Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Güncel Sanayi Sorunları ve Ulusal Sanayi Stratejileri 

Küreselleşme, globalleşme veya yeni dünya düzeni olarak isim­lendirilen gelişmelerin bir eğilimi mi yansıttığı yoksa bir gerçeklik mi olduğu, bilim adamlarınca son dönemde tartışılan konuların başında gelmektedir. 

Marksist iktisatçılar, küreselleşmenin bir gerçeklik değil yalnızca bir eğilim olduğunu savunmakta ve tarihin, geri dönüşlü böylesi örneklerle dolu olduğunu ileri sürmektedirler. Liberal iktisatçılar ise başta telekomünikasyon, mikroelektronik ve bilgisayar teknolojileri olmak üzere son dönemde etkinliğini arttıran teknolojik gelişmelerin dünyayı küçült­tüğü, sınırları kaldırdığı ve küreselleşme denilen olguyu tartışmasız bir gerçeklik haline getirdiği görüşündedirler. 

Bu konuda tarih son sözü söylemiş midir ? Bu soru kuşkusuz bilimsel bir kesinlikle bugünden yanıtlanamaz, ama gözlenen odur ki, ekonomik sistemler açısından tek sisteme özgü belirli normların, en azından yakın ve orta bir gelecek için "küreselleşmesi" söz konusudur.

Küreselleşme, son çözümlemede, tek bir dünya sistemi yaratmaktır. Ekonomik açıdan beraberinde, fınansal piyasaların entegrasyonunu, ulus­lararası ticaretin serbestleşmesini, bilgi ve teknoloji akışının hızlanmasını getirmiştir. Bu kuşkusuz, tek yönlü işleyen bir ilişki değildir. Küreselleşmenin nesnel temellerini de enformasyon ve telekomünikasyon sistem ve teknolojileri yaratmıştır. 

Son dönemde, teknolojide izlenen hızlı gelişmeler, dünyanın sanayi toplumundan bilgi toplumuna yöneldiği görüşünü savunanları haklı çıkarmış ve enformasyon toplumu, bilgi toplumu kavramları artık herkesçe üzerinde birleşilen gerçeklikler olarak benimsenmeye başlanmıştır. Mikro elektronik, bilgisayar ve telekomünikasyon teknolojileriyle bunların bir bileşimi olan enformasyon teknolojisindeki olağanüstü gelişmeler, bu değişimde belirleyici bir rol üstlenmiştir.

Dayandığı teknoloji tabanındaki köklü değişim, pazar ekonomilerinin egemen üretim biçimi olan kitlesel üretime özgü normlarda da köklü değişimlere neden olmaktadır. Klasik üretim fonksiyonunun yerini, bil­ginin (dolayısıyla teknolojinin) artan önemi nedeniyle yeni üretim fonksiy­onu almakta, bu gelişmeler bağlamında uluslararası standartlara uygun, kaliteli üretimin gerçekleştirilmesinde çağdaş bir sistem olarak kabul edilen Esnek Üretim Sistem ve Teknolojileri tüm sınai üretim alanlarına hızla yayılmakta, bütün dünyada artık "ölçek ekonomileri" yerini "çeşit ekonomileri"ne bırakmakta, entegre tesisler yerlerini, ana sanayi-yan sanayi bütünleşmesine dayalı KOBİ odaklı daha esnek, daha bağımsız ve daha hızlı işletmecilik modellerine terk etmektedir. 

Şu halde, küreselleşme, globalleşme, yeni dünya düzeni, bilgi toplumu, enformasyon toplumu, yeni üretim fonksiyonu, esnek üretim, çeşit ekonomisi ve KOBİ gibi kavramlar, dünyanın yöneldiği doğrultuyla ilgili sistematik bir bakış açısının, biribirini tamamlayan unsurları olarak kabul edilmelidir. 

Kısacası, günümüzde teknoloji, ulusların rekabet güçlerinin yegane anahtarı haline gelmiştir. Dolayısıyla artık dünya nimetlerinin yeniden paylaşılmasında ve toplumsal refahın yükseltilmesinde bilim ve teknoloji alanındaki üstünlükler, temel belirleyiciler olmaktadır. Bilindiği gibi reka­bet gücü, en yalın ifadesiyle bir firmanın, bir sanayi dalının yada bütünüyle ülke ekonomisinin ülke dışına mal yada hizmet satma yeteneğidir. Bu yeteneğin düzeyi, çeşitlilik ve yoğunluk indeksleriyle belirlenir. Rekabet gücü statik bir kavram-değildir. Çünkü üretim teknolojisi sürekli değişmektedir. Teknolojideki gelişmeler izlenip uygulanmazsa bir üründe sahip olunan rekabet gücü kısa sürede kaybolur. Bir ülke sahip olduğu bol ve ucuz kaynakları üretimde kullanabilmek için üretim teknolojisini ken­disi gerçekleştirmelidir. Dolayısıyla, üretim teknolojisindeki gelişmeleri yakından izlemek, Araştırma-Geliştirme faaliyetlerine kaynak arayabilmek ve teknolojik gelişmeleri uygulayabilecek yatırımları gerçekleştirmek, doğru ekonomi politikaları yanında, rekabet gücünü belirleyen en önemli unsurlardır.(*) 

