|
Dünyada IMF eleştirileri ve
Seçim Sonrası Türkiye -
IMF İlişkileri
IMF Eleştirileri
IMF uzun zaman zamandır çeşitli eleştirilere hedef olmuştur.
Bu eleştiriler genellikle IMF politikalarının
dizaynı, uygulaması, ve IMF'nin kriz yönetimi
konularını kapsar. Örneğin, Prof. Dr. Oktay Yenal
Türkiye'nin yaşadığı son sekiz senedeki çeşitli
krizler için önerilen politikaların dizaynlarının
tutarsızlığını eleştirmiştir. IMF, cevap olarak, kendi politikalarının zaman içinde değişmiş
olmasının nedeninin, politikalarında bir
tutarsızlığı yansıtmak yerine, Türkiye'de krizi
yaratan koşulların zaman içinde değişmiş olduğunu ve
bu nedenle IMF politikalarının değişen koşullara
karşı olarak gelişmiş olduğunu iddia etmiştir.
Fakat, aynı zamanda, IMF Avrupa birinci direktörü
Michael Deppler, 1999-2000 krizinde öngörülen
dövizde çıpa rejimi ve Merkez Bankası kredilerinde
kısıtlamayı kapsayan IMF reçetesinin, geriye
bakıldığında Türkiye koşullarına göre biraz kırılgan
olduğu hatasını kabul etmiştir. Bu yanlışlığı kabul
etmesine rağmen, hükümette de bir suç payı
olduğunu iddia etmiştir. Deppler'e göre IMF'nin
yaptığı analiz ve önerdiği politikalar ne kadar
doğru olursa olsun, siyasilerin pazarları, ekonomik
uygulamalara olan bağlılıkları konusunda ikna
etmeleri sorumlulukların olduğunu, ve, yetkililerin
bu konudaki görevlerini tam olarak yerine getirmemiş
olduklarını ima etmiştir.
IMF
hakkında bir eleştiri tutarsızlıksa, bir diğer
eleştiri de, tam tersine, zaman zaman bu örgütün
politikalarında yeteri kadar bir esneklik
olmadığıdır. Bazı kritikler, IMF'nin hasta kim
olursa olsun, hastalık ne olursa olsun, hep aynı
reçeteyi yazma eğiliminde olduğunu iddia ederler.
Ancak, krizleri yaratan koşullar her zaman aynı
olmadığı için önerilen tedavinin zaman zaman yanlış
olduğu iddia edilir. Bahis konusu reçeteyi "iki
aspirin al yarın yine gel" sendromuna benzetirler.
Yukarıdaki eleştiride olduğu gibi bu eleştiride de
bir gerçek payı var. Verdiği kredi karşılığı olarak
IMF’nin koyduğu koşullar aşağı yukarı her zaman
aynıdır ve tipik olarak enflasyonun kontrol altına
alınması, kamu finansmanının disipline sokulması, ve
pazarların serbesleştirilmesi için gereken kurumsal
ve kanunsal değişiklikler yapılması konularını
kapsar.
Belki de daha önemli bir eleştiri, bu önerilerin
takvimi hakkındadır.
Uzun vade için doğru olabilecek olmasına rağmen,
gelişmış Ülkelere oranla büyük yapısal ve kültürsel
farkların olduğu gelişen ülkelerde, önerilen
dramatik değişikliklerin acele olarak yapılması
talebi, bu Ülkelerde sağlam bir sistemin
kökleşmesini önleyebilir. Bu eleştiriye göre,
önerilen radikal yapısal değişikler "kemer sıkma"
politikaları ile eşdeğerdedir. Yaratılan güçlükler,
bu güçlüklerin her ekonomik sınıf için aynı derecede
olmadığı izlenimiyle bir araya getirildiğinde,
finansal ve sosyal bir kaos yaratma potensiyelini
taşır (Arjantin' de olduğu gibi). Bu konu aşağıda
yine gündeme gelecek.
