İhracat Stratejisi
Perspektif
Ülkemiz 20.yy'nın ilk çeyreğinde,
dünya ekonomik sisteminin öngördüğü 'ulusal
devletler' projesine uyum göstermiş ancak
uluslararası ilişkileri gereği gibi okuyamadığı için
sahip olduğu mirası değerlendiremeyerek iflas etmiş
bir ekonomi ile 21. yy.'a girmiştir.
içinde
bulunduğumuz yüzyılda dünya ekonomik sistemi yeni
bir yapılanmanın içine girmekte ve bununla uyum
göstermek zorunluluk arz etmektedir. Günümüzde
savaş; üretim ve pazar bilgisine sahip olmak için
verilmekte, bu alanda edinilen bilgi uluslararası
anlaşmalarla güvence altına alınmakta, ekonomik
işleyişte buna uygun olarak şekillenmektedir. Dün
olduğu gibi bugünde sermaye birikimi sorununu
halletmek uluslararası ticari ilişkilerle mümkün
olmaktadır. Bu perspektif önümüzdeki yılların temel
sorununun ihracata yönelik üretim yapmak olduğunu
göstermektedir.
Küreselleşmeyle uyumlu, bir tabloyu bütünler gibi
yumuşak hamlelerle örülü siyaset yarının
egemenlerinin eylem kılavuzu olmalıdır.
1) Küreselleşen Dünyada Kalkınma Pradigması Üzerine
Kısa Notlar
Kapitalizm, öncelikle ulusal ölçekte kendisini
önceleyen otarşik ekonomik biçemi yıktı. Eski
durağan ekonominin yerini piyasa mekanizması ve
genişlemiş ölçekte yeniden üretim aldı.
Uluslararası ticaret yolu ile diğer ülkelerdeki
ekonomik otarşiyi yıkıp kendine bağlayarak "dünya
ekonomik sistemi" haline geldi. Kapitalizmin
doğduğu ülkelerde eski ekonomik yapılar yıkılmakla
kalmamış yeni sistem sac ayaklan üzerine oturmuştu.
Kapitalizmle daha sonra ,dışsal bir etki olarak
tanışan ülkelerde ise eski ekonomik yapılar
çözülürken sac ayakları üzerine oturmuş bir sistem
kurulamadı.
Dünya ekonomik sistemi haline gelen kapitalizm 20.
yy'ın başlarında sistemine karşı daha dirençli
olabilen merkezi yapıların yıkılarak yerine ulusal
devletlerin oluşmasını istiyordu ve dünyanın hemen
her yerinde ulusal devletlerin oluştuğu görüldü. Bu
ülkelerde ekonomik otarşi zaten çatlamıştı, ulusal
devletlerin oluşumu ile siyasi otarşininde
çatlaması beklenebilirdi ancak süreç bu şekilde
işlemedi. Yeni oluşan devletlerde siyasi otarşi
varlığını muhafaza ederek bilinçli ya da bilinçsiz
ba ğımlılık ilişkisinin pekişmesinde rol oynadı.
Bağımlılık ilişkisinin pekiştiğini gören ve
şimdilerde kendisini küresel olarak adlandıran
dünya ekonomik sistemi yeni tasarımında siyasi
otarşiye gerek duymuyor. 20. yy. boyunca sahnede
tiratlarını atanlar artık kulise gönderiliyorlar ve
sahne alışkanlıkları olduğu için yeni gelişime karşı
direniyorlar. Küresel ekonominin güçlü rüzgarı ve
bu tip ülkelerin ekonomik dinamikleri incelendiğinde
direncin başarılı olamayacağı açıkça görülüyor.
Anlatılanlardan iki sonuç çıkmaktadır:
1) Küreselleşme zorunluluğu: Dünya ekonomik
sisteminin geldiği nokta dış ticaret ağı,
uluslararası kurum ve anlaşmalar ile ülkeleri
küresel yapının içine almaktadır. Bu eğilime karşı
direnmek, marjinalleşmek çok zor olacağı gibi
ülkemiz koşullan incelendiğinde bizim için mümkün
görünmemektedir.
2) Kalkınma zorunluluğu: Kalkınma problemini
halledememiş ülkelerin, ticaretinin giderek
şeffaflaştığı ve hemen
hiçbir kısıtlamaya tabi olmadığı bir dünyada bu
sorunun üstesinden gelmeleri oldukça zor bir
mücadeleyi zorunlu kılacaktır. Bu noktada asıl
görev "ülkenin örgütlenmiş bilinci" olarak
adlandırabileceğimiz devlete düşecektir. Kendini
yeniden tanımlamış "light" devlet sadece
düzenleyici aktivite-lerle ekonomik işleyişin
stratejik amaçlara doğru "akmasına yardımcı
olacaktır. Bugünlerde yaşadığımız sıkıntıların en
büyük avantajı, maliyeti yüksekte olsa, dinamik bir
yapıya kavuşmamızdır. İç ve dış dinamikleri
değerlendiremeyen hantal yapının yerine, teknik,
çabuk karar alıp yönlendiren devlet erki
küreselleşmenin en büyük katkısı olarak
algılanabilir, içinde bulunduğumuz yüzyılın güçlü
devleti olmak bu dönüşümü geçirmiş olmak ön koşuluna
bağlıdır. Ancak asıl sorun uzun süreceği anlaşılan
tasfiye sürecinden sonra yaşanacaktır. Küreselleşme
süreci doğru algılanmaz ise hantal anlayışın
tasfiye edilmesi bir anlam ifade etmeyecek onun
yerine geçen "küresel siyasiler" öncekilerin
gördüğü işlevi çağın koşullarına uygun olarak yerine
getirecekler yani basit mekanik bir değişme söz
konusu olacaktır. Zaten siyasi otarşinin sucuda
süreci anlayamamak olmuştur.
