Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Irak Savaşı Sonrası ABD Dış Politikası 

Başbakan Erdoğan'ın burada, Washington' da ABD Başkanı ile buluşuyor olmasından dolayı çok memnunum. Zira, Türk-Amerikan ilişkileri zorlu bir iki yılı geride bıraktı. Ben, ABD'nin Irak politikasına uymadı diye Türkiye'ye kızgın olan­lardan değilim. Bana göre, eğer demokratik ülkeler ile ittifak kuruyorsanız, aranızda bazı politikaları tartışıp sonucunda da anla­şamamaktan daha doğal bir şey yok. ilişki­lerin, tek tarafın etkisi altından kurtulup, iki yönlü etkileşime doğru yönelmesini ümit ederdim. Bugünkü konuşmamda, Ameri­kan dış politikasını Irak bağlamında ve iç siyasetteki gelişmeler ışığında değerlendirmek istiyorum.

Genel çerçevede, dünyada son üç yılda nelerin değiştiğine bakmak gereki­yor. Bu değişim, 11 Eylül ile başladı. 11 Eylül, bu ülkeye büyük bir şok yaşattı. Fakat şokun burada yorumlanışı dünyanın pek çok yerinden, özellikle de Avrupa'­dan göründüğünden farklıydı. 11 Eylül saldırıları, kitle imha silahları kullanılarak gerçekleştirilmedi, ancak saldırıyı yapan­ların toplu ölümü hedef edinmiş olmaları, Amerikalıları, dünyadaki birincil tehdidin kitle imha silahları edinmek isteyen İslami terörizm olduğuna inandırdı. Bunların her ikisi de daha önce vardı, yeni keşfedilmedi. Terörizmle mücadele, süregelen bir' mese­leydi ve nükleer olsun, biyolojik olsun kitle imha silahları uzun süredir problem olarak karşımıza çıkıyordu. Ancak terörizm ve kitle imha silahlarının toplu ölümü kendine hedef seçmiş gruplar tarafından kullanılması, tehdit ettiği Amerikalıların ölçeğine de bakıldığında Soğuk Savaş sırasında kar­şılaşılmayan derecede önemli ve yeniydi. Caydırılması mümkün olmayan devlet dışı aktörlerin, Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi çevrelenmesi de imkansızdı. 