IMF politikalarının bir diğer eleştirisi ise IMF
kredisiyle beraber gelen, yukarıda bahsedilen tipik
katı, sert, ve acımasız makro koşulların (draconian
measures), kısa vadede ekonomik dalgalanmaları daha
da artırıcı nitelikte olmasıdır (pro-cyclical). Bir
kriz ortamm da ekonomi konjoktür devresinin zayıf
noktasında olduğu için, IMF'nin büyüme düzeyinin
önüne geçen nitelikte olan önerileri, bu zayıflığı
daha da artırır. Kriz ile ilgili veriler genellikle
makro ekonomik şartların zayıf olduğunu yansıtır
(işsizlik artışı, ekonomik duraklama, faiz
yükseklikleri, bütçe açığı gibi). IMF'nin koşulları,
bu problemlerin nispeten kısa vadede çözülmesini, ve
çözümün, kamu harcamalarını azaltma, vergileri
artırma, dar ve sıkı (tight) bir para politikası
uygulanması gibi bir menüyle yapılmasını önerdiği
için, makro ekonomik ortamı kısa vadede daha da
zayıflatıcı bir hale getirir. Yaratılan böyle bir
durum hem ekonominin sınırlarını büyük ölçüde
zorlar, hem de içilmesi önerilen bu acı ilaç sosyal
patlamalar yaratacak nitelikte olabilir.
IMF politikaları konusundaki diğer önemli
eleştirileri değişik kamplara koymak mümkün. Bir
grup, IMF' den çok IMF'nin standart reçete$ini
yeteri kadar kadar azimli ve inançlı olarak
uygulamayan politikacıları suçlar. Örneğin
Meksikanın Başkanı bu görüşü savunmaktadır. Bu gruba
göre bir takım ülkeler, IMF' den kredi sağlamak
için, sürülen koşulları ciddi olarak
uygulamayacaklarını bile bile, uygulayacaklarını söz
vererek kredi alırlar. Dolasıyla, bu iddiaya göre,
programın başarısızlığı IMF politikalarındaki bir
dizayn yanlışlığı yerine bu politikaların ciddi
olarak uygulanmamış olmasından kaynaklanmış olur.
Arjantin'nin bu Ülkelerden bir tanesi olduğu öne
sürülmektedir.
Bir başka kamp, IMF direktifi altında ülkelerin
piyasalarını erken olarak açmak zorunda
bırakıldıklarını, yapısal reformları sistem ve
kültür açısından hazır olmadan ve çok acele olarak
yaptırılmak durumuna düşündüklerini iddia eder. Bu
grubun en uç noktasını Joseph Stiglitz temsil
ediyor. Stiglitz yabancı sermayenin, ürkekliği
nedeniyle, en ufak bir tehlike halinde bir ülkeden
hemen kaçmasının ( Asya krizinden sorumlu olan
olaylardan birisi), kredi alan ülkeleri çok güç bir
çıkmaza soktuğunu söyler, ve bundan da IMF'yi
sorumlu tutar. Stiglitz, ayrıca kriz geçiren
ülkelerin bütçe açıklarını azaltmak yerine
çoğaltmaları gerektiği bir ortam içinde olduklarını
savunarak, IMF politikalarının yanlış reçete olduğu
görüşünü ileri sürüyor. Stiglitz'in görüşleri
ekonomistlerin büyük bir çoğunluğu tarafından aşırı
bulunur. Ancak bu görüşlerde bir gerçek payı olduğu
da inkar edilemez. Stiglitz, bu görüşleriyle, IMF
tarafından istenilen yapısal değişikliklerin, bahis
konusu olan ülkeler için en kötü zamanlarda empoze
edildiğini de ima etmiş oluyor. Bu noktaya tekrar
dönmeden önce bir başka kampın eleştirilerine
bakalım.
