|
İdare Geleneğimiz ve Mahalli İdarelerin
"Mülkî'liği
Cengiz Aydoğdu
İdarecilerin âşinâ olduğu bir söz vardır: "Siz
isterseniz yaparsınız." Devlet kapısına işi düşen
her vatandaşın zihninde az veya çok "siz yaparsınız"
anlayışının gölgesi vardır; idarecinin kanunen
yetkisinin ve maddeten yapabilme imkanının olup
olmadığını aklına dahi getirmeden söylenir; "isterse
yapar." A.H. Tan-pınar; "Bir anın hikayesi bile
önemlidir." diyor, "Zira hududunda birikmiş asırlar
vardır". "Siz isterseniz yaparsınız" sözünde de
asırlardan süzülüp gelen "muti teba" zihniyetinin
izlerini görmek mümkündür. Bu sözün tedai
ettirdiği anlam dünyasının içinde, tarihimizdeki
güçlü, insiyatif kullanma imkan ve yetkisine
sahip, kendi kuralını kendi koyan idareci tipinin
ol- duğu kadar, despot, kanun tanımaz ve yerine
göre keyfi hareket edebilen idareci numunesinin
tesirlerini de bulmak mümkündür. Bununla birlikte
eski hukukumuzun bir "mesele hukuku" olduğu ve
karşılaşılan mesele ile ilgili (sadece o mesele
için) hükümler istihraç edilip uygulanması da "siz
isterseniz yaparsınız" sözünün zihni kökleri
arasında zikredilebilir. Zira Garplılaşma öncesi
hukukumuzda sistematik tarzda tedvin edilip her
probleme teşmil edilebilecek bir kanun külliyatı
mevcut olmadığı için her hukuk kaidesi orjinal ve
ilk defa vukubulan hadiseler için üretiliyordu. Bu
yüzden devlet kapısına (veya mahkemelere) işi düşen
her vatandaş kendi probleminin yegâne olduğunu,
benzeri durumlar için uygulanan hukuk kaideleri
kapsamı dışına çıkabilecek istisnailikler
taşıdığını ileri sürebiliyor ve istiyordu: "Siz
isterseniz yaparsınız!" Bu tavrın insani bir tarafı
da vardır ki devlet geleneğimizin en hassas
noktasını teşkil eder. "Kerim devlet" imajının
yansımalan arasında zikredebileceğimiz bu insani
espri, vatandaşın devletten merhamet ve anlayış
beklentisinin ifadesidir. Devletten neşet eden bu
tavrın muhatabı halk ise büyük bir gönül ferahlığı
ile yöneticilere gizli saklı bütün dertlerini
döker, hiç-kimseye göstermediği kusur ve zaaflarını
idarecisine çekinmeden gösterirdi. "İdareciler
katında hakkı olmayan hiçbir Allah kulu yoktur"
telakkisinin terbiye ettiği idareci ise bu gizli ve
samimi ileşitim bağını istismar etmezdi.
Milletimizde bugün dahi her fırsatta idareci ile
münakaşa etmek ve içini boşaltmak ihtiyacının
yüksekliği bu geleneğin tezahürüdür.
Uğursuz Gün Neyi Küçültmemiştir?