Türkiye, bilim ve teknolojiyi hızla ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürebilme (inovasyon) becerisini kazanmış ve bu amaçla gerekli ulusal inovasyon sistemini kurmuş bir ülke haline gelebilmenin yollarını araştırmak durumundadır. Zira, Ulusal inovasyon Sisteminin oluşturul­ması, Ülkemizin sanayileşme eşiğini aşıp enformasyon toplumuna ve giderek bilgi toplumuna dönüşmesinin vazgeçilmez koşuludur. Ülkemiz, bir yandan sanayileşme eşiğini aşarken diğer yandan da bilgi toplumuna dönüşme çabası içerisine girmek zorundadır. Yani, aynı anda bu iki amacıda gerçekleştirmek gibi yoğun ve özverili bir çalışmaya yönelmek durumundadır. Yoksa, önce sanayileşmemizi tamamlayalım daha sonra bilgi çağına uyum çalışmalarına başlarız gibi statik-muhafazakar yaklaşımlarla uygar dünyayı yakalama olanağı olamaz. Türkiye'nin sorun­larının aşılabilmesi için ekonomik büyümede evrim teorilerine itibar etmek yerine yapısal bir dönüşümün gerçekleştirilmesine ihtiyaç vardır. Türkiye, bilgi çağını yakalayabilmek için sanayileşmesinin tamamlanmasını bekleyemez. Sanayileşme çabasını bir yandan sürdürürken ekonomisini, AR-GE faaliyetlerine gereken önemi vermek (dolayısıyla öncelikle ulusal inovasyon sistemini kurmak) suretiyle bir başka boyutta gelişmiş ülkeler düzeyine dönüştürmek zorundadır 

Gümrük duvarlarının ve geleneksel korumacılığın giderek kalktığı küre­selleşen bir dünyada rekabet edebilmek için asıl belirleyici olan, yeni ürün ve üretim yöntemleri, yeni üretim teknikleri ve teknolojiler geliştirmeye yönelik, bütünsel bir yeteneğin kazanılmış olmasıdır. Sanayimizin kısaca inovasyon yeteneği olarak anılan bu yeteneğe sahip olabilmesi, ancak AR-GE çalışmalarına yönelmekle mümkündür. Bu ise, devletin destek ve öncülüğünde genelde ulusal inovasyon sisteminin kurulmasını, özelde üniversite-sanayi işbirliğinin geliştirilmesi ile bu ilişkinin Teknoloji Merkezleri (TEKMERLER) ve Teknoloji Geliştirme Bölgelerinde (TEKNOPARKLAR)        kurumsallaştırılmasını        gerektirmektedir. 

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında sanayinin oluşum ve gelişimi için önder­lik görevini yerine getiren devletin, bu kez de Üniversite-Sanayi işbirliğinin geliştirilmesi, Teknoloji Geliştirme Bölgelerinin, başarılı organize sanayi bölgeleri uygulamaları örnek alınarak kurulup geliştirilme­si için gerekli organizasyon, teşvik ve destek görevini zaman geçirmek­sizin yerine getirmesi icab eder. 

Ayrıca, Cumhuriyetin sanayileşme felsefesinde önemli bir yeri olan ve 1962-1963 yıllarından buyana hızla faaliyete sokulan karma organize sanayi bölgeleri ile küçük sanayi sitelerinin çalışmalarını mevcut yapılarıyla sürdürmelerinin, günümüzün teknolojiye ve ihtisasa dayalı koşullarında uygun bulunmadığı, karma yapıdaki OSB ve KSS'lerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi azgelişmiş bölgeler dışında yapımından vazgeçilerek bunların yerine ihtisas (elektrik, elektronik, mikroelektronik, elektromekanik vd.) OSB ve KSS'lerin kurulmasına öncelik verilmesinin daha uygun olacağı düşünülmektedir. 

Türkiye'nin bilim ve teknoloji yeteneğini yükseltmesi, bilim ve teknolojiye egemen bir ülke konumuna gelmesi, ekonomik ve toplumsal dönüşüm için yegane stratejik seçenektir.