IMF politikaları konusunda son bir eleştiri de bu
örgütün politik felsefesinin en büyük hissedarının
seçim sonuçlarına bağlı olarak, zaman zaman tutarsız
hale geldiği iddiasıdır. iktidarda olan Amerikan
hükümetleri arasında IMF'nin ne gibi ekonomik
politika uygulaması konusunda derin görüş
ayrılıkları olabiliyor. Örnek olarak Clinton
senelerindeki felsefe, IMF'nin büyük miktarda kredi
verip, ülkeleri kurtarmak, ve buna karşılık olarak
da bu ülkelerden dramatik ekonomik politika
değişiklikleri talep etmek şeklindeydi. Şu andaki
Bush rejiminde ise, felsefe ülkelerin IMF tarafından
iflastan kurtarılma beklentilerinin kırılması
biçimine dönüşmüştür. Hatta, Bush rejiminin
politikasının ülkeler düzeyinde de bir ek
tutarsızlık içinde olduğu ileri sürülür. Bu iddiaya
göre, bahis konusu olan ekonomik sorunlu ülke,
Amerikan çıkarlarına paralel bir ülkeyse (örneğin
Türkiye), ABD’nin IMF'ye bu ülkeye kredi vermesi
tavsiyesinde bulunduğu, ancak, ABD'nin çıkarları
açısından daha az önemli olan ülkelere ise IMF
kredilerine müptela olmamaları nasihatinin
verilmesinin önerdiği iddia edilmektedir.
çoğu zaman, IMF politikaları ilk etapta çalışır gibi
gözükür, ama sonradan bu başarının kalıcı degil de
geçici olduğu ortaya çıkar. Bunun bir nedeninin
olması gerekir. Örneğin, Türkiye'de 1999 Aralığı IMF
paketi 200Ô yazı başına kadar olumlu şartlar
yarattı. Aynı şekilde 2001 paketinin de 2002 yazı
başına kadar olumlu etkileri görüldü, ancak her iki
defasında da bu olumluluk uzun süreçli olamadı.
Dolayısıyla, IMF reçetesinin önerdiği değişiklikler
bazen ilk etapta bir başarı hayali yaratabiliyor ve
bu "hayali" durum piyasalara kırılgan bir
istikrarlılık getirebiliyor. Belki de bu
değişiklikler organik olma yerine dışardan (IMF
tarafından) empoze edildiği için, ve acele olarak
yapılması gerektiği şartıyla beraber geldiği için,
kısa zamanda kriz içindeki ülkenin ekonomik
kültürünün bir parçası alamıyor. Sonuç olarak,
yapılması şart koşulan sosyal ve ekonomik
değişiklikler henüz ekonomik kültürde kökleşmemiş
bir nitelik taşıdığı için, oluşabilecek şoklara
karşı sistem bir bağışıklık kazanma fırsatını
bulamamış oluyor. Belki de bu nedenle, ekonomi uzun
vadede bahis konusu şokları kaldıramayacak bir
durumda olabiliyor.
Finansal alt yapının organik olarak ve ülkenin
ekonomik/sosyal koşullarının hazmedebileceği bir
hızla yapılması çok önemlidir. IMF'nin gelişen bir
ülkeye pazarlarını serbestleştirmesi, kamu
finansmanını disiplinine sokması, vs. gibi
koşullarla kredi verip, bu ülkeyi bir kaç sene
içinde bir mini Amerikaya dönüştürebileceğini
sanması hem hayal olur, hem de bu ülkeyi sosyal
patlamaların eşiğinde bırakır. Amerika bir kaç sene
içinde Amerika olmamıştır. Bu günkü Pazar
ekonomisini oluşturabilmesi için uzun bir zaman
süresine ihtiyacı olmuştur.
Nitekim bu' günlerde A.B.D. sisteminin bile her
zaman yüksek randımanlı koşullar altinda
çalışmadığını zaman zaman ortaya çıkmaktadır.