Cevdet Paşa'ya sorarsanız; "Hâl ve zamanın
yaptığını kimse yapamaz. Bütün beşeri kıymetleri ve
hakikatleri değiştiren bir hengâ-me-i ibret gelir,
cemiyetler ve devletler bir tavırdan başka bir
tavıra geçer. Değişmek hayatın kanunudur ancak
değişim dahi usul ve kanuna tâbidir. Usule uyup
uymadığımız ayrı bir bahis; ne var ki Türk cemiyeti
de 89 Fransız ihtilalinden itibaren değişime uğradı
ve inkılab kendi kanunları ile geldi. Biz inkılabı
bir usul ve kanuna râm edemedik, inkılab bize kendi
usul ve kanunlarını dikte etti: Tüzükler,
yönetmelikler, talimatnameler, vb. Artık devlet
"kanun-u kadim" haricinde (genellikle tercüme
yoluyla edinilmiş) batı kaynaklı bir yazılı metinler
külliyatına sahiptir. Devlet-i Aliyye'nin padişaha
bağlı devletlû'ları bundan böyle sadece devlete ve
yazılı metne bağlı birer memur, "teba-yı şâhâne"
mevkiindeki ahali ise (Fransız zihniyetinden mülhem)
vatandaş olma yolunda, ırk ve din farkı kaale
alınmayan bir yığındır. İdari mekanizma şekil ve
mahiyet değiştirmeye başlamış, daha önce şahıslara
verilen ad ve unvanlar, şimdi daire ve kısımlara
verilir hale gelmiştir. Devlet teşkilatı
genişlemiş, şümullenmiş ve teferruat artmıştır. Her
daire ve her bölümün kendine has kuruluş ve işleyiş
nizamnameleri kaleme alınırken, devlet daireleri
kanunla tespit edilen yeni kalıp ve kayıtlara
girmeye zorlanmış, hatta devletin dahi bir ana
kanuna ihtiyacı olduğu zannından hareketle "Kanun-u
Esasi" inşa edilip, "kitaba uygun"luğun yerini
mevzuata uygunluk almıştır. Devlet görevlilerinin
baştan savma mazereti bundan böyle "kitapta yeri
yok" olmaktan çıkıp, "mevzuata uygun değil"
bahanesine bürünmüştür. Bunun adı "Bürokratik
Modernleş-me"dir. O yıllarda belki adını tam
koyamasak da yeni memur tipi, düzenleyici ve
"toplumsal tasarımcı" bir kafa yapısına sahip, kağıt
üzerinde düzeni sağlayınca "mesele" nin
halledildiğine inanan modern bürokrasinin bizdeki
ilk habercisidir. Türk milleti, yeni memur tipinin
kontrol ve kılavuzluğunda Tanzimattan Meşrutiyete,
Meşrutiyetten Cumhuriyete uzun bir yolu (her
badirede yeni kanunlar ihdas ederek) almaya
çalışacaktır. Bu yolun kervan-başısı, münâdisi,
kılavuzu ve muhafızı bütün ihtişamı ve sefâletiyle
bürokrattır. Bürokrat; yani Üsküdar'a giderken
ıslanan şu bizim kâtip! Henüz ne bizim kâtip ne de
parçalanan coğrafyayı bir araya getirmek derdiyle
sancılanan ahali, nasıl bir insansız mekanizma
kurulduğunun farkında değildir. Oysa aynı
tarihlerde bir başka iklimde yaşayan Weber'e göre
"rasyonalitenin eseri olan bürokrasi, çağdaş
toplumun alın yazısı"dır, "hiçbir sosyalleştirme
çabası bürokratlaşmayı önleyemez; rekabet,
ferdiyetçilik vs. gibi sedleri de yıkarak
bürokrasinin mahzurlarını bir kat daha artırır."
Rasyonalitenin eseri olmasına rağmen, bürokrasinin
rasyonel olmadığı söylenebilir ama hiç kimse
eşyalaşmış bir düzen olmadığını iddia edemez. "Tek
çıkar yol bürokrasiyi ıslah etmek ve kendimizi
tabii bir gelişmeye terketmek"tir.
Kendimizi tabii gelişmeye terkettiğimiz söylenemez,
esasen dünyada kendini bu mânâda "tedric"e
terkedebilen hiçbir toplum yoktur. Sosyal
gelişmenin çok tabii bir seyir izlediği
İngiltere'de bile zaman zaman gayr-ı tabii
müdahelelerde bulunmak ihtiyacı hissedilmişti; esas
mesele bu müdahelelerin yeri, zamanı ve şiddetidir.