İşte bu bakış açısı, Avrupalılarınkin­den oldukça farklı. Avrupalılar, 11 Eylül olaylarını IRA ve ETA' da olduğu gibi, daha önceden karşılaşılan türden terörist saldırıların bir başka versiyonu ve devamı olarak görme eğiliminde. Dolayısıyla, bu saldırıları varolan parametreler içerisinde değerlendirmek istiyorlar. Ancak Amerikalılar, 11 Eylül'ü varolan terörizm formatı­nın devamı olarak görmek bir yana, toplu cinayetleri hedef seçen saldırıların daha sıklaşacağı yeni bir dönemin başlangıcı sayıyorlar. Zannediyorum ki bu anlayış, Amerikalıları Afganistan' da durmak yerine, Eylül 2002'de yayınlanan yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesini oluşturmaya itti. Bu belge, bize önceden müdahale olarak sunulan ancak gerçekte önleyici mü­dahale olarak niteleyebileceğimiz anlayış üzerine kurulur. Bu anlayış, önceden müdahale doktrininin aksine, tehlikeleri gerekir­se daha olgunlaşmadan ortadan kaldırmak için güç kullanmayı öngörüyor. Stratejik gerekçelerine baktığınızda bu anlayış çok da mantıksız değil. Caydırılması mümkün olmayan, sınırlar ötesi ve devlet dışı hareket eden teröristlerle karşı karşıysanız, onlar sizi vurmadan harekete geçip sizin onları vurmanız gayet meşru bir davranış Ancak doktrindeki problem, teorik ve meşruiyet sorunundan ziyade Bush Yönetimi'nin ortaya koyuş biçiminden kaynaklanıyor. Çok da şaşırtıcı olmasa gerek, Yeni ABD stratejisi, Bush'un Şer Ekseni konuşması ve Yönetimin diğer yetkililerinin Ortadoğu ve İslam dünyasını dönüştürme vurguları düşünüldüğünde, bir dizi askeri müdahalelerin ilanı olarak algı­landı. Önce Afganistan, sonra Irak, sonra Kuzey Irak derken İran ve Suriye...ABD Yönetimi'nin söylemleri, kendinden son­raki 16 ülkenin askeri gücünün toplamına eşit bir kuvveti elinde bulunduran ABD'nin pek çok ülkeye saldıracağı fikri...Bence bu, en basitinden Bush Yönetimi'nin diplo­masideki başarısızlığıdır. İyi baktığınızda, Irak'ın ötesinde askeri gücün kullanımına dair bir ortak anlayış, Bush Yönetimi içinde hiçbir zaman varolmadı. Ancak, şu veya bu sebepten dolayı, önleyici doktrinin kısıtları ve sınırları da dünyaya yeterince anlatılma­dı. Sanıyorum iç politika açısından bunun kaygısı da taşınamıyordu. Kitle imha silahlarının yok edilmesi amacıyla ortaya konan doktrin lrak'ta ilk defa uygulanıyordu. Politika, lrak'a müdahaleye geçilmeden kısa süre önce değişim geçirerek, Irak'a yaşayabilir bir demokrasi getirilmesi ve bu­nun Arap dünyasının geri kalan ülkelerinin demokratikleştirilmesi için sıçrama tahtası olarak kullanılması idealine vurgu yapma­ya başladı. Savaşa giderken yaşanan istih­barat fiyaskosu ciddi bir problemdi, bunun altını çizmek gerekiyor. Ancak daha büyük problem, ABD'nin hemen savaş sonrası Irak'ın yeniden yapılandırılması ve ülkeye demokrasi getirilmesi konusunda bu kadar hazırlıksız olmasıydı. Sonuç olarak, gerek savaş sonrası güvenlik sorunlarıyla baş ede­bilmek, gerekse ülkedeki siyasi gruplarla iletişim kurmak açısından bir organizasyonluk örneği sergilendi. İşte bu noktada Amerikan iç siyaseti de önem kazanıyor.

ABD'de dış politika konusunda farklı görüşlere sahip ve lrak'a müdahaleye giden süreçte etkili en az üç tip muhafazakar grup bulunuyor. Bunlardan ilki, daha idealist, activist ve enternasyonel ilkelere sahip yeni muhafazakarlar. lrak'a demokrasi yerleşti­rilmesi ve bunun İsrail-Filistin sorununda bir silah olarak kullanılmasını ve en niha­yetinde tüm Arap dünyasına demokrasi ih­racını savunanlar bu grubun üyeleri. Şunu söylemeliyim ki, Yönetimin içinde sevgili dostum Paul Wolfowitz gibi pek çok kişinin temsil ettiği bir grup, Washington dışında aslında siyasi olarak pek de güçlü değiller. Yönetimin içinde, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ile özdeşleşmiş, daha gelenekçi ve milliyetçi ikinci bir grup var. Bu grup, Ortadoğu'nun demokratikleşti­rilmesini öngören uzun vadeli projeye hiç sıcak bakmadı. Onların tek derdi, ABD'nin karşı karşıya olduğu güvenlik tehdidi. Bu pencereden bakarak istedikleri, Amerikan kuvvetlerinin dar bir şekilde tanımlanmış güvenlik hedefleri için kullanılması ve ulus inşaası gibi sorunlarla boğuşulmaması. Hatırlanırsa, Başkan Bush, 2000 başkanlık yarışında Clinton Yönetimi'nin ulus inşaası politikalarını sürekli eleştirmişti. Dolayı­sıyla, sanıyorum ki, Rumsfeld gibi biri, askeri operasyonun bitiminin ardından Ira­k'tan 2-3 ay gibi bir sure içinde çıkabilece­ğini düşündü. Son olarak, enternasyonalist, ancak bir o kadar da realist, üçüncü grup muhafazakarların varlığından bahsedebi­liriz. Bu grubun üyelerinin bir çoğu, ilk dönem Reagan Yönetimi sıralarında Henry Kissinger ile ilişkisi olmuştur. Baba Bush'­un Yönetimi sırasında da çok etkili yerlere gelmişlerdir. Brent Scowcroft, James Baker gibi isimler bunların birkaç örnek ismi. En­ternasyonalist olmalarına rağmen bu gruba mensup üyeler, Amerikan gücünün kulla­nılmasında çok daha temkinli davranma eğilimi sergilerler. 

