|
"İdare Edilenlerin" Bakış Açısıyla İdari
Meselelerimiz
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Turan Alkan
Cümlece malumdur ki "idare" lâfzının i-dare edenler
ve idare edilenler olmak üzere iki muhatabı vardır.
Zannımca bu derginin diğer yazarları idari reform
konusuna daha ziyade "idare edenler"in
penceresinden bakan zevattan müşteşekkil
bulunacaktır. Halbuki bu satırların yazarı, "idare"
fenomenine idare edilenlerin nazarıyla bakan bir
mevziye mah-kûmdur.O Bu muvacehede Mekteb-i Mülki-ye'nin
"siyaset ve idare" şubesinden (üstelik iyi
dereceyle) mezun olduğu halde, işçi pazarından
tuttuğu iki gündelikçi ameleye bile emir verme
zevkinden mahrum birisi sıfatıyla söyleyeceklerimin
kemal-i ciddiyetle değerlendirileceğini ümid
etmekteyim.
Şehir, En Mükemmel İdari Birimdir
"En iyi hükümet hiç hükmetmeyen hükümettir" diye
düşünenlere fikren büyük yakınlık duymama rağmen,
en fena- hükümetin, hükümetsizlikten daha iyi
olduğunu öğrenmiş bulunuyorum®. Hangi rejim ve
felsefenin eseri olursa olsun, idarenin zulmünden
kaçınmak mümkün değilse, bunun "maddi veca'ını"
azaltarak bu işten "keyif" almaya çalışmak
gerekiyor. Ne var ki, tâbi bulunduğumuz idari
rejim, bütün ülkeyi merkeze bağlı iri, büyük,
hantal, ağır ve mücessem bir idari mekanizma ile
kaplayarak "admlnistration" vakıasını olduğundan
fazla ciddiye almış bulunuyor. Bu durumda "Biz idare
edilenler", idari cihazın kullanışlı hale
getirilmesi için fikir yürütmek bir yana, idarenin
tahakkümünden kurtulma derdiyle meşgul bulunuyoruz.
Belki de fakültede idare hukuku dersinden çaka çaka
başımın dönmesinden olsa ge-rek, lüzûci bir sinir
şebekesi halinde bütün vatan sathına yayılmış bir
merkezi idare ci-- hazım kavramakta daima zorluk
çekmişimdir.
Ömrünün onda dokuzunu doğup büyüdüğü taşra şehrinde
geçiren biri olmaklığım hasebiyle, genetik bir
teveccühle idarede a-dem-i merkeziyetçi takımı
tutmaklığım tabii karşılanmalıdır. Ömrünü eski veya
yeni payitahtta geçiren diğer müelliflerin dahi
genetik bir teveccühle merkeziyetçi takımda yer
almasını da aynı derecede tabii karşılamaktayım.
Benim administrasyon ufkum, yaşadığım şehrin vali
konağında sona erer. Şehir, bir dağ başına çıkınca
gözümle tamamını görebileceğim beşeri boyutlara
sahip bir mekandır. Şehri bir insan bünyesine
benzetirsek valinin riyaset ettiği vilayet idaresi
bu organizmanın kafasını, Belediye idaresi ise
kalbini temsil eder. Kalp ve beyin arasındaki
hatlarda ortaya çıkabilecek problemlerin vehameti,
bu teşbih sayesinde açıkça görülebiliyor.
Devleti ve genel idareyi temsil etmesi bakımından
vali, bir şehrin mahalli padişahı olarak
nitelenebilir. Cumhuriyet kanunlarıyla saltanat ilga
edilmişse de, kanımızdaki Osmanlı DNA'larının
mevzuatın etrafından dolanarak hükümfermâ olduğunu
da görmezden gelemeyiz. Netekim:
"Saraylar Yaptırdım, Tefriş Ettirdim"
Vaktiyle beylerbeylik etmiş paşaların bile, bugünün
görkemli vali konaklarına benzer kâşaneleri -oturmak
ne kelime- hayal bile etmediklerinden eminim.
