Hukukun Ekonomik Analizi: Genel Bir Değerlendirme
Hukuk ve Ekonomi, İktisat Hukuk İlişkisi
1. Giriş
Otomobilinizle bir adama çarpıp öldürdüğünüz zaman bir yıllık hapis
cezası ile cezalandırıldığınızı düşünelim. Ancak
aynı adamı otomobil yerine silahla öldürdüğünüzde
ise ömür boyu hapis cezası verileceğini kabul
edelim. Bir anayasa hukukçusu her iki suç ve ceza
ilişkisinin uyumlu olup olmadığım sorgulayacaktır.
Bir hukuk felsefecisi, bu cezaların adil olup
olmadığını tartışacaktır. İktisadî analiz ise, adam
öldürmek isteyenlerin bu işi, öldürmek istedikleri
kişileri otomobilleri ile çarparak yapmaları
konusunda bir teşvik mekanizması olup olmadığını
sorgulayacaktır. Böyle bir düzenleme, toplumda
silahla adam öldürmek ve otomobille insanlara
çarpmanın nispî fiyatlarının otomobille vurmak
lehinde değişmesini getirecektir. Hatta, kamu
tercihi teorisini izlersek, otomobili olanların
otomobille adam öldürmenin cezasının
azaltılması-yönünde lobi faaliyetinde
bulunacaklarını da beklememiz gerekir.
Ekonomi ile hukuk arasındaki ilişki çok uzun zamandan beridir
vurgulanmasına rağmen, yakın zamanlara kadar
hukukun ekonomik analizi regülasyon ve kamu
tekelleri ile sınırlı kalmaktaydı. Ancak 1970'lerden
itibaren hukuk ve ekonominin alanının genişlemesiyle
birlikte hukuk-ekonomi ilişkisiyle ilgili çalışmalar
bir okul olmaktan öteye geçip bir alt-bilim haline
gelmiştir. Hukuk eğitiminin vazgeçilmez parçası
haline gelen hukukun ekonomik analizi, ekonomi
eğitiminde de giderek daha fazla yer almaya
başlamıştır.
Bu makalenin amacı, hukuk ve ekonominin tarihsel
gelişimini ve temel kavramlarını kısaca
tartışmaktır. Hukuk ve ekonomi, hukukî
düzenlemelerin ortaya çıkışlarını, yapılarını, hangi
süreçleri içerdiklerini ve ekonomik etkilerini
inceler (Mercuro ve Medema, 1997, s. 3). Bu sistem
içinde hukukî kurumlar dışsal değişken olmaktan
çıkmaktadır. Ekonomik sistem içinde, zamanla
değişebilen ve ekonomik saiktere cevap veren
kurumlar haline gelmektedirler.
Hukuk ve ekonomi alt biliminin ne olduğuna ilişkin sorulara
verilecek cevaplar üç temel noktada
odaklaşmaktadır. İlk başta fiyat teorisini ele almak
gerekmektedir Zira fiyat teorisinin analitik yapısı
temel çatıyı oluşturmakta ve diğer analitik öğeler
bu yapının üzerine kurulmaktadır. İktisadî analiz,
hukukî düzenlemelerin sonuçlarının neler
olabileceğini, fiyat teorisini kullanarak açıklamaya
çalışır. Mesela, silahlı soyguna verilebilecek en
yüksek ceza verildiği zaman bu, silahlı soygun
yapanların soydukları kişiyi öldürmeleri için bir
teşvik mekanizması da yaratmaktadır. İktisadî
olarak bedelim ödemediği ilâve bir fayda soyguncuya
sağlanmış olmaktadır. Bu da ölümle sonuçlanan
silahlı soygunların arzında bir artışa yol
açacaktır.1 Diğer iki unsur ise, refah
iktisadı ve kamu tercihi teorisidir (Fıiedman,
1987. s. 173). Refah iktisadı, etkinliği sağlayacak
olan düzenlemelerin neler olduğu sorusuna bizi
götürmektedir. Kamu tercihi teorisi ise, hangi
kuralların nihaî olarak uygulamaya konacağını
açıklamaktadır Bireylerin rasyonel olduğu bir
toplumda, çıkar grupları hangi kuralların, ne
şekilde uygulanacağını belirlemekte etkili
olacaktır. Biz de bu çerçevede, ekonomik
anlayışımıza getirdikleri yenilikler nedeniyle, bu
iki yaklaşımı daha ayrıntılı tartışacağız.
Bu çerçevede, hukuk ve ekonomi derken ne kastettiğimizin net olarak
ortaya konması gerekmektedir Her ne kadar, kendisi
bir gelişme süreci içerisinde olan bir bilim için
genel geçer bir tanım yapmak çok anlamlı olmasa da,
hukuk ve ekonominin konusunun netleşmesi açısından
bu konuya değinmekte fayda bulunmaktadır Bu
çalışma, analizini mülkiyet hakları teorisi ve
klasik liberal bir temel üzerine kurduğu için, genel
anlamda neo-klasik iktisat formasyonu içerisinde bir
"hukuk ve iktisat" çalışması niteliği taşımaktan
ziyade, hukukî ve kurumsal yapıların ekonomik
analizini esas almaktadır.
Tarihsel olarak hukuk ve ekonominin nasıl ortaya
çıktığını görmek açısından bu alandaki ilk ve
belirleyici olan Chicago Okulu'nun gelişimine bir
miktar bakmak faydalı olacaktır. Chicago Okulu,
hukukun ekonomik analizini daha ziyade fiyat teorisi
temelinde ele almaktadır. Kamu tercihi ve yeni
kurumsalcı yaklaşımlar ise fiyat teorisinin
katkılarını veri alarak başlamaktadır.
2. Hukuk ve Ekonominin Temelleri: Chicago Okulu
Ekonomi ve hukuk biliminin kökenlerini en azından Adam Smith'e
kadar götürmek mümkün olsa bile, modern anlamıyla
1940'larda Amerika'da Chicago Üniversitesi'nde
başladığını kabul edebiliriz. Teorinin formel bir
yapı kazanması ise 1960'lı yıllarda başlamıştır.
Ronald Coase, Guido Calabresi, Gary Becker ve
Richard Posner hukukun ekonomik analizinde
belirleyici bir rol oynayan bu okulun önde gelen
isimleri olmuştur. Bu isimlerin bir kısmı ekonomi
bölümünde yer alırken, bir kısmı da hukuk
fakültesinin üyesiydiler.
Chicago Okulu'nda, hukukun ekonomik analizi konusunda ilk çalışmayı
yapan Henry Simons olmuştur. Friedrich Hayek'in de
yardımlarıyla hukuk fakültesine, ekonomik analizi
temel alan dersler koymuştur. "Kamu Politikalarının
Ekonomik Analizi" dersi, hukuk fakültesi içinde
hukukî kurumların ve uygulamaların ekonomik
sonuçlarının incelendiği bir ders olmuştur.
Simons'la beraber Aaron Director de, Chicago hukuk
fakültesine rekabetçi sistemlerin hukukî analizi
üzerinde çalışacak bir merkez kurmak üzere
gelmiştir (Coase, 1993, s. 246). Director'ün
Chicago ekolünü oluşturacak olan hukukçu ve
iktisatçılar üzerinde büyük etkisi olmuştur.
Hukuk ve ekonomi bilimi açısından dönüm noktası
Journal ofLaw and Eco-nomics'in (Hukuk ve Ekonomi
Dergisi) yayına başladığı 1958 yılıdır. Director'ün
editörlüğünde yayına başlayan bu dergi, Coase'nin de
eklenmesiyle birlikte, hukuk ve iktisat alanında
çalışanların tartışma zemini haline gelmiştir.