1980'lerdeki "Junk Bonds", "Leveredged Buyouts" gibi
aşırılıklar, 1990 'ların sonuna doğru oluşan
ınternet sektörü "buble" olayı, son bir yıl içinde
şahit olduğumuz muhasebe boyutlu şirket skandalları
bu sistemin A.B.D. de bile her zaman iyi
çalışmadığını gösteren örnekler oluyor. Ancak
gelişmiş ülke finansal yapılarının üstünlüğü,
sisteme bir virus girdiğinde, sistemin içinde
otomatik olarak virus ile savaşacak bir mekanizmanın
olmasıdır. Bu düzenleyici güçlerin varlığını
sistemin, Emon, Worldcom, ve Arthur Anderson gibi
şirketlere verdiği, cezalarda görüyoruz. Sermaye
pazarları bu şirketleri iflasa zorlamıstır. Bir
şirket için ölüm cezası temsil eden iflas durumu hem
bu şirketleri cezalandırarak hem de diğer şirketlere
aynı duruma düşebilecekleri sinyalini yollayarak
sistemin disiplinli olarak çalışmasını sağlar.
Böylesine acımasız cezaların, muhasebe sistemlerine
jimnastik yaptırarak hissedarları aldatmayı düşünen
şirketlerin bu şekilde davranmalarını önleyici bir
ortam yarattığı muhakkaktır.
Aynı durum gelışmekte olan ülkeler için bahis konusu
değil. Bu tip ülkelerin sistemlerinin kendi hatasını
kendisinin düzelteceği bir finansal alt yapıyı kısa
zamanda oluşturmaları beklenemez. IMF'nin bunu
anlaması ve önerdiği politikaların bu durumu kabul
edici olması gerekir. Horst Köhler, "Sistemin Latin
Amerikada çalışmadığını gördük ve daha öğrenmemiz
gereken çok şeyin olduğunu anladık" itirafında
bulunmuştur. Ancak bu itirafa rağmen, IMF politikasi
hala gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkelerdeki
finansal alt yapıya benzer bir alt yapıyı kısa bir
sürede oluşturabilecekleri prensibine
dayanmaktadır.
Yine Arjantin'i örnek olarak kullanırsak hem
IMF'nin desteği nedeniyle, ve hem de ülkenin
enflasyon savaşının başlangıcındaki başarısı sonucu,
bu ülkeye kredi vermek için yabancı yatırımcılar
kuyruğa girmişlerdi. Ayrıca, ülkenin kasası
özelleştirme sonucu elde ettiği nakit hasılatla
dolmuştu. Bunlara Arjantinin piyasalarının
tecrübesizliğini, ve kamu finansman disiplin
kavramının sağlıklı olarak yerleşme fırsatını
bulamamış olduğunu eklersek, böyle bir ülke
hükümetinin hovardalığını devam ettirmesi çok
anormal gözükmüyor. Buna ilaveten, ekonomik ortam
böylesine başarılı gözükürken, böyle bir ülke
büyüyen borç şeklindeki ufukta toplanan bulutlar
konusunda IMF'nin ya da bir başkasının ikazlarını
dinler mi? Ama bulutlar yağmura dönüştüğünde,
yabancı kredi ülkeyi süratle terk ettiğinde, bu ülke
132 Milyar dolarlık borcunun servisini durduracağını
ilan ettiğinde, ülke iflas etmiş, vatandaşları
perişan olmuş, ve ekonomi sonu belli olmayan aşağı
yönlü bir spiral devresine girmiş olur. Belki ülkede
IMF zorlamasıyla acele ve acil olarak yaptırılan
yapısal değişiklikler, ülkenin hazmedebileceği bir
hızla ve organik olarak yapılsaydı durum daha olumlu
olarak sonuçlanabilirdi.
IMF'nin önerdiği ekonomik politikaların uygulanması
için tanıdığı kısa sürenin, kriz ülkesinin sosyo -
politik yapısına uyup uymadığı çok önemli bir
konudur. Aksi takdirde, ekonomi için öngörülen
tedavi doğru bile olsa, ülke ve IMF'nin çabaları
başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkumdur.
SEÇİM SONRASI TÜRKİYE - IMF İLİŞKİLERİ
IMF çeşitli ortamlarda, seçim sonrası
iktidara gelecek hükümetle yapılan anlaşmaları
yeniden müzakere etmeyeceğini ilan etmiştir.