Bir önceki yüzyılda gelişmemiş ülkelerin içinde
bulundukları duruma tepki olarak sarıldıkları
kalkınma teorileri kalkınmayı salt ekonomik
büyüklükler olarak algılama eğilimindeydi.
Kalkınmanın sosyal bir dönüşüm hareketi olduğu ,
toplumun kendini yeniden tanımlaması gerektiği
anlayışından yoksundu. Yine bu teorilerin bir
bölümü tarihselci yaklaşımları eleştirirken
kendileri farklı türden tarihselci bir teori ihdas
ediyorlardı. Doğrusal gelişme stratejisine göre
belli tarihsel yapılar zorunluluk olarak ele
alınmakta ve her ülkenin bu yapılara uyum
göstermekle kalkınacağı söylenmekteydi, yani iş
sadece verilen ödeve iyi çalışmaktan ibaretti. Oysa
tarihsel süreçler bir kere yaşanırlar ve ikinci
denemeler sadece kötü eskizlerdir. Uluslararası ve
ulusal dinamiklerin farklılığı yapısalcı, doğrusala
tezlerin istenilen hedeflere ulaşmaması sonucunu
doğurmuştur. Bir kısım kalkınma teorileri ise
"gelişmişlik" ye "az gelişmişlik" yapılarının
sinalagmatik bir ilişki içinde bulunduğunu, birinin
diğerinin sonucunu olduğunu ve salt ülkesel boyutta
inceleme yapan teorilerin yetersiz kalacağını
vurgulamışlardır. Günümüzde ise çıkış kökeni
"batılı" olan "kalkınma" teorilerinin esamesi bile
okunma-makta "küresellik" söylemi diğer bütün
tartışmaları ortadan kaldırmış görünmektedir.
Küreselleşme ile ilgili pek çok konuşma yapılmakta
ama işin esas esprisi çoğu kere kaçırılmaktadır.
Tükiye'nin en temel problemlerinden biriside özelde
ve kamuda bilmediğini bilmeyenlerin etkili ve
yetkili konumda olmaları ve ilüzyon
bombardımanından kendilerini kurtaramamalarıdir.
Geçen yüzyıl başlarında gelişmekte olan ülkelerin
dış ticaret yapılarına bakıldığında hammadde ve
tarım ürünleri ihraç ettikleri yatırım malları ithal
ettikleri gözlenmektedir. Günümüzde ise bu ülkelerin
dış ticaret yapılarının değiştiği sınai mallar
ihracatının ağırlık kazandığı ancak bunun daha çok
emek yoğun sektörlerde yoğunlaştığı görülmektedir.
Gelişmiş ülkeler ile gelişmemiş ülkeler arasındaki
mesafe yüzyıl öncesine göre çok daha açılmış
durumda. Eğer ilerleme nisbi bir kavramsa söylenenin
aksine belki de bu periyotta gelişmekte olan ülkeler
gerilemişlerdir. Günümüzde de ticaretin tamamen
libere olmasını öngören uluslararası anlaşmalar
gelişmekte olan ülkelerin avantajlı olabileceği
sektörlerde daha korumacı bir yaklaşım geliştirmekte
ve bu ülkelerin sermaye birikim sürecinin önüne
geçilmektedir. Küreselleşme mimarlarının geleceğe
ilişkin öngörülerini uzun uzadıya inceleyerek
hareket ettikleri açıktır. Yine çok söylendiği gibi
"enformasyon çağında" klasik iktisadın geleneksel
"emek" tanımı anlamını yitirmiş gözüksede
küreselleşmenin baş aktörü çok uluslu firmaların
emek maliyeti düşük ülkeleri arka bahçe olarak el
altında tuttukları görülmektedir. Bu tip ülkelere
Uzak Asya, Doğu Avrupa ülkeleri örnek olarak
gösterilebilir. Bunların arkasında ise ikinci emek
maliyeti düşük ülkeler kuşağı bekletilmektedir
(Türk Cumhuriyetleri, Kuzey Afrika Ülkeleri vb.).