Böylece Chicago Okulu'nda hukuk ve ekonomi alanında
"yeni" bir dönem de başlamış olmaktadır. Charles
Rowley'e göre yeni anlayışın ayırıcı özelliği,
piyasa ekonomisinin sadece rekabet politikalarına
değil, daha önce iktisat biliminin alanına gimıediği
düşünülen hukukî kurumların, kuralların ve
süreçlerin (tazminat hukuku ve suç örneklerinde
olduğu gibi) de incelenmesinde kullanılmasıdır (Rowley,
1989, s. 125).
Chicago Okulu'nun radikal bir şekilde yerleşik anlayışı
değiştirdiği en önemli alan rekabet politikalarıdır
(antitrust). Rekabetçi bir sistemin etkinliği
üzerinde yapılan çalışmalar ile tekel, daha ziyade
geçici ve istikrarsız bir sistem olarak görülmeye
başlanmıştır. Rekabetçi bir sistemin varolması
durumunda, tekel devam edemeyecektir. Bu nedenle,
aşırı bir antitrust faaliyeti gereksiz olmaktadır.
Devlet mekanizmalarının etkinsizlik ortaya çıkardığı
durumlarda, antitrust faaliyetleri beklenenlerin
tam tersi etki de yapabilmektedir. Konu üzerindeki
tartışmalar her ne kadar sona ermemiş ise de,
Chicago yaklaşımı, rekabet politikalarında hakim
görüş haline gelmiştir (Fox, 1987).
Chicago ekolünü hukuk ve ekonomi açısından önemli kılan bir diğer
özellik de, diğer iki okulun başlıca isimlerinin
Chicago eğitimli olmasıdır. Kamu tercihi teorisinin
kurucusu kabul edilen ve aşağıda görüşlerini
tartışacağımız James Buc-hanan, Frank Knight'm
öğrencisi olmuştur. Aynı şekilde mülkiyet hakları
teorisinin kurucuları Armen Alchian ve Harold
Demsetz de Chicago eğitimlidirler.
Kavramsal Yapı
Chicago yaklaşımı, hukuku fiyat teorisinden hareket ederek inceler.
Mikroe-konominin temel yapıları, hukuk ve ekonomi
analizinde de önemli yer tutar. Bunların arasında
rasyonel maksimizasyon, fiyatların genel olarak
uygulanması ve etkinliği saymak mümkündür (Posner,
1987, s. 5). Şimdi bunları biraz daha ayrıntılı
inceleyelim.
Rasyonel Maksimizasyon
İktisat teorisinin temel varsayımı, bireylerin
ekonomik faaliyetlerinde kendi çıkarlarını
gütmesidir. Bunun formel dilde anlamı, bireysel
maksimizasyondur. Bireylerin, belirli varsayımlar
altında, tercihlerini bir fayda fonksiyonu
yardımıyla göstermek mümkündür. İktisat biliminin
bütün önemli çıkarımları ve açılımları bu varsayım
ile başlar. Rasyonel maksimizasyon prensibi ile
marjinal değerlendirme beraber anlaşılmalıdır.
Bireyler bir faaliyette bulunurken, onun faydasının
maliyetinden fazla olmasını gözetirler.
Chicago yaklaşımının belki de en önemli katkısı, bu davranışsal
kalıbın sadece piyasadaki ekonomik faaliyette
değil, insanın her türlü faaliyetinde de geçerli
olduğunu göstermesidir. Mesela, kanuna aykırı işleri
yapanlar bu işlerin kendilerine marjinal
faydasının, marjinal maliyetinden yüksek olup
olmadığına bakarlar. Hukukun ekonomik analizi, bu
çerçevede farklı varsayımlardan hareket etmez.
Bireylerin fayda fonksiyonunda farklı değişkenlerin
olduğu kabul edilir.
Bu çerçevede, özellikle Nobel ödüllü Gary Becker'in katkılarına
dikkat çekmek gerekmektedir. 1950'li yıllardan
başlayarak Becker, temel maksimizasyon ilkesini
piyasa-dışı faaliyetlere de uygulamıştır. Bunların
arasında ırkçılık (1957), evlilik (1976) ve suç ile
cezanın ekonomi analizini (1968) saymak mümkündür.
Becker'in suç analizi, yasadışı bir iş yapmanın da
rasyonel bir davranış olduğu varsayımından hareket
ederek, suç işleyenlere verilen cezalardaki ya da
yakalanma olasılığındaki değişmelerin, bu mesleğin
cazibesini etkileyeceğini göstermektedir. Aynı
şekilde, suç oranlarındaki değişmeler, koruma
faaliyetlerini de etkilemektedir.
Hukukta Fiyat
Bireylerin her alanda kendi çıkarlarını güttüğünü varsaydığımız
zaman, fiyat mekanizmasının piyasa dışı alanlarda da
geçerli olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Hukukî
düzenlemeler ve kurallar, fiyatların oluşmasında
belirleyici olmaktadır. Hukukî kurallar, bireylerin
faaliyetlerinin faydasını ve maliyetini
etkilemektedir. Servet maksimizasyonu prensibinden
hareketle hukuk, bireylerin davranış kalıplarını
değiştirmektedir. Yasadışı faaliyetin düzeyini, bu
faaliyetin fayda ve maliyetini değiştirerek
etkilemek mümkündür. Mesela, eğer trafik suçlarının
azalması isteniyorsa, trafik suçunun maliyeti olan
cezalar ve yakalanma riski artırılabilir. Fiyat
teorisi çerçevesinde bakıldığında, bu sadece arz ve
talebi değiştirmek olarak görülecektir.
Bu analiz çerçevesinde bireylerin suç işleme eğilimlerini
artırmanın veya azaltmanın yolu, ahlâkî tedbirler
ve eğitim olmaktan ziyade, suçun maliyetini artırıcı
faaliyetlerdir. Bireylerin ahlâkî değerleri ekonomik
menfaatleri yönünde uyum gösterecektir.
Etkinlik
Hukukî düzenlemelerin amacı ne olmalıdır? Bu soruya verilecek basit
bir cevap, ister istemez bir şekilde ekonomik
etkinlik ile ilgili olmaktadır. Her ne kadar,
ekonomik etkinliğin hukukî düzenlemelerin nihai
amacı olması değişik nedenlerle eleştirilebilse de,
etkinliğin diğer sosyal amaçlara ulaşmaktaki aracı
rolü nedeniyle, etkinlik yaygın bir şekilde
kullanılmaktadır.
Maksimizasyon ve fiyat mekanizmasından hareket
ettiğimiz zaman etkinlik kavramına ulaşmamız zor
olmayacaktır. İktisat biliminin genel olarak
kullandığı
kriter, Pareto etkinliği kavramıdır. Bu kriter,
etkinliğe, bir bireyin refahını azaltmadan
diğerlerinin refahını artırmanın mümkün olmadığı
durumda ulaşıldığını ifade etmektedir. Ancak hukukun
ekonomik analizinde Pareto kriterini kullanmak
tercih edilmemektedir. Zira bireylerin hukukî
kayıplarını her zaman düşük bir maliyetle ifade
etmek mümkün olmamaktadır. Ayrıca yasal çerçevedeki
değişikliklerin ortaya çıkardığı ekonomik kayıpları
her zaman tam olarak belirleyebilmek de kolay
değildir. Bu nedenlerden dolayı, bir başka kriter
olarak Kaldor-Hicks kriteri kullanılmaktadır. Bu
kriter servet maksimizasyonunu temel almaktadır.
Buna göre, eğer toplam kazançlar toplam kayıplardan
daha fazlaysa, refah artırıcı bir faaliyetin
olduğundan bahsedilebilecektir.