Herhalde mehabet u-yândırsın endişesiyle şehrin
gözden ırak kıyılarında lâakal birkaç dönümlük
yeşili bol bir arazi tasavvur buyurunuz; etrafı
demir parmaklıklarla, bekçi köpekleriyle gece ve
gündüz devriyeleriyle, nizamiyelerle çevrilmiş;
ortasına Lâle devrini aratmayacak konforu haiz bir
ahir zeman sarayı kondurulmuştur. Elektriği, suyu,
havagazı, telefonu, ufak tefek levazımı tahsisat-ı
mestureden karşılanan sarayın etrafında çimenler,
çiçekler, salıncaklar, bar-beküler serpiştirilmiş,,
paşa hazretleri için a-vam takımının ayak
basamayacağı yürüyüş parkurları, fıskiyeli havuzlar,
kameriyeler inşa edilmiştir. Kâşanenin iç mefruşatı
hakkında fikir yürütmekten âcizim, zira arasıra
geçmek zorunda kaldığım kaldırımdan ancak bu kadarı
görülebiliyor.
Haydi devr-i dilara-yı cumhuriyette böyle
şeylerin vukuunu normal sayalım; lakin devr-i dilara-yı
demokraside onca halkçılık retoriklerine rağmen bu
saray yavrusu lojmanların mantığı nedir acaba?
Bence düpedüz Osmanlının sivil paşa geleneğinin
mevzuat dairesinde usule uydurularak ihya
edilmesinden başka bir şey değildir. Aksini söyleyen
var mı bilmem ama bu misal, idari geleneğimizin hâlâ
Osmanlı "ata ruhla-rı"ndan ilham aldığını ayan -
beyan göstermektedir.
Valilerin saray yavrularında ikamet etmelerine
hased ediyorum sanılmasın; sadece meselenin adını
doğru - dürüst koymaktan yanayım ben: Cumhuriyetse
cumhuriyet, demok-rasiyse demokrasi, başka birşeyse
başka bir şey.... Galiba, "başka bir şey".
Yukarıdaki örnek, adem-i merkeziyetçi takımdan yana
oluşumu kısmen izah edebilmiştir zannındayım.
İdarenin Vali ve Vilayet Boyutu
Vilayet idaresini önemsiyorum, çünkü yaşadığım
şehirde devlet cihazını onlar işletiyorlar. Onlara
bakınca neyi görüyorsam, -belki hayalhanemin
kıtlığından-. devleti de öyle algılıyorum.
Valilere beyin yıkanırcasına tekrarlanan "dikkat,
siz orada devleti temsil ediyorsunuz", propagandası,
az zaman sonra valinin hakikaten "tabii canım,
hatta devlet benim" diye duyan birini karantinaya
alıp halktan uzaklaştırmak için ideal birer mekan
sayılabilecek vali konaklarında, arkadaşsız,
yarensiz geçen keyifsiz günler, vilayetin yüksek
dereceli memurları ile belirli mesafeyi koruyarak
yapılan brifing kekreliğindeki zoraki sohbetler,
kravatsız sokağa çıkamamak, yeni kararnamede
merkeze alınmak düşüncesinin tatsızlığı, tarafsız
görünme mecburiyetinin verdiği katılık, belki işi
fazlaca ciddiye almanın etkisiyle bir takım yüz ve
vücut adalelerinde arızi kasıntılar, sabah akşam
hatır hatır sakal kazıma seansları, sair zamanda
selam vermeye tenezzül edilmeyecek
milletvekillerini, hükümet büyüklerini il
şuurlarında karşılamalar neticede valiyi ve onun
şahsında devleti antisosyal, soğuk nevale ve
tedirginlik verici bir mevkie götürüp bırakıyor.
İdare edenle edilen arasındaki mesafeyi ortadan
kaldırmak için (ki bu, benim kısaca idari reform
tekliflerim demek oluyor) işe vilayet idaresinin
mevzilendiği şehir ölçeğinden başlamalıdır. Bu
reformun başarı kazanması için devletin milyarlarca
lira harcayıp; aylarca hazırlık yapması bir yana
kanuni düzenleme bile gerekmiyor. Yapılacak ilk şey,
valileri, normal vatandaşların yaşadığı gibi
yaşamaları hususunda serbest bırakmaktan ibarettir.