Şu an gözde olan ülkelerde uzun dönemde emeğin
pahalılaşması emek yoğun sektördeki yatırımların bu
ülkelere akması sonucunu doğuracaktır. Olayları
inceleyip sonuçlar çıkarılırken üretim sürecinin
kendisine bakılmalı ve buradaki değişiklikler
gözlenmelidir. Önceki iki yüzyılda sermaye malları
üreten sektörlere sahip olmak önemliydi. Şimdi ise
üretim ve pazar bilgisine sahip olmak önem arz
etmekte, bilgi üretim sürecinin stratejik kavramı
olarak karşımıza çıkmaktadır. Şirket bilançolarının
yapısı değişmekte, sabit sermaye yatırımları, know
how ve arge harcamaları lehine bilanço içindeki
ağırlıklarını yitirmektedir. Geleneksel sabit
sermaye yatırımları yüksek sektörlerin karlılık
oranları, yeni yetme sektörlerin karlılık oranlan
ile karşılaştırılamayacak kadar küçüktür. Üretimin
yapısındaki bu değişim, gelişmiş ülkelerde sermaye
birikiminin geldiği konum ve gelişmemiş ülkelerin
bağımlılık zincirinin pekişmiş görüntüsü ile
birleşmekte ve küreselleşmenin zemini hazırlayıp onu
koşullamaktadır. Bilgi üretimin stratejik unsuru
haline gelince emeğin kendiside nitel bir değişim
geçirmektedir. Tüm anlatılanlar yeni dönemde
gelişmiş ülkelerin bilgiye sahip olmakla
egemenliklerini idame ettireceklerini
göstermektedir. Bundan 40/50 yıl sonra gelişmekte
olan ülkeler yatırım malları üretebilirler,
yüzyıllık rüyaları gerçek olabilir ancak gelişimi
anlayamazlar ise sınıf atlamaları mümkün
olmayacaktır. Bilgi tekeline sahip olmak ise sermaye
yoğunlaşması önkoşuluna bağlıdır. Bugün çok uluslu
firmalar bazen hiçbir sonuç alamadıkları yıllar
süren projelere milyonlarca dolar
ayırabilmektedirler. Gelişmekte olan ülkeler için
bunun mümkün olmadığı açıktır. Ticari sermaye ise
üretken sermaye bağımlılığından kurtularak
kapitalizm öncesi dönemdeki özerkliğine kavuşmuş
görünmektedir. Dünyanın tek pazara doğru gittiği
günümüzde oluşturulan değerin realize edilmesi ayrı
bir uzmanlık gerektirmekte, imaj ve illüzyon uzmanı
ticari sermaye bu hayati fonksiyonu üstlenmektedir.
Küreselcilik mimarları üstünlük noktalarını
uluslararası anlaşmalarla teminat altına
almaktadırlar.
Dünyanın yeni yapılanmasında gelişmesini
tamamlayamamış ülkelerin sorunu sermaye birikimini
hızlandırıp, emeğin! nitelikli kılarak üretim ve
pazar bilgisine sahip olmaktır. Burada toplumsal
dönüşümle ortaya çıkacak "light" devletin hayati
önem arz edeceği görünmektedir. Küreselleşme,
gelişmeyi kendi istediği şekilde yönlendiren
mekanizmalar ihdas ettiği gibi faydalanmayı bilenler
için gelişmeyi kolaylaştıran mekanizmaları da ihdas
etmektedir.
Bugünün moda tartışması olan "küreselleşme"
tartışması iki yüzyıl önce yaşadığımız batılılaşma
tartışmasını anımsatmakta ve kör dövüşüne
dönmektedir. Asıl olan anlamsız bir kavgaya tutuşmak
değil ulusal çıkarlarımıza uygun, ılımlı
stratejiler geliştirip uygulamaya koymaktır.
2) Türkiye İhracatının Tarihsel Gelişimi
Cumhuriyetin ilk yıllarına bakıldığında
ihracatımızın Osmanlı geleneğinin bir ürünü olarak
tarımsal ürünlere dayandığı ve bu ürün grubunun
toplam ihracat içindeki payının % 86 düzeyinde
olduğu görülmektedir. Bu dönemde İzmir İktisat
Kongresinden kaynağını alan, devlet öncülüğünde
liberal politikaların yürürlükte olduğu
söylenebilir. Ticaret hacmindeki dalgalı gelişmeye
paralel olarak ithalat 1924 yılında 100 milyon
doları aşmış dış ticaret dengesi ise sürekli açık
vererek 1929 yılında 49 milyon dolarla en yüksek
seviyesine ulaşmıştır. Aynı yıl baş gösteren dünya
ekonomik krizi ile birlikte ülkemiz korumacı ve
kapalı bir dış ticaret rejimini uygulamaya
koymuştur. Bilindiği gibi kriz ortamları ve dünya
savaşları gelişmekte olan ülkelerin daha bağımsız
politikalar izleyebildiği, dünya ekonomik
sisteminin zayıfladığı
dönemlerdir. 1929 krizi ve bunu izleyen dünya savaşı
yıllarında ülkemiz sürekli olarak dış ticaret
fazlası vermiştir (1938 yılı hariç tutulursa). Bu
fazlanın ihracattaki artıştan değil dış ticaret
hacmindeki düşüş ve ithalatın kısıtlanmasından
kaynaklandığı gözlenmektedir. Ticaret hacmi 1926
yılındaki seviyesini ancak (1938 hariç) 1942
yılında aşabilmiştir. Ticaretin liberalize edilmeye
başlandığı 1947 yılından başlayarak günümüze kadar
dış ticaretin fazla verdiğini görmek mümkün
olmamıştır.
