Gümrük Birliği Ve Kıbrıs Üzerine Çeşitlemeler
Mümtaz Soysal
Kıbrıs Ve Batı
Son rakam yüzde 215; Türkiye'nin yüzde 150'lik
enflasyonu Kuzey Kıbrıs'a daha da kabararak
yansıyor.
Türk ekonomisindeki birçok hastalık gibi.
Aslında, 180 bin kişilik ufacık bir toplumun
ekonomik yapısını sağlıklı zemine oturtamamış
olmak, Türkiye'nin son yıllardaki en büyük
başarısızlığıdır.
Hatta, Türkiye'deki başarısızlıklardan da büyük bir
başarısızlık.
Çünkü, kış aylarında bile yumuşak kalan havasıyla
ve ovalarını şimdiden yeşerten güneşiyle, böyle bir
adayı, yalnız kendi halkına değil, Türkiye'ye de
gelir akıtan bir turizm cennetine dönüştürmek geç
bir iş olmamalıydı. Ambargolar, siyasal
sınırlamalar geçerli mazeret değildir. Üstten biraz
su akıtılarak çalıştırılan kurumuş tulumbalar gibi,
Türkiye'deki özel kesimin azıcık himmetiyle çok şey
başarılabilirdi.
Olmadı; başka konularda milliyetçiliği
kimselere bırakmayan bir yeni sermaye sınıfı,
yatırımcısıyla, turizmcislyle, taşnnacısıyla,
Kıbrıs'tan uzak durdu.
Bu uzak duruşa, bir de, son birbuçuk yılda, yani
Başbakan Çiller'in döneminde, Türkiye'den gönderilen
devlet yardımının ner-deyse büsbütün durmasını da
ekleyebilirsiniz.
Bunun Kıbrıs'taki yankılanması çok kötüdür: " Halkı
iyice çaresiz bırakıp bazı şeylere razı etmek için
Ankara'nın uyguladığı bir ambargo mu var?"
biçiminde sorular soruluyor. Teknecik Santralı'ndaki
gecikmeden ötürü elektriksizlikten zaten gerilmiş
olan sinirler böylesi bir kuşkuyla daha gergin.
Bu çeşit ortamlar, "Ver de, kurtul!" ya da "Teslim
olalım da, kurtulalım!" bozgunculukları için
elverişli zeminlerdir.
Ama son aylarda bunlara "Ver de yücel!" biçiminde
ilginç bir yaklaşım eklendi. Bu yaklaşımı sürdüren
Batılı diplomatlara göre, ikili kutuplaşmanın
koybolduğu bir dünyada, önemi bir ara azalmış gibi
gözüken Türkiye, çevresindeki çok çeşitli
uzlaşmazlıklar ve kavgalar dolayısıyla, yeniden
ilgi odağı olmuştur; anlaşmazlıklar, Bosna'dan
Çeçenistan'a kadar, Türkiye'nin düşüncesi alınmadan,
katkısı olmadan çözülemez. Hele Türkiye, kendisinin
de içinde bulunduğu bir başka anlaşmazlığı, Kıbrıs
anlaşmazlığını, çözmekte müthiş bir uyum göstererek
çevresindekilere örnek olursa, yalnız Avrupa
engelini aşmakla kalmaz; dünya politikasına egemen
olanların gözünde de öylesine yücelir ki, tutma
gitsin!
Tabii, bu düşünce zincirini tersine çevirmek de
mümkündür.Hatta, gerekir.
Kesinlikle haklı olduğu bir davayı sonuca kadar
götürememiş ve KKTC'yi yaşata-mamış bir Türkiye ucuz
mavi boncuklarla aldatılan, ensesine vurulunca
lokması alınan bir ülke olarak, çevresindekilere
yetersizlik ve beceriksizlik örneği vermekten
öteye, kolaylıkla itilip kakılan güçsüz bir devlet
görüntüsüyle, elde etmek istediklerini de alamaz.
Sonuç, Ba-tı'ya karşı daha köklü bir küskünlük olur.
Bu nokta, Türkiye'nin Batı ile ilişkileri üzerine
kafa yorunlann, Avrupa'da ve Amerika'da ,
birbirlerini uyarmalarını gerektiren kritik bir
noktadır.
Cumhuriyet Türkiye'si elbette, Batı'ya sırt
çevirerek yaşayamaz.
Cumhuriyet Türkiye'sinin Batı ile ilişkilerini
Avrupa kanalından geçirmek istemesi de doğaldır.
