Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

İhracat Stratejisi 

Perspektif 

Ülkemiz 20.yy'nın ilk çeyreğinde, dünya ekonomik siste­minin öngördüğü 'ulusal devletler' projesine uyum göster­miş ancak uluslararası ilişkileri gereği gibi okuyamadığı için sahip olduğu mirası değerlendiremeyerek iflas etmiş bir eko­nomi ile 21. yy.'a girmiştir.

 içinde bulunduğumuz yüzyılda dünya ekonomik siste­mi yeni bir yapılanmanın içine girmekte ve bununla uyum göstermek zorunluluk arz etmektedir. Günümüzde savaş; üretim ve pazar bilgisine sahip olmak için verilmekte, bu alanda edinilen bilgi uluslararası anlaşmalarla güvence altı­na alınmakta, ekonomik işleyişte buna uygun olarak şekil­lenmektedir. Dün olduğu gibi bugünde sermaye birikimi so­rununu halletmek uluslararası ticari ilişkilerle mümkün ol­maktadır. Bu perspektif önümüzdeki yılların temel sorunu­nun ihracata yönelik üretim yapmak olduğunu göstermekte­dir.

Küreselleşmeyle uyumlu, bir tabloyu bütünler gibi yu­muşak hamlelerle örülü siyaset yarının egemenlerinin eylem kılavuzu olmalıdır. 

1) Küreselleşen Dünyada Kalkınma Pradigması Üzerine Kısa Notlar

Kapitalizm, öncelikle ulusal ölçekte kendisini önceleyen otarşik ekonomik biçemi yıktı. Eski durağan ekonominin yerini piyasa mekanizması ve genişlemiş ölçekte yeniden üre­tim aldı. Uluslararası ticaret yolu ile diğer ülkelerdeki ekono­mik otarşiyi yıkıp kendine bağlayarak "dünya ekonomik sis­temi" haline geldi. Kapitalizmin doğduğu ülkelerde eski eko­nomik yapılar yıkılmakla kalmamış yeni sistem sac ayaklan üzerine oturmuştu. Kapitalizmle daha sonra ,dışsal bir etki olarak tanışan ülkelerde ise eski ekonomik yapılar çözülür­ken sac ayakları üzerine oturmuş bir sistem kurulamadı. 

Dünya  ekonomik sistemi haline gelen kapitalizm 20. yy'ın başlarında sistemine karşı daha dirençli olabilen mer­kezi yapıların yıkılarak yerine ulusal devletlerin oluşmasını istiyordu ve dünyanın hemen her yerinde ulusal devletlerin oluştuğu görüldü. Bu ülkelerde ekonomik otarşi zaten çatla­mıştı, ulusal devletlerin oluşumu ile siyasi otarşininde çatla­ması beklenebilirdi ancak süreç bu şekilde işlemedi. Yeni olu­şan devletlerde siyasi otarşi varlığını muhafaza ederek bilinç­li ya da bilinçsiz ba ğımlılık ilişkisinin pekişmesinde rol oyna­dı. Bağımlılık ilişkisinin pekiştiğini gören ve şimdilerde ken­disini küresel olarak adlandıran dünya ekonomik sistemi ye­ni tasarımında siyasi otarşiye gerek duymuyor. 20. yy. bo­yunca sahnede tiratlarını atanlar artık kulise gönderiliyorlar ve sahne alışkanlıkları olduğu için yeni gelişime karşı direni­yorlar. Küresel ekonominin güçlü rüzgarı ve bu tip ülkelerin ekonomik dinamikleri incelendiğinde direncin başarılı ola­mayacağı açıkça görülüyor.

Anlatılanlardan iki sonuç çıkmaktadır: 

1)  Küreselleşme zorunluluğu: Dünya ekonomik sistemi­nin geldiği nokta dış ticaret ağı, uluslararası kurum ve anlaş­malar ile ülkeleri küresel yapının içine almaktadır. Bu eğili­me karşı direnmek, marjinalleşmek çok zor olacağı gibi ülke­miz koşullan incelendiğinde bizim için mümkün görünme­mektedir.

2) Kalkınma zorunluluğu: Kalkınma problemini halledememiş ülkelerin, ticaretinin giderek şeffaflaştığı ve hemen hiçbir kısıtlamaya tabi olmadığı bir dünyada bu sorunun üs­tesinden gelmeleri oldukça zor bir mücadeleyi zorunlu kıla­caktır. Bu noktada asıl görev "ülkenin örgütlenmiş bilinci" olarak adlandırabileceğimiz devlete düşecektir. Kendini ye­niden tanımlamış "light" devlet sadece düzenleyici aktivite-lerle ekonomik işleyişin stratejik amaçlara doğru "akmasına yardımcı olacaktır. Bugünlerde yaşadığımız sıkıntıların en büyük avantajı, maliyeti yüksekte olsa, dinamik bir yapıya kavuşmamızdır. İç ve dış dinamikleri değerlendiremeyen hantal yapının yerine, teknik, çabuk karar alıp yönlendiren devlet erki küreselleşmenin en büyük katkısı olarak algılana­bilir, içinde bulunduğumuz yüzyılın güçlü devleti olmak bu dönüşümü geçirmiş olmak ön koşuluna bağlıdır. Ancak asıl sorun uzun süreceği anlaşılan tasfiye sürecinden sonra yaşa­nacaktır. Küreselleşme süreci doğru algılanmaz ise hantal an­layışın tasfiye edilmesi bir anlam ifade etmeyecek onun yeri­ne geçen "küresel siyasiler" öncekilerin gördüğü işlevi çağın koşullarına uygun olarak yerine getirecekler yani basit meka­nik bir değişme söz konusu olacaktır. Zaten siyasi otarşinin sucuda süreci anlayamamak olmuştur. 

