İki Ahlâk Sistemi
Bir önceki bölümün sonuna gelen okuyucu -eğer
gelirse- şöyle diyebilir: İktisatçıları sıkıcı ve
donuk insanlar olmakla suçlamakta haksız mıydım? Ne
insanlar ama! Yağmacılık bugün her yerde hazır ve
nazır bir güç ve hatta normal bir olguymuş gibi
sunuluyor. Öyle bir olgu ki, binbir şekilde
karşınıza çıkabilen, yasal ve yasadışı her yolu
denemiş, bireylerin kutsal denilebilecek nitelikteki
amaçlarını çarpıtan, saflık ve zayıflıktan istifade
eden ve ondan ekmek yiyenler (feeds on) yüzünden
sürekli büyüyen... daha kasvetli bir dünya hayal
edilebilir mi?
Ancak problem, durumun kasvetli olup olmadığı değil,
doğru olup olmadığıdır. Zira, tarih doğru olduğunu
söylüyor.
Politik iktisatı veya vermeyi sevdikleri isimle
ekonomizmi, insanı ve dünyayı olduğu gibi ele aldığı
için kınayanların, geçmişe ve bugüne dair,
iktisatçılarınkinden daha karanlık bir manzaraya
sahip olmalan ilginçtir. Sosyalist gazete ve
kitaplar topluma karşı öyle bir nefret ve kinle
doludur ki, medeniyet kelimesi onlar için
adaletsizlik, sivil karışıklık ve anarşiyle eş
anlamlı hâle gelmiştir. Sosyalistlerin insanların
kendi durumunu geliştirip, ilerletme potansiyeline
güvenleri öyle zayıftır ki, bu durum onların,
özgürlüğün insanı kıyamete sürükleyen bir olgu
olduğuna inanmalarına ve dolayısıyla onu kınayacak
kadar ileri gitmelerine neden olmuştur.
Sosyalistlerin gelecekten ümitli oldukları doğrudur.
Kendine yetemeyen insan altı bin yıldır yanlış yolda
olsa da, ona kurtuluşa giden yolu gösterecek olan
peygamber gelmiştir. Eğer sürü direnmeden çobanı
izlerse, varacağı yer, çaba harcanmadan refahın
elde edildiği; düzenin, güvenliğin ve uyumun
tedbirsizliğin/ tembelliğin kolay ulaşılan ödülü
olduğu ülkedir.
Bu insanların yapması gereken tek şey, Rousseau'nun
dediği gibi, fiziksel ve ahlâkî yapılarının
reformcular tarafından değiştirilmesine izin
vermektir.
Tanrı'nın insanı bugün olduğundan farklı bir hâlde
yaratması durumunda, toplumun nasıl bir hâl
alacağını tahmin etmek/ bulmak politik iktisatın
görevi değildir. Tanrı'nın, başlangıçta, bazı
modern sosyal reformcuların önerilerini dikkate
almaması üzücüdür! Eğer Tanrı, Alfonso (the Learned)'ya
danışmış olsa ya da
Fourier'in tavsiyelerini göz ardı etmemiş olmasaydı,
ilâhî mekanizma çok daha farklı işleyecek, sosyal
düzen, içinde yaşadığımız, nefes aldığımız ve
hareket ettiğimiz hâlihazırdaki düzene hiç
benzemeyecekti. Ama, madem ki onun içindeyiz, onda
yaşıyoruz ve herşeyimiz onda; o hâlde yapmamız
gereken, onu incelemek ve
kanunlarını anlamaktır. Özelllikle de gelişimimiz
bunları anlamaya bağlıysa...
İnsanların kalbinden çıkan tatmin edilmemiş
arzularının sonsuz bir şekilde peşpeşe gelmesini
önleyemeyiz.
Bu arzuların emek sarfetmeden tatmin edilmesini sağlayamayız.
Doğası öyle olduğu için, emeğin meyveleri çekici olmasına rağmen
kendisinin itici olduğu gerçeğine gözlerimizi
kapatamayız. İnsanları, çalışmalarının külfetini
hile veya zorla başkalarının sırtına yıkmaya
çalışırken, çalışmanın ürünlerinden paylarıır
arttırma daimî çabası içinde olmalarını
engelleyemeyiz. İnsanlığın tarihini yok edip, tarih
boyunca işlerin böyle yürüdüğüne tanıklık eden
geçmişin sesini susturamayız.
Savaşın, esaretin, köleliğin, teokrasinin, aşırı büyük olan
devletin, ölçüsüzlüğün, imtiyazların ve her türlü
sahtekârlığın ve de tekellerin, insan kalbinde yer
eden şu iki isteğin tartışılmaz ve korkunç sonuçları
olduğunu inkâr edemeyiz: mücadelenin, emeğin ve
çalışmanın meyvelerine düşkünlük ve bunların
acılarından nefret...