1950 li yıllar dünya ekonomik sisteminin kriz
dönemini atlattığı, yeryüzünün yeni oluşumlara sahne
olduğu yıllardı. Ülkemizde de bu yıllar, siyasi
dönüşümlerin olduğu ve buna bağlı olarak dış ticaret
stratejisinin değiştiği yıllar olmuştur. 1950'de
ithalat sisteminin büyük oranda libere edilmesi,
izleyen iki yılda ithalat patlamasına yol açmış
Türkiye ilk kez üç haneli dış ticaret açığı ile (193
milyon $) 1952 yılında tanışmıştır. Bunu izleyen
yıllarda alman önlemlerle ithalat aşağıya
çekilmişse de büyümenin yavaşlaması, tarımsal
üretimde görünen düşüş,ABD'nin kredi musluklarını
kısması, baş gösteren döviz sıkıntısı 1958 yılında
istikrar paketinin uygulamaya konmasını
getirmiştir. Bu dönemin ilk yıllarında üretim
indekslerinde hızlı bir gelişme görülmüş, ihracatın
ithalatı karşılama oranı % 70'ler civarında
seyretmiş ve tarımsal ürünlerin toplam ihracatımız
içindeki payı % 70'lere gerilemiştir.
1960'dan sonra ise bir önceki döneme tepki olarak
ithal ikameci politikaların egemen olduğu
görülmektedir. İhracat caydırılarak iç pazara üretim
yapan sanayiler kurulmuş ve korunmuştur. 1970'lerde
ihracatı teşvik edici uygulamalar uygulanmaya
çalışılmışsa da beklenen başarı kaydedilememiş,
enflasyonun artışı, sabit kur politikası, döviz dar
boğazı ve petrol şoklarından etkilenen ekonomik yapı
siyasi iktidarı istikrar paketi yürürlüğe koymak
zorunda bırakmıştır. Bu dönem tabloları incelendiği
zaman 1964/1980 arasında ihracatın yaklaşık 5 kat
ithalatın ise 15 kat arttığı, buna bağlı olarak dış
ticaret açığının sürekli büyüdüğü, ihracatın
ithalatı karşılama oranının sürekli azaldığı
görülmektedir. 1973 yılında 769 milyon dolar olan
dış ticaret açığı 1974 yılında 2,2 milyar dolan
aşmıştır. 1975 yılında ihracatın ithalatı karşılama
oranı % 30'ların altına düşmüştür, ihracat içinde
sanayi ürünlerinin payı ise % 27'ler civarında
kalmıştır.
1980'lerde dış ticaret politikası radikal bir
değişime uğra-mış,ithal ikameci politikalar yerini
ihracata dayalı sanayileşme politikalarına
bırakmıştır. Bu dönemde ihracatın önündeki pek çok
engel kaldırılmış, sabit kur sisteminden
vazgeçilmiş, kurumsal yapılanmalara gidilmiştir.
Sistem meyvelerini vermiş 1989 yılma gelindiğinde
ihracat 4 kat artmıştır. Aynı dönemde ithalat 3 kat
artmış, dış ticaret açığı 3-4 milyar dolar
seviyelerinde seyretmiş, ihracatın ithalatı
karşılama oranı ise sürekli artarak 1988'de % 81 'e
ulaşmıştır. Toplam ihracat içindeki sanayi
ürünlerinin payı ise % 80'leri bulmuştur. 1990'da
ithalattaki patlama 80'li yıllar boyunca sürdürülen
denge ve karşılama oranlarındaki istikrarlı yapıyı
bozmuş, 1 993 yılında Türkiye milyar dolar bazında
ilk kez çift haneli açıkla karşılaşmıştır. 1997
yılından sonra ise adeta çıpa sistemine geçilmiş ve
ülkemiz ihracatı 26 rakamına endekslenmiştir.
İhracatın ithalatı karşılama oranı ise % 50'lere
gerilemiştir.
İhracatımızın bugünkü görünümüne bakıldığında;
Toplam ihracatın %16.7'sini tarımsal ürünlerin, %
4,1'ini madencilik ürünlerinin, % 79,1'inide sanayi
ürünlerinin oluşturduğu görülmektedir. Motor sektör
konumunda olan tekstil ve konfeksiyon sektörünün
payı ise % 40 civarındadır. İhracattaki temel
partnerimiz ise % 50'lik payı ile AB'dir. Ülke
bazında bakıldığında ise % 20'lik pay ile Almanya %
10'luk pay ile ABD dikkati çekmektedir.
3) Türkiye İhracatının Sorunları Ve Çözüm Önerileri
a) Kurumsal Yapılar
Ülke ekonomisinin, dolayısıyla
ihracatımızın-temelini KOBİ'ler oluşturmaktadır.