Bunu bir örnekle daha kolay açıklayabiliriz. Bir tarlanın yanından
geçen tren-yolunda, trenlerin fırlattığı
kıvılcımlarla ürünlerin 500 milyon liralık zarara
uğradığım kabul edelim. Eğer trenyolu işletmecisi,
bu zararı 300 milyon liralık bir mekanizma ile
önleyebilecekse, etkinlik prensibi bu mekanizmanın
konulmasını gerektirir. Nihaî olarak topluma 200
milyon liralık bir servet kazancı sağlanmaktadır.
Ancak, çiftçilerin aynı zararı 200 milyon liraya
önleyebilecek bir çit yapabileceklerini
varsayarsak, bu kez çiftçilerin bu çiti yapanları
etkinlik açısından daha doğru olacaktır. Zira, 300
milyon liralık bir toplumsal kazanç söz konusudur.
Etkinlik kriterinin ahlâkî boyutları üzerinde literatürde önemli
tartışmalar yapılmaktadır. Bu genel değerlendirme
içinde bu tartışmalara girmek uygun olmayacağı için
sadece pratik bir nedenden bahsetmek yeterli
olacaktır. Servet maksi-mizasyonunun tarihsel olarak
toplumların ahlâkî değerlere ulaşmasında en kısa yol
olduğu görüşünden hareketle, diğer kriterlere tercih
edilmesi gerektiği söylenebilir (Posner, 1990, s.
382).
Etkinlik kriterinin yaygın bir şekilde kullanılması,
aksak taraflarını da gündeme getirmektedir. İlk
olarak, herhangi bir mülkiyet hakları dağıtımı için
etkin bir nokta bulmak mümkün olabileceği için
etkinlik pratik olarak önemini yitirmektedir (Schmid,
1976). İkinci bir eleştiri, etkinlik kriterinin her
zaman test-edilebilir olmayışıdır. Etkinsizlikleri
açıklamak için, analize yeni maliyetleri her zaman
katmak mümkündür, dolayısıyla model, Popperian
standartlarda açıklayıcılığım kaybetmektedir (MacKaay,
s. 78). Diğer bir eleştiri ise, toplam fayda ve
zararı belirlerken, hangi kriterlerin esas
alınacağı üzerine kuruludur. Buchanan'ın (1969)
ısrarla üzerinde durduğu gibi, eğer maliyetler
sübjektifse ve objektif olarak bilinemiyorsa, hangi
noktanın etkin olacağı nasıl belirlenecektir?
Nitekim bu nokta,
piyasa süreci teorisinin, neo-klasik modellemeye
getirdiği eleştirilerin başlangıç noktasında yer
almaktadır.
Chicago yaklaşımı 1970'li yıllara kadar hukuk ve ekonomi bilimi
içindeki tek yaklaşım olarak kabul edilmekteydi.
Ancak 1980'lere gelinmesi ile birlikte daha önce
Chicago'ya yakın olarak bilinen iktisatçıların
söylediklerinin aslında farklı şeyler olduğu da
ortaya çıkmaya başladı. Bu, hukuk ve ekonomiye
alternatif yaklaşımların olgunlaşmasına yol açtı.
Burada bunların arasında en önemlileri
sayılabilecek olan Kamu Tercihi Teorisi ile
Mülkiyet Haklan Teorisi'ni tartışacağız. Böylece
hukuk ve ekonomi bilimi içindeki tartışmaları daha
ayrıntılı görebilmemiz mümkün olacaktır.
3. Kamu Tercihi Teorisi
Kamu tercihi teorisi, piyasa mekanizması içindeki bireylerin
davranış kalıpları ile bürokratik mekanizma
içindeki bireylerin davranış kalıpları arasında
rasyonellik ve bireysel çıkar gütme açısından
herhangi bir fark olmadığını ileri sürmektedir (Shughart,
1995, s. 9). Nasıl ki piyasadaki bireyler kendi
menfaatlerini maksimize etmek istiyorlarsa, siyasî
karar alma süreçlerindeki bireylerin de şahsî
amaçlan vardır. Bu, siyasî destek olabileceği gibi,
maddî menfaat de olabilir. Siyasetçiler ve
bürokratların kararlarını şekillendiren kısıtlar, bu
teorinin özellikle üzerinde durduğu konular
arasındadır. Kısaca, bu iki mekanizma arasındaki
fark amaçların farklı olmasından ziyade, araçların
ve kısıtların farklı olmasından kaynaklanmaktadır.
Piyasa sistemi dünyanın büyük çoğunluğunda geçerli olan haliyle
bireylerin ekonomik davranışlarının sonuçlarını
üstlendikleri bir düzeni ifade etmektedir. Mülkiyet
hakları üzerine kurulu olan ve tüketicilerin istek
ve ihtiyaçlarım temel alan bu sistemde, üreticiler
karşılaştıkları talebi ne kadar iyi
karşılayabildikleri ölçüsünde kendi kâr etme
güdülerini izlerler. Şahsî menfaat ve kâr, bu
sistemde bireyleri motive eden altyapıyı hazırlar.
Devlet mekanizması ise mülkiyet temelli olmayan bir çerçevede
işlemektedir. Kamu çalışanları verdikleri kararların
sonuçlarını, piyasa mekanizmasına göre daha az
taşırlar. Mülkiyet haklarının tam olarak
tanımlanmamış o ması ve devlet kurumlarının
sahiplerinin, yani vatandaşların, koydukları
sermayeyi istedikleri zaman çekme özgürlüklerinin
olmayışı, kamu görevlilerine yönelik güvenilir bir
tehdit ileri sürülmesini engellemektedir (Alchian,
1977, s. 138). Diğer yandan da, devlet memurları,
maaşları ile yaptıkları işin etkinliği arasında
yüksek oranlı bir korelasyon olmadığı için, vergi
verenlerin isteklerini daha az dikkate
almaktadırlar.
Bu iki sistemin temel farkı, mülkiyet haklarına
yaptıkları tanımlardan kaynaklanmaktadır. Böylece
her iki sistemdeki bireyler farklı saikler ile
hareket etmektedirler. Geleneksel analiz bu noktada
yanlış bir yöne sapmaktadır. Farklı saiklerin,
farklı mülkiyet haklan tanımlarından kaynaklandığını
dikkate almayan neo-kla-sik teori, piyasa
mekanizmasındaki bireylerin kendi menfaatlerini
güttüğünü varsayarken, devlet mekanizması içindeki
bireylerin herhangi bir şahsî güdüye sahip
olmadıklarını ileri sürmektedir. Devlet memurlarının
kamu yaran güttükleri kabul edilmektedir. Bunun
doğal sonucu, her iki sistemin farklı sonuçlar
ortaya çıkardığıdır.
Böylece piyasa mekanizması optimum sonuçlar ortaya çıkarmadığı
zaman bu, bireylerin kendi şahsî menfaatlerini
gütmelerine bağlanmaktadır. Bu durumda, devlet
devreye girmekte ve birtakım düzeltici ve
düzenleyici uygulamaları başlatmaktadır. Bununla
birlikte, devlet mekanizması etkin sonuçlar üretı
nediği zaman suç ve hata, bilgisizlik veya ihmâl
gibi nedenlere bağlanmaktadır.
Genel olarak bürokratik süreçlerin, iyi niyetli bürokratlarca kamu
yararını maksimize etmek amacıyla gerçekleştirildiği
kabul edilir. Bu yönden bakıldığında kamu
politikalarının amaçları genellikle sorgulanmaz.
Kendi şahsî çıkarını güden bireylerin, devletin
düzenlemesinin olmadığı durumlarda, kaynakları
verimsiz alanlarda kullanacağı ve sağlık, çevre,
güvenlik gibi ürünleri daha az arz edecekleri
düşünülür. Bu görüşün doğal uzantısı, bürokratların
yanlış uygulamalarının insanî hatalara ve bilgi
eksikliklerine atfedilmesidir. Sorunların daha fazla
bilgiye ulaşılması ya da bürokratların işlerini daha
iyi yapmaları yoluyla çözülebileceği kabul edilir.
