Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

İki Ahlâk Sistemi 

Bir önceki bölümün sonuna gelen okuyucu -eğer gelirse- şöyle diyebilir: İkti­satçıları sıkıcı ve donuk insanlar olmakla suçlamakta haksız mıydım? Ne insanlar ama! Yağmacılık bugün her yerde hazır ve nazır bir güç ve hatta normal bir olguymuş gibi sunuluyor. Öyle bir olgu ki, binbir şekilde karşınıza çıkabilen, yasal ve yasadışı her yolu denemiş, bireylerin kutsal denilebilecek nitelikteki amaçlarını çarpıtan, saflık ve zayıflıktan istifade eden ve ondan ekmek yiyenler (feeds on) yüzünden sürekli büyüyen... daha kasvetli bir dünya hayal edilebilir mi? 

Ancak problem, durumun kasvetli olup olmadığı değil, doğru olup olmadığıdır. Zira, tarih doğru olduğunu söylüyor. 

Politik iktisatı veya vermeyi sevdikleri isimle ekonomizmi, insanı ve dünyayı olduğu gibi ele aldığı için kınayanların, geçmişe ve bugüne dair, iktisatçılarınkinden daha karanlık bir manzaraya sahip olmalan ilginçtir. Sosyalist gazete ve kitaplar topluma karşı öyle bir nefret ve kinle doludur ki, medeniyet kelimesi onlar için adaletsizlik, sivil karışıklık ve anarşiyle eş anlamlı hâle gelmiştir. Sosyalistlerin in­sanların kendi durumunu geliştirip, ilerletme potansiyeline güvenleri öyle zayıftır ki, bu durum onların, özgürlüğün insanı kıyamete sürükleyen bir olgu olduğuna inanmalarına ve dolayısıyla onu kınayacak kadar ileri gitmelerine neden olmuştur. 

Sosyalistlerin gelecekten ümitli oldukları doğrudur. Kendine yetemeyen insan altı bin yıldır yanlış yolda olsa da, ona kurtuluşa giden yolu gösterecek olan pey­gamber gelmiştir. Eğer sürü direnmeden çobanı izlerse, varacağı yer, çaba harcan­madan refahın elde edildiği; düzenin, güvenliğin ve uyumun tedbirsizliğin/ tem­belliğin kolay ulaşılan ödülü olduğu ülkedir. 

Bu insanların yapması gereken tek şey, Rousseau'nun dediği gibi, fiziksel ve ahlâkî yapılarının reformcular tarafından değiştirilmesine izin vermektir. 

Tanrı'nın insanı bugün olduğundan farklı bir hâlde yaratması durumunda, top­lumun nasıl bir hâl alacağını tahmin etmek/ bulmak politik iktisatın görevi değil­dir. Tanrı'nın, başlangıçta, bazı modern sosyal reformcuların önerilerini dikkate almaması üzücüdür! Eğer Tanrı, Alfonso (the Learned)'ya danışmış olsa ya da Fourier'in tavsiyelerini göz ardı etmemiş olmasaydı, ilâhî mekanizma çok daha farklı işleyecek, sosyal düzen, içinde yaşadığımız, nefes aldığımız ve hareket etti­ğimiz hâlihazırdaki düzene hiç benzemeyecekti. Ama, madem ki onun içindeyiz, onda yaşıyoruz ve herşeyimiz onda; o hâlde yapmamız gereken, onu incelemek ve kanunlarını anlamaktır. Özelllikle de gelişimimiz bunları anlamaya bağlıysa... 

İnsanların kalbinden çıkan tatmin edilmemiş arzularının sonsuz bir şekilde peşpeşe gelmesini önleyemeyiz.

Bu arzuların emek sarfetmeden tatmin edilmesini sağlayamayız.

Doğası öyle olduğu için, emeğin meyveleri çekici olmasına rağmen kendisinin itici olduğu gerçeğine gözlerimizi kapatamayız. İnsanları, çalışmalarının külfetini hile veya zorla başkalarının sırtına yıkmaya çalışırken, çalışmanın ürünlerinden paylarıır arttırma daimî çabası içinde olmalarını engelleyemeyiz. İnsanlığın tarihini yok edip, tarih boyunca işlerin böyle yürüdüğüne tanıklık eden geçmişin sesini susturamayız. 

Savaşın, esaretin, köleliğin, teokrasinin, aşırı büyük olan devletin, ölçüsüzlüğün, imtiyazların ve her türlü sahtekârlığın ve de tekellerin, insan kalbinde yer eden şu iki isteğin tartışılmaz ve korkunç sonuçları olduğunu inkâr edemeyiz: mücadelenin, emeğin ve çalışmanın meyvelerine düşkünlük ve bunların acılarından nefret...