Çünkü, o kanal, demokrasi ve insan hakları gibi
Türkiye'nin zaten kendisi için hedef sayması
gerekli koşullar içeren bir kanal. Oysa, Avrupa'yı
atlayarak Batı ile ilişkinizi yalnız Amerika'ya
endekslediniz mi, sadık müttefik kaldığınız sürece,
bu koşullara tam uymadan da edebiliyorsunuz.
Ortadoğu'dan Uzak doğu'ya ve Latin Amerika'ya kadar
bir yığın örnek var. Ama, Türkiye'nin onlarla aynı
duruma düşmesini Amerika da, kendi bölge
politikası bakımından istemez. Washington'un
tercihi, her halde, Avrupa ile uyum içinde kalan
bir Türkiyedir.
Böyle olunca, Türkiye'nin Yunan şan-tajıyla
Kıbrıs'ta gereksiz ödünlere zorlanmadan,
dolayısıyla özgüvenini ve kendine saygısını
yitirmeden Avrupa ile ilişkilerini sürdürebilmesi,
bütün Batı'nın yararınadır.
Amerika'nın Avrupa'ya asıl anlatması gereken budur.
Tersi değil.
Penaltı
Gümrük Birliği müzakerelerine zemin oluşturacak
çerçeve metnin kabulü ertelenirse, elbette dünyanın
sonu gelmez. Teselli da-ğırcığımızda "sağlık
olsun"gibi sözler boldur.
Üzücü olan bu değil.
Çünkü, Gümrük Birliği özde Avrupa'nın çıkarına
okluğu için, hiç merak etmeyin. Türkiye'yi eninde
sonunda oraya alırlar. Üstelik, 31 yıl önceden
bağlantısı yapılıp 22 yıldır devam eden bir sürecin
tamamlanması söz konusu.
Gerçi, Gümrük Birliği'nden Türkiye'nin de
sağlayacağı önemli yararlar vardır: Rekabet
ortamında verimlilik ölçülecek, bütün kesimler
ayakta kalabilmek için kendilerine çekidüzen
verecekler, üretim kalitesi yükselecek, tüketici
korunacak, bazı sanayi kesimlerinin dışsatımı
artacak. Ama Avrupa, dokuma gibi zaten miadı dolmuş
bir—iki kesimi tehlikeye sokma karşılığında, müthiş
bir şey kazanmış olacak: Bugün için 60 milyon
nüfuslu, çeyrek yüzyıl sonra 100 milyona vuracak
büyük bir pazar.
Üstelik, Avaıpa'dan farklı olarak, henüz basit
tüketime bile doymamış.
Varlıklı kesimi hâlâ lüks açlığı çeken,
Bir buçuk yüzyıllık yarı-sömürge ekonomisinden
sonra, "yerli malı" haftalarına rağmen, hâlâ
"Avrupa malı" denince dayanamayan.
Avrupa, böyle bir pazarla günlük birliği kurmaz da
ne yapar?
Üzücü olan, Türkiye'nin, sıkı pazarlığa muhtaç bir
müzakerede, çok kuvvetli olması gereken elini göz
göre göre zayıflatmış olmasıdır.
Özdeki eşitsizliği telafi edecek koşulları ileri
sürdükten sonra, "İsterseniz kabul etmeyin; siz
bilirsiniz; koskoca bir pazarı koşulsuz açacak
başka enayi bulamazsınız!" diyebilmeliydik.
Hele, Gümrük Birliği'ne girişin, sanılanın aksine
"Avrupa Birliği'ne bacadan girmek" anlamına
gelmediğini düşünürseniz.
Çünkü, Avrupa Birliği'nin, kapıdan ya da bacadan, ne
biçimde olursa olsun. Türkiye'yi tam üyeliğe kabul
etmeyeceği artık açıkça belli olmuşken, Ankara,
Gümrük Birliğini kabullenmekle çok büyük bir riziko
alıyor: Ekonomi politikasını Türkiye olmaksızın
saptayacak bir Avrupa Birliği'nin gümrük ve dış
ticaret politikalarına uyma zorunlululğu. Bu, çok az
rastlanan, belki de bağımsız devletler arasında
benzeri bulunmayan bir casaret örneğidir.