Böylece piyasa mekanizması içindeki bireyler kendi
menfaatlerini güderken, bürokrasi içerisindeki
bireyler sadece toplumsal refahı maksimize etmeye
çalışmaktadır. Zaten çelişki de bu noktada
başlamaktadır. Genel olarak bireyin nasıl
davrandığına ilişkin bir modele ihtiyaç vardır.
Metodolojik açıdan bakıldığında kamu tercihi
teorisi, politik karar verme süreçlerinin içsel
değişkenler olduğunu ileri sürer. Bu, siyasî
mekanizmayı dışsal gören neo-klasik teoriyle
uyuşmamaktadır. Buchanan'm ifadesiyle "davranışsal
sistem kapalı hale gelmelidir" (Buchanan, 1972, s.
12).
Bir Piyasa Olarak Siyaset
Türkiye'de ve birçok ülkede, belli azınlık gruplarını koruyan
ekonomik tedbirler uygulanmaktadır. Bunlar,
çoğunluğun yönetimi temeline dayalı temsilî
demokrasi sistemlerinde normal olarak beklenmemesi
gereken sonuçlardır. Peki bu özel çıkarları koruyan
kurallar neden ortaya çıkmaktadır ve niye süreklilik
kazanmaktadır'?
Bu soruların cevabı siyaseti de bir piyasa olarak
görmekten geçmektedir (We-ingast, 1981). Siyasî
yönetimlerin vergi koyma, harcama yapma, belli
uygulamaları yasaklama veya meşru kılma yetkisi, bu
piyasanın genel çerçevesini belirlemektedir. Siyasî
süreç belli kesimlere transferlerde bulunmak, vergi
yükümlülüklerini kaldırmak, fiyatları ve ücretleri
kontrol etmek, piyasalara giriş ve çıkışı denetlemek
gibi çok sayıda amaca hizmet etmektedir. Siyasî
süreçler böylece ekonomik karar verme mekanizmaları
içerisinde oldukça önemli bir yere gelmektedir. Bu
süreçlerin sonunda sadece belli gruplar menfaat
sağlayacak, diğerleri bunun maliyetlerini
üstlenecektir. Sorun kimin faydayı, kimin maliyeti
üstleneceğini belirlemektir.
Siyasî süreçlerde şahsî çıkarın karar vermede etkili olduğunu ilk
kez formelleş-tiren George Stigler (1971) olmuştur.
Çıkar grupları teorisi olarak da bilinen bu teori,
geleneksel regülasyon temellerinden hareket
etmektedir. Kamu müdahalelerinin amaçlanan ve
gerçekleşen etkileri arasındaki farkları gözler
önüne seren Stigler, küçük menfaat gruplarının
regülasyonu kendi faydaları için kullanmayı kârlı
bulduklarını ifade etmektedir. Stigler'in
başlattığı yaklaşım daha sonra ekonomik regülasyon
teorisi olarak iktisat bilimi içerisinde kendisine
geniş bir yer bulmuştur
Ekonomik regülasyon teorisi genel olarak regülasyonun sosyal refahı
artırıp artırmadığı üzerinde durmaktadır. Ekonomi ve
hukuk biliminin bu soruya cevabı büyük ölçüde
olumsuzdur. Doğal tekel durumunda bile regülasyon,
serbest piyasaya göre daha yüksek fiyatlar ve daha
düşük sosyal refah ile sonuçlanmaktadır (Priest,
1993, s. 292). Dışsallığın varlığı mülkiyet
haklarının nasıl tanımlandığıy-la ilgilidir.
Regülasyonun kural olarak faydalı olduğu tezini
yanlışladığımız zaman, karşımıza regülasyonun
açıklanması soru olarak çıkmaktadır. Her ne kadar,
regülasyon teorisi kural olarak regülasyonun zararlı
olduğunu gösterse de, ekonomideki herkese aynı
şekilde uygulanan regülasyon türlerinin pozitif
etkilerinin de göz ardı edilmemesi doğru olacaktır (Becker,
1983). Mesela, oyunun kurallarını herkes için
belirsizlikten kurtaran regülasyonlar, toplum
açısından faydalı sonuçlar doğurmaktadır.
Bu noktada, Mancur Olson'un çalışmaları ile gündeme gelen,
gruplaşmanın fayda ve maliyetlerine de değinmek
gerekir. Olson (1965), daha az sayıda üyeden oluşan
grupların daha etkin bir şekilde kendi menfaatlerine
uygun düzenlemeleri çıkartabileceğini ifade
etmektedir. Örnek olarak üretici ve tüketicileri
düşünelim. Daha kalabalık olan tüketicilerin
herbirinin yapılacak lobi faaliyetinden bireysel
faydası veya bunun eksikliğinden zararı, üreticilere
göre daha az olacağı için tüketicilerin nadiren
etkin menfaat grupları oluşturabildiğine tanık
olmaktayız.
Menfaat gruplarının ekonomik analizini
genelleştirmek de mümkündür. Daha küçük ve etkin
gruplar servet transferlerinin talep kısmını
oluşturacaklardır. Bunların bu yöndeki
davranışlarının bilgi ve işlem maliyetleri
olacaktır. Beklenen getiri ne kadar yüksek ise, bu
konudaki yatırımlar da o kadar fazla olacaktır.
Diğer yandan küçük grupların anlaşma maliyetleri de
düşük olacaktır. Bu nedenlerden ötürü, küçük
grupların menfaatine olan uygulamalar, "kamu"
yararına olmasalar bile
başarılı olabilmektedirler. Bu tür menfaat gruplarında,
maliyetlerin önemli bir kısmı ilk başta ortaya çıkan
maliyetlerdir. Daha sonraki maliyetler göreceli
olarak daha azdır. Bu nedenle herhangi bir nedenle
toplanmış olan gruplar, pek çok başka konuda
rahatlıkla rant-arama ve servet transferine yönelik
çalışmaktadırlar.
Siyasî mekanizma içerisindeki bürokratlar ve politikacılar, servet
transferlerini talep edenler (küçük ve etkin
gruplar) ile arz edenleri (büyük ve dağınık
gruplar) karşı karşıya getirmektedirler. Bunu
gerçekleştirirken siyasî mekanizmanın kimin küçük ve
etkin olacağına yönelik faaliyetlerde bulunması
gerekmektedir. Küçük gruplar büyük getiriler için
politikacılara ve bürokratlara siyasî ve maddî
destek sağlayacaklardır. Diğer yandan, büyük ve
dağınık gruplar göreceli olarak konu hakkında
bilgisiz kalmayı tercih edeceklerdir. Zira, bu tür
bir regülasyon hakkında bilgilenmenin kendileri için
faydası maliyetinden daha az olacaktır. Yapılan
servet transferlerinin mutlaka parasal nitelikte
olması da gerekmez. Sağlanan ayrıcalıklar ya da
ilgili piyasaya getirilen giriş çıkış sınırlamaları,
servet trans-ferler'nin değişik yöntemleri
olabilecektir.
Firmaların Rant-Arama Faaliyetleri
Rant kavramı, bir kaynağın alternatif kullanımından fazla olarak
elde ettiği getiriyi anlatmak için kullanılır.
Firmaların elde ettiği aşırı kârlar bunun bir
örneğidir. Bu anlamda rant arama ve kâr arama
birbirine benzerlikler göstermektedir (Buchanan,
1980). Ancak kamu ve özel sektör faaliyetleri
arasındaki rant arama faaliyetlerini
karşılaştırabilmek için böyle bir ayırım gerekli
olabilmektedir.