KOBİ'lerin çoğunluğu 1/10 kişi çalıştıran küçük
işletmelerden meydana gelmektedir. Sermayesi ve
tecrübesi az olan bu parçalı yapının uluslararası
rekabette şansının çok yüksek olamayacağı açıktır.
Bu durumun doğurduğu olumsuz sonuçları gidermek
amacı ile 1980Ter-den sonra ihracat stratejisi ile
uyumlu olarak Dış Ticaret Sermaye Şirketleri ihdas
edilmiştir. Küçük imalatçılar böylece ürünlerini bu
şirketler üzerinden ihraç etmeye başlamışlardır.
19901ı yıllara gelindiğinde ihracatın neredeyse
yarısı bu firmalar üzerinden gerçekleşir hale
gelmiştir. Çoğu kere üretim süreci ile alakası
olmayan bu şirketler ihracatçı sıfatıyla
teşviklerden büyük oranda faydalanmışlar ve bir
çeşit ihracat aristokrasisi ortaya çıkmıştır,
ihracat seferberliğinin sürekli hale
getirilebilmesi için genişlemiş ölçekte yeniden
üretim yapılması gerektiği, bunun yolunun da
üreticiyi desteklemekten geçtiği açık olduğu halde
üretim süreci ile doğrudan alakalı olmayan DTSŞTer
teşvik uygulamalarından aslan payını almışlardır.
Sistemin istenilen amaçlara ulaşmadığının görülmesi
üzerine 1990'lı yıllarda KOBİ örgütlenmesi olan
Sektörel Dış Ticaret Firmaları oluşturulmuştur.
İhdas edilen yeni kurumsal yapıda kendisinden
bekleneni tam olarak yerine getirememektedir.
Kurumsal yapılanmalardaki başarısızlığın altında
teşvik mekanizmalarının bozukluğunun yattığı
görülmektedir. Teşvik mekanizmalarının ve kurumsal
yapıların ıslahı eşgüdümlü olarak yapılmalı
gerekirse yeni kurumlar ihdas edilmelidir. Bu tip
kurumlar İtalya federex-port örneğinde olduğu gibi
kar amacı gütmeyen, üyeleri için pazar ve lobi
faaliyetleri yürüten, arge çalışmaları yapan ve
çeşitli hizmetleri ifa eden uzman kuruluşlar
olmalıdırlar. Çerçevesi böyle çizilen kurumlar yurt
içinden ziyade yurt dışında, hedef pazarlarda
yapılandırılmalıdır.
ihracat hareketi; bir seferberlik, bir milli
mücadele,bir yaşam biçimi olarak algılanmalı ve
odağına KOBİ'ler yerleştirilmelidir. KOBİ'ler
Anadolu'nun her tarafına yayılmış mobilize ekonomik
birimler olarak değerlendirilmeli ve "her ilçede bir
holding" sloganı ile hareket edilmelidir. KOBİ'leri
çatısı altında toplayacak ve düzgün işleyecek
kurumsal yapılanmalara gidilmelidir. Böyle bir
perspektif dengeli iç pazarın kurulmasına, bölgeler
arası uyumlu gelişmeye hizmet edecek ,göç olgusunun
ve çarpık kentleşmenin getirdiği olumsuzlukları
ortadan kalkacaktır. Sermayenin tabana yayılması
gelir dağılımındaki bozukluğu gidererek toplumsal
barışa hizmet edecektir.
b) Mali Yük
İhracatçıların tüm mali yükleri hesaplandığında
gelirlerinin % 50'sinden fazlasını vergi olarak
devlete verdikleri görülmektedir. Bu ağır vergi
yükü karşısında işletmeyi ayakta tutmak mümkün
değildir. Kronikleşen kamu açığının kapatılması
için her yolu deneyen siyasi irade kısa dönemli
faydalar uğruna uzun dönemli faydaları feda
etmektedir. Sorun ekonominin devini kazanması
sorunudur, bunun için ihracata yönelik üretim yapan
reel kesimin üzerindeki vergi politikaları gözden
geçirilmeli,oluşacak vergi ziyaı farklı kalemlerden
karşılanmalıdır. Bir dönem sonra ekonomideki atılım,
vergi ziyamı telafi edici gelişmeleri sağlayacaktır.
Bu amaçla ihracatçı firmalara kurumlar vergisi ve
gelir vergilerinde önemli muafiyetler tanınmalı,
kapasitelerine uygun olarak maliyetsiz enerji
kullanmaları sağlanmalıdır. Yüksek oranlı servet
vergileri ihdas etmek suretiyle kamu; ekonominin
temel sektörlerinin devinisine akmayan getirilerden
vergi ihtiyacını karşılamaya yönelmelidir. Gelişme
paradoksu yaşayan ülkelerde ekonomiye yönelimli
parayı sınırlandırmanın 'bir anlamı yoktur. Sermaye
üzerindeki mali yükler kaldırıl-mâlı salt para değer
olarak işlev gören sermaye ve lüks tüketim
harcamaları mali politikaların ilgi odağı olmalıdır.