"Ekmeğini alnının teriyle kazanmalısın." Ama herkes, mümkün
olduğunca az ter akıtarak, mümkün olduğunca çok
ekmek yemek ister. Tarih bu konuda kesin deliller
gösterir. Tanrı'ya şükür ki, emeğin ve acının
insanlar arasındaki dağılımının git gide
eşitlendiğini gömlekteyiz.
Görünürde olanı inkâr edecek değilsek, en azından bu bakımdan,
toplumun az da olsa geliştiğini itiraf etmeliyiz.
O hâlde, toplumu kaçınılmaz bir şekilde adaletsizliğe yönlendiren
bazı doğal ya da ilahî güçler, yasalar olmalıdır.
Biz bu gücün toplumda olduğunu ve Tanrı'nın bu gücü ona verdiğini
söylüyoruz. Eğer o güç zaten orada bulunmasaydı,
ütopyacılar gibi, bu gücü üretmek için yapay yollara
başvuracak, insanın fiziksel ve ahlâkî yapısını
temelden değiştirecek düzenlemeler yapacak ya da
dayanak noktası olmayan bir kaldıracın nasıl
işlediğini anlamadığımızdan, bu gücü üretecek olan
çabayı gereksiz ve beyhude addedecektik.
Haydi gelin, yağmacılık dediğimiz kötü gücü tedricen ortadan
kaldırmaya meyleden varlığı, mantıken açıklanmış ve
tecrübeyle kanıtlanmış yararlı gücü tanımaya
çalışalım:
Her kötü niyetli eylemin iki unsuru olmalıdır: Menşei ve etki
noktası. Yani eylemi yapan ve ondan etkilenen ya da
formel biçimde ifade edersek: Fail ve mef‘ul.
Kötü niyetli eylemin etkisini engellemenin iki yolu vardır: Ya fail
kendi isteğiyle geri çekilir ya da mef ul direnir.
Bu gerçek, birbiriyle çelişmeyen, hatta sonuçlan
aynı olan iki ahlâk sisteminin ortaya çıkmasına
sebep olur: dinsel ya da felsefî ahlâk ve benim
iktisadî ahlâk dediğim, faydacı ahlâk.
Dinsel ahlâk bir kötülüğü engellemek için özne rolündeki insana
hitap eder ve insana, "kendini ıslah et, daha saf
hâle gel, kötülük yapmaya son ver ve iyilik yap,
tutkularını dizginle, kendi isteklerinden feragat
et, komşuna zulmetme, çünkü onu sevmek ve rahat
ettirmek senin görevindir; önce âdil, sonra cömert
ol" der. Sözünü ettiğimiz bu ahlâkî ilkeler, iki
ahlâk sistemi arasında her zaman daha güzel ve
etkili olan tarafta yer alacaktır. İnsanlığa tüm
ihtişamı ile hitap edecek, daha dokunaklı ve
heyecanlı bir şekilde ifade edilecek ve insanlığın
beğenisini daha kolay kazanacaktır.
İktisadî veya faydacı ahlâk sisteminin amacı aynıdır, bunlar
insanın pasif rolünü vurgularlar. İnsanlara
davranışlarının sonuçlarını gösterip, onları,
kendilerine zarar verenlere direnme, faydalı
olanları da teşvik etmeye iterek, baskıyı daha zor
ve tehlikeli hâle getirmek için zulme uğrayan halk
kitleleri arasında yeterince iyi duygu, bilgi ve
haklılaştırılabilir güvensizlik yaymaya çalışırlar.
Faydacı etiğin zalim üzerinde de tesirinin bulunduğu gözden
kaçırılmamalıdır. Yanlış bir davranış hem iyi hem de
kötü sonuçlara yol açar: Ona maruz kalan/ hedef olan
için kötü, onu yapan için iyi; aksi takdirde o
davranış hiç icra edilmemiş olurdu. Fakat, iyi
sonuçlar hiçbir şekilde kötü sonuçları telâfi etmez.
Fenalık her zaman ve mecburen iyilikten büyüktür.
Çünkü, tahakküm (zulüm) enerji israfına yol açar,
tehlikeler yaratıp mukabeleyi tahrik eder ve yüksek
maliyetli tedbirler gerektirir. Bu etkiler sadece
bastırılan kesimlerin tepkisini teşvik etmekle
kalmaz, aynı zamanda kalpleri çürümemiş olanları
adaletin tarafına çeker ve baskıcıların emniyetini
tehdit eder.