Bir önceki yüzyılda gelişmemiş ülkelerin içinde bulun­dukları duruma tepki olarak sarıldıkları kalkınma teorileri kalkınmayı salt ekonomik büyüklükler olarak algılama eğili­mindeydi. Kalkınmanın sosyal bir dönüşüm hareketi olduğu , toplumun kendini yeniden tanımlaması gerektiği anlayışın­dan yoksundu. Yine bu teorilerin bir bölümü tarihselci yakla­şımları eleştirirken kendileri farklı türden tarihselci bir teori ihdas ediyorlardı. Doğrusal gelişme stratejisine göre belli ta­rihsel yapılar zorunluluk olarak ele alınmakta ve her ülkenin bu yapılara uyum göstermekle kalkınacağı söylenmekteydi, yani iş sadece verilen ödeve iyi çalışmaktan ibaretti. Oysa ta­rihsel süreçler bir kere yaşanırlar ve ikinci denemeler sadece kötü eskizlerdir. Uluslararası ve ulusal dinamiklerin farklılı­ğı yapısalcı, doğrusala tezlerin istenilen hedeflere ulaşmaması sonucunu doğurmuştur. Bir kısım kalkınma teorileri ise "gelişmişlik" ye "az gelişmişlik" yapılarının sinalagmatik bir ilişki içinde bulunduğunu, birinin diğerinin sonucunu oldu­ğunu ve salt ülkesel boyutta inceleme yapan teorilerin yeter­siz kalacağını vurgulamışlardır. Günümüzde ise çıkış kökeni "batılı" olan "kalkınma" teorilerinin esamesi bile okunma-makta "küresellik" söylemi diğer bütün tartışmaları ortadan kaldırmış görünmektedir. Küreselleşme ile ilgili pek çok ko­nuşma yapılmakta ama işin esas esprisi çoğu kere kaçırıl­maktadır. Tükiye'nin en temel problemlerinden biriside özel­de ve kamuda bilmediğini bilmeyenlerin etkili ve yetkili ko­numda olmaları ve ilüzyon bombardımanından kendilerini kurtaramamalarıdir. 

