yaşadığı bir dünyada "öteki"ler de
kalmamıştır. Ulusal sınırlar artık tarihin belli bir
döneminde inşa edilen ulus-devletlerin kuruluş
mitlerini yaşatan sembollere dönüşmüştür. Sanbay'a
göre, globalleşme süreci içerisinde
ulus-devletlerin sınırlarının anlamı yanında, hem
"ulus" hem de "devlet" unsurları da dönüşüme
uğramıştır. Globalleşme, ulus-devletin dayandığı
politik topluluğun hem sosyolojik mahiyetini hem de
topluluğun meşru kıldığı egemenliği (politik
iktidarı) dönüştürerek ulus ve devleti krize maruz
bırakmıştır.25 Sınır kavramının anlamını
değiştiren birinci etken ulaşım teknolojilerindeki
gelişme ise, diğeri de iletişim teknolojisindeki
gelişmedir. Burada amaç, ulus-devletin egemen gücünü
aşındırarak, büyük sermaye için global ölçekli bir
pazarın oluşturulmasıdır.
İletişim teknolojilerindeki gelişmeler ulus-devletin
temsil işlevini aşındırmaktadır. Ulus-devlet, temsil
işlevini egemenliği altındaki homojen bir topluluğun
sözcülüğünden akr. Dolayısıyla bu homojenlik esası
ulus-devletin egemenliği ve meşruluğu da önemli bir
araçtır. Ancak iletişim teknolojilerindeki
gelişmeler (özellikle bilgisayar teknolojisi ve
internet kullanımının dünya ölçeğinde yaygınlaşması)
devletin bilgide ve iletişimde tekelini ortadan
kaldırmaktadır.27 Bu durum, homojen
olarak kurgulanan ve benimsenen topluluğun
birbirleri ile iletişime ve etkileşime girmesini
kolaylaştıracak heteroj enliğin ve farklılığın
bilincine varılmasına neden olacaktır. Bu da
homojenliğe ve dolayısıyla ulus-devlet ve onun
egemenliğine zarar verecektir. Böylelikle sınır
kavramının biçim ve içeriğinde önemli farklılaşmalar
olmuştur.
Ulus-devletin, sınırları belirli bir toprak parçası
üzerinde ulus olarak adlandırılan insan topluluğu
tarafından oluşturulmuş, şiddet araçları tekeline
sahip en üstün otorite biçimindeki klasik tanımı
hatırlandığında, 20. yüzyılın son otuz yıllık
diliminde, devletin globalleşme sürecinde ortaya
çıkan yeni iktidar birimleri ile etkileşimi
sonucunda bu klasik tanımdan uzaklaşmaya başladığı
görülür. Ulus-devletin halk, ülke ve en üst otorite
biçimindeki üç unsuru, Bauman'ın ifadesi ile
"egemenliğin üç sacayağı" onanlmaz bir biçimde
kırılmıştır. (Bauman Küreselleşme)
Günümüzde sınır kavramı tek bir grup için hâlâ
anlamını korumaktadır: Vasıfsız emek ve yerel olan
için. Yerel-lik" başlığı alanda ayrıntılı şekilde
tartışılan bu olgu, bazen vasıfsız emeğe, bazen de
ulus-devletin sınırlarına sıkışmış küçük sermayeye
atıfta bulunmaktadır. Teknolojinin burada büyük
sermaye için diğer bir stratejik işlevi ortaya
çıkmaktadır. Teknolojik gelişmeler emek ile emeğin
mekansal örgütlenmesi arasındaki bağını
koparmaktadır. Emek-mekan ilişkisi değişmektedir.
Bu durum "üretim"in mekansal örgütlenmesini de
farklık olmuştur. Teknolojik gelişme ve değişmeler
"iş"in ve "emek"in dolayısıyla "üretim"in
teknolojiye olan bağını güçlendirmiştir.