"Ekmeğini alnının teriyle kazanmalısın." Ama herkes, mümkün olduğunca az ter akıtarak, mümkün olduğunca çok ekmek yemek ister. Tarih bu konuda kesin deliller gösterir. Tanrı'ya şükür ki, emeğin ve acının insanlar arasındaki dağılımı­nın git gide eşitlendiğini gömlekteyiz. 

Görünürde olanı inkâr edecek değilsek, en azından bu bakımdan, toplumun az da olsa geliştiğini itiraf etmeliyiz.

O hâlde, toplumu kaçınılmaz bir şekilde adaletsizliğe yönlendiren bazı doğal ya da ilahî güçler, yasalar olmalıdır. 

Biz bu gücün toplumda olduğunu ve Tanrı'nın bu gücü ona verdiğini söylüyo­ruz. Eğer o güç zaten orada bulunmasaydı, ütopyacılar gibi, bu gücü üretmek için yapay yollara başvuracak, insanın fiziksel ve ahlâkî yapısını temelden değiştirecek düzenlemeler yapacak ya da dayanak noktası olmayan bir kaldıracın nasıl işlediğini anlamadığımızdan, bu gücü üretecek olan çabayı gereksiz ve beyhude adde­decektik.

Haydi gelin, yağmacılık dediğimiz kötü gücü tedricen ortadan kaldırmaya meyle­den varlığı, mantıken açıklanmış ve tecrübeyle kanıtlanmış yararlı gücü tanımaya çalışalım: 

Her kötü niyetli eylemin iki unsuru olmalıdır: Menşei ve etki noktası. Yani eyle­mi yapan ve ondan etkilenen ya da formel biçimde ifade edersek: Fail ve mef‘ul. 

Kötü niyetli eylemin etkisini engellemenin iki yolu vardır: Ya fail kendi isteğiyle geri çekilir ya da mef ul direnir. 

Bu gerçek, birbiriyle çelişmeyen, hatta sonuçlan aynı olan iki ahlâk sisteminin orta­ya çıkmasına sebep olur: dinsel ya da felsefî ahlâk ve benim iktisadî ahlâk dediğim, faydacı ahlâk. 

Dinsel ahlâk bir kötülüğü engellemek için özne rolündeki insana hitap eder ve insana, "kendini ıslah et, daha saf hâle gel, kötülük yapmaya son ver ve iyilik yap, tutkularını dizginle, kendi isteklerinden feragat et, komşuna zulmetme, çünkü onu sevmek ve rahat ettirmek senin görevindir; önce âdil, sonra cömert ol" der. Sözünü ettiğimiz bu ahlâkî ilkeler, iki ahlâk sistemi arasında her zaman daha güzel ve etkili olan tarafta yer alacaktır. İnsanlığa tüm ihtişamı ile hitap edecek, daha dokunaklı ve heyecanlı bir şekilde ifade edilecek ve insanlığın beğenisini daha kolay kazanacaktır. 

İktisadî veya faydacı ahlâk sisteminin amacı aynıdır, bunlar insanın pasif rolü­nü vurgularlar. İnsanlara davranışlarının sonuçlarını gösterip, onları, kendilerine zarar verenlere direnme, faydalı olanları da teşvik etmeye iterek, baskıyı daha zor ve tehlikeli hâle getirmek için zulme uğrayan halk kitleleri arasında yeterince iyi duygu, bilgi ve haklılaştırılabilir güvensizlik yaymaya çalışırlar. 

Faydacı etiğin zalim üzerinde de tesirinin bulunduğu gözden kaçırılmamalıdır. Yanlış bir davranış hem iyi hem de kötü sonuçlara yol açar: Ona maruz kalan/ hedef olan için kötü, onu yapan için iyi; aksi takdirde o davranış hiç icra edilme­miş olurdu. Fakat, iyi sonuçlar hiçbir şekilde kötü sonuçları telâfi etmez. Fenalık her zaman ve mecburen iyilikten büyüktür. Çünkü, tahakküm (zulüm) enerji isra­fına yol açar, tehlikeler yaratıp mukabeleyi tahrik eder ve yüksek maliyetli tedbir­ler gerektirir. Bu etkiler sadece bastırılan kesimlerin tepkisini teşvik etmekle kal­maz, aynı zamanda kalpleri çürümemiş olanları adaletin tarafına çeker ve baskıcı­ların emniyetini tehdit eder.