Sosyal bünyenin sıhhat derecesi, bu müdahelelere
gösterilen mukavemet ve uyumla ölçülür. İtiraf
etmeliyiz ki bizim toplum yapımız iki asırdır devam
eden müdaheleler serisine direnmekte ve herşeye
rağmen kendi kalarak yola devam etmekte gösterdiği
muvaffakiyetle emsalsiz bir bünye metaneti ortaya
koymuştur. Ne var ki toplumun teşkilatlanmış ve
piramidin üstüne çıkmış kesimi olan bürokrasi için
aynı şeyleri söyleyemeyiz. Öncü ve devrimci bürokrat
kadro, girilen her inkılab berzahından hasarla
çıkıyor ve belki de çaresizliğinden ötürü bu yaralı
haliyle bile yeni hamleler için işe koyuluyordu.
İşin ilginç tarafı hiçbir inkılapçı aydın ve
bürokratın aklına, kabahatin öncü bürokrat takımında
olabileceği gelmiyordu. Aslında bürokrasinin
problemi, kendi zihninde ve halkın nezdinde bir
türlü sağlayamadığı iktidar meşruiyeti meselesidir
ki bu belirsizlik, bürokratın varhk sebebini şaibeli
hale getirmiştir.
Ağaç Doğrulmadan Gölgesi
Nasıl Doğrulur?
Esasen siyasi veya idari meşruiyetin üç boyutu
vardır:
- Bilgi-değer Boyutu,
- Hukuki Boyut,
- Usul Boyutu.
Osmanlı'da siyasi otoritenin meşruiyeti
tartışılmamış, yıkılışına kadar devlet daima meşru
zeminde icra-yı faaliyet etmiştir. Hayatı kuran
zihniyet ile hukuku inşa eden mantık aynı kaynaktan
beslendiği için hakimiyet ve otoritenin kaynağı ve
dayanağı hususunda hiç tereddüt uyanmamıştı. Elbette
Osmanlı'da da bir takım sosyal buhranlar ve içtimai
hak arama hadiseleri olmuştur; ancak bunların hiç
birisinde mevcut siyasi ve idari yapının
mahiyetini değiştirme taleplerine rastlanmaması
mühimdir. Bu gerçek, Osmanlı'da siyasi meşruiyetin
bilgi değer boyutunun devlet ve halk ikilisini aynı
kıymet hükmünde buluşturduğunu gösterir.
Bugünkü idari yapımıza bilgi - değer boyutundan
baktığımızda teorik bir çarpıklık görürüz: Evet,
idare şeklimiz demokrasidir, ancak demokrasilerde
devlet değer vazetme-yip bu işi sivil toplum
kurumlarına bırakırken bizde devlet her ikisini de
ihmal etmektedir. İddia edilenin aksine bugün
Türkiye'de idari mekanizmanın dayandığı bir
bilgi-değer boyutu yoktur. Yapılan bütün
tartışmalara ve ileri sürülen iddialara rağmen,
misak-ı milli sınırlan içerisinde hükümran olan Türk
devletinin bir resmi ideolojisinin olduğunu bile
rahatlıkla söyleyemeyiz, belki bazı zaruretleri
vardır ki o zaruretler dahi devletin, milletin ve
vatanın bölünmez bütünlüğüdür. Bu zaruretlerin idari
mekanizmaya yansıması çok defa resmi ideo-Iojisizlik
olarak tezahür etmektedir. Oysa bütün modern
devletlerin resmi ideoloji katılığında olmasa bile,
milli siyasetleri ve nesilden ne-sile intikal eden
milli hedefleri vardır.
Meşruiyetin hukuk boyutu, hâlâ yıkılış devirlerinin
sisleri arasında duruyor. Hukuk sistemimiz Türk
milletinin ma'şerî vicdanı ile bağını koparmış bir
kanunlar külliyatıdır. Kanun çokluğu hukukun
varlığını göstermez aksine, "yok kanun yap kanun"
zihniyetinin melaline işaret eder. Kanunlar mevcut
zihniyet yapılarını dikkate almak ve
uygulanabilirlik açısından toplumun şirazesine uymak
zorundadır. Aksi halde devlet tatbikat imkanı
kalmamış kanunların mağduru haline gelir.
