|
İş Ahlâkının İlk Göze Çarpan Sorunları
Aslında bir Amerikan icadı olan iş ahlâkının, Britanya'da
popülaritesi (ve modası) hızla artıyor.' İş ahlâkı
pratisyenlerinin Marksist veya sosyalist olmamasına
rağmen, iş ahlâkının bu yüzyıl boyunca yapılan
kapitalizmle ilgili eleştireler çerçevesinde ortaya
çıktığı söylenebilir. Hiç şüphesiz, bir çok iş
ahlâkı teorisyeni, iş ahlâkının işletme
etkinliklerine normal olarak toplumcu yanı ağır
basan, belli ahlâkî görevler yükleyerek,
kapitalizmi (en azından onun aşırılıklarından)
kurtarmak için tasarlandığı ve bunun da ticareti
daha kabul edilebilir hâle getireceği konusunda
ısrar edecektir. Eleştirmenler, eğer fazla ciddiye
alınırsa, iş ahlâkının, esas olarak kâr peşinde
koşan işletmeler arasındaki geleneksel akdi
düzenlemeleri bozarak işletmeye (ve topluma) ciddî
bir şekilde zarar vereceğini ileri sürmektedirler.
Eleştirmenler, eğer "işletmeler ihtilaflı toplumsal
amaçları yerine getirmelidir" şeklindeki bir talep
ile "görünmez el"in hareketleri sınırlanırsa,
faydacı anlamda, hepimizin bundan muzdarip
olacağını iddia etmektedirler.
Bu argüman, en azından, Mandeville'in Fable ofthe
Bees (1705) adlı kitabına kadar geriye gider. Bu
kitabında Mandeville, "fazilet" ve "ticaref'i
karşılaştırdı ve sözde bir toplumsal iyilik adına
normal hırs ve kendi çıkarını gözetme
motivasyonlarının sınırlanması durumunda, toplumsal
sefaletin ortaya çıkacağını iddia etti. Bu
düşünceler, bir dereceye kadar, Milton Friedman'ın
bir makalesinde yumuşatılmış bir biçimde yer
almıştır. Friedman bu makalesinde, işletme
personelinin sorumluluğunun, "hem hukukta hem de
ahlâkî gelenekte somutlaşan toplumun temel
kurallarına uyarken, işletmeyi kendi arzularına göre
(ki bu arzular genellikle mümkün olduğu kadar çok
para kazanmak olacaktır) yönetmek" olduğunu iddia
etti.
İş ahlâkı teorisyenlerinin meşgul oldukları alan şirketlerdir; ve
bu disiplinin en çok beğenilen teması, bu şekildeki
ticarî girişimlerin "toplumsal sorumluluğu"dur.
Burada, işletmelere verilen talimatın, sadece
geleneksel gayri ahlâkî davranıştan imtina etmek
değil, fakat aynı zamanda toplumsal iyiliği yücelten
olumlu faaliyet-
lerle iştigal etmek olduğunun fark edilmesi gerekir. Bir şirketin
potansiyel olarak tehlikeli olduğunu bildiği bir
arabayı imal etmeyi sürdürdüğü meşhur Ford Pinto
davası ya da cahil üçüncü dünya annelerine
Nestle'nin "bebek formülü"nü satmaca sı meselesi,
ilk türden talimatlara, yani geleneksel gayrı ahlâkî
davranıştan imtina etmeye örnek gösterilebilir.4
İkinci türden görevler, çalışma yerinde olumlu
faali-yette bulunmayı, fabrikanın farklı yere
taşınmasında ve el değiştirmesinde toplumun
çıkarlarını hesaba katmayı, yerel türde refah
sorumluluğunu ve genel hayır işlerini üstlenmeyi ve
en önemlisi hukukun gerektirdiğinin ötesinde çevre
konusun-da kaygı duyulduğu göstermeyi ihtiva eder.
Bu liste potansiyel olarak sonsuza kadar uzayabilir;
ve listede yer alan bütün görevler normal olarak
kârdan fedakârlık etmeyi gerektirir.
