|
Irak Savaşı Sonrası ABD Dış Politikası
Başbakan Erdoğan'ın
burada, Washington' da ABD Başkanı ile buluşuyor
olmasından dolayı çok memnunum. Zira, Türk-Amerikan
ilişkileri zorlu bir iki yılı geride bıraktı. Ben,
ABD'nin Irak politikasına uymadı diye Türkiye'ye
kızgın olanlardan değilim. Bana göre, eğer
demokratik ülkeler ile ittifak kuruyorsanız,
aranızda bazı politikaları tartışıp sonucunda da
anlaşamamaktan daha doğal bir şey yok.
ilişkilerin, tek tarafın etkisi altından kurtulup,
iki yönlü etkileşime doğru yönelmesini ümit ederdim.
Bugünkü konuşmamda, Amerikan dış politikasını Irak
bağlamında ve iç siyasetteki gelişmeler ışığında
değerlendirmek istiyorum.
Genel çerçevede, dünyada son üç yılda nelerin
değiştiğine bakmak gerekiyor. Bu değişim, 11 Eylül
ile başladı. 11 Eylül, bu ülkeye büyük bir şok
yaşattı. Fakat şokun burada yorumlanışı dünyanın pek
çok yerinden, özellikle de Avrupa'dan göründüğünden
farklıydı. 11 Eylül saldırıları, kitle imha
silahları kullanılarak gerçekleştirilmedi, ancak
saldırıyı yapanların toplu ölümü hedef edinmiş
olmaları, Amerikalıları, dünyadaki birincil tehdidin
kitle imha silahları edinmek isteyen İslami terörizm
olduğuna inandırdı. Bunların her ikisi de daha önce
vardı, yeni keşfedilmedi. Terörizmle mücadele,
süregelen bir' meseleydi ve nükleer olsun,
biyolojik olsun kitle imha silahları uzun süredir
problem olarak karşımıza çıkıyordu. Ancak terörizm
ve kitle imha silahlarının toplu ölümü kendine hedef
seçmiş gruplar tarafından kullanılması, tehdit
ettiği Amerikalıların ölçeğine de bakıldığında Soğuk
Savaş sırasında karşılaşılmayan derecede önemli ve
yeniydi. Caydırılması mümkün olmayan devlet dışı
aktörlerin, Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi
çevrelenmesi de imkansızdı.
İşte bu bakış açısı, Avrupalılarınkinden oldukça
farklı. Avrupalılar, 11 Eylül olaylarını IRA ve ETA'
da olduğu gibi, daha önceden karşılaşılan türden
terörist saldırıların bir başka versiyonu ve devamı
olarak görme eğiliminde. Dolayısıyla, bu saldırıları
varolan parametreler içerisinde değerlendirmek
istiyorlar. Ancak Amerikalılar, 11 Eylül'ü varolan
terörizm formatının devamı olarak görmek bir yana,
toplu cinayetleri hedef seçen saldırıların daha
sıklaşacağı yeni bir dönemin başlangıcı sayıyorlar.
Zannediyorum ki bu anlayış, Amerikalıları
Afganistan' da durmak yerine, Eylül 2002'de
yayınlanan yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesini
oluşturmaya itti. Bu belge, bize önceden müdahale
olarak sunulan ancak gerçekte önleyici müdahale
olarak niteleyebileceğimiz anlayış üzerine kurulur.
Bu anlayış, önceden müdahale doktrininin aksine,
tehlikeleri gerekirse daha olgunlaşmadan ortadan
kaldırmak için güç kullanmayı öngörüyor. Stratejik
gerekçelerine baktığınızda bu anlayış çok da
mantıksız değil. Caydırılması mümkün olmayan,
sınırlar ötesi ve devlet dışı hareket eden
teröristlerle karşı karşıysanız, onlar sizi vurmadan
harekete geçip sizin onları vurmanız gayet meşru bir
davranış Ancak doktrindeki
problem, teorik ve meşruiyet sorunundan ziyade Bush
Yönetimi'nin ortaya koyuş biçiminden kaynaklanıyor.