Nitekim, seçimden kısa bir sure önce, IMF, seçim
sonrasına kadar Türkiye ile olan ilişkilerini
dondurmuş olduğunu ilan etmiştir. Ancak, IMF politik
açıdan bu şekilde konuşmak zorunda olduğu için,
anlaşmaların müzakere konusu olamayacağı iddiasında
bir pazarlık payı olması gerektiğini sanıyorum.
Türkiye'de IMF'nin bu görüşüne abone olmuş bir
kesim var. Bu nedenle, sık sık, "eğer IMF’nin
politikalarını uygulamazsak, IMF bizle ilişkisini
koparır" korkusunun ağır bastığı tartışmalar oluyor.
Bence bu hem biraz abartılmış, hem de konuya sadece
Türkiye açısından bakıldığında elde edilen bir
görüştür. Aynı konuya IMF açısından bakıldığında,
IMF ile müzakere masasına oturma durumunda,
Türkiyenin durumunun o kadar zayıf olmadığı ortaya
çıkar. Ayrıca, Türkiye'nin IMF ile yaptığı
anlaşmaları yeniden müzakere etme durumunda, elinde
oynayabileceği bir kaç önemli kozunun varlığı da
gündeme gelir.
Yeni
hükümetin mutlaka IMF ile müzakere masasına oturması
gerektiğine inanıyorum. Bahis konusu kozları
tartışmadan önce, müzakere konusu olması gereken
konuları, ve bu konularda Türkiye'nin tutumunun ne
olması gerektiği hakkındaki görüşlerimi paylaşmak
istiyorum,
*
2002, 2003, ve 2004 yılları için faiz dışı fazlası /
GSMH oranının %6.5 olması hedefi en az 2-3 yıl
sonrasına ertelemelidir. Bu konuda şu andaki iktidar
partisi, seçim kampanyasında %6.5 oranının
indirilmesi gerektiği görüşünü savunmuştur. Benim
önerim bunun daha da ötesine gitmektedir. Miktar
yerine takvimsel boyutlu bu önerinin en önemli
nedeni, gelir artışı (büyüme) yoluyla elde
edilebilecek vergi artırıcı politikaların
uygulanabilmesi açısından "erteleme" alternatifinin
en yüksek esnekliği sağlayacak olmasıdır.
Türkiye'nin şu andaki makro problemlerinin çözümü
açısından en öncelik koyulması gereken problemi
ekonominin büyüme düzeyidir. Borç probleminin
çözümünün en mantıklı yolu, GSMH denkleminin hem arz
boyutunda, hem de talep boyutunda yapılacak
değişikliklerle mümkün olabilir. GSMH'nin arz
boyutunda yapılacak düzenlemeler, yatırımları teşvik
edici vergi indirimleridir. Talep boyutlu reformlar
ise düşük ve sabit gelirlilerin vergi oranlarının
indirilmesi şeklinde olmalıdır. Bu vergi reformları,
kısa vadede vergi gelirlerini azaltıcı bir nitelik
taşıyacağı için, IMF'nin koyduğu oran hedefinin,
IMF'nin koyduğu tarihlerde gerçekleştirilmesini
güçleştirir.
*
IMF'nin öngördüğü yapısal reformların hızı Türkiye
koşullarına uymalıdır, ve IMF'nin Türkiye'nin bu
konuda önereceği tavsiyeleri ciddi olarak dinlemesi
gerekir. Sonuç olarak, Türkiye'de IMF'nin önerileri
bazında uygulanan programlara karşı bazı kesimlerde
doğmuş tepkinin yoğunluk derecesinin
değerlendirmesini, IMF Türkiye kadar isabetli
yapamaz. Ayrıca, Türkiye, diğer IMF borçlularına
oranla bahis konusu olan reformların büyük bir
kısmını halen gerçekleştirmiş bir durumdadır.