ABD siyasetinde gözlediğimiz şey, üçüncü grubun saf dışı bırakılmış olması. Belki Scowcorft gibileri, Irak savaşını eleştiren bir iki konuşma yaptı ama grubun genel olarak fazla sesi çıkmadı. Baba Bus­h' un da gönlünün savaştan yana olmadığını tahmin ediyorum ama o da çıkıp bunu ilan etmedi. Dolayısıyla, savaşa olan destek temel olarak ilk iki muhafazakar grubun (yeni muhafazakarlar ve gelenekçiler) itti­fakı ile sağlandı. Savaşa giderken iki grup müdahaleye meşru sebepler bulunması konusunda anlaşmıştı. Ancak sanıyorum bundan sonra, lrak'ın yeniden yapılandı­rılmasının maliyeti arttıkça ve egemenliğin Irak'a teslim edilmesinden sonra demok­ratikleşmenin gerçekleşmesinde sorunlarla karşılaşıldıkça, Irak'tan çıkış stratejisi bu­lunması konusunda iç siyasette daha fazla sesler. duymaya başlayacağız. Bu durum, yeni muhafazakarlar ve gelenekçiler arasın­da ciddi görüş ayrılıklarına yol açacak. As­lında bu sorunu şu ana kadar zaten yaşadık. Yeniden yapılandırılmanın planlanmasında bugüne kadar görülen plansızlık, zaten baştan beri Irak'ta çok kalmak istemeyen Donald Rumsfeld'in dümenin başında oturmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla Rumsfeld, uzun süreli bir işgali planlamayı hiç istemedi. Bu görüş ayrılığının önü­müzdeki bir, bilemediniz iki yıl bir sorun olacağını sanmıyorum. Artan Amerikan kayıplarına ve saldırılara rağmen Irak'tan çıkılacağını düşünmüyorum. Irak'a giril­dikten sonra hala yeterli kamuoyu desteği var ve seçimler öncesi böyle bir durumun gerçekleşmesi zor. Benim gördüğüm prob­lem, önümüzdeki iki-üç-dört yılda Irak'ta güç paylaşımı konusunda ve anayasanın hayata geçirilmesi sırasında oluşacak görüş ayrılıkları. çünkü bildiğiniz gibi, KürtIer, Sünniler ve Şiiler arasında ciddi çıkar farklılıkları var ve geçen 6-9 aylık süreçten sonra daha yeni yeni bu sorunlara eğilmeye başladık. Anayasal sürecin oluşması ile il­gili bu ayrılıklar, önümüzdeki 2-3 yıl içinde kendini daha fazla gösterecek.

Peki bütün bu gelişmeler Amerikan politikası için ne anlama geliyor? Şahsen benim, ABD'nin dünyadaki konumuna baktığımda sıkıntılarım var. çünkü ABD, i I Eylül ve Afganistan müdahalesi ile tüm dünyanın sempati ve anlayışını kazanmış­ken, Irak savaşı sonrası olağanüstü bir şekilde dışlanmış bir duruma düşüverdi. Bunun sebepleri, savaşın yapılış biçiminde ve Bush Yönetimi'nin başarısız diploma­sisinde yatıyor. Yönetimin bazı üyeleri­nin uluslararası kurumlara ve geleneksel müttefiklere karşı tutumu bunda önemli bir rol oynadı. Artık gelecek herhangi bir Amerikan Yönetimi'nin -yeniden seçilmiş bir Bush Yönetimi de dahil- Soğuk Savaş boyunca Amerikan dış politikasının odağı oran bu geleneksel müttefik ve uluslararası kurumlarla ilişkileri tamir etmek gibi ciddi ­bir ödevi buIunuyor. Böyle bir düzeltme, Irak'taki seçim süreci ile ilgili Ayetullah Sistani ile görüşmelerde BM'den yardım istenmesi suretiyle başladı da aslında. Uluslararası ilişkilerde çok taraflı bir anlayışa yönelişin diğer birçok alanda da başla­dığını zannediyorum. Mesela Kuzey Kore ile yaşanan nükleer krizde askeri seçenek dışlanıp bölgedeki altı gücün dahil olduğu bir çerçeve ortaya kondu. İran'ın nükleer programları ile ilgili AB ile önemli oran­da işbirliği sağlanmış durumda. Enerjimiz Irak'ta öylesine harcandı ki bu tür Irak-dışı bölgesel sorunlarla baş etme noktasında di­ğer ülkelere bağımlı hale de geldik. Hatta öyle bir noktaya gelindi ki dünyanın başka yerlerindeki sorunlar hakkında olunması gerektiği kadar dikkatli ve hassas değiliz. Örneğin Tayvan'a herhangi bir şekilde referanduma gitmemesi konusunda uyarılarda bulunduk. Doğrusu, sırf Irak sonrası bir de Çin ile problem yaşamamak için sergilenen bu tavır, demokratik ilkelere aykırı, olağan dışı bir yaklaşım.