Şimdiye kadar uygulanan politikalarla sistem
hareket alanını kendisi daraltmıştır.
Toplumsal barış ve iç pazarın genişlemesine hizmet*
etmek düşüncesi ile asgari ücret vergi dışında
tutulmalıdır.
c) Finansman ve İşçilik
KOBİ'lerin banka kredilerinden yeterince
yararlanamadıkları ya da çok yüksek maliyetleri
göze alarak kredi kullanabildikleri çok sık
söylenmiştir. Türkiye'de finans sektörünün asıl
işlevinden uzaklaşarak kamuyu fonlar hale gelmesi
toplanan mevduatın yatırıma yönelmesini
engellemektedir. Devletin çıkardığı istikraz
senetlerinin faiz oranları mevduatı çekebilmek için
yüksek tutulmakta, bu ise banka faiz oranları
üzerinde yükseltici baskı oluşturmaktadır. Kamu
açıkları probleminin halli ile bankaların asıl
işlevine dönmeleri sağlanmalıdır.
Gerek ticari gerekse ihtisas bankalarının verdiği
kredilerde para değerin üretim alanı dışında
kullanılmasına engel olmak için gereken tüm
tedbirler alınmalıdır. Özel Finans Kurumlarının
geliştirdiği sistem buna örnek olarak
gösterilebilir. Bu kurum ve işleyişler
yaygınlaştırılmalı para değerin reel olarak üretim
sürecinde kalması sağlanarak amaç dışı
kullanımların önü kapatılmalıdır.
Diğer bir sorun temel değişken sermaye
harcamalarından olan emek maliyeti ile ilgilidir.
İhracatımızın motor sektörlerinin emek yoğun
tekstil ve konfeksiyon sektörleri olması sorunu
daha da hayati kılmaktadır. Bazı Doğu Avrupa
ülkelerinin bu sektörlerde eski COMECON döneminden
kaynaklanan is kültürleri bulunmaktadır. Emeğin
bize göre görece ucuz olduğu bu ülkelerde
bahsedilen sektörlere yabancı yatırımların yapıldığı
ve ileride bu ülkelerin dış pazarda önemli
rakiplerimiz olacağı gözlenmektedir. Emeğin ucuz
olduğu Uzak Asya ülkelerininse pazarlarımızı bir
dönemdir
tehdit ettiği bilinmektedir. Küresel ekonomi içinde
nitel dönüşümün sağlanabilmesi için tekstil
konfeksiyon sektöründeki pazar payımız muhafaza
edilerek diğer sektörlerde canlanma sağlanmalıdır.
Uluslararası piyasalardaki düşük emek fiyatları
rekabeti zorlaştırmaktadır. Türkiye'de uygulanan
devalüasyon politikaları ile talep enflasyonu
dizginlenmek istenmekte ancak bu maliyet
enflasyonunu körüklemektedir. Oluşan enflasyonist
ortam nominal ücretleri artırıcı baskı yaparken
reel ücretler düşmektedir. Sonuçta dış pazarlarda
rekabet gücü azalırken, toplumsal kutuplaşmalar
oluşmaktadır. Sanayinin belli başlı büyük
şehirlerde toplanması, şehirle kır arasına giren
bir dizi tüccar sermayenin temel tüketim
maddelerinin aşırı pahalılaşmasına yol açması emek
maliyetini yükselten diğer nedenler olarak
sayılabilir. Emek maliyetinin düşürülmesi için
ekonomik ricat politikası izlenmelidir. Büyük
şehirlerdeki ve özellikle İstanbul'daki sanayi parça
parça pilot Anadolu bölgelerine taşınmalıdır. Doğu,
G. Doğu Anadolu ve Karadeniz de kırsal alanda
çözülmemiş geniş bir köylü kitlesi vardır. Buralarda
bulunan kitle çok düşük ücretlerle emek arz
edebilecek durumdadır. Böylelikle çok sancılı ve
toplumsal kargaşalarla geçecek olan kırın tasfiyesi
sürecini yumuşatmak ve dış piyasada rekabet
edebilir emek maliyetleri ile üretim yapmak imkanı
doğacaktır. Sanayi yükünü üzerinden atan İstanbul
uluslararası serbest ticaret bölgesi haline
getirilmeli, ticaret ve hizmet merkezi olmalıdır.
Yukarıda anlatılan değişim bölgeler arası dengeli
gelişmenin de önünü açacaktır. Temel tüketim
araçları ticaretinde tüccar sermayenin kar
marjlarının kısılmasının eşlik edeceği süreç dengeli
bir iç pazarın oluşumu sürecine hizmet edecektir.
Yine ülkemizde sermaye birikiminin yeterli düzeyde
olmaması, kronik kamu açıkları yabancı sermayeyi
cazip hale getirmektedir. Yabancı sermayenin
doğrudan yatırımlara yönlenmesi sağlanmalıdır.
Günümüzde spekülatif amaçlı sermaye hareketlerinin
ulusları terbiye etmek amacı ile kullanıldığı
unutulmamalıdır.