Geçen yüzyıl başlarında gelişmekte olan ülkelerin dış ti­caret yapılarına bakıldığında hammadde ve tarım ürünleri ihraç ettikleri yatırım malları ithal ettikleri gözlenmektedir. Günümüzde ise bu ülkelerin dış ticaret yapılarının değiştiği sınai mallar ihracatının ağırlık kazandığı ancak bunun daha çok emek yoğun sektörlerde yoğunlaştığı görülmektedir. Ge­lişmiş ülkeler ile gelişmemiş ülkeler arasındaki mesafe yüz­yıl öncesine göre çok daha açılmış durumda. Eğer ilerleme nisbi bir kavramsa söylenenin aksine belki de bu periyotta gelişmekte olan ülkeler gerilemişlerdir. Günümüzde de tica­retin tamamen libere olmasını öngören uluslararası anlaşma­lar gelişmekte olan ülkelerin avantajlı olabileceği sektörlerde daha korumacı bir yaklaşım geliştirmekte ve bu ülkelerin sermaye birikim sürecinin önüne geçilmektedir. Küreselleş­me mimarlarının geleceğe ilişkin öngörülerini uzun uzadıya inceleyerek hareket ettikleri açıktır. Yine çok söylendiği gibi "enformasyon çağında" klasik iktisadın geleneksel "emek" tanımı anlamını yitirmiş gözüksede küreselleşmenin baş ak­törü çok uluslu firmaların emek maliyeti düşük ülkeleri arka bahçe olarak el altında tuttukları görülmektedir. Bu tip ülke­lere Uzak Asya, Doğu Avrupa ülkeleri örnek olarak gösterilebilir. Bunların arkasında ise ikinci emek maliyeti düşük ülke­ler kuşağı bekletilmektedir (Türk Cumhuriyetleri, Kuzey Af­rika Ülkeleri vb.). Şu an gözde olan ülkelerde uzun dönemde emeğin pahalılaşması emek yoğun sektördeki yatırımların bu ülkelere akması sonucunu doğuracaktır. Olayları incele­yip sonuçlar çıkarılırken üretim sürecinin kendisine bakılma­lı ve buradaki değişiklikler gözlenmelidir. Önceki iki yüzyıl­da sermaye malları üreten sektörlere sahip olmak önemliydi. Şimdi ise üretim ve pazar bilgisine sahip olmak önem arz et­mekte, bilgi üretim sürecinin stratejik kavramı olarak karşı­mıza çıkmaktadır. Şirket bilançolarının yapısı değişmekte, sabit sermaye yatırımları, know how ve arge harcamaları le­hine bilanço içindeki ağırlıklarını yitirmektedir. Geleneksel sabit sermaye yatırımları yüksek sektörlerin karlılık oranları, yeni yetme sektörlerin karlılık oranlan ile karşılaştırılamaya­cak kadar küçüktür. Üretimin yapısındaki bu değişim, geliş­miş ülkelerde sermaye birikiminin geldiği konum ve geliş­memiş ülkelerin bağımlılık zincirinin pekişmiş görüntüsü ile birleşmekte ve küreselleşmenin zemini hazırlayıp onu koşullamaktadır. Bilgi üretimin stratejik unsuru haline gelince emeğin kendiside nitel bir değişim geçirmektedir. Tüm anla­tılanlar yeni dönemde gelişmiş ülkelerin bilgiye sahip ol­makla egemenliklerini idame ettireceklerini göstermektedir. Bundan 40/50 yıl sonra gelişmekte olan ülkeler yatırım mal­ları üretebilirler, yüzyıllık rüyaları gerçek olabilir ancak geli­şimi anlayamazlar ise sınıf atlamaları mümkün olmayacaktır. Bilgi tekeline sahip olmak ise sermaye yoğunlaşması önkoşu­luna bağlıdır. Bugün çok uluslu firmalar bazen hiçbir sonuç alamadıkları yıllar süren projelere milyonlarca dolar ayırabil­mektedirler. Gelişmekte olan ülkeler için bunun mümkün ol­madığı açıktır. Ticari sermaye ise üretken sermaye bağımlılı­ğından kurtularak kapitalizm öncesi dönemdeki özerkliğine kavuşmuş görünmektedir. Dünyanın tek pazara doğru gitti­ği günümüzde oluşturulan değerin realize edilmesi ayrı bir uzmanlık gerektirmekte, imaj ve illüzyon uzmanı ticari ser­maye bu hayati fonksiyonu üstlenmektedir. Küreselcilik mi­marları üstünlük noktalarını uluslararası anlaşmalarla temi­nat altına almaktadırlar. 

Dünyanın yeni yapılanmasında gelişmesini tamamlaya­mamış ülkelerin sorunu sermaye birikimini hızlandırıp, eme­ğin! nitelikli kılarak üretim ve pazar bilgisine sahip olmaktır. Burada toplumsal dönüşümle ortaya çıkacak "light" devletin hayati önem arz edeceği görünmektedir. Küreselleşme, geliş­meyi kendi istediği şekilde yönlendiren mekanizmalar ihdas ettiği gibi faydalanmayı bilenler için gelişmeyi kolaylaştıran mekanizmaları da ihdas etmektedir. 

Bugünün moda tartışması olan "küreselleşme" tartışma­sı iki yüzyıl önce yaşadığımız batılılaşma tartışmasını anım­satmakta ve kör dövüşüne dönmektedir. Asıl olan anlamsız bir kavgaya tutuşmak değil ulusal çıkarlarımıza uygun, ılım­lı stratejiler geliştirip uygulamaya koymaktır. 

2) Türkiye İhracatının Tarihsel Gelişimi 

Cumhuriyetin ilk yıllarına bakıldığında ihracatımızın Osmanlı geleneğinin bir ürünü olarak tarımsal ürünlere da­yandığı ve bu ürün grubunun toplam ihracat içindeki payı­nın % 86 düzeyinde olduğu görülmektedir. Bu dönemde İz­mir İktisat Kongresinden kaynağını alan, devlet öncülüğün­de liberal politikaların yürürlükte olduğu söylenebilir. Tica­ret hacmindeki dalgalı gelişmeye paralel olarak ithalat 1924 yılında 100 milyon doları aşmış dış ticaret dengesi ise sürek­li açık vererek 1929 yılında 49 milyon dolarla en yüksek sevi­yesine ulaşmıştır. Aynı yıl baş gösteren dünya ekonomik kri­zi ile birlikte ülkemiz korumacı ve kapalı bir dış ticaret reji­mini uygulamaya koymuştur. Bilindiği gibi kriz ortamları ve dünya savaşları gelişmekte olan ülkelerin daha bağımsız po­litikalar izleyebildiği, dünya ekonomik sisteminin zayıfladığı dönemlerdir. 1929 krizi ve bunu izleyen dünya savaşı yılla­rında ülkemiz sürekli olarak dış ticaret fazlası vermiştir (1938 yılı hariç tutulursa). Bu fazlanın ihracattaki artıştan değil dış ticaret hacmindeki düşüş ve ithalatın kısıtlanmasından kay­naklandığı gözlenmektedir. Ticaret hacmi 1926 yılındaki se­viyesini ancak (1938 hariç) 1942 yılında aşabilmiştir. Ticaretin liberalize edilmeye başlandığı 1947 yılından başlayarak gü­nümüze kadar dış ticaretin fazla verdiğini görmek mümkün olmamıştır. 