Üstlenilen rizikonun karşılığı söke söke
alınmalıydı: Dokuma ve ulaştırma komiteleri başta
olmak üzere, Avrupa Birliği dış ticaret
politikasınıı hiç olmazsa Türkiye'yi yakından
ilgilendiren bütün karar organlarında tam üyelik
isteyerek, gecikmiş ödemelerin ötesinde bütün mali
telafi mekanizmalarının işletilmesini kesin
tarihlere bağlayarak ve daha bir yığın koşul
koyarak.
Ama Türkiye bunlarda ısrarlı olabilecekken pazarlık
gücünü kendi eliyle zayıflatmış, belirli tarihe
erteleme kararına bile şükredecek duruma düşmüştür.
Böyle bir durumda, erteleme olmasa ve yarın
anlaşmaya da varılsa, o anlaşmadan Türki'ye hayır
gelmez.
Çünkü, her işte olduğu gibi, uluslararası bir
müzakerede de kendi elinizle gereksiz açıklar
yaratırsanız, çabalarınızın çoğu o açıkları
kapatmakla geçer; asıl pazarlık etmeniz gereken
noktaların pazarlığını iyi yapamazsınız.
Kazanılabilecek bir maçta, gereksiz penaltı golü
yedikten sonra hiç olmazsa beraberliği sağlamak
için çırpınışınız gibi.
Elin zayıflaması, genellikle sanıldığı gibi, DEP
kararından ötürü değil.
Zayıflama, genel ciddiyetsizlik görüntü-sündendir.
Türkiye'yi yönetmekte en yüksek sorumluluğu
paylaşanlar, demokratikleştirme konusundaki
inandırıcılıklarını yitirdiler. Falanca yasa
çıkmamış, filanca mahkeme kararı ters çıkmış
olabilir. Bunlar, demokrasilerde anlaşılabilecek
durumlardır. Önemli olan, demokratikleştirme
konusunda ciddi niyetin olup olmadığıdır.
Bu ciddi niyet olsaydı, Özelleştirme Yasası çıkıp
da sıra demokratikleşmeye gelince ipe un serilmezdi.
Bu ciddi niyet olsaydı, basit bir özgürlük
maddesinin çıkması için Fethullah Hoca'yla
işbirliğine gitmeden önce, ülkedeki ilerici
kuruluşların seferber edilmesine çalışılırdı.
Bu ciddi niyet olsaydı, son dakikada "İnsan Hakları
Örgütü"girişimi gibi gayri ciddi geceyarısı
çabalarıyla göz boyanmaya kalkışamazdı.
İçte böylesine bir ciddiyetsizlik görüntüsü
sürerken, dünyanın en ciddi diplomasisi bile dışta
yetersiz kalmaya mahkûmdur. Aptalca yenen penaltı
golleri yüzünden en iyi forvetlerin yetersiz kalışı
gibi.
Hayatımız
Kocaman bir manşet: "Hayatımız değişiyor/"
Niçin değişiyormuş hayatımız?
Çünkü Avrupa Gümrük Birliği'ne giri-yormuşuz.
Nasıl giriyormuşuz?
Yunanistan vetosunu kaldırmışmış.
"Kıbrıs Cumhuriyeti" denen Rum Yöne-timi'nin tam
üyelik görüşmelerine başlanması konusunda Avrupa
Birliği'nden söz alarak.
Yani "hayatımız", bizim dışımızda varılmış bir
uzlaşma sayesinde "değişiyor."
Ama, duymaya, görmeye şimdiden hazır olunuz,
başkalarının kararıyla oluşan bu sonuç, Türkiye
Cumhuriyeti hükümetinin ve Türk diplomasisinin "başan"sı
olarak sunulacaktır. Övünmeli sözlerle, tantanalı
nutuklarla.
Oysa ilk görüntüye baktığımızda, başarı
Avrupa'nındır. Atina'yı ikna etmek, mızıkçılık
aşamasında ileri sürülen koşulları azaltmak ve
uzlaşma formülleri bulmak için çaba harcayan
onlardır. Özellikle de Fransa ve Almanya.
Dahası, bu çabalar, Ankara, hükümet ve bakanlık
olarak, Avrupa ülkelerinde, Batı' nın ve Kuzey'in
başkentlerinde didindiği için de gösterilmiş
değildir.
Çünkü, tekrar tekarar belirtmekte yarar var. Gümrük
Birliği, özde Türkiye'den çok Avrupa'nın işine
yaramaktadır.