İleri sanayi ülkelerinin uzun yıllarda elde ettiği kazanımların ve ürün­lerin değişik yollarla (taklitçilik, adaptasyon, montaj vb.) üretilmesi, sanki söz konusu teknolojiyi üreten ülkelerle varolan gelişme farklılıklarının çok daha kısa sürede kapatılabileceği hissini uyandırmakta, kendisinin yarat­madığı teknoloji, deneyim, değer ve yaşam biçimleri ile varolan toplumsal ve kültürel yapı arasında da kopukluk, uyumsuzluk ve gecikmeler söz konusu olabilmektedir. Onun içindir ki, ileri sanayi ülkelerinin bilgi toplumuna geçerken, katma değerinin düşüklüğünün yanı sıra çevre kirliliği yaratan sanayi üretimini, bizim gibi gelişmekte olan ülkelere kaydırarak, ileri teknoloji tekelini elinde bulundurmak istemeleri ve ileri teknoloji ürünlerini satın almak isteyenlerin ise tarım ve geleneksel sanayi ürünlerini üreterek kazandıklarıyla bu ürünleri satın alacakları bir dünya düzenini kabul ettirme yönündeki çabaları boşuna değildir. 

Dünya teknolojisini edinebilmek, öğrenip özümsemek, bu teknolojiyi sanayinin ilgili alanlarında uygulayabilmek ve bir üst düzeyde yeniden üretebilme becerisini kazanabilmek, çağdaş bir eğitim ve öğretim sistemi­nin oluşturulmasına bağlıdır. Bu bağlamda ülkemizin sınırlı kaynaklarının kullanımında öncelik, eğitim, öğretim, araştırma ve geliştirme altyapısının oluşturulmasına yönlendirilmelidir. Çalışan nüfusun %70'i ilkokul ve daha aşağı eğitim düzeyine sahip olan ülkemizin, bilgi toplumuna ulaşabilmesinin ve dolayısıyla dünya nimetlerinin paylaşımında avantajlı bir konumda yer alarak toplumsal refahını yükseltebilmesinin yaşamsal öncelikli koşulu, çağdaş eğitim ve öğretimdir. İlköğretimden yüksek öğretime kadar, eğitim ve öğretimin temel motifi ise bilim ve teknoloji ile barışık bir toplum yaratmak olmalıdır.

Gelişmiş ülkelerin dünya için biçimlendirdikleri yeni dünya düzeni, küreselleşme söylemi bağlamında başta IMF ve Dünya Ticaret örgütü olmak üzere uluslararası kuruluşlarca, gelişmekte olan ülkelere dikte edilmeye çalışılmaktadır. Gelişmiş ülkeler dışındaki dünyaya dayatılan bu yeni düzen, ülkelerin konumlarına göre değişen farklılıklar içermektedir. Gelişmiş ülkeler kendilerine bilgi ve teknoloji içeriği yüksek sanayi alan­larını ayırırken, gelişmekte olan ülkeler tekstil, petrokimya, kimya, demir-çelik ve çimento gibi bacalı ağır sanayi alanlarına yönlendirilmektedir. Gerçektende bugün Türkiye'nin tekstil, çimento ve demir-çelikte Avrupa'nın en üst sıralarında yer alması aslında bizim çabalarımızın değil gelişmiş ülkelerin bilinçli politikalarının sonucudur. Çoğu alanda gelişmiş ülkelerin gerisinde bulunan bir Türkiye'nin, 35 milyon ton/yıl ile çimento üretiminde Avrupa'da üçüncü, demir-çelik üretiminde dünyada ilk on ülke arasında bulunması ve tekstilde de oldukça üst sıralarda yer alması bu anlamda son derece dikkat çekicidir. Çok açıktır ki bu, üstün rekabet gücümüz nedeniyle değil, söz konusu sektörler, gelişmiş ülkelerin bilinçle terk ettikleri sanayi alanları olduğu içindir. 

Gelişmiş ülkeler artık, çimento, tekstil, demir-çelik ve benzeri bacalı ağır sanayi üretim ve ticaretlerini az gelişmiş ülkelerde gerçekleştirmekte, ihtiyaçlarını da buralardan karşılamaktadır. Fransa için çimento, ABD ve Almanya için tekstil, bunun en güzel örnekleridir. Gerçektende, Almanya'daki konfeksiyon işletmeleri sattıkları konfeksiyon ürünlerinin yalnızca %10'unu Almanya'da üretmekte, %30'unu ithal ederken, %60'ını Almanya dışında fason olarak imal ettirmektedir. 