Rant-arama bireylerin devlet kanalıyla servet transferi yapabilmek
için uğraştıkları kaynaklan israf eden
faaliyetlerdir. Bu anlamda, kamu tercihi teorisi,
doğrudan tekel durumları ya da özel ayrıcalıklardan
ziyade, bireylerin bu ayrıcalıkları elde etmek için
kaynakları verimsiz alanlarda kullanması ile
ilgilenmektedir.
Piyasa ortamında belirli rant veya kâr fırsatlarının
varlığı girişimcileri bu fırsatları değerlendirmeye
yöneltir. Bu, piyasa mekanizmasının daha etkin bir
şekilde işlemesini sağlar (Kirzner, 1973). Kıt
kaynakların daha verimli alanlarda kullanılmasını
sağlayan kâr güdüsü, tüketici refahını artırıcı
temel unsur olmaktadır. Bununla birlikte, kamu
sektörüne baktığımızda daha farklı bir resimle
karşılaşmaktayız. Bir devlet düzenlemesinin yapay
olarak üretimi kısıtladığını varsayalım.
Girişimciler bu rant imkânlarından yararlanmaya
çalışacaklardır. Ancak kaynaklarını, üretimi
artırmak ya da yenilikleri piyasaya sunmak yerine,
bürokratları ve siyasîleri etkilemek için
kullanacaklardır. Rüşvet gibi gayrî ahlâkî yolları
dışladığımızda bile, devlet tarafından yaratılan
rant imkânlarının bulunması ve değerlendirilmesine
yönelik işlem ve bilgi maliyetleri sosyal refahta
bir azalmaya yol açacaktır. Firmalar arasındaki bu
yöndeki rekabet, bu rant miktarı kadar kaynağın
harcanmasına yol açacaktır (Posner, 1975). Bu
şekildeki rant arama faaliyetlerinin sosyal
maliyeti, geleneksel mikro teoride kabul
edildiğinden daha fazla olmaktadır.
Kamunun yarattığı ve yaratabileceği rantlara yönelik firma
faaliyetleri bu amaçla özel menfaat gruplarının
kurulmasına yol açmaktadır. Ancak söz konusu rantlar
bu firmalar arasındaki rekabette kaybolmaktadır (Tullock,
1975). Servet transferlerinin topluma maliyeti
olmasa da, bireylerin bu transferlerin yapılması ya
da yapılmaması yönündeki davranışları kaynakların
israf edilmesine neden olmaktadır.
Şimdi bu durumu Tullock'un (1967) araba ve hırsızlık örneği
ekseninde tartışalım. Araba hırsızlığı tek başına
bir kaynak israfı teşkil etmez. Sonuç itibariyle,
araba hırsızlığı yoluyla toplumun bir kesiminden
diğer kesimine bir transfer olmaktadır ve bunun
refah açısından herhangi bir etkisi yoktur. Ancak,
hırsızlığın bir kazanç yolu olarak varlığı, bazı
bireylerin sosyal refahı daha fazla artırabilecek
olan kaynaklarım, araba hırsızlığı yapabilmek için
israf etmelerine neden olmaktadır. Diğer yanda,
araba sahipleri de, muhtemel hırsızlık olaylarına
karşı arabalarına ilâve koruma tedbirleri
eklemektedir. Başarılı bir araba hırsızlığı, diğer
hırsızlarca bu alana ilâve kaynak aktarılmasına
neden olmaktadır. Aynı şekilde, her başarılı araba
hırsızlığı sonucunda, araba sahipleri, giderek artan
oranlarda kaynaklarını bu servet ve gelir
transferini engellemek için harcamaktadırlar.
Hırsızlar, gelir transferini sağlamanın beklenen
getirişi gelir transferine eşit olana kadar
kaynaklarını bu yönde israf edeceklerdir.
Meseleye tekeller bağlamında bakarsak, tekel kârlarını elde etmek
için fırsatların varolması, bu tekelleri elde
etmeye yönelik olarak kaynakların harcanmasına
neden olacaktır ve bu kaynakların alternatif
maliyetlerinin de tekellerin sosyal maliyetleri
olarak bilinen Harberger üçgenine eklenmesi gerekir
(Posner, 1975, s. 807).
Toplum bu şekilde kaynakları israf eden rant arama faaliyetleri ile
fakirleştiril-mektedir. Daha da önemlisi, bu
rant-arama harcamaları batık maliyetlerdir ve
yaratılan sunî tekellerin deregülasyonundan
beklenen kazanç, düşünülenden daha az olmakladır (McCormick,
Shughart ve Tollison, 1984).
Bu noktada sorulması gereken soru "neoklasik teori
piyasanın regülasyonu konusunda bize önemli bir
ölçüt sağlamakta mıdır?" olmalıdır. Tekellerin refah
kayıpları üzerine yapılan ampirik çalışmalar genel
olarak bu kayıpların millî gelir içerisinde oldukça
düşük bir yere sahip olduğunu göstermektedir (Harberger,
1954; Schwartzman, 1960). Meseleye potansiyel
rekabet, mal farklılaştırması ve sözleşme
teorisinin bulguları da dahil edildiğinde
görülecektir ki, aslında rekabeti koruyucu gibi
görünen rekabet politikaları, rekabeti
engelleyebilmektedir. Diğer yandan, ilk bakışta
rekabeti zayıflatır gibi görünen bazı uygulamalar da
rekabeti korumaktadır.
4. Yeni Kurumsala Yaklaşım
Buraya kadar, ekonomi ve hukuk bilimi içinde yer alan iki önemli
yaklaşımı tartışma konusu yaptık. Tarihî gelişim
içinde önemli yer tutan, ancak modern gelişmeler
ışığında bir miktar gerilemiş olan ve yerini gene
aynı kaynaktan beslenen alternatif yaklaşımlara
bırakmış olan Chicago yaklaşımı, hukuk ve ekonominin
iktisat ve hukuk alanlarında meşru bir zemine
oturmasını sağlamıştır. Daha sonra ortaya çıkan kamu
tercihi yaklaşımı siyasî mekanizma içerisinde olup
bitenlerin sonuçlarına ilişkin önemli açıklamalarda
bulunmakta ve ampirik bulgulara ulaşmamızı mümkün
kılmaktadır.
Bu bölümde, hukuk ve ekonomi içindeki diğer bir yaklaşım üzerinde
duracağız: Yeni Kurumsala Yaklaşım. Bu teori, hem
Chicago hem de Kamu Tercihi yaklaşımlarıyla organik
bir bağa sahiptir. Her iki yaklaşımın bulguları pek
çok çalışmada veri olarak kabul edilmekte ve
mülkiyetin kurumsal çerçevesindeki değişmeler
incelenmektedir.
Yeni kurumsala okul, iktisadî faaliyeti anlamada kurumların temel
bir yeri olduğunu ileri sürmektedir. 1960'lı
yıllarda Alchian, Demsetz ve Williamson'un mülkiyet
haklarının ekonomik hayattaki yeri üzerine
yazdıkları, bu yaklaşımın altyapısını oluşturmuştur.
Bu yaklaşımda da Chicago Okulu'nda olduğu gibi
rasyonel maksimizasyon ve servet maksimizasyonu
analizin temel kavramlarıdır. Bu çerçevede yapılan
çalışmaların çoğu mülkiyet haklan teorisinden
hareket etmektedir. Bu nedenle, her ne kadar yeni
kurumsala yaklaşımın çok geniş açılımları varsa da,
biz sadece mülkiyet hakları üzerinde durmakla
yetineceğiz.