İş ahlâkı teorisyenleri, sıkça "ahlâkîliğin kârlı olduğu"
iddiasında bulunurlar. Bir çok durumda, göze batan
gayri ahlâkî davranışların hukuk ya da piyasa
tarafından cezalandırıldığı doğrudur. Fakat bir çok
alanda bu, her zaman böyle olmaz. Bu, büyük ölçüde,
hukuk ve piyasa tepkilerinin sadece olay olduktan
sonra ortaya çıkabilmesi sebebiyledir; hatta,
firmaların ve fertlerin kuşkulu durumlardan çıkar
sağladığı çok sayıda örnek vardır. Her halükârda,
eğer ahlâkın iyi iş demek olduğu doğru ise, bu,
orijinal bencil motivasyon fikrinin açıkça tekrar
teyit edilmesi değil midir? Ahlâkî davranış, kesin
olarak, çoğu zaman "ilke" ile "kâr" arasında bir
tercih yapmayı mı icap ettirir? Bu tür bir
muhakemeye, Mandeville'nin güldüğü tahmin
edilebilir.
Bütün işadamlarının ahlâkî davranması hâlinde, boğucu hükümet
düzenlemelerine gerek kalmayacağından, bu tür iş
adamlarının muhtemelen daha iyi durumda olacakları
doğrudur. Taraflar arasında hukukî bağlayıcılığa
sahip anlaşmalar olmadığında, işbirliğine dayanan
davranışın ortaya çıkma ihtimalinin bulunmadığı
durumlarda, işadamlarının, kendilerini "mahkumların
ikilemi" pozisyonunda bulmaları gayet muhtemeldir.
Bu ikilemler, özellikle, çevre meselelerinde tekrar
tekrar ortaya çıkmaktadır. Bu gibi durumlarda ahlâk
çok defa işe yaramaz. İş ahlâkı teorisyenleri,
işletme bağlamında ahlâkî olmanın ne anlama geldiği
konusundaki karmaşıklıklardan haberdar olmamalarına
ve bunu araştırmamalarına rağmen, ticaret erbabına
münasip davranış tarzları tavsiye etmeye çok
heveslidirler.
İşletmelere olumlu sosyal görevlerin yüklenmesi,
açıkçası, bir çok tartışmayı beraberinde
getirmektedir. Bunun için gösterilen sebep, çoğu
kere hukuk ve toplumun şirketlere örneğin sınırlı
sorumluluk, yasal "kişilik" ve ticareti mümkün kılan
bütün kural ve sosyal düzen aygıtları gibi belli
"ayrıcalıklar" vermesidir. Bazen, toplum ve işletme
arasında karşılıklı yükümlülükler koyan bir tür
toplumsal sözleşmenin olduğundan söz edilir.
Dolayısıyla, kâr peşinde koşma, toplumun
ihtiyaçlarına göre düzenlenmelidir, Ne var ki, şüpheciler, bu sözde yasal ayrıcalıkların com'mon law
(örf ve âdete dayalı hukuk sistemi) yoluyla
oluşabileceğini ve gerçekten de bu yolla oluştuğunu
düşünür. Örneğin sınırlı sorumluluk, verimli olduğu
için gelişmiştir. Zaten, insanlar, kendilerini
borçlanma yükümlülüğüne karşı koruyan acentelerle
alış veriş yap-, mayı reddetme konusunda özgürdür.
İş ahlâkı eleştirmenleri, daha çok teorik düzeyde, sözde toplumsal
sözleşmenin mecburen belirsiz olacağını savunur:
Şirket konusunda birbirleriyle rekabet
halinde ahlâkî iddialar vardır ve bunların bir
düzene sokulması gerekir. İşletme (teşebbüs),
fabrikanın farklı yere taşınması sonucu doğacak yeni
işler yaratma ihtimalinden daha çok, fabrikanın
kapanmasından doğacak işsizlik konusundan mı
kaygılanmalıdır? Bu sorular, bazen iş ahlâkçılarının
düşündüklerinden daha zordur. İşletme tarafından
yerine getirilen refah faaliyetleri, kaçınılmaz
olarak seçici olmalıdır. Bu faaliyetler belli
işçileri ve onların yaşadığı yerel toplulukları
kayırır. Bu "âdil" mi?
Buradaki asıl tartışma, sırasıyla hissedarlar (stockholder)'in ve
"alâkadarlar {stakeholders) "m iddiaları
konusundadır. İş ahlâkı teorisyenlerini
eleştirenler, bir şirketin hissedarlarının onun
sahibi olduklarını ve bu şirketlere yatırım yaparak,
en büyük kazancı elde etmeye hak kazandıklarını
ileri sürerler. Alâkadarlar teorisi, özel
mülkiyetin önceliğini yadsıyan ve işçileri,
tedarikçileri, dağıtıcıları, yerel toplulukların
sakinlerini ve nihayet genel olarak "toplumu"
kapsayan bütün ahlâkî görevler ağını bir araya
getiren, gerçekten komüniteryen bir doktrindir.
