|
Güncel Sanayi Sorunları ve Ulusal Sanayi
Stratejileri
Küreselleşme, globalleşme veya yeni dünya düzeni
olarak isimlendirilen gelişmelerin bir eğilimi mi
yansıttığı yoksa bir gerçeklik mi olduğu, bilim
adamlarınca son dönemde tartışılan konuların başında
gelmektedir.
Marksist iktisatçılar, küreselleşmenin bir gerçeklik
değil yalnızca bir eğilim olduğunu savunmakta ve
tarihin, geri dönüşlü böylesi örneklerle dolu
olduğunu ileri sürmektedirler. Liberal iktisatçılar
ise başta telekomünikasyon, mikroelektronik ve
bilgisayar teknolojileri olmak üzere son dönemde
etkinliğini arttıran teknolojik gelişmelerin dünyayı
küçülttüğü, sınırları kaldırdığı ve küreselleşme
denilen olguyu tartışmasız bir gerçeklik haline
getirdiği görüşündedirler.
Bu konuda tarih son sözü söylemiş midir ? Bu soru
kuşkusuz bilimsel bir kesinlikle bugünden
yanıtlanamaz, ama gözlenen odur ki, ekonomik
sistemler açısından tek sisteme özgü belirli
normların, en azından yakın ve orta bir gelecek için
"küreselleşmesi" söz konusudur.
Küreselleşme, son çözümlemede, tek bir dünya sistemi
yaratmaktır. Ekonomik açıdan beraberinde, fınansal
piyasaların entegrasyonunu, uluslararası ticaretin
serbestleşmesini, bilgi ve teknoloji akışının
hızlanmasını getirmiştir. Bu kuşkusuz, tek yönlü
işleyen bir ilişki değildir. Küreselleşmenin nesnel
temellerini de enformasyon ve telekomünikasyon
sistem ve teknolojileri yaratmıştır.
Son dönemde, teknolojide izlenen hızlı gelişmeler,
dünyanın sanayi toplumundan bilgi toplumuna
yöneldiği görüşünü savunanları haklı çıkarmış ve
enformasyon toplumu, bilgi toplumu kavramları artık
herkesçe üzerinde birleşilen gerçeklikler olarak
benimsenmeye başlanmıştır. Mikro elektronik,
bilgisayar ve telekomünikasyon teknolojileriyle
bunların bir bileşimi olan enformasyon
teknolojisindeki olağanüstü gelişmeler, bu değişimde
belirleyici bir rol üstlenmiştir.
Dayandığı teknoloji tabanındaki köklü değişim, pazar
ekonomilerinin egemen üretim biçimi olan kitlesel
üretime özgü normlarda da köklü değişimlere neden
olmaktadır. Klasik üretim fonksiyonunun yerini,
bilginin (dolayısıyla teknolojinin) artan önemi
nedeniyle yeni üretim fonksiyonu almakta, bu
gelişmeler bağlamında uluslararası standartlara
uygun, kaliteli üretimin gerçekleştirilmesinde
çağdaş bir sistem olarak kabul edilen Esnek Üretim
Sistem ve Teknolojileri tüm sınai üretim alanlarına
hızla yayılmakta, bütün dünyada artık "ölçek
ekonomileri" yerini "çeşit ekonomileri"ne
bırakmakta, entegre tesisler yerlerini, ana
sanayi-yan sanayi bütünleşmesine dayalı KOBİ odaklı
daha esnek, daha bağımsız ve daha hızlı işletmecilik
modellerine terk etmektedir.
Şu halde, küreselleşme, globalleşme, yeni dünya
düzeni, bilgi toplumu, enformasyon toplumu, yeni
üretim fonksiyonu, esnek üretim, çeşit ekonomisi ve
KOBİ gibi kavramlar, dünyanın yöneldiği doğrultuyla
ilgili sistematik bir bakış açısının, biribirini
tamamlayan unsurları olarak kabul edilmelidir.
Kısacası, günümüzde teknoloji, ulusların rekabet
güçlerinin yegane anahtarı haline gelmiştir.
Dolayısıyla artık dünya nimetlerinin yeniden
paylaşılmasında ve toplumsal refahın
yükseltilmesinde bilim ve teknoloji alanındaki
üstünlükler, temel belirleyiciler olmaktadır.
Bilindiği gibi rekabet gücü, en yalın ifadesiyle
bir firmanın, bir sanayi dalının yada bütünüyle ülke
ekonomisinin ülke dışına mal yada hizmet satma
yeteneğidir. Bu yeteneğin düzeyi, çeşitlilik ve
yoğunluk indeksleriyle belirlenir. Rekabet gücü
statik bir kavram-değildir. Çünkü üretim teknolojisi
sürekli değişmektedir. Teknolojideki gelişmeler
izlenip uygulanmazsa bir üründe sahip olunan rekabet
gücü kısa sürede kaybolur. Bir ülke sahip olduğu bol
ve ucuz kaynakları üretimde kullanabilmek için
üretim teknolojisini kendisi gerçekleştirmelidir.