Bu durumda bir şehrin valisi canı çektiğinde orta
halli, üç-beş masalı üçüncü sınıf bir köfteciye
girip "birbuçuk karışık ızgara ye zeytinyağı bol
salata" ısmarlayabilecek, pazartesi sabahları
dairede birkaç arkadaşla maç kritiği yapabilecek,
birilerini kızdırabilecek, sokakta kabak çekirdeği
çıtlatıp kabuğunu kaldırıma püskürebilecek, vilayet
yüksek erkânı dışında "avamdan" dost edinebilecek,
çaycının hanı-mıyla yaptığı kavgadan sonra derdini
dinleyip teselli edebilecek, rasgele bir kahveye
girip
canciğer bir ahbapla gazozuna tavla .atarken oyun
esnasında " pencüse; severler güzeli genç ise"
diyebilecek, galip geldikten sonra »Aaa Mustafacığım
koltuğunun altı sökülmüş" deyip şaşkınlıktan
istifade ile tavlayı kapatarak rakibinin koltuğuna
tutuşturabilecek ve tatil sabahlan mangalı
arabanın arkasına atıp maaile pikniğe
eidebilecektir. Bir şehrin valisi, bulunduğu şehrin
takımını "şeref tribününden" değil de »kalearkası"ndan
seyredip, icabında "hemşehrileriyle" birlikte hakemi
ıslıklayabil-diğinde ne olur biliyormusunuz?
İdari reform olur!
tşte ben "mesleğe" böylesine aykın bir felsefi
düzlemden bakmayı tercih ettiğim için vali olmadım!
Esasen vali olmak için Mülkiye mezunu olmanın
gerekmediğini, buluğ çağma ermiş azbuçuk tahsil
yapmış ve muhtarlıktan iyi hal kağıdı alabilecek
durumda olan herkes gibi günün birinde benim de bir
vilayete vali olarak tayinimin mümkün olduğunu
biliyorum. Ne var ki, yer yer felsefi anarşizme
kadar uzanan bu yazıyı kaleme aldıktan sonra, bu
ihtimalin de ortadan kalktığını kabul ediyorum.
Böylece merkezi idare, yeni idari reformu hayata
geçirmek için gerekli ilk mükemmel "pilot vali"sini
kaybetmiş olmaktadır.
İdarenin Altın Çağı: Ortaçağ
Eğer "Köroğlu gözün kör olsun" neviin-den basmakalıp
hükümlere itibar etmeden konuşacaksak şu hakikati
teslim etmeliyiz ki Ortaçağ, bilinen herşeyin göz
menziline sığabildiği bir âlem idi; Ortaçağın en
faziletli özelliklerinden biri, "devlet" kavramını
da göz menzili içine sığabilecek derecede
minimalleştiren tarafıdır. Farzımuhal Kral
hazretleri, kalesinin veya ki şatosunun en yüksek
burcuna çıkıp seyran eylediğinde bütün memalikini
dağları, ormanları, akarsuları, köyleri, köprüleri,
bataklıkları ile görebildikten başka hava durumunu
bile bizzat tarassut edebilirdi. Devletin bütün
tebası, siz bilemediniz on onbeş kilometre yürümeyi
göze alırsa kimler tarafından idare edildiğini kendi
gözüyle müşahede etmek imkânına sahipti. Kralın
çevre vilayetlere yolladığı valiler, eğer ahaliye
zulmetmekte if-rada varırsa^ vali hazretleri, amme
hukukunun asla yazılmayan hükümleri gereğince
"zalim vali" statüsüne geçiyor, ahalinin de "zalim
bir idareye karşı meşru müdafaa hakkını kullanmak
hakkı" doğuyordu. Ortaçağ'ın en fena tarafı, zalim
valiyi / veya kralı alaşağı ettikten sonra, onun
yerine geçebilme hakkının baldırıçıplak takımına
tanınmamış olmasıydı. Zalim kralın yerine, en
azından ondan daha az zalim olduğu varsayılan oğlu,
yeğeni, amcası veya kuzenlerinden biri geçince
mesele kapanmış sayılıyordu. Öteden beri kötü
idarecileri değiştirmek için seçime kadar
beklemenin ve üstelik seçimlerde dünyanın masrafını
etmenin çağdışı bir usul olup olmadığın düşünür
dururum.
Ortaçağ, insan tabiatına ve fıtratına en uygun
siyasi rejim olarak kabul edilen mutlak monarşiyi,
takriben on asırlık bir tarihi tecrübenin
imbiğinden çekerek elde etmiş ve monarşiyi "göz
menzili" öcülerinde tutma basiretini dahi
göstererek dünyada mümkün olabilecek en ideal
idareyi tesis edebilmiş olması bakımından insanlık
tarihinin en ciddi dönemi sayılmalıdır.