Aslında Amerikan kamuoyu, Ame­rika'nın kendine özgü bir ülke olduğuna, Amerika'da olan bitenin başka yerlerde dikkatle izlendiğine ve Amerikan siyasi sis­temi ve değerler bütününün gün gelip baş­ka yerlere de yayılacağına yürekten inanır. Bunda gerçeklik payı da yok değil. Ancak, Amerikan kurum ve değerlerinin evrenselliğine olan bu inanç, bazı dar Amerikan çıkarlarının küresel toplumun çıkarları ile çoğu zaman karıştırılmasına yol açıyor.

Örneğin, Avrupalılarla ilişkilerimizde, egemenlik kavramı konusunda görüş ayrı­lıkları yaşanıyor. Avrupalılar, egemenlik kavramının dünyada istikrarsızlığa neden olan unsurlardan biri olduğuna inanıyor. Zaten kendileri de, tek bir ülkenin tek taraflı olarak karar alıp hareket etmesinin önüne geçmek amacıyla birbirine bağımlı, çoğu zaman örtüşen kurumlar aracılığıyla egemenlik kavramından vazgeçme yolunda ilerliyorlar. Elbette onlar da kendi çıkarları söz konusu olduğunda ikiyüzlü davranıyor­lar. Ancak özellikle egemenlik kavramının uluslararası meşruiyet. ile bağlantısı söz konusu olduğunda Amerikalılardan çok farklı düşünüyorlar. Amerikalılar, ulusla­rarası meşruiyetin demokratik ve anayasal çerçevede oluşmuş hükümetlerden gelece­ğine inanırlar ve bu anlamda egemenlikle­rinin BM gibi uluslararası bir örgüte teslim edilmesine karşı çıkarlar. Öte yandan Avrupalılar, böyle bir meşruiyetin kaynağı­nın, daha soyut boyutta uluslararası hukuk olduğuna ve AB ve BM gibi uluslararası kurumların da bu meşruiyeti temsil ettiğine ve ulus devletin meşruiyetin kaynağı açı­sından düşünülen hiyerarşide en altta yer aldığına inanırlar. BM'nin rolü konusunda yaşanan görüş ayrılıkları da bu bakış açı­sındaki farklılıktan kaynaklanıyor. Pek çok Amerikalı, Gerge Will gibi düşünür. Will, BM Güvenlik Konseyi 'nin 1441 sayılı kararı ile ilgili "BM Güvenlik Konseyi'nin böyle bir karar almaya ne hakkı var? Onları kim seçti ki?" demişti. Yaygın Amerikan düşüncesine göre seçilmişlik ve seçimler, meşruiyetin temel kaynağıdır ve uluslara­rası kurumlara karşı yaklaşım bu anlayışla şekillenmiştir. Öyle inanıyorum ki, sözünü ettiğim demokratik meşruiyet kavramı, Irak gündemden düştükten sonra da Amerika'yı dünyanın geri kalanından ayıran önemli bir unsur olmaya devam edecek. Bence Amerikan diplomasisi için altın kural, bu ayrılığı teorik olarak gideremiyorsan en azından siyasi olarak ortadan kaldır olmalı.

 Kaynak: Dr. Francis Fukuyama – Johns Hopkins Üniversitesi Fakülte Dekanı

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005