1950 li yıllar dünya ekonomik sisteminin kriz dönemini atlattığı, yeryüzünün yeni oluşumlara sahne olduğu yıllardı. Ülkemizde de bu yıllar, siyasi dönüşümlerin olduğu ve buna bağlı olarak dış ticaret stratejisinin değiştiği yıllar olmuştur. 1950'de ithalat sisteminin büyük oranda libere edilmesi, izle­yen iki yılda ithalat patlamasına yol açmış Türkiye ilk kez üç haneli dış ticaret açığı ile (193 milyon $) 1952 yılında tanış­mıştır. Bunu izleyen yıllarda alman önlemlerle ithalat aşağı­ya çekilmişse de büyümenin yavaşlaması, tarımsal üretimde görünen düşüş,ABD'nin kredi musluklarını kısması, baş gös­teren döviz sıkıntısı 1958 yılında istikrar paketinin uygula­maya konmasını getirmiştir. Bu dönemin ilk yıllarında üre­tim indekslerinde hızlı bir gelişme görülmüş, ihracatın itha­latı karşılama oranı % 70'ler civarında seyretmiş ve tarımsal ürünlerin toplam ihracatımız içindeki payı % 70'lere gerile­miştir.

1960'dan sonra ise bir önceki döneme tepki olarak ithal ikameci politikaların egemen olduğu görülmektedir. İhracat caydırılarak iç pazara üretim yapan sanayiler kurulmuş ve korunmuştur. 1970'lerde ihracatı teşvik edici uygulamalar uygulanmaya çalışılmışsa da beklenen başarı kaydedilememiş, enflasyonun artışı, sabit kur politikası, döviz dar boğazı ve petrol şoklarından etkilenen ekonomik yapı siyasi iktidarı istikrar paketi yürürlüğe koymak zorunda bırakmıştır. Bu dönem tabloları incelendiği zaman 1964/1980 arasında ihracatın yaklaşık 5 kat ithalatın ise 15 kat arttığı, buna bağlı ola­rak dış ticaret açığının sürekli büyüdüğü, ihracatın ithalatı karşılama oranının sürekli azaldığı görülmektedir. 1973 yılın­da 769 milyon dolar olan dış ticaret açığı 1974 yılında 2,2 mil­yar dolan aşmıştır. 1975 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranı % 30'ların altına düşmüştür, ihracat içinde sanayi ürün­lerinin payı ise % 27'ler civarında kalmıştır. 

1980'lerde dış ticaret politikası radikal bir değişime uğra-mış,ithal ikameci politikalar yerini ihracata dayalı sanayileş­me politikalarına bırakmıştır. Bu dönemde ihracatın önünde­ki pek çok engel kaldırılmış, sabit kur sisteminden vazgeçil­miş, kurumsal yapılanmalara gidilmiştir. Sistem meyvelerini vermiş 1989 yılma gelindiğinde ihracat 4 kat artmıştır. Aynı dönemde ithalat 3 kat artmış, dış ticaret açığı 3-4 milyar do­lar seviyelerinde seyretmiş, ihracatın ithalatı karşılama oranı ise sürekli artarak 1988'de % 81 'e ulaşmıştır. Toplam ihracat içindeki sanayi ürünlerinin payı ise % 80'leri bulmuştur. 1990'da ithalattaki patlama 80'li yıllar boyunca sürdürülen denge ve karşılama oranlarındaki istikrarlı yapıyı bozmuş, 1 993 yılında Türkiye milyar dolar bazında ilk kez çift haneli açıkla karşılaşmıştır. 1997 yılından sonra ise adeta çıpa siste­mine geçilmiş ve ülkemiz ihracatı 26 rakamına endekslenmiştir. İhracatın ithalatı karşılama oranı ise % 50'lere gerile­miştir. 

İhracatımızın bugünkü görünümüne bakıldığında; Top­lam ihracatın %16.7'sini tarımsal ürünlerin, % 4,1'ini maden­cilik ürünlerinin, % 79,1'inide sanayi ürünlerinin oluşturdu­ğu görülmektedir. Motor sektör konumunda olan tekstil ve konfeksiyon sektörünün payı ise % 40 civarındadır. İhracat­taki temel partnerimiz ise % 50'lik payı ile AB'dir. Ülke ba­zında bakıldığında ise % 20'lik pay ile Almanya % 10'luk pay ile ABD dikkati çekmektedir. 

