Türkiye'de Hazine
-
Merkez Bankası İlişkileri Üzerine Bir Değerlendirme
Hazine
- Merkez Bankası ilişkilerinde en önemli kesişme
noktası, parayı
hangi
kurumun, hangi etkiler altında denetleyeceği
sorunudur. Konuyu böyle koyunca söz konusu
ilişkileri Hazine ile para otoritesinin ilişkileri
şeklinde takdim etmek daha uygun olacaktır. Hazine
- Merkez Bankası (ya da daha
geniş bir anlamda parasal otorite) arasındaki
ilişkilerde dönüm noktası, 1835 yılında Hazine- i
Amire ile Darphane'nin birleştirilmesine ilişkin
23185 sayılı Hatt-ı Hümayun ile ortaya çıkmıştır.
Söz konusu Hatt-ı Hümayun ile bu iki kurum, Darphane
Defterdarlığı adı altında birleştirilmiştir. Bu Hatt-ı
Hümayun'un gerekçesinde şunlar yazılı; "
... Hazine- i Amire 'nin düzeni bir süreden beri
temelinden sarsılmış ve kurum
ianesiz ayakta duramaz hale gelmişti. Darphane'nin
sürekli yardımları da Hazine-i Amire'nin durumunun
düzelmesine yetmemişti. Ayrıca Baş defterdarlar,
Hazine-i Amire için giderek Darphane'den deftersiz
para çekmeye başlamış, yani her iki kurum
arasındaki borç
-
alacak hesaplarının ciddiyeti ve resmiyeti de
bozulmuştu. Bu durum Darphane Nazırları ile
Başdefterdarların sürekli sürtüşmelerine neden
olmaktaydı. Üstelik bu sürtüşme, son zamanlarda iki
kurumun diğer memurlarına kadar sirayet etmişti..
."
Osmanlı imparatorluğu'nda yaşanan bu hesapsız para
kullanımı ve iki kurum arasındaki çekişme, günümüz
Türkiye'sinde aynen devam etmekte ve Hazine sürekli
olarak Merkez Bankası'ndan hesapsız para çekmeyi
denemektedir.
Hazine'nin, TC Merkez Bankası'ndan kullanabileceği
kısa vadeli avans limiti ilgili yıl bütçe kanunu
ile verilen ödenekler toplamının belirli bir oranı
ile sınırlıdır. Bu sınır TC Merkez Bankası
Kanunu'nun 50' nci maddesinde yer alan yasal
bir temele dayanmaktadır. Asıl olarak bu bir azami
sınır olduğundan bu sınırın altında bir avans
kullanımı mümkündür.
ilgili yıl içinde bu miktarın ne kadarının
kullanılacağı Hazine ile Banka arasında protokolle
kararlaştırılmaktadır. Buna karşın Hazine genel
eğilim olarak en ucuz ve kolay finansman yolu olan
bu avansı sonuna kadar kullanmayı ve hatta bazan da
aşmayı tercih etmektedir. Bu aşma çabalarına ilişkin
en son iki örneğe değinmekte yarar vardır.
ilk örnek 1988 ve 1989 yılları içinde yaşanmıştır.
Hazine, piyasadan borçlanmada düştüğü bazı
sıkıntılar sonucu 1988 yılı sonlarına doğru, kısa
vadeli avansın sınırlarına ulaşmanın da yarattığı
darboğaz ile söz konusu avansın yanısıra iç borç
anapara ödemelerinden vadesi gelenlerin bir bölümünü
Merkez Bankası'na yaptırmaya ve karşılığını Banka'ya
yatırmamaya başlamıştır. O dönemde kamuoyunda,
limitlerin üzerine çıkıldığı için bu işlem, bir
bankacılık deyiminden hareketle, "kırmızı bakiye"
diye adlandırılmış ve pek çok tartışmaya zemin
yaratmıştır. 1989 yılı Mart ayı itibariyle söz
konusu kırmızı bakiyenin tutarı 1.7 trilyon TL'sına
ulaşmış bulunmaktaydı. O tarihte Hazine ile Merkez
Bankası yönetimleri tarihte pek fazla örneği
olmayan bir işbirliği içine girerek, bu bakiyenin,
Hazine tarafınd9n piyasadan borçlanmaya ağırlık
vererek kapatılmasını sağlamışlardır. Böylece
Merkez Bankası, Hazine'ye yasa dışı kredi açan bir
kurum olmak durumundan kurtulmuş ve mali disiplinin
yeniden sağlanmasında önemli bir engel aşılmıştır.
ikinci örnek, 1992 yılı ortalarında TBMM' den geçen
"Bazı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Birbirlerine Olan
Borçlarının Tahkimi" adlı kanun ile ilgili olarak
yaşanmıştır. Bu kanunun TBMM' den geçişi sırasında,
verilen bir önerge ile Hazine'nin, TC Merkez
Bankası'na olan kısa vadeli avans borcu da tahkim
kapsamına aldırılmıştır. Böylece Hazine, 1991 yılı
sonuna kadar
Banka'dan kullandığı avans stoku toplamı olan 13.6
trilyon TL' sını sildirip, aynı miktar kadar yeniden
avans kullanma imkanını elde etmiştir. Söz konusu
kanun tasarısı, bu ilave nedeniyle kamu oyunda büyük
bir tepki yaratmış ve Cumhurbaşkanı tarafından veto
edilmiştir. Daha sonra,hükümetin aynı konuda ısrarı
ile ve TBMM' nin yeniden onayını izleyerek tasarı o
haliyle kanunlaşmıştır.