Olumsuz yaklaşımın temsilcilerinin savunduğu,
iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki inanılmaz
gelişmelerin itici gücüyle sermayenin global
ölçekte hareket kabiliyetinin artmasına karşılık,
özellikle vasıfsız emeğin yerel ölçeğe
hapsedilmesi, buna rağmen vasıflı emeğin global
ölçekte dolaşımının özendirilmesi en başta emek
gücünün parçalanmasına neden olmuştur. Böylelikle
emeğin kolaylıkla sermayenin denetimine gireceği
savı, olumlu yaklaşımın temsilcileri tarafından
eleştirilmektedir. Olumlu yaklaşımın temsilcilerine
göre, globalleşme süreci ile global ölçekte
teknolojik gelişmelerin imkanları doğrultusunda
hareket yeteneğinin artması, emek açısından olumsuz
sonuçlar doğurmamaktadır. Hareket yeteneğinin
global ölçekte artması emek açısından sınıf
bilincini ve dayanışmanın parçalanması sonucunu
ortaya çıkarmaz; aksine global ölçekte emek gücünün
buluşmasına imkan tanır. Bu, sınıf bilincinin
gelişmesini kolaylaştırır ve emek gücü arasında
dayanışmayı güçlendirir. Hareket yeteneğinin global
ölçekte artış göstermesi, aynı zamanda global
ölçekte göç hareketlerini özendirmektedir. Olumlu
yaklaşımın temsilcilerine göre globalleşme süreci
emek aleyhine bir gelişme değildir. Özelde az
gelişmiş ülkelerin ihtiyaç duyduğu vasıflı
işgücünün geliştirilmesinde önemli bir göreve
sahiptir. İşgücünün, globalleşme süreci içerisinde
eğitimi ile nitelikli hale getirilmesi, az gelişmiş
ülkelerin gelişmesinde önemli bir etken olacaktır.
Globalleşme süreci çevre ülkelerin vasıfsız emek
gücünü olumsuz yönde etkilememekte aksine onun
gelişmesi ve eğitimi için uygun koşulları yaratarak
çevre ülkelerin emek gücünün niteliğinin artmasına
katkıda bulunmaktadır.
Globalleşme sürecinde emeğin konumu, ulus-devlet
tartışmaları içerisinde özellikle olumsuz
yaklaşımların konuya bakışını şekillendiren önemli
bir unsurdur. Olumsuz yaklaşımların,
globalleşme/ulus-devlet/yerellik ilişkisinde "emek",
merkezi öneme sahiptir. Bu yaklaşımlar arasında
kimileri, globalleşme süreci içerisinde emeğin
niteliğinde ve niceliğinde gözlenen değişmeleri, bu
süreç içerisinde benimsenen neo-liberal politikalar
doğrultusunda, sermayenin global ölçekte
hareketinin serbesdeşmesi ve dolayısıyla
ulus-devletin yine global ölçekte aşınmaya başlaması
neticesinde, emeğin bu gelişmelerden etkilenmesi
bağlamında ele almaktadır. Böylelikle, emeğin
globalleşme sürecinde değişen konumunu analiz etmede
hareket noktası; ulus-devletin aşınması, yetki ve
sorumluluklanndaki dönüşümün emeğe yansımasıdır.
Devam eden süreçte ulus-devletin aşınması, emeğin
aleyhine -olan bir gelişmedir. Boratav'ın
ifadesiyle, ulus-devletin aşınması öncelikle emeğin
sorunudur ve öncelikle emeğin gündemini teşkil
etmektedir.30 Globalleşme süreciyle
birlikte nitelikli işgücü, sermaye tarafından arzu
edilir hale gelmiştir. Buna paralel olarak Özelde
mikro-elektronikte, genelde teknolojide yaşanan
gelişmeler ve bu gelişmelerin üretim sürecinde
etkin kullanımı, bu yöndeki değişimleri ve
gelişmeleri takip eden, bunları geliştirecek bilgi
ve beceri donanımına sahip üretim sürecinde
kullanabilen, tasarım konusunda yeterli nitelikteki
işgücü, üretim sürecinin önemli bir bileşimi haline
gelmiştir. Bu özelliklere sahip vasıflı işgücüne
global ölçekte talep artmış, global ölçekte dolaşım
özendirilmiştir.