3) Türkiye İhracatının Sorunları Ve Çözüm Önerileri 

a) Kurumsal Yapılar 

Ülke ekonomisinin, dolayısıyla ihracatımızın-temelini KOBİ'ler oluşturmaktadır. KOBİ'lerin çoğunluğu 1/10 kişi çalıştıran küçük işletmelerden meydana gelmektedir. Serma­yesi ve tecrübesi az olan bu parçalı yapının uluslararası reka­bette şansının çok yüksek olamayacağı açıktır. Bu durumun doğurduğu olumsuz sonuçları gidermek amacı ile 1980Ter-den sonra ihracat stratejisi ile uyumlu olarak Dış Ticaret Ser­maye Şirketleri ihdas edilmiştir. Küçük imalatçılar böylece ürünlerini bu şirketler üzerinden ihraç etmeye başlamışlar­dır. 19901ı yıllara gelindiğinde ihracatın neredeyse yarısı bu firmalar üzerinden gerçekleşir hale gelmiştir. Çoğu kere üre­tim süreci ile alakası olmayan bu şirketler ihracatçı sıfatıyla teşviklerden büyük oranda faydalanmışlar ve bir çeşit ihra­cat aristokrasisi ortaya çıkmıştır, ihracat seferberliğinin sü­rekli hale getirilebilmesi için genişlemiş ölçekte yeniden üre­tim yapılması gerektiği, bunun yolunun da üreticiyi destek­lemekten geçtiği açık olduğu halde üretim süreci ile doğru­dan alakalı olmayan DTSŞTer teşvik uygulamalarından aslan payını almışlardır. Sistemin istenilen amaçlara ulaşmadığının görülmesi üzerine 1990'lı yıllarda KOBİ örgütlenmesi olan Sektörel Dış Ticaret Firmaları oluşturulmuştur. İhdas edilen yeni kurumsal yapıda kendisinden bekleneni tam olarak ye­rine getirememektedir. Kurumsal yapılanmalardaki başarı­sızlığın altında teşvik mekanizmalarının bozukluğunun yat­tığı görülmektedir. Teşvik mekanizmalarının ve kurumsal yapıların ıslahı eşgüdümlü olarak yapılmalı gerekirse yeni kurumlar ihdas edilmelidir. Bu tip kurumlar İtalya federex-port örneğinde olduğu gibi kar amacı gütmeyen, üyeleri için pazar ve lobi faaliyetleri yürüten, arge çalışmaları yapan ve çeşitli hizmetleri ifa eden uzman kuruluşlar olmalıdırlar. Çerçevesi böyle çizilen kurumlar yurt içinden ziyade yurt dı­şında, hedef pazarlarda yapılandırılmalıdır. 

ihracat hareketi; bir seferberlik, bir milli mücadele,bir ya­şam biçimi olarak algılanmalı ve odağına KOBİ'ler yerleştiril­melidir. KOBİ'ler Anadolu'nun her tarafına yayılmış mobilize ekonomik birimler olarak değerlendirilmeli ve "her ilçede bir holding" sloganı ile hareket edilmelidir. KOBİ'leri çatısı altında toplayacak ve düzgün işleyecek kurumsal yapılan­malara gidilmelidir. Böyle bir perspektif dengeli iç pazarın kurulmasına, bölgeler arası uyumlu gelişmeye hizmet ede­cek ,göç olgusunun ve çarpık kentleşmenin getirdiği olum­suzlukları ortadan kalkacaktır. Sermayenin tabana yayılması gelir dağılımındaki bozukluğu gidererek toplumsal barışa hizmet edecektir. 

b) Mali Yük 

İhracatçıların tüm mali yükleri hesaplandığında gelirleri­nin % 50'sinden fazlasını vergi olarak devlete verdikleri gö­rülmektedir. Bu ağır vergi yükü karşısında işletmeyi ayakta tutmak mümkün değildir. Kronikleşen kamu açığının kapa­tılması için her yolu deneyen siyasi irade kısa dönemli fayda­lar uğruna uzun dönemli faydaları feda etmektedir. Sorun ekonominin devini kazanması sorunudur, bunun için ihraca­ta yönelik üretim yapan reel kesimin üzerindeki vergi politi­kaları gözden geçirilmeli,oluşacak vergi ziyaı farklı kalemler­den karşılanmalıdır. Bir dönem sonra ekonomideki atılım, vergi ziyamı telafi edici gelişmeleri sağlayacaktır. Bu amaçla ihracatçı firmalara kurumlar vergisi ve gelir vergilerinde önemli muafiyetler tanınmalı, kapasitelerine uygun olarak maliyetsiz enerji kullanmaları sağlanmalıdır. Yüksek oranlı servet vergileri ihdas etmek suretiyle kamu; ekonominin te­mel sektörlerinin devinisine akmayan getirilerden vergi ihti­yacını karşılamaya yönelmelidir. Gelişme paradoksu yaşa­yan ülkelerde ekonomiye yönelimli parayı sınırlandırmanın 'bir anlamı yoktur. Sermaye üzerindeki mali yükler kaldırıl-mâlı salt para değer olarak işlev gören sermaye ve lüks tüketim harcamaları mali politikaların ilgi odağı olmalıdır. Şimdi­ye kadar uygulanan politikalarla sistem hareket alanını ken­disi daraltmıştır. 