Ancak, alâkadarlar teorisinin ihmâl ettiği önemli bir nokta vardır:
Bir piyasa ne kadar rekabetçi olursa, sosyal iyilik
yapma imkânları o kadar azalır. Sadece tekel
koşullarındaki şirketler sosyal faaliyetlerle
uğraşacak "boş vakit" bulur. Elbette buna farklı
sebeplerle de karşı çıkılacaktır. Dahası, bir şirket
(hissedarların kazancına malolan) sosyal
faaliyetlere ne kadar çok önem verirse, şirketin ele
geçirilme (hisselerinin çoğunu satın alarak bir
şirketi kontrol etme) tehlikesi o kadar çok artar.
İş ahlâkının daha sinik eleştirmenleri, "toplumsal sorumluluk"
tezinin şirketlerin yönetimlerince gönüllü
benimsendiğini kabul etme eğiliminde olduğunu ileri
sürerler. Ne de olsa, iyilik yapmak için çalışmak,
hissedarlara azamî kazancı sağlamak için
çalışmaktan daha kolaydır. Aynı zamanda, toplumsal
faaliyetlerde bulunarak kazanılabilecek bir
toplumsal statü vardır. Eleştirmenler, bütün
bunların şirketler ile işçiler arasındaki bırincil-ikincil
ilişkisini bozacağını iddia ederler. Ne var ki, aynı
eleştirmenler hissedarların, toplumsal görevlerin
yerine getirilmesini istemeleri durumuna hiçbir
itirazda bulunmazlar. Nihaî maliyeti kendileri
yüklendikleri için, bu, gerçekten ahlâkî olacaktır.
İş ahlâkının çoğu, piyasaların çalışma biçimi
konusunda biraz bilgisiz olarak yazılır. Büyük
paraların kazanıldığı malî piyasalarda, çoğunlukla,
ortaya konulacak
bilgilerin kullanımı konusunda tetikte bekleyen
insanlar iyi bir örnektir. Bu piyasalarda "adalet'i
sağlama arzusuyla, "adil oyun alanı" tesis etme
teşebbüslerine girişilmiştir. Bu anlayışa göre,
"adil oyun alanı" sayesinde, hiç kimse, kıt bilgiye
sahip olması yüzünden, "adaletsiz" bir avantaj elde
etmeyecektir. Bu nedenle, iç bilgiye dayanan
ticarete ve bilgiden kâr sağlanan diğer ticarete
kısıtlama getirilmiştir. Adil bir oyun alanının
(mükemmel denge durumu hariç) hiçbir zaman
olamayacağı idrak edilememiştir. İç bilgiye sahiplik
tanımının genişletilmesi, bireysel özgürlüğe yönelik
bir tehdidi, hukukun üstünlüğü ilkesinin
zayıflatılmasını ve sermaye pi-yasalarındaki
verimsizlikleri beraberinde getirmiştir. Yasalaşmış
iş ahlâkının ol-madiği durumlarda, iş dünyası,
hissedarlar ve onların işçileri arasında sözleşmeler
yoluyla bilginin kullanılmasını düzenleyebilir.
Hiç şüphesiz, iş ahlâkı son yıllarda halka mâl olmuş
skandallar nedeniyle gündeme gelmiştir. Fakat
bunların çoğu açık suçları (genellikle sahtekârlık)
ihtiva etti ve hiçbir ahlâkî sorun ortaya çıkarmadı.
Bu, işletmelerde gerçek ahlâkî sorunların olduğunu
inkâr etmek demek değildir. Görevler arasında
çatışmalar ortaya çıkabilir; ve bazen hukukun cevaz
verebileceği eylemlerin genellikle gayri ahlâkî
olduğu düşünülebilir. Fakat hepimiz günlük
hayatımızda, daha az dramatik de olsa, benzer
sorunlarla karşılaşırız. Sadece işletmelere
uygulanan özel ahlâkî görevlere gerçekten ihtiyaç
olup olmadığı şüphelidir. Mandeville'in eşsiz
üslubuyla isimlendirdiği gibi, iş ahlâkının çoğu
"göz boyama"dan ibarettir.
Çeviren:
Mustafa DEMİRCİ
Kaynak:
Norman BARRY
|