Bilahire herşey bozuldu.
Üzerine
İdarede "göz menzili" hiç de hafife alınacak bir
kavram değildir. Esasen bütün idari doktrinleri
ifsada uğratan hadise, "göz menzilenin
kaybedilmesinden sonra işin "vekâlet" veya "temsil"
kurumu ile çözümlenmeye kal-kışılmasıdır. Coğrafya
azmanlaştığında göz menzilini feda etmek gerekir.
"Vekil asilin bütün yetki ve sorumluluklarını
haizdir" cinsinden türetilen yetki devirleri,
aslında temsilciyi, kralın mukaddes ruhuyla
tütsüleme işleminden başka birşey değildir.
Vekalet, geometrik diziyle çoğalan bir uzviyet
olarak sıhhate değil "maraz"a işaret eder. Nerede
temsil varsa, orada birileri, yani
kralı/başbakanı/parti genel sekreterini/genel müdürü
ve emsalini temsil eden vekiller, yani diğer
müdürler "mış gibi" yapıyor demektir.
Temsil Sıkıntıları
Bugünün idare felsefesi iflah olmaz hastalıklarla
malul dunımdadır. Sihri kendinden menkul temsil
mekanizması sayesinde henüz kasabı, berberi,
televizyon tamircisi bile bulunmayan bir kasabada,
mektepten henüz iki sene önce mezun ve belki de
sakal nedretinden üç günde bir traş olan gencecik
bir delikanlı o ilçenin "en yüksek mülki amiri"
olup çıkabilmektedir. Devleti temsil etmek, her
zaman mevzuatla belirlenebilir maslahattan
değildir; işin ucunda bazen bastığı yerde ot
bitirmeme marifetini gösterebilmek de vardı. Mülki
amir, icabında ahali nazarında James Hobbes'un
efsanevi Levîathan'ım bilhakkın temsil etmek
zorundadır. Devletin gören gözü, işiten kulağı,
onaran eli ve söyleyen dili olmanın verdiği
meşakkat, bazen resmi ritü-elleri fazlaca ciddiye
almamak konusunda inisiyatif sahibi olmayı da icab
ettirebilir. Bu derece ağır vazifelerin -Mülkiye
mezunu olsalar da- netice itibariyle birer "beşer"
olma zaafıyla malul kişilerin omzuna tahmil
edilemeyeceği açıktır.
İdari rejimimiz imkânsızı istemekte, fakat "ehven-i
şer"le "idare" etmektedir.
Evet, İşte O Günden Beri...
Bursa valisi Ahmet Vefik Paşa, gümüş koşumlu yağız
atların çektiği vilayet paytonuna kurulup, Bursa'nm
emsaline az raslanır çıkmaz sokaklarına girerek
"Arabam yolda kaldı; valinin paytonu yolda kalır mi;
tiz yıkın şu çıkmazı, hâk ile yeksan edin" diye
keyfi sokaklar açtırdığı günden beri idareci takımı
ile milletin arası fena halde açılmış
bulunmaktadır. Merkezi idarenin kimselere
danışmadan ama şehircilikten ne behresi olduğu
şüpheli haritacı, kadastrocu ve mimar esnafının
fikrine tam itimad göstererek şehirleri imara tabi
tuttuğu günden beri, çok şükür tek "mâ'mur"
beldemiz kalmamıştır. Vilayet konaklarının ağır
perdelerle tefriş edilerek "avamdan yalıtılmış"
salonlarında, kimsenin varlığından bile haberdar
olmadığı il genel meclislerinde çay-kahve sohbeti
yapıldığı günden beri ahali, merkezi idareden fikren
kopmuş durumdadır. Merkezi idare, taşraya yolladığı
valilere, ahaliyi adam edecek inkılap öncüleri
vazifesini tahmil ettiği günden beri ahali,
merkezden gelen mülki erkânı "İçişlerinin
vilayetimize yolladığı yeni misafirler" olarak kabul
etmekte ve kendi işine gücüne bakmaktadır.
Taşra, artık bu kadar ciddi "yönetil-, mekten"
fena halde sıkılmaya başlamıştır.
|