Toplumsal barış ve iç pazarın genişlemesine hizmet* et­mek düşüncesi ile asgari ücret vergi dışında tutulmalıdır. 

c) Finansman ve İşçilik 

KOBİ'lerin banka kredilerinden yeterince yararlanama­dıkları ya da çok yüksek maliyetleri göze alarak kredi kulla­nabildikleri çok sık söylenmiştir. Türkiye'de finans sektörü­nün asıl işlevinden uzaklaşarak kamuyu fonlar hale gelmesi toplanan mevduatın yatırıma yönelmesini engellemektedir. Devletin çıkardığı istikraz senetlerinin faiz oranları mevduatı çekebilmek için yüksek tutulmakta, bu ise banka faiz oranla­rı üzerinde yükseltici baskı oluşturmaktadır. Kamu açıkları probleminin halli ile bankaların asıl işlevine dönmeleri sağ­lanmalıdır. 

Gerek ticari gerekse ihtisas bankalarının verdiği krediler­de para değerin üretim alanı dışında kullanılmasına engel ol­mak için gereken tüm tedbirler alınmalıdır. Özel Finans Ku­rumlarının geliştirdiği sistem buna örnek olarak gösterilebi­lir. Bu kurum ve işleyişler yaygınlaştırılmalı para değerin re­el olarak üretim sürecinde kalması sağlanarak amaç dışı kul­lanımların önü kapatılmalıdır.

Diğer bir sorun temel değişken sermaye harcamaların­dan olan emek maliyeti ile ilgilidir. İhracatımızın motor sek­törlerinin emek yoğun tekstil ve konfeksiyon sektörleri olma­sı sorunu daha da hayati kılmaktadır. Bazı Doğu Avrupa ül­kelerinin bu sektörlerde eski COMECON döneminden kay­naklanan is kültürleri bulunmaktadır. Emeğin bize göre göre­ce ucuz olduğu bu ülkelerde bahsedilen sektörlere yabancı yatırımların yapıldığı ve ileride bu ülkelerin dış pazarda önemli rakiplerimiz olacağı gözlenmektedir. Emeğin ucuz ol­duğu Uzak Asya ülkelerininse pazarlarımızı bir dönemdir tehdit ettiği bilinmektedir. Küresel ekonomi içinde nitel dö­nüşümün sağlanabilmesi için tekstil konfeksiyon sektörün­deki pazar payımız muhafaza edilerek diğer sektörlerde can­lanma sağlanmalıdır. Uluslararası piyasalardaki düşük emek fiyatları rekabeti zorlaştırmaktadır. Türkiye'de uygulanan devalüasyon politikaları ile talep enflasyonu dizginlenmek istenmekte ancak bu maliyet enflasyonunu körüklemektedir. Oluşan enflasyonist ortam nominal ücretleri artırıcı baskı ya­parken reel ücretler düşmektedir. Sonuçta dış pazarlarda re­kabet gücü azalırken, toplumsal kutuplaşmalar oluşmakta­dır. Sanayinin belli başlı büyük şehirlerde toplanması, şehir­le kır arasına giren bir dizi tüccar sermayenin temel tüketim maddelerinin aşırı pahalılaşmasına yol açması emek maliye­tini yükselten diğer nedenler olarak sayılabilir. Emek maliye­tinin düşürülmesi için ekonomik ricat politikası izlenmelidir. Büyük şehirlerdeki ve özellikle İstanbul'daki sanayi parça parça pilot Anadolu bölgelerine taşınmalıdır. Doğu, G. Doğu Anadolu ve Karadeniz de kırsal alanda çözülmemiş geniş bir köylü kitlesi vardır. Buralarda bulunan kitle çok düşük ücret­lerle emek arz edebilecek durumdadır. Böylelikle çok sancılı ve toplumsal kargaşalarla geçecek olan kırın tasfiyesi süreci­ni yumuşatmak ve dış piyasada rekabet edebilir emek mali­yetleri ile üretim yapmak imkanı doğacaktır. Sanayi yükünü üzerinden atan İstanbul uluslararası serbest ticaret bölgesi haline getirilmeli, ticaret ve hizmet merkezi olmalıdır. Yuka­rıda anlatılan değişim bölgeler arası dengeli gelişmenin de önünü açacaktır. Temel tüketim araçları ticaretinde tüccar sermayenin kar marjlarının kısılmasının eşlik edeceği süreç dengeli bir iç pazarın oluşumu sürecine hizmet edecektir. 

Yine ülkemizde sermaye birikiminin yeterli düzeyde ol­maması, kronik kamu açıkları yabancı sermayeyi cazip hale getirmektedir. Yabancı sermayenin doğrudan yatırımlara yönlenmesi sağlanmalıdır. Günümüzde spekülatif amaçlı sermaye hareketlerinin ulusları terbiye etmek amacı ile kul­lanıldığı unutulmamalıdır.