Dolayısıyla, üretim teknolojisindeki gelişmeleri
yakından izlemek, Araştırma-Geliştirme
faaliyetlerine kaynak arayabilmek ve teknolojik
gelişmeleri uygulayabilecek yatırımları
gerçekleştirmek, doğru ekonomi politikaları yanında,
rekabet gücünü belirleyen en önemli unsurlardır.(*)
Türkiye, bilim ve teknolojiyi hızla ekonomik ve
toplumsal faydaya dönüştürebilme (inovasyon)
becerisini kazanmış ve bu amaçla gerekli ulusal
inovasyon sistemini kurmuş bir ülke haline
gelebilmenin yollarını araştırmak durumundadır.
Zira, Ulusal inovasyon Sisteminin oluşturulması,
Ülkemizin sanayileşme eşiğini aşıp enformasyon
toplumuna ve giderek bilgi toplumuna dönüşmesinin
vazgeçilmez koşuludur. Ülkemiz, bir yandan
sanayileşme eşiğini aşarken diğer yandan da bilgi
toplumuna dönüşme çabası içerisine girmek
zorundadır. Yani, aynı anda bu iki amacıda
gerçekleştirmek gibi yoğun ve özverili bir çalışmaya
yönelmek durumundadır. Yoksa, önce sanayileşmemizi
tamamlayalım daha sonra bilgi çağına uyum
çalışmalarına başlarız gibi statik-muhafazakar
yaklaşımlarla uygar dünyayı yakalama olanağı olamaz.
Türkiye'nin sorunlarının aşılabilmesi için ekonomik
büyümede evrim teorilerine itibar etmek yerine
yapısal bir dönüşümün gerçekleştirilmesine ihtiyaç
vardır. Türkiye, bilgi çağını yakalayabilmek için
sanayileşmesinin tamamlanmasını bekleyemez.
Sanayileşme çabasını bir yandan sürdürürken
ekonomisini, AR-GE faaliyetlerine gereken önemi
vermek (dolayısıyla öncelikle ulusal inovasyon
sistemini kurmak) suretiyle bir başka boyutta
gelişmiş ülkeler düzeyine dönüştürmek zorundadır
Gümrük duvarlarının ve geleneksel korumacılığın
giderek kalktığı küreselleşen bir dünyada rekabet
edebilmek için asıl belirleyici olan, yeni ürün ve
üretim yöntemleri, yeni üretim teknikleri ve
teknolojiler geliştirmeye yönelik, bütünsel bir
yeteneğin kazanılmış olmasıdır. Sanayimizin kısaca
inovasyon yeteneği olarak anılan bu yeteneğe sahip
olabilmesi, ancak AR-GE çalışmalarına yönelmekle
mümkündür. Bu ise, devletin destek ve öncülüğünde
genelde ulusal inovasyon sisteminin kurulmasını,
özelde üniversite-sanayi işbirliğinin geliştirilmesi
ile bu ilişkinin Teknoloji Merkezleri (TEKMERLER) ve
Teknoloji Geliştirme Bölgelerinde
(TEKNOPARKLAR) kurumsallaştırılmasını
gerektirmektedir.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında sanayinin oluşum ve
gelişimi için önderlik görevini yerine getiren
devletin, bu kez de Üniversite-Sanayi işbirliğinin
geliştirilmesi, Teknoloji Geliştirme Bölgelerinin,
başarılı organize sanayi bölgeleri uygulamaları
örnek alınarak kurulup geliştirilmesi için gerekli
organizasyon, teşvik ve destek görevini zaman
geçirmeksizin yerine getirmesi icab eder.
Ayrıca, Cumhuriyetin sanayileşme felsefesinde önemli
bir yeri olan ve 1962-1963 yıllarından buyana hızla
faaliyete sokulan karma organize sanayi bölgeleri
ile küçük sanayi sitelerinin çalışmalarını mevcut
yapılarıyla sürdürmelerinin, günümüzün teknolojiye
ve ihtisasa dayalı koşullarında uygun bulunmadığı,
karma yapıdaki OSB ve KSS'lerin Doğu ve Güneydoğu
Anadolu gibi azgelişmiş bölgeler dışında yapımından
vazgeçilerek bunların yerine ihtisas (elektrik,
elektronik, mikroelektronik, elektromekanik vd.) OSB
ve KSS'lerin kurulmasına öncelik verilmesinin daha
uygun olacağı düşünülmektedir.