Hakların Tanımı ve Korunması
Bireylerin varlıklar üzerindeki mülkiyet hakları bu varlıkları
kullanmak, onlardan gelir elde etmek ve istedikleri
zaman da sarf etmek haklarını ifade eder. Bir varlık
üzerindeki mülkiyet hakkının elde edilmesi veya
devredilmesi bir mübadele işlemini gerektirir. Bu
anlamıyla mübadele karşılıklı olarak mülkiyet
haklarının devri demektir. Bireylerin varlıklar
üzerinde sahip oldukları haklar mutlak değildir.
Bunların değişik yollarla korunması gerekir. Bir
kişi sahip olduğu otomobilini devletin verdiği
ruhsat, arabasına taktıracağı alarm ya da istihdam
edeceği bir güvenlik görevlisi yoluyla koruyabilir.
Ancak anlaşılacağı üzere, korunmayan varlıklar
üzerinde mülkiyet söz konusu olmayacaktır. Bu bizi,
mülkiyet haklarının mutlak olmadığı fikrine
götürmektedir.
Yeni mülkiyet haklarının ortaya çıkışı ekonomideki
bireylerin mevcut sistemi değiştirmekten elde
edeceği kazançların maliyetlerinden fazla olması
prensibi üzerine kuruludur. Mülkiyet haklarının
yapısındaki herhangi bir değişikliğin serveti
artıracağı durumlarda, bu yönde bir talep
oluşacaktır. Rekabetin mantığı, mülkiyet haklarının
daha iyi tanımlanmasının ekonomik hayattaki
belirsizliği azaltacağını göstermektir. Bunun sonucu
ekonomik etkinliğin artırılmasıdır. Mülkiyet
haklarının tanımlanması veya içselleştirilmesi, bu
şekilde ekonomik bir nedenle ortaya çıkmakladır (Demsetz,
1967). Böyle bir talep, nispî fiyatlardaki
değişmelerden, teknolojik yeniliklerden veya
bireysel tercihler ve politik değişkenlerdeki
değişmelerden ortaya çıkabilir. Özel mülkiyetin
gelişimini dışsallık analiziyle de
ilişkilendirebiliriz.
Dışsallıkların içselleştirilmesinin veya hakları kamu alanından
özel alana geçirmenin faydasının maliyetinden yüksek
olduğu durumlarda, daha önce kamu alanında kalan
haklar bireyler tarafından içselleştirilecektir.
Bireylerin mülkiyet haklarını korumaları ya da kamu alanında
bırakmaları bir seçim sonucudur. Özel sektörde bu
tür kararlar doğrudan alınırken, kamu sektöründe
dolaylı olarak alınmaktadır. Bireyler mülkiyet
haklarını, bu haklara sahip olmanın faydası
maliyetini aştığı zaman sahiplenmek isterler.
Böylece, kamu alanında kalan hakların bireylerin
elde etmek istemedikleri haklar olarak tanımlamak
mümkün olabilecektir.
Mülkiyet Hakları ve İşlem Maliyetleri
Mülkiyet hakları kavramı organik bir şekilde işlem maliyetleri ile
ilişkilidir. İşlem maliyetlerini mülkiyetin
transferi, korunması ve elde edilmesi ile ilgili
maliyetler olarak tanımlamak mümkündür (Barzel,
1989, s. 2).7 İşlem maliyetlerini,
ekonomik sistemin işletilmesi ve ekonomik
faaliyetlerin yürütülmesi için katlanılması gereken
maliyetler olarak görmek de mümkündür. Eğer herhangi
bir varlık için bu maliyetlerden biri artıyorsa ve
tam koruma veya tam transfer çok maliyetli ise,
bireyler bu varlıklar üzerinde tam kontrole sahip
olmayı asla düşünmeyeceklerdir. Bir varlığa ilişkin
hakların tam olması için hem bu varlığın sahibi hem
de bu varlığa sahip olmayı düşünenler, varlığın
değerli özellikleri üzerinde tam bilgi sahibi
olmalıdır. Tam bilgi ile, varlığa ilişkin hakların
tam olarak transferi söz konusu olabilir. Meseleye
tersinden bakarsak, hakların tam olarak
tanımlandığı durumda varlığa ilişkin bilgi
maliyetsiz bir şekilde elde edilebilmelidir. Ayrıca,
varlıkla ilgili herhangi bir işlem maliyeti
olmamalıdır.
Mülkiyet hakları ve işlem maliyetleri bir paranın
iki yüzü kadar birbirine bağlıdır. Mülkiyet
haklarını genel olarak bir mal veya hizmet üzerinde
karar verme ve seçim hakkının serbest olarak
kullanılabilmesi şeklinde anlamaktayız (Alchian,
1977). Bu çerçevede, mülkiyet hakları ile servet
arasında doğrudan bir ilişkinin varlığı yadsınamaz.
Ticareti mülkiyet haklarının değişimi olarak
tanımladığımızda, mülkiyet haklarının olmadığı bir
durumda ne ticaret ne de ticaretten kazanç söz
konusu olacaktır. Mülkiyet hakları tam olduğu zaman,
kavramsal olarak, bunların çalınması mümkün
olmayacağı için, herhangi bir koruma da
olmayacaktır.
Mülkiyet haklarının tam olarak tanımlanamadığı durumlarda bireyler
sahip oldukları mülkiyet haklarını korumak zorunda
kalacaklardır. Bu da bizi işlem maliyeti kavramına
götürmektedir.
Mülkiyet haklarının tanımlanmasının maliyetli olduğu her durumda
kâr fırsatları ortaya çıkacaktır. Tanımlanmayan
mülkiyet haklan, mallara ilişkin bazı özelliklerin
bireyler tarafından elde edilmeye çalışılmasına yol
açar. Bir manava gidip portakal aldığınızı düşünün.
Bu alım-satım işlemi, bazı bilgilerin tüketiciler ve
satıcılar arasında değişimini gerektirir. Alıcılar,
hangi portakalı alacaklarına karar verebilmek için
bu bilgi kaynaklarını kullanırlar. Zira portakal
çeşitlerinden hangisinin kendi beğenilerine uygun
olduğunu bulmak maliyetli bir işlemdir. Eğer
portakalların kalitesine ve tadına ilişkin herhangi
bir piyasa oluşmamış ise, tüketiciler kendi
beğenilerine uyan portakalları alabilmek için
portakal piyasası çerçevesinde ilâve bir ödemede
bulunmaya razı olacaklardır. Bu bilgiyi ya satıcı
sağlayacaktır veya tüketiciler portakalların
kalitesine ilişkin bilgi edinmek için bazı
maliyetlere katlanacaktır. Ancak buna rağmen
portakalların alım-satımı ile ilgili bazı maliyetler
yine de kamu malı olacaktır. Bireylerin girişim
faaliyetleri, bu kamu alanlarını ve bunlara ilişkin
maliyetleri azaltmaya yönelecektir. Bu süreç içinde
bazı bireylerin işlem maliyetlerinin yüksekliği
nedeniyle koruyamadıkları mülkiyet hakları,
başkaları için kâr fırsatları oluşturacaktır. Kamu
alanında kalan bu kâr fırsatları söz konusu
değişimde taraf olmayanlar için de girişimsel
faaliyetlere imkân sağlayacaktır.
Coase ve Piyasa
Coase'nin 1960'larda yaptığı çalışmalar ekonomi
biliminin dışsallıklar meselesine bakışını radikal
biçimde değiştirmiştir (Coase, 1960). Daha da ötesi,
mülkiyet haklarının nasıl tanımlanması gerektiğine
ilişkin yeni bir yaklaşım sunmuştur. Sahipliğin
tanımlanması hem mahkemelerde hem de yasaların
hazırlanmasında önemli bir yer tutmaktadır. Mesela,
şeker üreticilerinin hakları nelerdir? Ne kadar
şeker üretileceğini belirleme hakkı kime aittir?