Değişen bu üretim tarzının önemli bileşenlerinden
biri olan taşeronlaşma eğilimi veya fason üretim
doğrultusunda emek, yoğun teknolojileri -ki bu emek
yoğun üretimin büyük ölçüde vasıfsız iş gücüne
dayalı olması nedeniyle- kullanan sanayi kollarının,
emeğin özellikle vasıfsız emeğin ucuz ve örgütsüz
olduğu azgelişmiş üçüncü dünyaya kaydınlmasıyla
beraber; vasıfsız emeğin ulusal sınırlar içerisinde
tutulması özelde sermayenin, genelde merkez
ülkelerinin kârlılık arayışlarında önemli bir
strateji ve politika haline gelmiştir. Bu politika
ve stratejilerin geliştirilmesindeki amaç, üretim
maliyetlerinin düşürülmesidir. Vasıfsız emeğin
ulusal sınırlar içerisinde tutulmasında başlıca rol
ise ulus-devletlerindir.
Olumsuz olarak nitelendirilen yaklaşımların,
globalleşme sürecine mesafeli durmalarında veya
sürecin karşısında yer almalarında emeğin konumu
önemli bir kriterdir. Globalleşme tartışmalarmın
içerisinde yer alan emek, ulus-devletin konumuyla
ilgili yapılan tartışmaların türevlerinden
sayılabilecek ya da başka bir ifadeyle
ulus-devlet/globalleşme üzerinden yapılan
tartışmalarda ortaya çıkan yerellik olgusu içinde
de önemli bir yer tutmaktadır. Emek, "yerel"in
tanımlanmasında kullanılan önemli bir kavramdır.
Yerelin göndermelerde bulunduğu kavramlardan biri
de emektir. Şengül'ün ifadesiyle, bugün yerelin bir
özgünlüğü varsa, bu büyük ölçüde emek pazarını
tanımlayan bir birim olmasından kaynaklanmaktadır.
Yukarıda açıklanan teknolojik nedenlerle iç içe
geçmiş ve olumsuz yaklaşımların ele aldığı
etkenlerden ulus-devletin aşınmasında rol oynayan
diğer bir neden sermaye birikim mantığıdır. Sermaye
birikim manüğı, teknolojiyi önemli bir araç olarak
geliştirmekte ve etkili bir şekilde kullanmaktadır.
Teknolojik nedenin açıklanmasında büyük sermayenin
ulus-devletin aşınmasındaki çıkarı net bir biçimde
açıklanmıştır. Teknolojinin globalleşme sürecinde
üsdendiği bütün işlevleri aynı zamanda sermaye
birikim mantığına hizmet eder; çünkü bu işlevler
ulus-devletin aşınmasına neden olur. Böylelikle
teknoloji, böylesine bir amacın gerçekleşmesinde
büyük sermayenin elinde önemli bir araca dönüşür.
Büyük sermayenin kâr maksimizasyonuna teknoloji
kadar çok-uluslu şirkeder ve ulus-üstü resmi yapılar
da (Dünya Bankası, IMF, DTÖ vb.) etkin bir şekilde
aracılık eder. Bu noktada olumlu ve olumsuz
yaklaşımlar arasında önemli bir farklılık ortaya
çıkar; olumlulara göre çok-uluslu şirkeder
globalleşmenin bir göstergesidir ve onun temel
aktörleridir. Çok-uluslu şirkederin ortaya çıkması
ile ulus-devletin aşılması sağlanmıştır. Olumsuz
yaklaşımlar ise doğal olarak bu görüşe karşı
çıkmakta ve çokuluslu şirkederin hâlâ ulusal
tabanlarına bağlı kaldıklarım savunmaktadır.32
Ayrıca bunların ulus-devletin korumasına
ihtiyacı vardır. Bu yaklaşımın temsilcileri
çok-uluslu şirketlerin ulus-devletin yerine geçen
temel aktörler olarak kabul etmezler. Çok-uluslu
şirkeder sadece büyük sermayeye hizmet eden
araçlardır.