Çok da şaşırtıcı olmasa gerek, Yeni ABD stratejisi,
Bush'un Şer Ekseni konuşması ve Yönetimin diğer
yetkililerinin Ortadoğu ve İslam dünyasını
dönüştürme vurguları düşünüldüğünde, bir dizi askeri
müdahalelerin ilanı olarak algılandı. Önce
Afganistan, sonra Irak, sonra Kuzey Irak derken İran
ve Suriye...ABD Yönetimi'nin söylemleri, kendinden
sonraki 16 ülkenin askeri gücünün toplamına eşit
bir kuvveti elinde bulunduran ABD'nin pek çok ülkeye
saldıracağı fikri...Bence bu, en basitinden Bush
Yönetimi'nin diplomasideki başarısızlığıdır. İyi
baktığınızda, Irak'ın ötesinde askeri gücün
kullanımına dair bir ortak anlayış, Bush Yönetimi
içinde hiçbir zaman varolmadı. Ancak, şu veya bu
sebepten dolayı, önleyici doktrinin kısıtları ve
sınırları da dünyaya yeterince anlatılmadı.
Sanıyorum iç politika açısından bunun kaygısı da
taşınamıyordu. Kitle imha silahlarının yok edilmesi
amacıyla ortaya konan doktrin lrak'ta ilk defa
uygulanıyordu. Politika, lrak'a müdahaleye
geçilmeden kısa süre önce değişim geçirerek, Irak'a
yaşayabilir bir demokrasi getirilmesi ve bunun Arap
dünyasının geri kalan ülkelerinin
demokratikleştirilmesi için sıçrama tahtası olarak
kullanılması idealine vurgu yapmaya başladı. Savaşa
giderken yaşanan istihbarat fiyaskosu ciddi bir
problemdi, bunun altını çizmek gerekiyor. Ancak daha
büyük problem, ABD'nin hemen savaş sonrası Irak'ın
yeniden yapılandırılması ve ülkeye demokrasi
getirilmesi konusunda bu kadar hazırlıksız
olmasıydı. Sonuç olarak, gerek savaş sonrası
güvenlik sorunlarıyla baş edebilmek, gerekse
ülkedeki siyasi gruplarla iletişim kurmak açısından
bir organizasyonluk örneği sergilendi. İşte bu
noktada Amerikan iç siyaseti de önem kazanıyor.
ABD'de dış politika konusunda farklı görüşlere sahip
ve lrak'a müdahaleye giden süreçte etkili en az üç
tip muhafazakar grup bulunuyor. Bunlardan ilki, daha
idealist, activist ve enternasyonel ilkelere sahip
yeni muhafazakarlar. lrak'a demokrasi
yerleştirilmesi ve bunun İsrail-Filistin sorununda
bir silah olarak kullanılmasını ve en nihayetinde
tüm Arap dünyasına demokrasi ihracını savunanlar bu
grubun üyeleri. Şunu söylemeliyim ki, Yönetimin
içinde sevgili dostum Paul Wolfowitz gibi pek çok
kişinin temsil ettiği bir grup, Washington dışında
aslında siyasi olarak pek de güçlü değiller.
Yönetimin içinde, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ile
özdeşleşmiş, daha gelenekçi ve milliyetçi ikinci bir
grup var. Bu grup, Ortadoğu'nun
demokratikleştirilmesini öngören uzun vadeli
projeye hiç sıcak bakmadı. Onların tek derdi,
ABD'nin karşı karşıya olduğu güvenlik tehdidi. Bu
pencereden bakarak istedikleri, Amerikan
kuvvetlerinin dar bir şekilde tanımlanmış güvenlik
hedefleri için kullanılması ve ulus inşaası gibi
sorunlarla boğuşulmaması. Hatırlanırsa, Başkan Bush,
2000 başkanlık yarışında Clinton Yönetimi'nin ulus
inşaası politikalarını sürekli eleştirmişti.
Dolayısıyla, sanıyorum ki, Rumsfeld gibi biri,
askeri operasyonun bitiminin ardından Irak'tan 2-3
ay gibi bir sure içinde çıkabileceğini düşündü. Son
olarak, enternasyonalist, ancak bir o kadar da
realist, üçüncü grup muhafazakarların varlığından
bahsedebiliriz. Bu grubun üyelerinin bir çoğu, ilk
dönem Reagan Yönetimi sıralarında Henry Kissinger
ile ilişkisi olmuştur. Baba Bush'un Yönetimi
sırasında da çok etkili yerlere gelmişlerdir. Brent
Scowcroft, James Baker gibi isimler bunların birkaç
örnek ismi. Enternasyonalist olmalarına rağmen bu
gruba mensup üyeler, Amerikan gücünün
kullanılmasında çok daha temkinli davranma eğilimi
sergilerler.