Öte yandan, siyasi ve idari meşruiyetin usul
boyutunu ülkemizdeki demokrasi uygu-lamalan
karakterize eder. Türk bürokrasisinin demokratik bir
gelenekten geldiğini söyleyemeyiz; bilakis o,
yukarıdan idare edilen bir modernleşme sürecinin
eseridir. Bürokrasimiz zamanla modernleşmenin
"duayen"i mevkiine gelmiş, "bürokratik modernleşme"
zoraki, bu-yurgan bir "katıp hegemonyası şekline
bürünmüştür. Çok partili yıllarda modernleşme
uygulamaları ve modemleştirici bürokrat (as-ker-sivil-aydın
takımı), uygulanan demokrasiye rağmen müesses
nizamın dokunulmazları arasında sayılmış, askeri
müdaheleler ve sıkça değiştirilen anayasalarla
millet hükümranlığına, bürokrat ve aydın
hükümranlığı siyaseten ortak kılınmıştır.
Devlet-halk ilişkileri zemininde meseleye
bakıldığında, halkın devlete bakışı tarihi ve
sultani izler taşıdığı gibi akşamdan sabaha
değiştirilmesi mümkün olmayan niteliğiyle
demokrasi uygulamalarında ilginç zihniyet
kırılmalarına sebep olmuştur. Herşeyden önce
demokrasinin tabiatındaki iktidar -muhalefet
zıtlaşması ve bu vakıaya meşruiyet affedilmesinin
tarihi geleneğimizde yeri olmadığından, Türk
toplumu, idare edenle idare edilen arasındaki
mesafeyi demokratik olmayan usullerle tayin etmek
zorunda kalmıştır. Bugün dahi bu mesafe ancak bir
"Seferberlik çağrısı" ile doldurulabilecek boşluklar
ihtiva eder. Bana göre milletimizin tarihi macerası
ve kültürel mirası dikkate alındığında bu boşluk
ancak mesuliyetli, yerli ve kendini halkın
hizmetinde gören bir bürokratik mekanizma ile
kapatılabilir. Weber'in işaret ettiği bürokratik
mahzurları (milli ölçüye uymak kaydıyla) izale etme
imkan ye kabiliyeti bize tarihi mirasımızdan intikal
etmiş bir hassa'dır. Elbette tarihi mirasımız bize,
yeni imkanlar ve hareket alanları vermekle birlikte
yeni yükler ve yeni mesuliyetler de getirir. Bu
mesuliyetlerden ilki idari reformumuzu bir zihniyet
reformundan ayrı telakki edemeyeceğimiz gerçeğidir.
Zihniyetten bahsederken karşımıza çıkan ilk sosyal
kurum ferttir; bütün yalnızlığı yeganeliği,
sıradanlığı ve kozmosun içerisinde
bir "zübde-i âlem" teşkil etmesiyle fert. Fert •
esas alındığında onun sosyal problemi, devlet
şemasını ilgilendiren bir mesele haline gelir ve
yolumuz ister istemez kültür mirasından anayasa
sistemine,kadar uzanan çok geniş bir disiplinler
bütününe varır. Evvela ferdi öncelikle alakadar eden
küçük birimlere uğrarız; yani mahalli idarelere.
Mahallî İdareler Ne Kadar
"Mahallî"?
Demokrasilerin fideliği kabul edilen mahalli
idarelerin bizde farklı bir gelişim çizgisi vardır.
Katılımcılık ve kazanılmış haklar açısından
değerlendirildiğinde bir mahalli idare geleneğinin
varlığını bile tartışabiliriz. Ancak, vakıf kurumu
ve Ahî teşkilatları gibi tarihi şehir müesseseleri,
fonksiyonları açısından iyi incelenirse mahalli
idare hususunda çok değişik ve elverişli ipuçları
bulunabileceği kanaatindeyim. Bu saha
araştırıcısını ve uygulayıcısını bekliyor.