Yukarıda değindiğimiz yakın geçmişe ait iki örnek de
Hazine - Merkez Bankası ilişkilerinin Osmanlı
İmparatorluğu'ndan bu yana (en azından 1.5
yüzyıldır) pek fazla değişmediğini, Hazine'nin bazı
istisnalar dışmda Merkez Bankası'na yönelik
"deftersiz para kullanma arzusu" nun hiç
eksilmediğini ortaya koymaktadır.
Hazine - Merkez Bankası ilişkilerinin istisnalar
dışında işbirliği içinde yürütülememesinin nedeni
nedir?
Söz konusu olgunun gerçek nedenini ortaya koymadan
yapılacak değerlendirmelerin tamamında Hazine'nin
haksız çıkması kaçınılmazdır. Kanımızca bu ilişki
bozukluğunun temel nedeni, Hazine'nin yeteri kadar
vergi geliriyle beslenememesi ve kaynak açıklarını,
Merkez Bankası'na karşılıksız para bastırarak
kapatmaya adeta mahkum edilmesidir. Vergi
gelirlerinin düşüklüğünün arkasındaki husus ise Türk
toplumunun vergi ödemeye pek fazla alıştırılmamış
olması ve siyasal iktidarların oy kaygısı nedeniyle
vergi sorununun üzerine fazla gidememeleridir.
Özellikle 1980 sonrasında vergi, Türk toplumunun
giderek yabancılaştığı bir kavram haline gelmiştir.
Üstelik bu eğilim siyasal iktidarlar tarafından
hoşgörüyle karşılanmış, neredeyse vergi ödememek
özendirilmiştir. Burada yine Osmanlı
İmparatorluğu'nun yaşadığı deneyimlerden hareketle
Türk toplumunun ve Devletin vergi karşısındaki
yaklaşım şeklini ortaya koymaya çalışacağız.
Osmanlı imparatorluğu, kendi halkından aşar gibi
adaletsiz ve fakat getirisi yüksek bir vergi
dışında ciddi bir vergi alamamış ve gelir sistemini
daha çok savaş ganimetleri, elde ettiği ülkelerden
aldığı haraçlar ve yabancı tebasından aldığı
cizyeler üzerine kurmuş ve geliştirmiştir. 18' inci
yüzyıldan başlayarak toprak ve teba kaybına uğrayan
imparatorluk, gelirlerinden büyük ölçüde mahrum
kalmış ve geleneksel olarak bu kayıpları kendi
halkına da yansıtamadığı için giderek büyüyen bütçe
açıklarını borçlanmayla ve diğer mali buluşlar ile
kapatmaya yönelmiştir. Osmanlı imparatorluğu'nun
kendi halkından doğrudan doğruya vergi
toplayamamasının en belirgin göstergeleri daha önce
değindiğimiz mukataa, iltizam ve sehim
uygulamalarıdır. Devlet bu mali buluşlar ile,
ihtiyacı olan parayı müteahhitler aracılığıyla
toplama yolunu seçmiş, vergi gibi kritik bir konuda
halkının karşısına çıkmayı göze alamamıştır. 1856
yılında çıkarılan bir ferman ile vergi toplama
işinin mültezimlerden alınıp bizzat Devlet
tarafından yürütüleceği açıklanmış olmasına karşın
hükümetin siyasal ve idari gücü bunu
gerçekleştirebilmekten çok uzaktı.
Birinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde
vergilerin yalnızca % 5'i Devlet'çe doğrudan
toplanırken % 95'i mültezimler eliyle toplanmaktaydı
Aynı şekilde Düyun-u Umumiye'nin ortaya çıkışı,
Osmanlı imparatorluğu'nun kendi halkından vergi
toplayamaması gerçeğinin yabancı Devletler
tarafından tescilinden başka bir şey değildir.
Osmanlı imparatorluğu'nun vergi toplamada
sergilediği bu başarısızlık, Türkiye Cumhuriyeti
hükümetleri tarafından da sürdürülmüştür. Toplumun
tüketim kalıplarının değişmediği, altyapı
yatırımlarının önemli boyutlarda artmadığı, bir
başka deyişle toplum'un kaderine razı olduğu
dönemlerde fazlaca bir sorun yaratmayan bu eğilim,
sayılan değişkenlerin hızla değişmeye yöneldiği
1980'1i yıllarda büyük sorunlara neden olmuş ve
bütçeler önemli ve sürekli açıklar vermeye
başlamıştır. Vergi yükünün, konsolide bütçe
dışındaki vergi gelirleri de dahil olmak üzere, %22
dolayında olduğu günümüz Türkiye'si, bu açıdan OECD
üyesi ülkeler arasında en geri kalmış ülke
durumundadır.
Kaynak: Dr. Mahfi Eğilmez
|