Daha doğrusu, Gümrük birliğinden Avrupa'nın elde
edeceği çıkarlar Türkiye'nin elde edecekleri
yanında çok daha ağır basmaktadır.
Hele, uygulama ilkelerine ilişkin metnin aldığı son
şekil göz önünde bulundurulursa, Çünkü, bazı
konularda 19 Aralık toplantısı öncesindeki durumdan
geriye gidilmiş, örneğin hizmet kesimindeki girişim
serbestliği gibi bazı alanlarda kazanılan mevziler
bile kaybedilmiştir.
Zaten,herhangi bir müzakerede, temel üstünlüğünüzün
farkında değilseniz, gereksiz ödünler vererek alta
düşmeniz kaçınılmazdır. Sıkı durursa çok şeyi elde
edebileceğinin bilincinde olmayan Türkiye,
Avrupalılık aşkına her şeye razı oldu.
Ama, unutmamak gerekir ki, gerçek başarının sahibi
Atina'dır.
Kıbrıs gibi konuyla doğrudan ilişkili olmayan bir
sorunu masaya getirerek, Ankara'nın başka konularda
sıkı müzakere edebilmesini engelleyen odur.
Gerçi insan haklan gibi yine konuyla ilgisiz başka
bir sorunu masaya getirenler de Türkiye'yi asıl
konularda sıkı pazarlık edebilmekten
alıkoymuşlardır; ama Atina, kendi tutunduğu dala
yapışmış, istediğini elde etmeyi becermiştir.
Öbürleri, yani insan haklarını bahane edenler,
birinci raundda istediklerini elde ettikten sonra
geri çekildikleri halde. Yunan diplomasisi Kıbrıs
konusunda sonuna kadar ısrarlı olmayı bildi.
Kimimiz, Yunanistan'ın Brüksel'deki ilk uzlaşmayı
yetersiz bulup yeni isteklerle ortaya çıkmasını
"oyunbozanlık "ve "şımarıklık gibi sözlerle
küçümsedik, kınadık, suçladık. Oysa, Atina,
uluslararası ilişkilerde duygusallığa yer
olmadığını, ulusal çıkarı kollamanın her şeyden
üstün olduğunu ispatlamış oldu.
Önce, mali yardımlara ve tekstile ilişkin istekleri
de listeye koyarak ve sonradan bunlardan bazılannı
geri çekip Kıbrıs konusunda istediğini elde ederek.
Ankara ise, çoğu zaman olduğu gibi, Batı'dan uslu
çocuk "aferin'K almayı, tutumunda ısrarlı olmanın
zorluğuna tercih etti.
Başkalarının pazarlıklarıyla belirlenen "hayatımız",
kimimizi mest edebilir. Ucuz Avrupa arabaları, bol
tüketim, şu bu...
Kuzey Kıbrıs'ta da şöyle ya da böyle Rumlarla
bütünleşip Avaıpalılığın nimetlerini paylaşma
özlemini duyanlar olabilir ; Serbest seyahat, yine
bol tüketim, şu bu...
Tabii "hayalımız" denen şey, ucuz Avrupa arabası
ile bol tüketimden ibaretse.
Ama, o zaman da, "Sizin 'hayatınız' bu ise, Kıbrıs
için şehit olanların hayatları neydi?" diye
sorarlar insana.
Diyet
Dünkü Hürriyet\n bir köşesinde, genel bayram
havasını bozacak "kritik bir soru" vardı: "Gümrük
Birliği'nin diyeti Kıbrıs mı?"
Sorumluların böyle bir soruya genellikle verdikleri
yanıt aynı köşede de vardı: "Anlaşma metinlerinde
Kıbrıs'a ilişkin herhangi bir ifade, herhangi bir
taahhüt yer almıyor. Kıbrıs sorunu, Topluluğun kendi
iç dokümanlarında Gümrük Birliği'nden bağımsız
olarak düzenlediği bir konu."
Şimdi, birbirimizi ve kendimizi hiç aldatmayalım:
Bu yanıt, Rum Yönetimi'nce ya da resmi adıyla
"Kıbrıs Cumhuriyeti"nce bütün ada adına yapılan tam
üyelik başvurusununun Türkiye ile tamamlanacak
Gümrük Birliği dolayısıyla yeniden gündeme
getirilmiş olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Yunanistan'a verilen söz de bu gündeme getiriliş
sırasında oldu: "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin tam
üyeliğine ilişkin görüşmeler 1996'daki Hükümet-lerarası
Konferans'ın bitiminden altı ay sonra
başlayacaktır."