ABD siyasetinde gözlediğimiz şey, üçüncü grubun saf
dışı bırakılmış olması. Belki Scowcorft gibileri,
Irak savaşını eleştiren bir iki konuşma yaptı ama
grubun genel olarak fazla sesi çıkmadı. Baba Bush'
un da gönlünün savaştan yana olmadığını tahmin
ediyorum ama o da çıkıp bunu ilan etmedi.
Dolayısıyla, savaşa olan destek temel olarak ilk iki
muhafazakar grubun (yeni muhafazakarlar ve
gelenekçiler) ittifakı ile sağlandı. Savaşa
giderken iki grup müdahaleye meşru sebepler
bulunması konusunda anlaşmıştı. Ancak sanıyorum
bundan sonra, lrak'ın yeniden yapılandırılmasının
maliyeti arttıkça ve egemenliğin Irak'a teslim
edilmesinden sonra demokratikleşmenin
gerçekleşmesinde sorunlarla karşılaşıldıkça,
Irak'tan çıkış stratejisi bulunması konusunda iç
siyasette daha fazla sesler. duymaya başlayacağız.
Bu durum, yeni muhafazakarlar ve gelenekçiler
arasında ciddi görüş ayrılıklarına yol açacak.
Aslında bu sorunu şu ana kadar zaten yaşadık.
Yeniden yapılandırılmanın planlanmasında bugüne
kadar görülen plansızlık, zaten baştan beri Irak'ta
çok kalmak istemeyen Donald Rumsfeld'in dümenin
başında oturmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla
Rumsfeld, uzun süreli bir işgali planlamayı hiç
istemedi. Bu görüş ayrılığının önümüzdeki bir,
bilemediniz iki yıl bir sorun olacağını sanmıyorum.
Artan Amerikan kayıplarına ve saldırılara rağmen
Irak'tan çıkılacağını düşünmüyorum. Irak'a
girildikten sonra hala yeterli kamuoyu desteği var
ve seçimler öncesi böyle bir durumun gerçekleşmesi
zor. Benim gördüğüm problem, önümüzdeki iki-üç-dört
yılda Irak'ta güç paylaşımı konusunda ve anayasanın
hayata geçirilmesi sırasında oluşacak görüş
ayrılıkları. çünkü bildiğiniz gibi, KürtIer, Sünniler ve Şiiler arasında ciddi çıkar
farklılıkları var ve geçen 6-9 aylık süreçten sonra
daha yeni yeni bu sorunlara eğilmeye başladık.
Anayasal sürecin oluşması ile ilgili bu ayrılıklar,
önümüzdeki 2-3 yıl içinde kendini daha fazla
gösterecek.
Peki bütün bu gelişmeler Amerikan politikası için ne
anlama geliyor? Şahsen benim, ABD'nin dünyadaki
konumuna baktığımda sıkıntılarım var. çünkü ABD, i I
Eylül ve Afganistan müdahalesi ile tüm dünyanın
sempati ve anlayışını kazanmışken, Irak savaşı
sonrası olağanüstü bir şekilde dışlanmış bir duruma
düşüverdi. Bunun sebepleri, savaşın yapılış
biçiminde ve Bush Yönetimi'nin başarısız
diplomasisinde yatıyor. Yönetimin bazı üyelerinin
uluslararası kurumlara ve geleneksel müttefiklere
karşı tutumu bunda önemli bir rol oynadı. Artık
gelecek herhangi bir Amerikan Yönetimi'nin -yeniden
seçilmiş bir Bush Yönetimi de dahil- Soğuk Savaş
boyunca Amerikan dış politikasının odağı oran bu
geleneksel müttefik ve uluslararası kurumlarla
ilişkileri tamir etmek gibi ciddi bir ödevi
buIunuyor. Böyle bir düzeltme, Irak'taki seçim
süreci ile ilgili Ayetullah Sistani ile görüşmelerde
BM'den yardım istenmesi suretiyle başladı da
aslında. Uluslararası ilişkilerde çok taraflı bir
anlayışa yönelişin diğer birçok alanda da
başladığını zannediyorum. Mesela Kuzey Kore ile
yaşanan nükleer krizde askeri seçenek dışlanıp
bölgedeki altı gücün dahil olduğu bir çerçeve ortaya
kondu. İran'ın nükleer programları ile ilgili AB ile
önemli oranda işbirliği sağlanmış durumda.