Türkiye'nin bilim ve teknoloji yeteneğini
yükseltmesi, bilim ve teknolojiye egemen bir ülke
konumuna gelmesi, ekonomik ve toplumsal dönüşüm için
yegane stratejik seçenektir.
İleri sanayi ülkelerinin uzun yıllarda elde ettiği
kazanımların ve ürünlerin değişik yollarla
(taklitçilik, adaptasyon, montaj vb.) üretilmesi,
sanki söz konusu teknolojiyi üreten ülkelerle
varolan gelişme farklılıklarının çok daha kısa
sürede kapatılabileceği hissini uyandırmakta,
kendisinin yaratmadığı teknoloji, deneyim, değer ve
yaşam biçimleri ile varolan toplumsal ve kültürel
yapı arasında da kopukluk, uyumsuzluk ve gecikmeler
söz konusu olabilmektedir. Onun içindir ki, ileri
sanayi ülkelerinin bilgi toplumuna geçerken, katma
değerinin düşüklüğünün yanı sıra çevre kirliliği
yaratan sanayi üretimini, bizim gibi gelişmekte olan
ülkelere kaydırarak, ileri teknoloji tekelini elinde
bulundurmak istemeleri ve ileri teknoloji ürünlerini
satın almak isteyenlerin ise tarım ve geleneksel
sanayi ürünlerini üreterek kazandıklarıyla bu
ürünleri satın alacakları bir dünya düzenini kabul
ettirme yönündeki çabaları boşuna değildir.
Dünya teknolojisini edinebilmek, öğrenip özümsemek,
bu teknolojiyi sanayinin ilgili alanlarında
uygulayabilmek ve bir üst düzeyde yeniden üretebilme
becerisini kazanabilmek, çağdaş bir eğitim ve
öğretim sisteminin oluşturulmasına bağlıdır. Bu
bağlamda ülkemizin sınırlı kaynaklarının
kullanımında öncelik, eğitim, öğretim, araştırma ve
geliştirme altyapısının oluşturulmasına
yönlendirilmelidir. Çalışan nüfusun %70'i ilkokul ve
daha aşağı eğitim düzeyine sahip olan ülkemizin,
bilgi toplumuna ulaşabilmesinin ve dolayısıyla dünya
nimetlerinin paylaşımında avantajlı bir konumda yer
alarak toplumsal refahını yükseltebilmesinin
yaşamsal öncelikli koşulu, çağdaş eğitim ve
öğretimdir. İlköğretimden yüksek öğretime kadar,
eğitim ve öğretimin temel motifi ise bilim ve
teknoloji ile barışık bir toplum yaratmak olmalıdır.
Gelişmiş ülkelerin dünya için biçimlendirdikleri
yeni dünya düzeni, küreselleşme söylemi bağlamında
başta IMF ve Dünya Ticaret örgütü olmak üzere
uluslararası kuruluşlarca, gelişmekte olan ülkelere
dikte edilmeye çalışılmaktadır. Gelişmiş ülkeler
dışındaki dünyaya dayatılan bu yeni düzen, ülkelerin
konumlarına göre değişen farklılıklar içermektedir.
Gelişmiş ülkeler kendilerine bilgi ve teknoloji
içeriği yüksek sanayi alanlarını ayırırken,
gelişmekte olan ülkeler tekstil, petrokimya, kimya,
demir-çelik ve çimento gibi bacalı ağır sanayi
alanlarına yönlendirilmektedir. Gerçektende bugün
Türkiye'nin tekstil, çimento ve demir-çelikte
Avrupa'nın en üst sıralarında yer alması aslında
bizim çabalarımızın değil gelişmiş ülkelerin
bilinçli politikalarının sonucudur. Çoğu alanda
gelişmiş ülkelerin gerisinde bulunan bir
Türkiye'nin, 35 milyon ton/yıl ile çimento
üretiminde Avrupa'da üçüncü, demir-çelik üretiminde
dünyada ilk on ülke arasında bulunması ve tekstilde
de oldukça üst sıralarda yer alması bu anlamda son
derece dikkat çekicidir. Çok açıktır ki bu, üstün
rekabet gücümüz nedeniyle değil, söz konusu
sektörler, gelişmiş ülkelerin bilinçle terk
ettikleri sanayi alanları olduğu içindir.
Gelişmiş ülkeler artık, çimento, tekstil,
demir-çelik ve benzeri bacalı ağır sanayi üretim ve
ticaretlerini az gelişmiş ülkelerde
gerçekleştirmekte, ihtiyaçlarını da buralardan
karşılamaktadır. Fransa için çimento, ABD ve Almanya
için tekstil, bunun en güzel örnekleridir.
Gerçektende, Almanya'daki konfeksiyon işletmeleri
sattıkları konfeksiyon ürünlerinin yalnızca %10'unu
Almanya'da üretmekte, %30'unu ithal ederken, %60'ını
Almanya dışında fason olarak imal ettirmektedir.