Madenlerin mülkiyet hakları devlete mi yoksa madeni
çıkarana mı verilecektir? Bu ve benzeri sorular
düzenlemelerle tanımlanmaktadır. Peki, bunların ne
gibi sonuçları olacaktır? İşlem maliyetlerinin bu
düzenlemelerin etkinliğinde rolü ne olacaktır? Bu
sorulara ve benzerlerine verilecek cevaplar,
Coase'nin katkılarından sonra daha farklı bir
boyutta tartışılmaya başlanmıştır. Diğer bir
deyişle, Coase teorisinin katkısı, doğru olup
olmamasından ziyade, gerçek dünyada pozitif olarak
varolan işlem maliyetlerini ve mülkiyet haklarını
analizin önemli bir parçası haline getirmesinden
kaynaklanmaktadır. Artık mülkiyet haklarının
korunması işlem maliyetlerinde ortaya çıkardığı
azalma yoluyla savunulmaktadır.
Coase teorisi alternatif kullanımların maliyetlerinin minimize
edilmesi üzerine kuruludur. Haklar zaman içinde bu
haklara en çok değer verenin elinde toplanacaktır.
Ancak pek çok durumda bunu tam olarak belirlemek
güçtür. Dolayısıyla istisnası olmayan genel bir
kural belirlemenin imkânı yoktur. Ama hakları yanlış
tarafa versek bile, piyasa mekanizmasının çalıştığı
bir durumda o hakka daha fazla değer veren taraf
hakkı elde etmek için bir ödemede bulunmaya razı
olacaktır. Mülkiyet haklarının ilk başta
tanımlanması ile ortaya çıkacak zararlar bu şekilde
azaltılabilecektir.
Devletin ekonomiye müdahalesi konusunda da Coase teorisinin önemli
sonuçları vardır. Dışsallıkların varlığı işlem
maliyetlerine dayandığı için, piyasanın
başarısızlığı (market failure) kavramı da önemini
kaybetmektedir. Bunun bir sonucu, piyasanın
başarısızlığının işlem maliyetleri teorisi ile
değişmesidir. Kamu mallan bunun güzel bir örneğini
teşkil etmektedir. Samuelson'un (1954) klasik
argümanına göre piyasanın başarısızlığı devlet
müdahalesi için geçerli bir gerekçe
oluşturmaktadır. Ancak meseleye işlem maliyetleri
açısından bakıldığında, devlet müdahalesinin de
meseleyi çözmede yeterli olmadığı görülmektedir.
Coase geleneksel dışsallık teorisine bir eleştiri getirmektedir.
Geleneksel teori dışsallığı bir tarafın karşı tarafa
telafi etmeden belli bir maliyet yüklediği durum
olarak tanımlamaktadır. İkinci tarafın yüklenmek
zorunda bırakıldığı bu maliyet, bu maliyeti yükleyen
tarafça hesaba katılmadığı için etkin olmayan bir
sonuca yol açmaktadır. Mesela, klasik tren-tarla
örneğinde olduğu gibi, eğer bir demiryolu firması
lokomotiflerinin yolun kenarındaki tarlalara
kıvılcım sıçratmasına izin veriyorsa, bunun ortaya
çıkaracağı maliyetler demiryolu firması tarafından
üstlenilmelidir. Zira çıkabilecek yangınlar tarla
sahipleri için bir dışsallıktır. Burada Pi-gou,
demiryolu firmasına bu dışsallıktan ötürü vergi
konulmasını önermektedir. Demiryolu firması
fayda-maliyet analiziyle ya vergiyi ödeyecek veya
tren seferlerini durduracaktır.
Coase'nin çözüm önerisi daha farklıdır. Pek çok durumda maliyet,
bir tarafça diğer tarafa yüklenilmemektedir. Ortaya
çıkan maliyet iki tarafın birbiriyle uyumlu olmayan
davranışları sonucunda ortaya çıkmaktadır. Coase
(1960, s. 1-2) bunu şu şekilde ifade eder:
''Problem genellikle A'nın B'ye zarar verdiği ve
karar verilmesi gerekenin A'yı nasıl kısıtlayalım
sorusu olduğu şeklinde düşünülür. Fakat bu
yanlıştır. Karşılıklılığın esas olduğu bir
problemle uğraşmaktayız. B'ye verilen zararı ortadan
kaldirmak için A'ya zarar vermekteyiz. Karar
verilmesi gereken gerçek konu şudur: A'nın B'ye
zarar vermesine mi, yoksa B'nin A'ya zarar vermesine
mi müsaade edilmelidir? Problem, daha ciddî
zarardan kaçınmaktır."
Tren-tarla örneğinde, çıkması muhtemel yangınlar sadece geçen
lokomotiflerden kaynaklanmamaktadır. Demiryolu
kenarında tarım yapan çiftçilerin de bu durumda rolü
vardır. Dolayısıyla etkin çözüm, sadece demiryolu
firmasına vergi koymak değildir. Çiftçilerin başka
ürün yetiştirmesi ya da demiryolu kenarına çit
yapmaları da yangınları ortadan kaldırabilecek
alternatiflerdir. Demiryolu kenarına bir çit
yapmanın, tren yolu firmasına vergi koymaktan daha
az maliyetli olduğu durumlarda vergi, etkin olmayan
bir sonuç doğuracaktır.
Coase teorisinin ortaya koyduğu ilk argüman dışsallık problemine
genel bir [çözüm bulunamayacağıdır. Kanun yapıcı
genel bir vergi koyduğunda spesifik durumlarda hangi
tarafın uygulamasının daha etkin bir sonuca
ulaşacağını bilemeyeceği için, etkin olan bir
çözüme götürecek bir yol ortaya koyamayacaktır.
Diğer yandan, eğer problemi daha düşük maliyetle
çözebilecek olan çözsün dersek, bu sefer,
yargıçları maliyetleri tahmin etme problemi ile
karşı karşıya getirmiş oluruz. Böyle bir durumda
her iki taraf da kendi maliyetlerini daha fazla
göstermek için çabalayacaktır.
Daha da önemlisi, geleneksel teori, tarafların piyasada karşılıklı
anlaşma yolu ile bir çözüm bulabileceği
alternatifini dışlamaktadır. Eğer kanun, çiftçiler
daha düşük maliyetle durumu düzeltebilecek iken,
demiryolunu zarardan sorumlu tutarsa, hem çiftçiler
hem de demiryolu firması ortak bir anlaşma noktası
bulmak isteyeceklerdir. Demiryolu firması çiftçilere
demiryolu kenarına bir çit yapmaları için ödemede
bulunabilecektir. Bu ödeme vergi ile çitin maliyeti
arasında bir fiyat olacağı için her iki taraf da bu
durumdan kazançlı çıkacaktır. Böylece başlangıçtaki
mülkiyet hakları ne olursa olsun, tarafların
piyasada karşılıklı anlaşma yolu ile buldukları
çözüm etkin olacaktır. Demiryolu firmasının etrafa
kıvılcım çıkarma hakkına sahip olması ya da
çiftçilerin demiryolu kenarında tarla sahibi olma
haklarının olması durumu değiştirmeyecektir.
Coase teorisi işlem maliyetlerinin sıfır olduğu bir
durumda mülkiyet haklarının başlangıçta nasıl
tanımlandığının etkin bir sonuca ulaşma açısından
bir önemi olmadığını ifade etmektedir. Bu, ekonomide
karşılaştığımız işlem maliyetlerinin pozitif olduğu
pek çok probleme yeni bir bakış açısı getirmektedir.
Mesela, bir araba satın aldığımızda bu arabayla
başkalarına çarpma hakkım da satın alıyor muyuz'?