Fakat, aşikâr olmaktan ziyade zımnî olan bu ahlâk sisteminin, nihaî
tahlilde, sadece bilimsel bir izah olduğunu anlamak
kolaydır. Ki bu sistem, karekterini değiştirirse,
tesirinin bir kısmını kaybedecektir. Kalbe değil
akla hitap etmektedir; ikna etmek değil, inandırmak
istemektedir; nasihat değil, delil vermektedir ve
kötü üzerinde onu beslemeyi önlemenin dışında bir
zafer kazanamayacaktır. Diyorum ki, bu ahlâk
sisteminin kuru/ sıkıcı olmakla ve yararı olmamakla
suçlanması kolaydır.
Serzeniş doğru, fakat gayri âdildir. Bu, politik iktisatın, bize
herşeyi söylemediğini, herşeyi ihtiva etmediğini,
evrensel bilim olmadığını söyleme noktasına ulaşır.
Fakat, dünyada kim ona yönelik böylesine kapsayıcı
bir iddiada bulundu ki?
Bu suçlama, eğer politik iktisat, yöntemlerinin kendisine bütün
ahlâkî alan üzerinde kapsayıcı bir hâkimiyet verdiği
iddiasında bulunsaydı ve felsefe ve dine kendi
çalışma metotlarını, insanlığın gelişimi için
yasaklama gibi bir haddini bilmezlik içinde
olsaydı, hakikilik kazanırdı.
Öyleyse, münasip şekilde politik iktisat olarak adlandırılan ahlâk
felsefesinin ve politik iktisatın birlikte
işleyişini kabul edelim: Kötü hareketi, onu, bütün
iğrençliğiyle teşhir ederek vicdanımızda kurma
eylemini ve yine kötü eylemi onun etkilerini tasvir
etme yoluyla yargınızda itibardan düşünme eylemini.
Dinî ahlâkçıların zaferinin, vuku bulduğu zaman,
daha asil, daha cesaret verici ve daha aslî olduğunu
itiraf edelim. Fakat, iktisatın zafer elde etmesinin
daha kolay ve daha kesin olduğunu kabul etmek
zordur.
Birçok hantal cilt yerine birkaç satırda, J. B. Say, bir süre önce,
saygın bir aileye riyakârlık yüzünden giren nizalan
sona erdirmenin iki mümkün yolu olduğunu
söylemiştir. Tartuffle'yi ıslah ermek veya Orgon'u
daha az aptal haline getirmek . İnsan kalbinin
büyük tasvircisi Moliere'in zihninde daima ikinci
yolun daha tesirli olduğu fikrini tuttuğu
anlaşılmaktadır, Aynı şey bütün dünyada geçerlidir.
Bana Sezar' in yaptığı şeyi söyleyin, size o günlerin Romalılarını
tasvir edeyim, Bana modern diplomasinin başardığı
şeyi söyleyin, size dünya milletlerinin ahlâkî
durumunu tasvir edeyim.
Eğer, iki kere ikinin matematikte olduğu gibi politik ekonomide de
dört ettiğine ikna edilmemişsek, Afrika probleminin
masraflarıyla ve güçlükleriyle karşılaşmamalıyız.
Fransa sahte şeref âşığı olmamış olsaydı, M. Guizat,
"Fransa, şerefini korumak için gerekli masrafı
yapacak kadar zengindir" demek fırsatına sahip
olmazdı. Aynı devlet adamı, gerçekten, ağır hükümet
harcamaları ile özgürlüğün birbirleriyle
bağdaştırılmayacağını anlasaydı, "özgürlük, Fransa
için, fiyatı üzerinde pazarlık yapılmayacak kadar
kıymetlidir" demezdi.
Tekelleri besleyen, insanların sandığı gibi tekelciler değil,
tekelleşmiş olanlardır.
Ve, seçimlerle ilgili olarak, yozlaştırıcılar olduğu için insanlar
yozlaştırılabilir değildir, tam da tersine, kanıtlar
ikincisinin yozlaşmasının bütün maliyetini
ödediğini göstermektedir. O zaman, yozlaşmayı sona
erdirmek onların görevi değil midir?
Dinî ahlâk, eğer yapabilirse, Tartuffelerin, Sezarların,
kolonyalistlerin, arpalıklardan otlananların,
tekelcilerin ve benzerlerinin kalbini yumuşatır.
Politik ekonominin görevi onların aldattığı
kimseleri aydınlatmaktır.
Bu iki metottan hangisi sosyal gelişmeyi teşvik etmede daha
etkilidir? Bu suale bir cevap verme ihtiyacı varsa,
ikinci diyeceğim. İnsanlık, korkarım, bir müdafaacı
ahlâk sistemini öğrenme ihtiyacından kaçamaz.