4) Üretim Kalitesi ve Çeşitliliği 

Türkiye'de kamunun yeniden yapılanması gereği üze­rinde vurgu yapılmakta ancak özel kesimin yeniden yapılan­ması gerektiği gerçeği gözardı edilmektedir. Özel kesimde kolay kazanma ve fiktif işlem yapma alışkanlığı olduğuğöz-' lemlenmektedir. Önümüzdeki günlerde ticaretteki liberalleş­me uluslararasındaki çizgileri şeffaflaştıracak, iç pazara üre­tim yapmakla dış pazara üretim yapmak arasında fark kal­mayacaktır. Kaliteli üretim yapmak dış pazarda mücadele et­menin değil iç pazarı muhafaza etmenin zorunlu koşulu ha­line gelecektir. Değişimin yeterince farkında olamadıkları gözlenen KOBİTerimize kaliteli ve markaya dönük üretim yapmaları gerektiği anlatılmalı ve bunun için gereken her türlü kolaylık sağlanmalıdır. 

Üretimle ilgili bir diğer sorun olarak ihracatın ana yapı­sının tekstil ve konfeksiyon sektörüne dayanmasıdır . Pazar bağımlılığı gibi sektörel bağımlılıkta bir diğer riziko sebebi olarak gözükmektedir. Önümüzdeki birkaç on yıl içinde bu alandaki pazar payımız muhafaza edilerek tedrici olarak tek­noloji, bilgi yoğun, kar marjları yüksek sektörlere geçiş sağ­lanmalıdır. Bilgi yoğun teknolojilerin ülkemizde gelişmesini sağlayacak yatırım politikaları bir an önce tesis edilmelidir. 

5) Pazar Sorunu 

İmaj ve illüzyon çağında pazar bilgisine sahip olmak da­ha öncede arz edildiği gibi hayati öneme sahiptir. Küreselleş­me mimarlarının bu alandaki üstünlükleri "üstün kültür" e ait olduklarına duyulan kuvvetli kanaatle de desteklenmek­tedir. Bu illüzyonun yıkılması için öncelikle kaliteli ve mar­kaya yönelik üretim yapılmalı bundan sonra güvenilen ürü­nün satışı gerçekleştirilmelidir. Pazar sorununu halletmek için ihdas edilen kuruluşların işlevlerinin gereği gibi yerine getiremedikleri gözlenmektedir. Kurumsallaşma bölümünde söylediğimiz gibi mevcut kurumların ıslahı ya da yeni ku­rumların oluşturulması gerekmektedir. Siyasi erkde ihracat seferberliği anlayışı içerisinde üreticinin önüne düşerek kapı kapı dolaşıp pazar bulma faaliyetine yardımcı olmalıdır. Bir diğer çözüm uluslar arası ticari acentalık yapan kuruluşların yaygınlık kazanmasıdır.

İnternet ortamında yapılan ticaretin hacmi günden güne artmaktadır. Enformasyon çağının getirdiği teknolojik im­kanlardan faydalanmak gerekmektedir. Bu alan gelişmekte olan ülkelerin faydalanabileceği küresel nimetlerden biri ola­rak değerlendirmelidir. Pazar bulma sorununu kolaylaştıran internet kullanımının yaygınlaştırılarak maliyetinin düşürül­mesi gerekir. 

ihracat tablolarımız ülkemizin belli pazarlara bağımlı ol­duğunu göstermektedir. Uluslararası ilişkilerde daha bağım­sız politikalar izleyebilen ülkelerin tabloları incelendiğinde bunların ödemeler dengesi ve pazar bağımlılığı sorununa dikkat ettikleri gözlenmektedir. Ülkemizin belli pazarlara ba­ğımlılığın, dolayısıyla rizikonun azaltılması gerekmektedir. Yükselen piyasalarla, çok uluslu firmaların ilgi odağı olma­yan piyasalar değerlendirilebilir. 

6) Bürokratik Engeller 

Ülkemiz için hayati öneme sahip olan dış ticaret bakan­lık düzeyinde örgütlenmeli, bakanlığın altında müsteşar-lık,genel müdürlük ve standardizasyon genel müdürlüğü konumlandırılmalıdır. Bakanlık enflasyonu olan ülkemizde böyle hayati ve ihtisas isteyen bir konunun bakanlık düze­yinde örgütlenmemesi zaman kaybıdır. 

Günümüzde ihracat işlemleri zamanla yapılan bir yarış halini almıştır. Bazı evrakları ticaret odası ve ihracatçı birlik­lerine tasdik ettirilmesi işlemleri yavaşlatmakta ve ek masraflara sebep olmaktadır. İhracatın yoğunlaştığı perşembe ve cuma günlerinde çeşitli kurumlarda işlemler durma noktası­na gelmektedir. İhracatı yavaşlatan her tür uygulamaya son verilmelidir. Bu kapsamda tasdik, onay işlemleri kaldırılma­lı, ihracatçı birliklerine beyannamenin kayıt olma zorunluluğuna ve gümrüklerdeki mesai uygulamasına son verilmeli­dir. Devlet bir yandan delinebilir teşvik uygulamalarını yü­rürlüğe koymakta bir yandan da ihracatçıyı bürokratik me­kanizmalarla boğmaktadır. Teşvik uygulamalarının yeniden düzenlenmesinin müteakip fiziki muayene yerini beyan usu­lüne bırakmalıdır. 