Bütün bu amaçlar, 1945'ten itibaren benimsenen
Keynesçi iktisat politikalarının etkisiyle devletin,
özellikle ekonomik alanda artan işlev ve
sorumluluklar doğrultusunda korunan ulusal pazar,
emeğin maüyetinin yüksekliği ile düşen kâr
hadlerinin yükseltilmesi için geliştirilmiş
araçlardır. Düşen kâr hadleri ile büyük sermaye
global ölçekte, globalleşme baskısı yaratmıştır. Bu
süreç, Kazgan tarafından "kapitalizmin sağlıklı
yaşaması birikim ve büyümenin sürmesine bu da kâr
haddinin yüksekliğine bağlıdır" biçiminde dile
getirilmektedir. Şengül, ise bu süreci, şu şekilde
ifade eder:
"Sermaye birikim süreçleri ve teknolojide ortaya
çıkan, buna koşut olarak daha önce kendisini kısmen
ulusal ölçekte belirleyen sermayenin bu sı-nırlann
ötesine taşıma özelliği giderek ağırlık
kazanmıştır. Bir başka anlatımla geçmişte yerel
ölçeğin dar geldiği sermaye birikim süreçleri için
bugün ulus-devlet ölçeği de geçmiştekinden çok daha
fazla dar gelmeye başlamış bulunuyor. Bu tür bir
eğilim ulus-devletin aşınma sürecinin arkasındaki
temel neden haline gelmiş bulunmaktadır." (Ulus
Devlet Pdf)
Ulus-devlet sınırlan içinde kân azalış gösteren
sermaye, kendisine global ölçekte kârlı alanlar
bulma arayışına girmiştir. Teknolojik gelişmeler de
bu yöndeki eğilimi kolaylaştırmış, sermayenin
hareket hızını artırmıştır. Bu hareketin ö-nündeki
tek engel olan ulus-devlet değişik stratejilerle
sermaye birikim mantığı doğrultusunda
zayıflaülmaktadır. Çevre globalleşme sürecinde bu
mantık gereğince dezavantajlı olan taraftır. Bu konu
bağlamında, Jan Nederween Pieterse'nin globalleşme
yaklaşımı şöyledir:
"Globalleşme ülkelerarasında ve bölgelerara-sında
eşitsizdir, ülkelerdeki bölgeler içinde eşitsizdir
ve bölgelerdeki kategoriler arasında eşitsizdir...
İleri ekonomiler ile yeni sanayileşmiş ekonomi
arasındaki gelişmişlik uçurumu daralmakla birlikte,
bunlarla gelişmekte olan ülkeler arasındaki uçurum
genişlemektedir."
Çevrenin globalleşme sürecine eklemlenmesi; çevreye
-olumlu yaklaşımların ifade ettiği gibi- zenginlik,
refah, barış, demokrasi vb. kazanımları
getirmeyecektir. Ayrıca çevrenin ekonomik, sosyo-kültüreL
siyasal gelişme düzeyi düşük olduğu için
ulus-devletin düzenleyici ve koruyucu işlevleri bu
ülkelerde özellikle önemlidir. Bu yüzden
ulus-devletin aşınmasına yönelik büyük sermayenin
en büyük saldırısı bu ülkelerde gerçekleşmektedir.