Herhangi bir reforma girişmenin ilk şartı, reform
ihtiyacının sosyal gerçekler tarafından tanınması
ve ifade edilebilmesiyle kazanılmış bir meşruiyet
alanıdır ve bence Türki-yenin en büyük meselesi,
mesele diye gündeme getirilmeye çalışılan şeylerin
gerçekdışılı-ğıdır. "Ne yapmalıyız"dan önce
sorulması gereken soru, "ne yapacağımızı nasıl
bilebiliriz" sorusudur. Türkiye'de mahalli idareler
sözko-nusu olduğunda ne yapmalıyız sorusuna,
"hâlihazırda ne yapıyoruz" sorusunun tekaddüm
etmesi kaçınılmazdır. Farzımuhal sırf adem-i
merkeziyetçilik olsun diye merkezi "adem"e mahkum
etmek el yordamıyla iş görmek olur ki, bunun
getirdiği problemler yeni reformlara davetiye
çıkarır.
Gelişen teknoloji ve iletişim inkılabı yaşadığımız
dünyayı, gizlisi saklısı kalmamış bir "köy" haline
getinniştir. Teknoloji, insanlığa çok geniş sahada
etkili olabilen yeni ifade ve haberleşme araçlan
bahşederken her kültür kendini ifade imkânlarına
kolayca sahip olabilmekte ve dünya etnik grupların,
mikro ölçekte azınlık kültürlerinin rahat hareket
ettiği
bir kaos ortamına girmiş bulunmaktadır. Dünya artık
bir köy kadar küçüktür ve uluslararası arena, yeni
mikro uluslarla teferruatlanmış haldedir. Büyük
devletlerin bile kendi kaderlerine tam
hükmedemedikleri bu aşırı teknik ve global dünyada
mahalli idare özerkliği ne kadar muhtemel; acaba
iletişim ve bilgi inkılabı milletleri ve mahalli
güçleri ne tür bir kalıba mahkum edecek.' Diğer
tarafta, bu kadar küçülen bir dünyada, merkezde olup
bitenin az zamanda taşrada da duyulduğu, tesirinin
ve akislerinin anında hissedildiği bir çağda merkezi
idarenin denetim ve kontrolü nereye kadar mümkündür?
Günümüzde merkezi idare güçlenmiş, teknolojik yönden
muazzam kontrol imkanlarına erişmiş, mahalli
idareler ise küçümsenemeyecek ölçüde serbest
hareket kabiliyeti kazanarak bu defa tam tersine
"merkez"i kontrol etme imkanına kavuşmuştur.
Zihniyet ve dünya görüşü açısından kamuoyu, artık
hürriyet ve katılımcılık cereyanlarının farkına
varmış ve çok da lezzet almış görünüyor. Bundan
böyle olayların akışını ve teknoloji inkılabını ne
sadece merkezin kuvvetlendirilmesi açısından ne de
sadece mahalli idarelerin özerkliği bakımından bir
karine teşkil edecek şekilde savunabiliriz.
Demokrasi ve katılımcılık sözlerinin sihirli bir
tesir vehmedilerek çokça tekrarlandığı bir zeminde
mahalli idare reformu konuşulurken meselenin ihmal
edilmemesi gereken boyutu, merkezi idarenin taşra
temsilcisi hükmündeki vali ve kaymakamların
günümüzde de cari olan tarihi misyonudur. Vali ve
kaymakam taşrada devletin temsilcisidir ve halkın
nezdinde - Türkiye'de yaşanan idari defor-masyona
rağmen- hâlâ tarihi ve müessir bir yerleri vardır.
Yeni bir reform arayışı için bu gerçek, önemle
müracaat edilmesi gereken'bir nirengi noktası teşkil
ediyor.
Mahalli idare reformu mevzubahs olduğunda mülki
idare amirlerinin temsil ettiğiS ve devam ettirdiği
tarihi miras, idari yapının statik dengesinin kurucu
unsuru olarak kayda değer görünüyor. Belediyeler bu
çerçevede daha ziyade mahalli altyapı hizmet
müessesesi olarak faaliyet gösteren şehir
kurumlarıdır. Halbuki vilayet kurumu saha
yönetimidir; belediye ve köyleri de tazammun eder.