Fakat, aşikâr olmaktan ziyade zımnî olan bu ahlâk sisteminin, nihaî tahlilde, sadece bilimsel bir izah olduğunu anlamak kolaydır. Ki bu sistem, karekterini de­ğiştirirse, tesirinin bir kısmını kaybedecektir. Kalbe değil akla hitap etmektedir; ikna etmek değil, inandırmak istemektedir; nasihat değil, delil vermektedir ve kötü üzerinde onu beslemeyi önlemenin dışında bir zafer kazanamayacaktır. Diyorum ki, bu ahlâk sisteminin kuru/ sıkıcı olmakla ve yararı olmamakla suçlanması ko­laydır. 

Serzeniş doğru, fakat gayri âdildir. Bu, politik iktisatın, bize herşeyi söyleme­diğini, herşeyi ihtiva etmediğini, evrensel bilim olmadığını söyleme noktasına ulaşır. Fakat, dünyada kim ona yönelik böylesine kapsayıcı bir iddiada bulundu ki? 

Bu suçlama, eğer politik iktisat, yöntemlerinin kendisine bütün ahlâkî alan üzerinde kapsayıcı bir hâkimiyet verdiği iddiasında bulunsaydı ve felsefe ve dine kendi çalışma metotlarını, insanlığın gelişimi için yasaklama gibi bir haddini bil­mezlik içinde olsaydı, hakikilik kazanırdı. 

Öyleyse, münasip şekilde politik iktisat olarak adlandırılan ahlâk felsefesinin ve politik iktisatın birlikte işleyişini kabul edelim: Kötü hareketi, onu, bütün iğrençliğiyle teşhir ederek vicdanımızda kurma eylemini ve yine kötü eylemi onun etkilerini tasvir etme yoluyla yargınızda itibardan düşünme eylemini.

Dinî ahlâkçıların zaferinin, vuku bulduğu zaman, daha asil, daha cesaret verici ve daha aslî olduğunu itiraf edelim. Fakat, iktisatın zafer elde etmesinin daha ko­lay ve daha kesin olduğunu kabul etmek zordur. 

Birçok hantal cilt yerine birkaç satırda, J. B. Say, bir süre önce, saygın bir aileye riyakârlık yüzünden giren nizalan sona erdirmenin iki mümkün yolu oldu­ğunu söylemiştir. Tartuffle'yi ıslah ermek veya Orgon'u daha az aptal haline getir­mek . İnsan kalbinin büyük tasvircisi Moliere'in zihninde daima ikinci yolun daha  tesirli olduğu fikrini tuttuğu anlaşılmaktadır, Aynı şey bütün dünyada geçerlidir.

Bana Sezar' in yaptığı şeyi söyleyin, size o günlerin Romalılarını tasvir edeyim, Bana modern diplomasinin başardığı şeyi söyleyin, size dünya milletlerinin ahlâkî durumunu tasvir edeyim. 

Eğer, iki kere ikinin matematikte olduğu gibi politik ekonomide de dört ettiğine ikna edilmemişsek, Afrika probleminin masraflarıyla ve güçlükleriyle karşılaşmamalıyız. Fransa sahte şeref âşığı olmamış olsaydı, M. Guizat, "Fransa, şerefini korumak için gerekli masrafı yapacak kadar zengindir" demek fırsatına sahip olmazdı. Aynı devlet adamı, gerçekten, ağır hükümet harcamaları ile özgürlüğün birbir­leriyle bağdaştırılmayacağını anlasaydı, "özgürlük, Fransa için, fiyatı üzerinde pazarlık yapılmayacak kadar kıymetlidir" demezdi. 

Tekelleri besleyen, insanların sandığı gibi tekelciler değil, tekelleşmiş olanlardır.

Ve, seçimlerle ilgili olarak, yozlaştırıcılar olduğu için insanlar yozlaştırılabilir değildir, tam da tersine, kanıtlar ikincisinin yozlaşmasının bütün maliyetini ödedi­ğini göstermektedir. O zaman, yozlaşmayı sona erdirmek onların görevi değil mi­dir? 

Dinî ahlâk, eğer yapabilirse, Tartuffelerin, Sezarların, kolonyalistlerin, arpalık­lardan otlananların, tekelcilerin ve benzerlerinin kalbini yumuşatır. Politik ekono­minin görevi onların aldattığı kimseleri aydınlatmaktır.

Bu iki metottan hangisi sosyal gelişmeyi teşvik etmede daha etkilidir? Bu suale bir cevap verme ihtiyacı varsa, ikinci diyeceğim. İnsanlık, korkarım, bir müdafaacı ahlâk sistemini öğrenme ihtiyacından kaçamaz.