4) Üretim Kalitesi ve Çeşitliliği
Türkiye'de kamunun yeniden yapılanması gereği
üzerinde vurgu yapılmakta ancak özel kesimin
yeniden yapılanması gerektiği gerçeği gözardı
edilmektedir. Özel kesimde kolay kazanma ve fiktif
işlem yapma alışkanlığı olduğuğöz-' lemlenmektedir.
Önümüzdeki günlerde ticaretteki liberalleşme
uluslararasındaki çizgileri şeffaflaştıracak, iç
pazara üretim yapmakla dış pazara üretim yapmak
arasında fark kalmayacaktır. Kaliteli üretim yapmak
dış pazarda mücadele etmenin değil iç pazarı
muhafaza etmenin zorunlu koşulu haline gelecektir.
Değişimin yeterince farkında olamadıkları gözlenen
KOBİTerimize kaliteli ve markaya dönük üretim
yapmaları gerektiği anlatılmalı ve bunun için
gereken her türlü kolaylık sağlanmalıdır.
Üretimle ilgili bir diğer sorun olarak ihracatın ana
yapısının tekstil ve konfeksiyon sektörüne
dayanmasıdır . Pazar bağımlılığı gibi sektörel
bağımlılıkta bir diğer riziko sebebi olarak
gözükmektedir. Önümüzdeki birkaç on yıl içinde bu
alandaki pazar payımız muhafaza edilerek tedrici
olarak teknoloji, bilgi yoğun, kar marjları yüksek
sektörlere geçiş sağlanmalıdır. Bilgi yoğun
teknolojilerin ülkemizde gelişmesini sağlayacak
yatırım politikaları bir an önce tesis edilmelidir.
5) Pazar Sorunu
İmaj ve illüzyon çağında pazar bilgisine sahip olmak
daha öncede arz edildiği gibi hayati öneme
sahiptir. Küreselleşme mimarlarının bu alandaki
üstünlükleri "üstün kültür" e ait olduklarına
duyulan kuvvetli kanaatle de desteklenmektedir. Bu
illüzyonun yıkılması için öncelikle kaliteli ve
markaya yönelik üretim yapılmalı bundan sonra
güvenilen ürünün satışı gerçekleştirilmelidir.
Pazar sorununu halletmek için ihdas edilen
kuruluşların işlevlerinin gereği gibi yerine
getiremedikleri gözlenmektedir. Kurumsallaşma
bölümünde söylediğimiz gibi mevcut kurumların ıslahı
ya da yeni kurumların oluşturulması gerekmektedir.
Siyasi erkde ihracat seferberliği anlayışı
içerisinde üreticinin önüne düşerek kapı kapı
dolaşıp pazar bulma faaliyetine yardımcı olmalıdır.
Bir diğer çözüm uluslar arası ticari acentalık yapan
kuruluşların yaygınlık kazanmasıdır.
İnternet ortamında yapılan ticaretin hacmi günden
güne artmaktadır. Enformasyon çağının getirdiği
teknolojik imkanlardan faydalanmak gerekmektedir.
Bu alan gelişmekte olan ülkelerin faydalanabileceği
küresel nimetlerden biri olarak değerlendirmelidir.
Pazar bulma sorununu kolaylaştıran internet
kullanımının yaygınlaştırılarak maliyetinin
düşürülmesi gerekir.
ihracat tablolarımız ülkemizin belli pazarlara
bağımlı olduğunu göstermektedir. Uluslararası
ilişkilerde daha bağımsız politikalar izleyebilen
ülkelerin tabloları incelendiğinde bunların ödemeler
dengesi ve pazar bağımlılığı sorununa dikkat
ettikleri gözlenmektedir. Ülkemizin belli pazarlara
bağımlılığın, dolayısıyla rizikonun azaltılması
gerekmektedir. Yükselen piyasalarla, çok uluslu
firmaların ilgi odağı olmayan piyasalar
değerlendirilebilir.
6) Bürokratik Engeller
Ülkemiz için hayati öneme sahip olan dış ticaret
bakanlık düzeyinde örgütlenmeli, bakanlığın altında
müsteşar-lık,genel müdürlük ve standardizasyon genel
müdürlüğü konumlandırılmalıdır. Bakanlık enflasyonu
olan ülkemizde böyle hayati ve ihtisas isteyen bir
konunun bakanlık düzeyinde örgütlenmemesi zaman
kaybıdır.
Günümüzde ihracat işlemleri zamanla yapılan bir
yarış halini almıştır. Bazı evrakları ticaret odası
ve ihracatçı birliklerine tasdik ettirilmesi
işlemleri yavaşlatmakta ve ek masraflara sebep
olmaktadır. İhracatın yoğunlaştığı perşembe ve cuma
günlerinde çeşitli kurumlarda işlemler durma
noktasına gelmektedir. İhracatı yavaşlatan her tür
uygulamaya son verilmelidir. Bu kapsamda tasdik,
onay işlemleri kaldırılmalı, ihracatçı birliklerine
beyannamenin kayıt olma zorunluluğuna ve
gümrüklerdeki mesai uygulamasına son verilmelidir.