Bu yönüyle il özel idareleri, en küçük birime kadar
mahalli coğrafyaya hizmet sunan mahalli idare
nümunesidir. Mahalli.idare denilince akla sadece
belediyelerin gelmesi, sıkça tekrarlanan bir idrak
yanılmasıdır "Meslekten" yönetici vali ve
kaymakamlar, merkezden atan-salar da belediyelerle
kıyas kabul etmeyecek çapta büyük ve çok çeşitli
mahalli problemlere muhataptırlar. Bu iki kurumun
(Belediye ve Mülkiye) meczedilerek, temel yapının
mülki idare üzerine kurulması, önemli bir kolaylık
sağlayabilir. Zira mülki idare müessesesinin idari
geleneğimizdeki tarihi yerinden kaynaklanan meşru
imkanları kolayca vazgeçilemeyecek kadar
fonksiyoneldir; idari gelenek kolay oluşmuyor.
"İdarî Çıkış" Noktamız
Kaymakam ve valiler genel idare reformunda da çok
faydalı birer aktör olabilirler. Zira kamu personeli
içinde taşıdığı yer ve önem itibariyle mülki idare
amirlerinin, ülkeyi ve idari sistemi bütün künhüyle
tanıma imkanı olan tek memur sınıfı olduğu görülür.
Taşrayı en iyi bilen, (köy biriminden, ilçe ve il'e
kadar), coğrafi ve kültürel yapıyı yerinde görerek
tanıyan ve merkezi de (hem taşra gözüyle hem
"devletlû" gözüyle) en iyi anlama şansına sahip olan
mülki idare amirliği sınıfı, aslında ülkemiz için
kaçınılmaz bir "idari çıkış" müessesesidir. İdari
yapıya içerden ve dışardan bakma imkanına sahip,
halkla temas noktalarında bulunmuş, "merkezi
bürokrasinin sakıncalarını yaşamıştır; yerine göre
hem mağdur hem de muktedirdir!
Aynı sistemin Türk Silahlı Kuvvetlerinde de
uygulandığını ve isabetli bir uygulama olduğunu
biliyoruz. Subay sınıfının görev ve hizmet süresini,
aynı zamanda eğitim ve yetişme süreci olarak
değerlediren TSK, bir subayı sırasıyla karargâhda
ve kıtada, yani sahada istihdam ederek uyumlu bir
kumanda he yeti oluşturmayı hedeflemektedir. Bu
uygulamanın isabeti tartışılamaz.
Ankara'nın veya yetiştiği ilin sınırları dışına
çıkmadan, merkezde bütün ülkeyi ilgilendiren
kararlann alındığı mutfakta çalışan uzmanların ne
derece isabetli kararlara malzeme devşireceği
sorusu her zaman geçerlidir.
Osmanlı, Enderun müessesesini bir çeşit üst
yönetici deposu olarak kullanmıştı. Bizim "enderun"umuzu,
yetiştirilmesinde ufak bazı düzeltmelerle mülki
idare amirliği kadrosu teşkil edebilir çünkü mülki
idare amirleri bütün Türkiye'yi köy köy dolaşmakta
ve temel problemlere "ayn-el yakîn" derecesinde
yaklaşmak zaruretinde kalmakta en azından misak-ı
milli vizyonunu kavrayabilme fırsatını
yakalamaktadırlar. Malum son yıllarda "em-peryal
vizyon"a sahip olduğunu söyleyen insanların doğru
dürüst bir Türkiye vizyonuna bile sahip
olmadıklarını biliyoruz.
"Cemiyeti, inşâsı bitecek bir bina olarak
görmektense, yetişen bir ağaç olarak görmek daha
güzeldir" diyor Cemil Meriç. Bir cemiyetin hayati
fonksiyonlarının icra yeri olan idare teşkilatı da,
neticeden ziyade "süreç"e benzetilebilir. Bu
sürecin istikametini ve devam şartlarını da insan
unsuru tayin eder.
Netice itibariyle "biz istersek yapabiliriz!"
|