Teknolojide ve üretimde bir üst aşamaya ulaşan, eski üretimini bir alt-takine devretmektedir. 

Dünyada ve Türkiye'de kapitalizm nitelik değiştirirken, yeni dünya düzeninin dayattığı iş bölümü gereği dünya sıralamasında bizim hemen önümüzdeki kümede yer alanlar, elektromekanik ve otomotivi bize devrederken, bizim de örneğin tekstili, demir-çeliği Pakistan, Bangladeş gibi ülkelere bırakmamızı bekliyorlar. 

Bir sonraki hamleyi görmek, hangi sektörlerin gidip hangilerinin kala­cağını tespit etmek için, mevcut teorik araçlardan yararlanmak gerekir. Geliriniz birkaç misli artarsa, hangi tüketiminiz artar, hangileri az artar, hangileri sabit kalır ? Bu soruların cevaplarının aranması, sağlıklı strateji­lerin belirlenebilmesi için de gereklidir. 

Biz tekstilden elektromekaniğe, otomotive geçtiğimiz için seviniyoruz. Ama bu fotoğraf da kalıcı değil. Bir zaman sonra, dünya iş bölümü açısından söylersek, bizim hemen önümüzdeki vagonun yolcuları üretimde ve teknolojide bir üst düzeye geçecek. Bizim de onu takip edecek, yakalay­acak dikkati ve izlemeyi gösterme zorunluluğumuz var. 

Türkiye bilgi ve teknoloji içeriği düşük, ekolojik riski büyük üretim sektörleriyle bilgi çağını yakalayamaz. Yapılması gereken, bilgi içeriği ve katma değeri yüksek üretime yönelmektir. Bunun yolu kuşkusuz gelişmiş ülkelerin bize bilinçle bıraktıkları sanayi alanlarını terk etmek değildir. Aksine, bu sektörlerden sağlanacak sermaye birikimini - gelişmiş ülkelerin patent, lisans, endüstriyel tasarım, know-how' gibi hukuksal araçlarla korudukları ve bir anlamda kendilerine sakladıkları - bilgi ağırlıklı ulusal üretim sektörlerinin rekabet güçlerinin geliştirilmesinde kullanmakdır. Bir başka söyleyişle, tekstilden, çimentodan, kimyadan, mekanikten, elektro mekanikten yani gelişmiş ülkelerin bizlere terk ettiği sektörler­den elde edeceğimiz birikimlerimizi tutarlı bir sanayi stratejisiyle, bilgi içeriği yüksek sanayi sektörlerine, yani elektroniğe, mikro elektroniğe, genetiğe ve ileri malzeme teknolojilerine yönlendirmektir.

Bu noktada son on yıllık dönemde gelişmiş ülkelerin üretim strateji­lerinde gözlenen bir diğer değişikliğe de dikkat çekmek isteriz. Bu, gelişmiş ülkelerin tarım politikalarında gözlenen değişikliklerdir. Gerçektende, artık tarım sektörü, teknoloji içeriği yüksek bacasız sanayi dalları ile birlikte prestiji yükselen ve özenle korunan bir hedef sektör haline gelmiştir. Yalnızca gıda güvenliği yönünden değil bitkisel üretimin, yaşanası bir dünyanın ve ekolojik dengenin en temel unsurlarından biri olması, gelişmiş ülkelerin üretim stratejilerinde bu doğrultudaki değişikliğin en önemli nedenidir. Nitekim bunun içindir ki, tarımsal destek­lerden vazgeçmemiz, şeker, tütün, hububat vb., bitkisel üretimi uluslararası piyasaların rekabetine terk etmemiz, IMF'nin üzerinde ısrarla durduğu kredi tahsis koşullarından birisini oluşturmaktadır. 

Şurası çok iyi bilinmelidir ki, IMF ve uluslararası kuruluşların "küre­selleşme" adı altında sahneye koydukları oyunda bizim için düşünülen rol, aktör değil figüran rolüdür. Biz, sanayi üretimimizi ve üretim kompozisy­onumuzu, gelişmiş ülkelerin ihtiyaç ve tercihleri ile yeni dünya düzeninde bize biçilen ikincil rol çerçevesinde değil, bilgi toplumu hedefine ulaşabilme amacı doğrultusunda yeniden belirleme durumundayız. Bunun yolu, tutarlı ve bütünsel bir sanayi stratejisinin hazırlanmasından geçmek­tedir. Böyle bir strateji ise ancak, ülkenin tüm potansiyelini bu doğrultuda harekete geçirebilecek çağdaş ve etkin bir planlama yaklaşımıyla başarıya ulaştırılabilir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005