Peki, istediğimiz zaman frene, istediğimiz zaman
gaza basmak da arabayla birlikte satılan haklar
mıdır? Coase teorisi açısından bakıldığında, bu
soruların cevabı mülkiyet haklarının ne şekilde
transfer edildiği ve bu transferlerin etkinlik
açısından nasıl sonuçlar ortaya çıkardığı
noktasından hareket edilerek verilebilir. Tarafların
karşılıklı anlaşması bu maliyetleri ne şekilde
azaltabilecekse, taraflar için bu yöndeki saikler
piyasa süreci içerisinde kendiliğinden oluşacaktır.
Sahipliğin
Bölünmüşlüğü
Malların ilk sahipleri mülkiyet haklarının sadece bir kısmını
devretmeye karar verir ve diğer kısmını ellerinde
tutmayı tercih ederlerse, değişimden ortaya çıkacak
olan net kazanç artabilecektir. Bunun sonucu bir mal
üzerinde bölünmüş mülkiyet haklarının ortaya
çıkmasıdır. Böyle bir durumda iki ya da daha fazla
birey aynı malın farklı özellikleri üzerinde
mülkiyet haklarına sahip olabilir. Ancak mülkiyet
haklarının tam olarak kime ait olduğunun
belirlenmemesi bu hakların kamu alanı içinde
kalmasına yol açacaktır. Kamu alanı içinde kalan
mülkiyet haklarının özelleştirilmesi için ise
kaynakların kullanılması gerekir. Doğal olarak bu
özelleştirme ya da içselleştirme, bu hakları
içselleştirmenin fayda maliyet analizi
uygulandıktan sonra yapılacaktır (Demsetz, 1967).
Peki mülkiyetin dağılımını etkileyen
faktörler nelerdir? Bir varlık tarafından yaratılan
gelir üzerindeki haklar o mal üzerindeki mülkiyet
haklarının bir parçasıdır. Mal üzerinde herhangi
bir mülkiyet hakkına sahip olmayanların maldan elde
edilecek gelire yaptıkları etkiler, o malın değerini
düşürecektir.
Eğer bir malın üretimi kolaylıkla kontrol edilebiliyorsa,
gelirlerini de kontrol altına almak kolay olacaktır.
Ancak malın üretimini ya da mülkiyet haklarının
kullanımını izlemek göreceli olarak zorsa, bu
boşluktan istifade edilmesi söz konusu olacaktır.
Genellikle, ortalama olarak üretimin bilinebildiği
durumlarda üretimin varyansı ve belirsizliği
varlığın değerini etkileyecektir.
Varlığın geliri, değişimin taraflarının
faaliyetlerinden etkileniyorsa mülkiyet haklan
meselesi daha da karmaşık hale gelecektir. Her iki
taraf da kendi getirile-rini artırmak için
faaliyette bulunacaklardır. Özellikle sadece
taraflardan birinin faaliyetlerinin üretimi
etkilediği durumlarda, bu tarafın faaliyetlerinin
sorumluluğunu tam olarak taşımasını sağlamak güç
olabilmektedir. Bu durumdaki bireyin mal üzerindeki
nihaî hakların sahibi olması izleme problemlerini
ortadan kaldıracaktır (Alchian ve Demsetz, 1977).
Mesela, bir ev kiralama işlemini düşünün. Kiralanan
evin getirişi, evin ne kadar iyi durumda olduğu ile
ilgilidir. Evlerin kiralayanlara sağlayacağı fayda,
evin yeri, konumu, büyüklüğü gibi unsurların yanında
evin ne kadar iyi durumda olduğu ile de alâkalıdır.
Kiracı, genellikle evin ne kadar iyi durumda
olduğunu kiralamadan önce bilemez. Aynı şekilde, ev
sahibi de kiracının evi ne kadar hor kullandığı
konusunda kesin bir bilgiye sahip olamaya-bilir.
Böyle durumlarda, her iki taraf da eve gerekli özeni
göstermek istemeyebilir. Taraflar böyle bir
davranışı karşı taraftan bekleyebilir. Kiralık evler
için arz ve talep bu etkileri dikkate alacaktır.
Sonuç olarak, kiralık ev piyasasında değişimden net
kazanç, artan işlem maliyetleri nedeniyle, daha
düşük düzeyde olacaktır. Eğer evin gerçek durumu tam
olarak bilinebilseydi, diğer bir deyişle işlem
maliyetleri sıfır olsaydı, kiracı ve ev sahibinin
davranışları tam olarak hesaba katılabilirdi. Gerçek
hayatta bunları hesap etmek oldukça yüksek
maliyetleri gerektiren bir durumdur.
Taraflar mülkiyet haklarını bu durumlarda tam olarak korumak
istemeyeceklerdir. Mülkiyetin en etkin kullanımını
belirleyen genel kural ortalama geliri en fazla
etkileyebilecek olan tarafın nihaî mülkiyet sahibi
olmasıdır.
Son söz
Richard Posner (1986), hukuk ve ekonomi bilimi içinde çok okunan
kitabında, her türlü haksız fiil ve sözleşme
probleminin mülkiyet haklarının tanımına ve işlem
maliyetlerine ilişkin problemler olarak
şekillendirilebileceğini ifade etmektedir. Hukuk ve
ekonomi yaklaşımının temel katkısını da burada
aramak gerekmektedir. Her ne kadar, çok farklı
yaklaşımların olduğu bir alan olsa da, hukuk ve
ekonomi artık hem hukuk hem de iktisat bilimlerinin
vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. İktisat
biliminde, son dönemlerde verilen Nobel ödüllerinin
dağılımı ve hukuk biliminde ekonomik analizin
gittikçe artan bir yer edinmesi bunun bir göstergesi
olarak önümüzde durmaktadır.
Özellikle, hukukî düzenlemelerin ekonomik hayatı daha spesifik
olarak kontrol etmeye başladığı bir dönemde, yapılan
düzenlemelerin neyi amaçladığına neye
ulaşabileceğine ve bu düzenlemelerin maliyetlerinin
ne olacağına ilişkin tartışmaların merkezine
taşınması gerekmektedir. Bu çerçevede, bu yazıda
kısaca tartıştığımız konular bizlere ekonomik hayata
ilişkin her türlü düzenlemenin doğası gereği bir
servet transferi olduğu ve mülkiyet haklarının kamu
alanı ve özel alan arasındaki dağılımını yeniden
şekillendirdiğini göstermesi açısından yararlı
olacaktır.
Hukukun ekonomik analizinde Chicago'nun belirleyici rolünün
1980'lerden itibaren kırılmaya başlaması da hakim
paradigmanın tabanının genişlemesine yol açmıştır.
Bilimsel bir gelişme olarak farklı bakış açılarının
analize katılmasıyla hukuksal düzenlemelerin
ekonomik sonuçlarının daha kapsamlı bir şekilde
incelenebilmesi mümkün hale gelmiştir.
Peki Türkiye'de hukukçular arasında bu yaklaşım
kabul görmekte midir? Ülkemizde mahkemeleım henüz
hukukun ekonomik analizini kararlarında kapsamlı
olarak kullandıklarını söylemek güçtür. Aynı şekilde
yasama organının da yasal düzenlemelerin ekonomik
sonuçlarını tam olarak dikkate almadığını
görmekteyiz. Buna açık bir örnek, son dönemde
gündemde olan özelleştirme ve regülasyon
uygulamalarıdır. Meclis tartışmalarında
regülasyonların net sosyal fayda ve maliyetlerinin
henüz göz önüne alınmadığını ve hangi
regülasyonların yürürlüğe gireceğine karar
verilirken toplum açısından bunların net etkilerinin
hesaplanmadığını söylemek mümkündür. Doğal olarak,
rasyonel bir davranış içinde olan bireylerin bu
hesaplamaların kendi çıkarlarına uygun olmadığını
görmeleri de bu analizin dışlanmasında belirleyici
olabilmektedir.
Kaynak: Fuat OĞUZ
|