Evet, ilk metinden olduğu gibi "başlayabilir"
değil, "başlayacaktır."
Yunan diplomasisi bunu "çatır çatır sökerek" a\âı.
Etraftan yükselen itiraz feryatlarına ya da sözde
itiraz ediyormuş gibi yapanların mırıldınışlarına
aldırış etmeksizin.
Türk tarafı ise, bütün bunlan sineye çekti.
Her zamanki, "aferin almak isteyen uslu çocuk
edasıyla.
Sineye çekilen nedir?
Bir kere, anlaşma metnine konmayıp Avrupa
Birliği'nin kendi dosyalarında kalacak da olsa,
Türkiye ile başlatılacak Gümrük Birliği'nin Kıbrıs
sorunu ile bağlantılı duruma sokulması, Ankara
için, çok şiddetle dile getirilmesi gereken bir
itiraz konusu olmalıydı.
Geçmişte olduğu gibi.
Türkiye, Kıbrıs konusunun, bırakın Gümrük Biıiiği'ne,
Avrupa ile olan ilişkilerinin herhangi bir yönüne
bağlıntıh durama getirilmesini hep reddedegelmiştir.
Avrupa Birliği'nin Kıbrıs sorunu için atadığı özel
görevli, bu sıfıtıyla Ankara'ya ayak basamamıştır
bile. Şimdi ise, Kıbrıs sorunu, bugüne kadar
yürütüldüğü Birleşmiş Millletler çerçevesinden
çıkıp Türk tarafı için çok daha elverişsiz
sayılması gereken Avrupa zeminine kaymış oluyor.
"Rum Yönetimi, 1990'da tam üyelik başvurusunda
bulunduğu ya da Kor/u Toplantısı, bu başvurusunun
1995'te ele alınıp değerlendirileceğine karar
verdiği gün zemin zaten kaymıştı" demeyin. Şimdi tam
üyelik gülüşmelerinin başlaması için kesin söz
verilmektedir ve Türkiye sesini çıkarmamaktadır.
Oysa, bu kez, ses çıkarmak için bulunmaz bir fırsat
doğmuştu: Gümrük Birliği görüşmelerinin kesilmesi.
Ankara, "Bu konu ile Kıbrıs'ın tam üyeliği arasında
bağlantı kurduğunuz an görüşmeleri kesiyoruz"
diyebilmeliydi.
Başka bir yol da, böyle bir bağlantı kurulur
kurulmaz, Kuzey Kıbrıs ile Türkiye arasındaki
ekonomik bütünleşmeyi tamamlamak, gümrükleri
sıfırlamak ve sonra Avnıya'ya dönüp "Ne yapalım,
bizim de düşünmek zorunda olduğumuz böyle bir
kardeş topluluğumuz var" diyerek Kıbrıs'a ilişkin
Gümrük Birliği uygulamaları için özel hükümler
istemek olabilirdi.
Ama, tekrar etmek gerekir ki, Gümrük Birliği'nin
başka konularında olduğu gibi, Kıbrıs'la ilgili
konuda da bunları diyebilmek için şu temel noktanın
akılda tutulması zorunluydu: Gümrük Birliği,
Türkiye'den çok Avrupa'nın yararınadır;
gecikmesinden, Türkiye değil, Avrupa zararlı çıkar.
Ne yazık ki, her koşula razı olacaklarını çok
önceden belli edenler, bu çeşit "uçurum kenarı
diplomasisi'he fırsat bırakmadılar.
Şu günlerde Türkiye'de estirilmek istenen bayram
havası, aslında matem tutmayı gerektiren bir başka
noktayı gözlerden saklaya-maz: Kıbrıs sorununun, hem
Türkiye'ye hem de Kıbrıs Türk halkına yararlı
olabilecek biçimde çözülmesi, artık aşılması çok
güç engellerin ortasına atılmış oluyor: Gümrük
Birliği'ni apar topar gerçekleştirme sevdası
yüzünden, 1960 anlaşmaları ve onların Türkiye'ye
tanıdığı haklar, Ankara'dakilerin kendi elleriyle,
geçersiz sayılabilmesi noktasına getirilmiştir.
Ama, kırk yıllık bir ulusal dava, iki kişinin "shoıv"
merakı yüzünden bu kadar ucuza terk edilemez.
Mücadele bitmemiştir ve bu engeller de aşılacaktır.
|