|
Bir İktisat Sohbeti
Son
devalüasyon, bankalar sistemi üzerine salınmış bir
vergi imiş. Bu vergi, ne çiftçiye, ne memura, ne de
esnafa salınmış!. Doğru, ama, devalüasyondan önce ne
oldu? Kur makası yükseldikçe, yöneticilerin
inanılmaz rehaveti ve inadı, bazılarını şaşırttıkça,
işini bilenleri hummalı bir faaliyete itti. İş
bununla da bitmedi. Merkez Bankası, devalüasyonun
hemen arifesinde, hatta aynı günün sabahında bazı
bankalara bir miktar döviz sattı. Döviz alımında
bulunanlar, doğal olarak, rasyonel bir davranış
içinde idi. Satanlar acaba ne tür bir davranış
biçimi içinde idi? Kur makası bu kadar açılmışken
olayı ancak bir çocuk saflığı içinde algılayarak,
döviz satış işini gerçekleştirenler, bu olayı bir
defa daha düşünürlerse, hiç değilse bundan sonra bu
tür hatalara düşme olasılığını, tam olarak
kaldırmasalar bile, oldukça azaltmış olurlar.
Baş siyasiler, TL.'ye yatırım yapanların kazançlı
çıktığını ve bundan sonra da böyle olacağını
söylüyorlar. Doğru! Ama, döviz piyasasında bir gün
içinde astronomik düzeyde yükselen döviz (özellikle
de dolar) üzerinde spekülatif işlem yapan zararlı mı
çıktı? Cevap, hayır'dır. Peki. buna niçin müsaade
edildi? Çünkü, finans kesimi ağırlaşan dış borç
yükünü birilerine atmak için manevra süresine
ihtiyaç duyuyordu. O zaman siyasal ve bürokratik
karar merkezleri kimin hayrına çalışmış oldu?
Kara Çarşamba, Türkiye'nin dış finans alenime
eklemlenme sürecinde, finans kesiminin ileri bir
alan kazanma hamlesidir. Finans kancası ile
Türkiye'ye abanmış olan dış çevreler, iç finans
çevreleri ile işbirliği içinde, kaynak aktarım
sürecini fevkalade başarı ile sürdürmektedir.
Türkiye'nin kredi notu. kamu açıklan nedeni ile
değil, fakat ekonominin açığı nedeni ile
düşürülünce. Batı'nın mesajı. "Lütfen, faizleri
yükseltin!" oldu. Bu yük sadece Türkiye'nin borç
miktarının artmasından değil, fakat Türkiye'nin
mecburiyetinin anlaşılmasından dolayı dayatıldı.
Türkiye'ye borç verilmeyecek diye bir şey. doğal
olarak, söz konusu değildir. Tam ters, Türkiye
Batı'lıların iştahını daha fazla kabartacaktır.
Sorun da buradadır. Bir Japon, kendi hazine bonosu
yerine Türkiye'nin hazine bonosunu alıyor ise, bu
olayın nedeni biraz daha akıllıca yorumlanmalıdır.
Hele de Türk ekonomisinin genel verimliliği Japon
ekonomisinden daha düşük ise. ki öyledir, olayı iki
defa düşünüp, halkın karşısına öyle çıkılmalıdır.
Bunda, "Samurai Bond piyasasına girdik" diye övünmek
mi, yoksa faiz hadlerini de dikkate alarak, biraz
olsun düşünmek mi gerekir! Türkiye'nin bu borca
muhtaç ve mecbur olması bu dayatmayı getirdi.
Türkiye'yi bir rantiye cennetine çeviren fınans
kesimi, faizlerin yükseltilmesi yönündeki bu kutsal
emri hükümete dayattı. Zira. bu yükün birileri
tarafından yüklenilmesi gerekmektedir. Bu amaçla, ya
üretimde verimlilik artırılacak veya bir yandan.
ücretler bastırılırken, diğer yandan da fiyat
artışları yolu ile tüketici bastırılacaktır. Milli
sanayimizin geleneksel davranış patolojisi, daha
çok ikinci şıkkı gündeme getireceğe benziyor.
Türkiye dışarıdan aktardığı bu kaynaklan sosyal
devlet oluş-tumada mı kullanıyor: eğitim hizmetini
kalkındırarak, beşeri sermaye kurmada mı kullanıyor;
sağlık hizmetlerini geliştirerek, hastaların en
büyük kentlerde bile röntgen için bekleme sürelerini
kısaltmada mı kullanıyor: yoksa işsizlikten can
çekişen ileri ülkelerin her çeşit malını, yine
fınans kesiminin pompalaması ile ülkeye mi sokuyor?
Evet, bu örnekler biraz abartılı, ama, lütfen biraz
düşünelim: Türkiye neyin bedelini, kimin sırtından
ödüyor? Tasarruf oranı % 15"lere gerilemiş, gelir
dağılımı bozulmuş ve ihracatımız ithalatımızın ancak
yarısını karşılar hile gelmiş, hala parasal ve
marjinal önlemler (ki bunlar önlemde değil) üzerinde
duruyoruz. Önlemler uzun-dönemli olmalıdır: Reel
kaynaklarımızı artırmalıyız, görgüsüzlük örneği
kaçıncı yıl binaları değil, teknoloji-yoğun yatırım
yapmalıyız. Hepsinden de öte, beşeri sermaye
üretmeliyiz. Ekonomiler Mı tür gerçek olgular
üzerine oturur.
Kaynak: İzzettin Önder – İstanbul Üniversitesi
Maliye Bölümü
|