Araştırdım, okudum, gözlemledim ve sorguladım; ama boşuna. Hiçbir
yerde, ondan yararlananların gönüllü fedakârlığıyla
ortadan kalkmış bir istismar bulamadım.
Tersine, ondan zarar gören insanların muhalefetine maruz olan pek
çok örnek görmekteyim.
Bu yüzden, istisnaların sonuçlarını tasvir etmek
onları ortadan kaldırmanın en tesirli yoludur. Bu,
özellikle, korumacılık sistemi gibi, kitlelere ağır
zorluklar bindirirken ondan faydalanmayı umanlara
sadece yanılsama ve hayal kırıklığı veren
istismarlar için böyledir. Bu, faydacı etik,
kendi başına, insan ruhunun sıcak tabiatının ve en
asil yeteneklerinin yol açması umut edilen sosyal
iyileşmeyi sağlayabilecek demek midir?
Bu müdafaacı etik sisteminin -ki, nihaî tahlilde insanların doğru
anlaşılmış menfaatlerinin kabullenmesinden başka bir
şey değildir- evrensel yayılması adalet ve genel
refaha uyumludur. Bu tür ilkelere dayanan bir
toplum, iyi düzenlenmiş olmasına rağmen, çok çekici
olmayabilir; çünkü, böyle bir toplumda, aldatılacak
kimseler olmayacağı için dolandırıcılar
olmayacaktır.
Açlık tarafından zayıflatılmış aileler canlanmak için çok küçük bir
gıdaya ihtiyaç duyacaktır; herkesin tedbirliliği
herkesin uyanıklığıyla birleşecektir; kısaca
re-form, dışsal davranışları düzenlemesine rağmen,
insanların vicdanına nüfuz etmiş olmayacaktır. Böyle
bir toplum, bazen, haklarının en küçük ihlâline
karşı direnme ye hazır ve her yerden gelecek
ihlâllere karşı onları korumada becerikli adalet
meraklılarında örneklendirilir. Onlara saygı
duyabilir ve hatta hayran olabilirsiniz, fakat
arkadaşınız olarak seçmezsiniz.
Bu iki etik sistem, karşılıklı suçlamalar yerine, kötülüklere
saldırmak için birlikte çalışmalıdırlar.
Ekonomistler görevlerini yaparlarken -çabucak
inananların gözünü açmak, önyargıların kökünü
kurutmak, her hile tipi hakkında
karşılaştırıla-bilir ve lüzumlu güvensizlik
uyandırmak, şeylerin ve eylemlerin hakikî mahiyetini
araştırmak ve tasvir etmek- dinî ahlâkçıların da
kendilerinin üzerinde daha çok anlaşılacak ve fakat
daha zor görevlerini yapmalarına müsaade edelim.
Dinî ahlâkçıların ahlâksızlıkla mücadele etmesine,
hayırın, fedakârlığın, benliğinden vazgeçmenin
lezzetlerini tasvir etmesine; kötülüğün kaynaklarını
kuruttuğumuz yerde erdemin kaynaklarını açmasına
izin verelim; bu onun görevidir. Bu asil ve
muhteşem bir görevdir. Fakat dinî ahlâkçılar insan
toplumlarında gelişmiş ahlâkın faydalılığını niçin
inkâr etsin?
Bir toplumun, zatî olarak erdemli
olmaksızın ekonomik ahlâk sisteminin işleyişi
tarafından iyi bir şekilde düzenlenmesi (kastettiğim
politik ekonomi bilgisinin sağlanmasından fazlası
değildir) dinî ahlâkın da ilerlemesine imkân
sağlamaz mı?
Alışkanlığın insanın ikinci tabiatı olduğu söylenir.
Herkesin sadece aydınlanmış kamunun direnişinin sonucu olarak
adaletsizliğe hiç alışmadığı bir ülke bile yaşamak
için pek hoş bir yer olmayabilir. Bana öyle
görünüyor ki, bu ülke en azından daha saf ve yüksek
bir düzenin kaidelerini algılamaya hazır olacaktır.
Kötülük yapmaya hiç alışmamış olmak bile iyiliğe
doğru geniş bir adım atmaktır. İnsan yerinde sabit
kalmaz. Sadece rezilliğe yol veren günah/ kötülük
yolundan ayrılmış olmakla dahi erdemin cazibesini
daha fazla hissedecektir.
Belki de toplum, insanların kişisel menfaat erdemini tatbik ettiği
bu adî safhadan geçecek ve böyle bir motive ihtiyaç
hissetmeyeceği daha şahane bir safhaya
yükselecektir.
Çeviren: Atilla YAYLA-Emrah AKKURT
Kaynak: Frederic Bastiat
|