Ulus-Üstücülük ve Ulus-Altıcılık Hareketleri
Özellikle 1990'lı yıllardan itibaren gelişen ve iki
farklı yönde meyleden siyasi eğilimler,
ulus-devletin geleceği ile ilgili sorunlara
serinkanlı yaklaşılmasını gerektirmektedir. Söz
konusu iki eğilim, ulus-üstücülük ve ulus-alücılık
hareketleridir. Ulus-üstücülük yorumlarında
ulus-devlet ve milliyetçilik tamamen çağdışı kalmış,
işlevini tamamlamış olgular olarak görülmekte ve
gelecekte ulusal-üstü yapılanmaların söz sahibi
olacağı savlanmaktadır. Ulus-devlet ölçeğindeki
siyasi yapılanmaların yerlerini ulus-üstü nitelikte
yapılanmalara bırakacağı tezi, toplumsal ve
ekonomik gelişmelerin zorunlu bir sonucu olarak
görülür. Ulus-devlet geçmişte nasıl belirli
toplumsal ve ekonomik şartların sonucu olarak
ortaya çıkmışsa, günümüzdeki teknolojik gelişmelerin
tahrik ettiği evrenselleşme süreci karşısında
yetersiz kalan bu yapı, yerini daha evrensel ölçekli
olan başka bir oluşuma bırakacaktır.
Bahsedilen bu ulus-üstü siyasi yapılanmanın en somut
örneği ise -şu an için- günümüzdeki Avrupa
Birliğidir. Bu birliğin, mutlak anlamda ulusal-üstü
yeni bir yapılanma yaratacağım savunanlar yanında,
bu görüşe karşı çıkanlar da bulunmaktadır. Avrupa
Birliği bünyesinde gerçekleştirilecek olası bir
siyasi bütünleşme sonucunda "ulus" kavramının yerine
geçecek bir başka meşruiyet kaynağı mümkün müdür? Bu
soruya olumlu cevap vermek, Avrupa Birliği
yapılanmasının ulus-devlederin sonunun yaklaştığını
gösteren bir dönüşüm olarak kabul edilecektir. Aksi
takdirde Avrupa Birliği'nin bir siyasi bütünleşmeyle
sonuçlanıp sonuçlanmayacağının herhangi bir önemi
kalmayacaktır. Çünkü Avrupa Birliği siyasi bir
bütünleşmeye erişse bile, ortaya çıkacak olan,
bünyesine aldığı ulus-devletin toplamı kadar bir
büyüklüğe erişen yeni bir ulus-devletten başka bir
şey olamayacaktır. Ancak Avrupa Birliği bünyesindeki
bir siyasi bütünleşmenin ulusal-üstü düzeyde yeni
bir meşruiyet yaratma potansiyeli hemen hemen
yoktur. Öncelikle oluşmaya başladığı dile getirilen
Avrupalı kimliğin sunulduğu ölçüde yeni bir olgu
olduğu şüphelidir. Avrupa'da "yabancı" sözcüğünün
artık büyük çoğunluğunu Üçüncü Dünya ülkelerinden
gelen göçmenleri ifade eder biçimde kullanıldığı
dikkate alınırsa Avrupalı kimliği düşüncesinin
ardındaki en somut dayanağın, Avrupa'nın kapılarını
Üçüncü Dünya'ya kapatma çabası olduğu yorumları
daha da güç kazanır. Bu yorumu destekleyen bir diğer
veri ise, milliyetçiliğin aşırı bir türü olan
yabancı düşmanlığının Avrupa ülkelerinde giderek
güçlenmesidir.