7) Tarife Dışı Engeller

Ticaretin liberalleştiği günümüzde ulusal sanayilerin ko­runması tarife dışı engellerle sağlanmaktadır. Bu amaçla itha­latta ihtisas gümrüklerinin oluşturulması, ithalatçı birlikleri kurularak beyanname başına onay ücretleri alınması ve stan­dardizasyon işlemlerindeki bürokratik sürecin işletilmesi çö­züm olarak önerilebilir. 

8) Teşvik Politikaları

Kural işlemleri uygulanabilirliğinin ve ne ölçüde uygu­landığının tespiti gerekmektedir. Salt kural işlem tesis edip köşeye çekilmekle siyasi otorite üzerine düşeni yapmış adde­dilemez. Mevcut teşvik uygulamalarının üç temel olumsuz sonuç doğurduğu söylenebilir :

 

a) İşlevini yerine getirememe, atıl kalma.

b)  Sistemin boşluklarının değerlendirilerek rant meka­nizması oluşturulması böylelikle yeniden üretime gidecek miktarın.belli eşiklerde takılarak azalması, reel kesime iste­nen transferin yapılamaması.

c) Kural işlemin gerektirdiği soyut düzenlemelerin bi­çimsel olarak yerine getirenlerle gerçekten yerine getirenler arasında fark gözetilmediği için bir çeşit haksız rekabet duru­munun ortaya çıkması. 

9) Risk Sorunu 

Küçük imalatçı firmalarımızın dış piyasaya satış yapmak konusunda hevesli oldukları, sermaye yetersizliği ve tecrü­besizlikten dolayı dış piyasada iş yapmaktan çekindikleri gö­rülmektedir. Sorunun halli için risk satış işlemlerinin yaygın­laştırılması tüm ihracatı kapsar hale getirilmesi gerekmekte­dir. Gerek ihtisas bankası gerekse özel bankalarda riziko alım satım işlemleri yaygınlık kazanmalı ve alman ücretler düşük tutulmalıdır.

Sonuç 

Ülkemiz 20. yüzyıla savaşlarla girdi, 21. yüzyılda savaş­la girmekte ancak verilen savaşın niteliği değişmektedir. Si­yasal istikrarımızın olmayışı, uzun dönemli stratejik projele­ri hayata geçiremememiz sonucunu doğurmuş,gündelik, ki­şilere bağlı politikalar devlete egemen olmuş,kısa dönemli düşünme alışkanlığı kamuyu olduğu gibi özel kesimi de et­kisi altına almıştır. Oysa kalkınma uzun erimli bir mücadele olup bütün alanlarda birlikte kazanılır. Bir alandaki küçük bir aksama mücadelenin kaybedilmesi sonucunu doğurabi­lir. Ülkemiz birkaç yüzyıldır azalmakta ve çoğalmaktadır. Azalmak yani küçülmek büyük bir tehlike değildir. Çoğal­mak; çok kişiliklilik hem kişi hem de ulus için son derece teh­likelidir. Tehlikelidir çünkü ulusal ölçekte akordu, birlikte ta­vır alışı engellemektedir. Tarih boyunca en iyi köleler karak­teri olmayan köleler olmuşlardır. Karaktersizleştirmenin en başarısız yolu ise cebirdir ve bütün efendiler bunu bilir. Tarih cebirin bir ulusun dimağını silmekte yetersiz olduğunu, hat­ta ters teptiğini göstermiştir. Ne zamanki ülke "kendini ta­nımlama özürlüler panayırı" haline gelir "gönüllü kulluk" süreci tamamlanmış olur. Bu hassas dengeler coğrafyasında ılımlı olmak, birlikte hareket etmek büyük önem arzetmektedir. 

1980'li yıllarda üzerimizdeki mahcubiyeti atarak çok önemli dış piyasa tecrübesi edindik. 1989 yılında dünyadaki değişim önümüze çok büyük fırsatlar sunmasına rağmen geçtiğimiz on yılda bunu değerlendiremedik. On yıllık gecik­meyle kaldığımız yerden devam etmek durumundayız. Ön­celikle akıllı teşvik politikaları tesis etmekle işe başlamalıyız. Teşviklerden üretici firmaları faydalandırmak suretiyle ge­nişlemiş ölçekte üretim mekanizmasının önünü açmalı, kali­teli üretim yapılmasını sağlamalıyız. Son olarak üreticinin önüne düşüp pazar bulmasına yardımcı olmalıyız. Bütünlük arzeden tüm bu uygulamalarımız ihracat sistemimizin libere olmasını, ekonominin devinim kazanmasını getirecektir.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005