Araştırdım, okudum, gözlemledim ve sorguladım; ama boşuna. Hiçbir yerde, on­dan yararlananların gönüllü fedakârlığıyla ortadan kalkmış bir istismar bulamadım. 

Tersine, ondan zarar gören insanların muhalefetine maruz olan pek çok örnek görmekteyim.

Bu yüzden, istisnaların sonuçlarını tasvir etmek onları ortadan kaldırmanın en tesirli yoludur. Bu, özellikle, korumacılık sistemi gibi, kitlelere ağır zorluklar bin­dirirken ondan faydalanmayı umanlara sadece yanılsama ve hayal kırıklığı veren istismarlar için böyledir. Bu, faydacı etik, kendi başına, insan ruhunun sıcak tabiatının ve en asil yeteneklerinin yol açması umut edilen sosyal iyileşmeyi sağlaya­bilecek demek midir? 

Bu müdafaacı etik sisteminin -ki, nihaî tahlilde insanların doğru anlaşılmış menfaatlerinin kabullenmesinden başka bir şey değildir- evrensel yayılması adalet ve genel refaha uyumludur. Bu tür ilkelere dayanan bir toplum, iyi düzenlenmiş olmasına rağmen, çok çekici olmayabilir; çünkü, böyle bir toplumda, aldatılacak kimseler olmayacağı için dolandırıcılar olmayacaktır. 

Açlık tarafından zayıflatılmış aileler canlanmak için çok küçük bir gıdaya ihtiyaç duyacaktır; herkesin tedbirliliği herkesin uyanıklığıyla birleşecektir; kısaca re-form, dışsal davranışları düzenlemesine rağmen, insanların vicdanına nüfuz etmiş olmayacaktır. Böyle bir toplum, bazen, haklarının en küçük ihlâline karşı direnme ye hazır ve her yerden gelecek ihlâllere karşı onları korumada becerikli adalet meraklılarında örneklendirilir. Onlara saygı duyabilir ve hatta hayran olabilirsiniz, fakat arkadaşınız olarak seçmezsiniz. 

Bu iki etik sistem, karşılıklı suçlamalar yerine, kötülüklere saldırmak için bir­likte çalışmalıdırlar. Ekonomistler görevlerini yaparlarken -çabucak inananların gözünü açmak, önyargıların kökünü kurutmak, her hile tipi hakkında karşılaştırıla-bilir ve lüzumlu güvensizlik uyandırmak, şeylerin ve eylemlerin hakikî mahiyetini araştırmak ve tasvir etmek- dinî ahlâkçıların da kendilerinin üzerinde daha çok anlaşılacak ve fakat daha zor görevlerini yapmalarına müsaade edelim. Dinî ahlâk­çıların ahlâksızlıkla mücadele etmesine, hayırın, fedakârlığın, benliğinden vaz­geçmenin lezzetlerini tasvir etmesine; kötülüğün kaynaklarını kuruttuğumuz yer­de erdemin kaynaklarını açmasına izin verelim; bu onun görevidir. Bu asil ve muh­teşem bir görevdir. Fakat dinî ahlâkçılar insan toplumlarında gelişmiş ahlâkın faydalılığını niçin inkâr etsin? 

Bir toplumun, zatî olarak erdemli olmaksızın ekonomik ahlâk sisteminin işleyişi tarafından iyi bir şekilde düzenlenmesi (kastettiğim politik ekonomi bilgisinin sağ­lanmasından fazlası değildir) dinî ahlâkın da ilerlemesine imkân sağlamaz mı? 

Alışkanlığın insanın ikinci tabiatı olduğu söylenir. 

Herkesin sadece aydınlanmış kamunun direnişinin sonucu olarak adaletsizliğe hiç alışmadığı bir ülke bile yaşamak için pek hoş bir yer olmayabilir. Bana öyle görünüyor ki, bu ülke en azından daha saf ve yüksek bir düzenin kaidelerini algıla­maya hazır olacaktır. Kötülük yapmaya hiç alışmamış olmak bile iyiliğe doğru geniş bir adım atmaktır. İnsan yerinde sabit kalmaz. Sadece rezilliğe yol veren günah/ kötülük yolundan ayrılmış olmakla dahi erdemin cazibesini daha fazla his­sedecektir. 

Belki de toplum, insanların kişisel menfaat erdemini tatbik ettiği bu adî safha­dan geçecek ve böyle bir motive ihtiyaç hissetmeyeceği daha şahane bir safhaya yükselecektir. 

Çeviren: Atilla YAYLA-Emrah AKKURT

Kaynak: Frederic Bastiat

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005