Enerjimiz Irak'ta öylesine harcandı ki bu tür
Irak-dışı bölgesel sorunlarla baş etme noktasında
diğer ülkelere bağımlı hale de geldik. Hatta öyle
bir noktaya gelindi ki dünyanın başka yerlerindeki
sorunlar hakkında olunması gerektiği kadar dikkatli
ve hassas değiliz. Örneğin Tayvan'a herhangi bir
şekilde referanduma gitmemesi konusunda uyarılarda
bulunduk. Doğrusu, sırf Irak sonrası bir de Çin ile
problem yaşamamak için sergilenen bu tavır,
demokratik ilkelere aykırı, olağan dışı bir
yaklaşım.
Aslında Amerikan kamuoyu, Amerika'nın kendine özgü
bir ülke olduğuna, Amerika'da olan bitenin başka
yerlerde dikkatle izlendiğine ve Amerikan siyasi
sistemi ve değerler bütününün gün gelip başka
yerlere de yayılacağına yürekten inanır. Bunda
gerçeklik payı da yok değil. Ancak, Amerikan kurum
ve değerlerinin evrenselliğine olan bu inanç, bazı
dar Amerikan çıkarlarının küresel toplumun çıkarları
ile çoğu zaman karıştırılmasına yol açıyor.
Örneğin, Avrupalılarla ilişkilerimizde, egemenlik
kavramı konusunda görüş ayrılıkları yaşanıyor.
Avrupalılar, egemenlik kavramının dünyada
istikrarsızlığa neden olan unsurlardan biri olduğuna
inanıyor. Zaten kendileri de, tek bir ülkenin tek
taraflı olarak karar alıp hareket etmesinin önüne
geçmek amacıyla birbirine bağımlı, çoğu zaman
örtüşen kurumlar aracılığıyla egemenlik kavramından
vazgeçme yolunda ilerliyorlar. Elbette onlar da
kendi çıkarları söz konusu olduğunda ikiyüzlü
davranıyorlar. Ancak özellikle egemenlik kavramının
uluslararası meşruiyet. ile bağlantısı söz konusu
olduğunda Amerikalılardan çok farklı düşünüyorlar.
Amerikalılar, uluslararası meşruiyetin demokratik
ve anayasal çerçevede oluşmuş hükümetlerden
geleceğine inanırlar ve bu anlamda
egemenliklerinin BM gibi uluslararası bir örgüte
teslim edilmesine karşı çıkarlar. Öte yandan
Avrupalılar, böyle bir meşruiyetin kaynağının, daha
soyut boyutta uluslararası hukuk olduğuna ve AB ve
BM gibi uluslararası kurumların da bu meşruiyeti
temsil ettiğine ve ulus devletin meşruiyetin kaynağı
açısından düşünülen hiyerarşide en altta yer
aldığına inanırlar. BM'nin rolü konusunda yaşanan
görüş ayrılıkları da bu bakış açısındaki
farklılıktan kaynaklanıyor. Pek çok Amerikalı, Gerge
Will gibi düşünür. Will, BM Güvenlik Konseyi 'nin
1441 sayılı kararı ile ilgili "BM Güvenlik
Konseyi'nin böyle bir karar almaya ne hakkı var?
Onları kim seçti ki?" demişti. Yaygın Amerikan
düşüncesine göre seçilmişlik ve seçimler,
meşruiyetin temel kaynağıdır ve uluslararası
kurumlara karşı yaklaşım bu anlayışla
şekillenmiştir. Öyle inanıyorum ki, sözünü ettiğim
demokratik meşruiyet kavramı, Irak gündemden
düştükten sonra da Amerika'yı dünyanın geri
kalanından ayıran önemli bir unsur olmaya devam
edecek. Bence Amerikan diplomasisi için altın kural,
bu ayrılığı teorik olarak gideremiyorsan en azından
siyasi olarak ortadan kaldır olmalı.
Kaynak: Dr. Francis Fukuyama – Johns Hopkins
Üniversitesi Fakülte Dekanı
|