Devlet bir yandan delinebilir teşvik uygulamalarını
yürürlüğe koymakta bir yandan da ihracatçıyı
bürokratik mekanizmalarla boğmaktadır. Teşvik
uygulamalarının yeniden düzenlenmesinin müteakip
fiziki muayene yerini beyan usulüne bırakmalıdır.
7) Tarife Dışı Engeller
Ticaretin liberalleştiği günümüzde ulusal
sanayilerin korunması tarife dışı engellerle
sağlanmaktadır. Bu amaçla ithalatta ihtisas
gümrüklerinin oluşturulması, ithalatçı birlikleri
kurularak beyanname başına onay ücretleri alınması
ve standardizasyon işlemlerindeki bürokratik
sürecin işletilmesi çözüm olarak önerilebilir.
8) Teşvik Politikaları
Kural işlemleri uygulanabilirliğinin ve ne ölçüde
uygulandığının tespiti gerekmektedir. Salt kural
işlem tesis edip köşeye çekilmekle siyasi otorite
üzerine düşeni yapmış addedilemez. Mevcut teşvik
uygulamalarının üç temel olumsuz sonuç doğurduğu
söylenebilir :
a) İşlevini yerine getirememe, atıl kalma.
b) Sistemin boşluklarının değerlendirilerek rant
mekanizması oluşturulması böylelikle yeniden
üretime gidecek miktarın.belli eşiklerde takılarak
azalması, reel kesime istenen transferin
yapılamaması.
c) Kural işlemin gerektirdiği soyut düzenlemelerin
biçimsel olarak yerine getirenlerle gerçekten
yerine getirenler arasında fark gözetilmediği için
bir çeşit haksız rekabet durumunun ortaya çıkması.
9) Risk Sorunu
Küçük imalatçı firmalarımızın dış piyasaya satış
yapmak konusunda hevesli oldukları, sermaye
yetersizliği ve tecrübesizlikten dolayı dış
piyasada iş yapmaktan çekindikleri görülmektedir.
Sorunun halli için risk satış işlemlerinin
yaygınlaştırılması tüm ihracatı kapsar hale
getirilmesi gerekmektedir. Gerek ihtisas bankası
gerekse özel bankalarda riziko alım satım işlemleri
yaygınlık kazanmalı ve alman ücretler düşük
tutulmalıdır.
Sonuç
Ülkemiz 20. yüzyıla savaşlarla girdi, 21. yüzyılda
savaşla girmekte ancak verilen savaşın niteliği
değişmektedir. Siyasal istikrarımızın olmayışı,
uzun dönemli stratejik projeleri hayata
geçiremememiz sonucunu doğurmuş,gündelik, kişilere
bağlı politikalar devlete egemen olmuş,kısa dönemli
düşünme alışkanlığı kamuyu olduğu gibi özel kesimi
de etkisi altına almıştır. Oysa kalkınma uzun
erimli bir mücadele olup bütün alanlarda birlikte
kazanılır. Bir alandaki küçük bir aksama mücadelenin
kaybedilmesi sonucunu doğurabilir. Ülkemiz birkaç
yüzyıldır azalmakta ve çoğalmaktadır. Azalmak yani
küçülmek büyük bir tehlike değildir. Çoğalmak; çok
kişiliklilik hem kişi hem de ulus için son derece
tehlikelidir. Tehlikelidir çünkü ulusal ölçekte
akordu, birlikte tavır alışı engellemektedir. Tarih
boyunca en iyi köleler karakteri olmayan köleler
olmuşlardır. Karaktersizleştirmenin en
başarısız yolu ise cebirdir ve bütün efendiler bunu
bilir. Tarih cebirin bir ulusun dimağını silmekte
yetersiz olduğunu, hatta ters teptiğini
göstermiştir. Ne zamanki ülke "kendini tanımlama
özürlüler panayırı" haline gelir "gönüllü kulluk"
süreci tamamlanmış olur. Bu hassas dengeler
coğrafyasında ılımlı olmak, birlikte hareket etmek
büyük önem arzetmektedir.
1980'li yıllarda üzerimizdeki mahcubiyeti atarak çok
önemli dış piyasa tecrübesi edindik. 1989 yılında
dünyadaki değişim önümüze çok büyük fırsatlar
sunmasına rağmen geçtiğimiz on yılda bunu
değerlendiremedik. On yıllık gecikmeyle kaldığımız
yerden devam etmek durumundayız. Öncelikle akıllı
teşvik politikaları tesis etmekle işe başlamalıyız.
Teşviklerden üretici firmaları faydalandırmak
suretiyle genişlemiş ölçekte üretim mekanizmasının
önünü açmalı, kaliteli üretim yapılmasını
sağlamalıyız. Son olarak üreticinin önüne düşüp
pazar bulmasına yardımcı olmalıyız. Bütünlük arzeden
tüm bu uygulamalarımız ihracat sistemimizin libere
olmasını, ekonominin devinim kazanmasını
getirecektir.
|