Teknolojide ve üretimde bir üst aşamaya ulaşan, eski
üretimini bir alt-takine devretmektedir.
Dünyada ve Türkiye'de kapitalizm nitelik
değiştirirken, yeni dünya düzeninin dayattığı iş
bölümü gereği dünya sıralamasında bizim hemen
önümüzdeki kümede yer alanlar, elektromekanik ve
otomotivi bize devrederken, bizim de örneğin
tekstili, demir-çeliği Pakistan, Bangladeş gibi
ülkelere bırakmamızı bekliyorlar.
Bir sonraki hamleyi görmek, hangi sektörlerin gidip
hangilerinin kalacağını tespit etmek için, mevcut
teorik araçlardan yararlanmak gerekir. Geliriniz
birkaç misli artarsa, hangi tüketiminiz artar,
hangileri az artar, hangileri sabit kalır ? Bu
soruların cevaplarının aranması, sağlıklı
stratejilerin belirlenebilmesi için de gereklidir.
Biz tekstilden elektromekaniğe, otomotive geçtiğimiz
için seviniyoruz. Ama bu fotoğraf da kalıcı değil.
Bir zaman sonra, dünya iş bölümü açısından
söylersek, bizim hemen önümüzdeki vagonun yolcuları
üretimde ve teknolojide bir üst düzeye geçecek.
Bizim de onu takip edecek, yakalayacak dikkati ve
izlemeyi gösterme zorunluluğumuz var.
Türkiye bilgi ve teknoloji içeriği düşük, ekolojik
riski büyük üretim sektörleriyle bilgi çağını
yakalayamaz. Yapılması gereken, bilgi içeriği ve
katma değeri yüksek üretime yönelmektir. Bunun yolu
kuşkusuz gelişmiş ülkelerin bize bilinçle
bıraktıkları sanayi alanlarını terk etmek değildir.
Aksine, bu sektörlerden sağlanacak sermaye
birikimini - gelişmiş ülkelerin patent, lisans,
endüstriyel tasarım, know-how' gibi hukuksal
araçlarla korudukları ve bir anlamda kendilerine
sakladıkları - bilgi ağırlıklı ulusal üretim
sektörlerinin rekabet güçlerinin geliştirilmesinde
kullanmakdır. Bir başka söyleyişle, tekstilden,
çimentodan, kimyadan, mekanikten, elektro mekanikten
yani gelişmiş ülkelerin bizlere terk ettiği
sektörlerden elde edeceğimiz birikimlerimizi
tutarlı bir sanayi stratejisiyle, bilgi içeriği
yüksek sanayi sektörlerine, yani elektroniğe, mikro
elektroniğe, genetiğe ve ileri malzeme
teknolojilerine yönlendirmektir.
Bu noktada son on yıllık dönemde gelişmiş ülkelerin
üretim stratejilerinde gözlenen bir diğer
değişikliğe de dikkat çekmek isteriz. Bu, gelişmiş
ülkelerin tarım politikalarında gözlenen
değişikliklerdir. Gerçektende, artık tarım sektörü,
teknoloji içeriği yüksek bacasız sanayi dalları ile
birlikte prestiji yükselen ve özenle korunan bir
hedef sektör haline gelmiştir. Yalnızca gıda
güvenliği yönünden değil bitkisel üretimin, yaşanası
bir dünyanın ve ekolojik dengenin en temel
unsurlarından biri olması, gelişmiş ülkelerin üretim
stratejilerinde bu doğrultudaki değişikliğin en
önemli nedenidir. Nitekim bunun içindir ki, tarımsal
desteklerden vazgeçmemiz, şeker, tütün, hububat
vb., bitkisel üretimi uluslararası piyasaların
rekabetine terk etmemiz, IMF'nin üzerinde ısrarla
durduğu kredi tahsis koşullarından birisini
oluşturmaktadır.
Şurası çok iyi bilinmelidir ki, IMF ve uluslararası
kuruluşların "küreselleşme" adı altında sahneye
koydukları oyunda bizim için düşünülen rol, aktör
değil figüran rolüdür. Biz, sanayi üretimimizi ve
üretim kompozisyonumuzu, gelişmiş ülkelerin ihtiyaç
ve tercihleri ile yeni dünya düzeninde bize biçilen
ikincil rol çerçevesinde değil, bilgi toplumu
hedefine ulaşabilme amacı doğrultusunda yeniden
belirleme durumundayız. Bunun yolu, tutarlı ve
bütünsel bir sanayi stratejisinin hazırlanmasından
geçmektedir. Böyle bir strateji ise ancak, ülkenin
tüm potansiyelini bu doğrultuda harekete
geçirebilecek çağdaş ve etkin bir planlama
yaklaşımıyla başarıya ulaştırılabilir.
|