Avrupa Topluluğu bünyesinde gerçekleştirilecek bir
siyasi bütünleşmeye yönelik çabalardaki tüm artışa
rağmen, Topluluğu oluşturan ulus-devlederin bu
bütünleşmenin gerçekleşmesine yönelik dirençleri
kolay kolay kınlmamaktadır. Üstelik bu ulus-devleder
halen, başta eğitim tekeli olmak üzere, tüm
uluslaşürma araçlarını ellerinde tutmakta ve
bunları etkin bir biçimde çakştırmaktadır. Kendisi
için çakşan uluslaşürma araçlarından mahrum bir
"Avrupa Ulusu" kavramının kendisine bir yer
edinmesi mümkün gözükmemektedir. Sonuçta Avrupa
Birüği'nin hedeflemiş olduğu siyasi bütünlüğe
erişmesi uzak görünmektedir. Ayrıca, siyasi
bütünlüğü gerçekleştirse bile evrensel ölçekli bir
siyasi bütünleşme süreci içinde yer almayan bu
birliğin yeni bir süper ulus-devlet ve yeni bir
milliyetçilik doğurmak dışında bir jsonucu
olmayacaktır. Dolayısıyla Avrupa Birliği
yapılanmasıyla, ulus-devletin aşılabileceğini
düşünmek yerinde değildir.(Modern Ulus Devlet)
Ulus-devletin geleceğini ilgilendiren en önemli olgu
başından beri ifade edilen globalleşmedir.
Globalleşmenin birçok boyutu bulunmaktadır, ancak
sermayenin globalleşmesi veya uluslararasılaşması
denilen olgunun ulus-devlet üzerinde bazı
sonuçlarının olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Şayet devletin ulusal düzeydeki kapitalizmi
düzenlemek gibi bir işlevinin olduğu kabul
edilirse, globalleşme uluslararası bir devleti
gündeme getirecektir. Global sermaye uluslararası
şirketler aracıkğıyla etkinliğini ve gücünü sü-rekli
artırmaktadır. Bugün inanılmaz cirolar yapan ve
dünyanın dört bir yanında faaüyet gösteren büyük
markalar, sermayesinden çakşanlanna kadar
uluslararası hale gelmiştir. Toyota, Sony, ITT,
Renault, Fiat, Ford, HSBC, General Motors vs.
şirketlerin artik ulusları yoktur. Ancak,
uluslararası bu şirketleri, ulus-devletin
düzenleyicileri olarak görmek büyük bir hata olur.
Devlete ait birçok özellik uluslararası şirketler
için geçerii değildir. Fakat bu şirkederin
ellerindeki büyük güç (bu büyük bir oranda ekonomik
güçtür) ile devletlerin siyasederini etkilemeleri
ve kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeleri söz
konusu olabilir.
Globalleşmenin mevcut ulus-devlet yapılan üzerinde
bir baskı oluşturduğu çoğu akademisyen tarafından
kabul edilmektedir. Ancak bu gidişatın ulus-devletin
uluslararası bir devletle yenilenmesi mi yoksa
ulus-devlete olan ihtiyacı pekiştiren bir türden mi
olduğu tartışma konusudur. Global sermayenin giderek
artan egemenliği sonucunda uluslar-üstü bir devletin
ortaya çıkması uzak bir ihtimal olarak
görünmektedir. Ancak içinde ulus-devletin
egemenliklerini devam ettirdiği bir uluslararası
devletin ortaya çıkması mümkündür. Bu anlamda,
uluslararasılaşma; devletler sisteminin yeniden
örgütlenme süreci olarak kabul edilebilir.
Sermayenin niteliğindeki değişimler, geçmiş
dönemlerde mikro-rnilliyetçilik lehine ağırlık
koyan bir dizi etmendeki konum değişikliği ile
siyasi toplumun bir ulustan ve onu temsil eden
ulus-devletin oluşum projesinde de deformasyon
yaratarak daha geniş ölçekli siyasi ve toplumsal
alanların oluşumunu desteklemeye başlamıştır.
Amerika'nın Meksika ve Kanada ile olan sınırlarını
kaldırması, AB, KEİB Projesi, İslam Kalkınma
Teşkilatının girişimleri, BDT; Uzakdoğu'daki
"Beş Kaplan"ın yakınlaşma girişimleri ekonomi
temelinde ulus-ötesi eksenlere dayanan ilgili
ülkeler açısından toplumsal, kültürel ve ideolojik
dönüşümler yaratma yeteneğindeki örnek olarak dünya
gündemindedir.