Nitekim, IMF, Türkiye'de yapılan yapısal
değişiklikleri diğer borçlu ülkelerle olan
ilişkilerinde örnek olarak kullanmaktadır. Ancak,
IMF programı, yarattığı güçlükler nedeniyle, bir çok
kesimde büyük bir öfke kaynağı haline gelmiştir. 3
Kasım seçimleri önemli bir ölçüde bu öfkeyi
yansıtmıştır. Programın henüz tamamlanmamış
reformlarını gerçekleştirilmiş olan reformlar
hızında yapmaya çalışmak, çekilecek ek güçlükler
nedeniyle, oluşmuş olan ters tepkiyi daha da
artırabilir. Bu durum ülkeyi sosyal patlama
noktasına getirebilir. En azından, halkın genel
olarak benimsediği bu programları red etmeleriyle
sonuçlanabilir.
*
Bunun bir parçası olarak IMF'nin vergi gelirlerinin
artırılması, ve bütçe giderlerinin azaltmasına
yönelik vergi reformlarının potansiyel sosyopolitik
zararları müzakere de IMF'ye anlatılmalıdır. Bu
program yerine, .yatırım koşullu vergi teşvikleri,
sabit gelirlerinin vergi oranlarında indirimler, ve
vergi ahlakının yerleşmesini hedef alan
değişiklikleri içeren bir reform paketinin ülke için
uzun vadede en faydalı alternatifi oluşturduğu
konusunda IMF ikna edilmelidir.
* Özelleştirme konusunda Türkiye'nin IMF ile
hemfikir olduğu mesajı IMF'ye iletilmelidir
* Aynı şekilde, Türkiye'nin dalgalı döviz politikası
konusunda bir değişiklik yapmak düşüncesi olmadığı
IMF'ye kesin bir lisanla aktarılmalıdır.
*
Merkez Bankasının IMF hedeflerine ulaşmayı
amaçlayan bir para politikası uygulayan bir kuruluş
haline gelmesinin Türkiye' de ters bir tepki
yaratabileceği IMF ye açık olarak anlatılmalıdır.
Merkez Bankasının IMF'nin bir yan kuruluşu gibi
davranması ilerde öfkeli bir ortamın oluşmasıyla
sonuçlanır. Merkez bankası gerçek anlamıyla tam bir
özerk kuruluş olmalıdır. Merkez Bankasının
hükümetten kazandığı özerkliğini IMF'ye
kaybetmesinin bir anlamı olamaz. Bu özerklik hem
hükümete hem de IMF'ye karşı korunmalıdır. Merkez
Bankasının para politikası tamamen bağımsız
olmalıdır. Aynı zamanda, bu politika, katı yerine
esnek bir politika olmalıdır. Şunu unutmamak
gerekir: para politikası açısından çok muhafazakar
bir ekonomist olan Alan Greenspan, 2001 yılında
ekonomik şartlar gerektirdiği için faiz oranlarını 2
defa düşürmek konusunda tereddüt etmemiştir. Aynı
tip esnekliği, şartlar gerektirdiği zaman, Merkez
Bankasının da göstermesi gerekir.
*
IMF'nin kredilerinin nasıl kullanıldığı konusunda
genellikle bir yanlış algılama vardır. Sanılır ki,
IMF'den alınan bir krediyi ülkeler istedikleri gibi
kullanabilirler. Bu doğru değildir. Gerçekte,
ülkeler bu kredileri IMF'den özel bir izin almadan
reel sektörde kullanamazlar. IMF'nin verdiği bu
krediler, ülkelerin döviz reservlerinde gözüktüğü
için bir vitrin göstergesinden başka bir şey
değildir. Bu görüşün mantığı şudur: yabancı
yatırımcılar, bu döviz artışını gördüklerinde,
bahis konusu ülkeye daha kolay ve daha uygun
şartlarla kredi sağlarlar. Böyle bir durum
gerçekleştiğinde, krizli ülke, IMF "sayesinde"
yabancı pazarlardan kredi elde edebilip, elde
ettiği krediyi reel sektörde kullanabilecektir. Ben
böyle bir aranjmanın Türkiye tipi ülkeler için,
maliyetini karşılayamayacakları bir lüks olduğu
görüşündeyim.
Prof Dr. Vefa Tarhan
|