Evrensellik yönündeki bu örneklerin yanı sıra
ulus-devleti tehdit eden hareketler de vardır.
Ulus-devleti tehdit eden bu oluşumlar ulusalcılık
hareketleridir. Ulusalcılık hareketini kendi
içerisinde bölgeselcilik ve mikro-milliyetçilik
şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Sosyalist Blok'un
ortadan kalkması ve özellikle Sovyetler Birliği ve
Yugoslavya'nın dağılmasıyla birlikte doruk
noktasına ulaşan mikro-milliyetçilik akımı,
bugüne kadar alışılmış olanın oldukça altında kalan
boyutlarda devlet yapılanmalan hedefine yönelmiş
bir siyasi akım olarak ortaya çıkmaktadır. Yakın
gelecekte de devletsiz ulusların milliyetçiliği ve
diğer mikro-farkçılık lehine gelişen hareketler güç
kazanmaya devam-edecek ve bu gelişmeler
ulus-devletin politikalarında da etkili olacaktır.
Ancak görülen odur ki mikro-milliyetçilik lehine
ortaya çıkan bu dalgalanmalar uluslar-üstü bir
istikamete yürüyen genel akışın yönünü değiştirip
kendi lehine çevirecek güce ve büyüklüğe sahip
görünmemektedir.
Mikro-rnilliyetçilikten daha değişik içeriği olan
bölgeselcilik akımının ulus-devlet kurgusuna
alternatif oluşturabilme potansiyeli daha fazladır.
Mikro-milliyetçilik akımından ayrılıkçılık
taleplerinin azlığı ölçütüyle ayrılabilecek olan
bölgeselcilik akımı, ulus-devlet yapılarının içinde
daha küçük ölçekte kültürel ya da ekonomik bütünlük
içinde bulunduğunu savladığı bölgeler için farklı
ölçeklerde özerklik elde etme hedefine yönelmiş bir
siyasi akım olarak tanımlanabilir. Ban Avrupa
çerçevesinde bölgeselcilik hareketi, kendisine
önemli bir yer edinerek İtalya, İspanya ve Portekiz
örneklerinde somut başarılar elde etmiştir. Ancak
söz konusu siyasi hareketi doğrudan ulus-devlet
kurgusuna karşıt siyasi bir hareket olarak alıp
değerlendirmekten çok, sadece ulus-devletin somut
düzlemde gözlenen türlerinden birisi olan üniter
devlet modeline karşı bir akım olarak
değerlendirmek daha doğru olacaktır.
Ulus-devlete yönelik hareketler olarak
değerlendirilen ne ulus-üstücülük ne de ulusalcılık
akımları, bir meşruiyet ilkesi etrafında yoğunlaşan
ulus-devlet kurgusunun yerine
alternatif bir güç oluşturabilecek güçte değildir.
Zaten, ulus-devletin geleceğine ilişkin yapılan
varsayımlar, bu tarz somut siyasi yapı
dönüşümlerinden çok, soyut siyasi düşüncedeki
dönüşümler dikkate alınarak yapılmalıdır. Bu
bağlamda, demokrasi olarak adlandırılan yönetim
biçiminin bir değer olarak kabul edildiği bir
düşünce sistemi içinde bu yönetim biçimini yaşama
geçirebilmek için ulusal egemenlik ilkesine dayalı
bir devlet yapılanmasından daha elverişli bir araç
bulanamadığı sürece ve bir siyasi iktidarın meşru
kabul edilmesi için, egemenliğin ulusal bir organ
tarafından' kullanılan bir iktidar olması gerektiği
düşüncesi terk edilmedikçe, ulus-devlet gelecekteki
varlığını koruyacaktır.
|