|
İş Dünyası için İki Ahlâkî İdeal, İş ve Meslek
Ahlakı
II. Dünya Savaşı'mn bitiminden iki yıl sonra Friedrich Hayek,
liberal ve dinî güçler arasında uzun vadeli bir
uzlaşma sağlamak ve Batı medeniyetinin ideallerini
ilerletmek için İsviçre, Mont Pelerin'de küçük bir
grup eııtellektüeli bir araya getirdi. Hayek bu
toplantıya, iktisatçıların yanı sıra, tarihçileri,
hukuk felsefecilerini ve hukukçuları davet etti. O,
açış konuşmasında, "bir siyasal felsefenin asla
münhasıran iktisada dayanamayacağını ya da esasen
iktisadî terimlerle ifade edilemeyeceğini" beyan
etti (1 Nisan 1947).'
Hayek, mevcut hükümet mekanizmalarının çıkarlarından ve
ideolojilerinden uzak durmak istediği için, herhangi
bir devlet ya da devletler grubunun kontrolünün
dışında özel bir dernek oluşturdu. "Gerçek liberal
yaklaşımla uyuşmayan", savaş sonrası "ben merkezci
ve milliyetçi genel manzaraya" karşı koymak istedi.
(Hayek 'liberal' dediğinde, elbette, hukukun
üstünlüğünü, sınırlı hükümeti, birey haklarının
korunmasını, serbest ekonomiyi, özgürlüğün
savunulması ve verimli kullanılması için gerekli
faziletleri destekleyenleri kastetti.) Bu nedenle O,
derneğin fikirlerini, millî menfaatlerin dışında,
bütün insanların ortak iyiliği üzerine kurdu. Hayek,
bu dernekte liberal görüşleri düşünmeden ezbere
kabul etmiş üyeleri istemedi. Şöyle dedi:
"İhtiyacımız olan; diğer tarafın argümanlarıyla
karşı karşıya gelmiş, onlarla entellektüel alanda
mücadele etmiş, kendi görüşlerine yapılan itirazları
eleştirel olarak karşılayabilme ve görüşlerini
haklılaştırabilme pozisyonuna ulaşma kavgası vermiş
insanlardır."
Ayrıca Hayek, liberalizmin, liberalizm ve onun temel
değerlerini paylaşan bir çokları arasına bariyer
koyan katı ve dinsiz rasyonalizmin eline düştüğüne
işaret etti. Birçokları, özellikle dindar kişiler:
"....(asla açıklanmamış nihaî bir maksat için) faydası bireysel
akıl tarafından gösterilebilen değerler dışında,
hiçbir değer tanımayan ve bilimin bize sadece ne
olduğunu değil, ne olması gerektiğini de söylemeye
liyakatli olduğunu farz eden saldırgan rasyonalizm
tarafından gücendirildi. "
Hayek, böylesine mütekebbir rasyonalizmden nefret etti. O şöyle
düşündü:
"... Bireyin bildiğinden daha fazlasını yaratabilmesi vasıtasıyla
oluşan kendiliğinden doğan toplumsal güçlere
hürmete binaen oluşan entelektüel tevazu gerçek
liberalizmin temelidir. "
"Birey bildiğinden daha fazlasını yaratır" hoş bir ibaredir. Bu,
bizi her gün belli bir korku hissi ile
yaptıklarımızı kabul etmeye davet eder. Uğruna
mücadele verdiğimiz şey, hayal gücümüzün
kavrayabileceğinden daha büyüktür. Biz, etkileri
bizim bilgi alanımızın çok ötesine doğru dalga
dalga yayılan hareketler başlatırız.
Son kitabında Hayek, dinî meselelerle ilgili olmadığını (bu
meseleleri fazla anlamadığını) belirtti. Fakat,
biraz önce iktibas edilen pasajın da gösterdiği
gibi, bu sadece kısmen doğrudur. Hayek, entellektüel
tevazuya ve cömert bir ruha sahipti ve mütekebbir
rasyonalizme hasımdı:
"Özellikle Kıta Avrupa sında dindar kişileri liberal hareketten
uzaklaştıran uçurumun sorumlusu, işte bu katı ve
hoşgörüsüz rasyonalizmdir... Gerçek liberal ve dinî
inançlar arasındaki bu kırık iyileştirilmeden,
liberal güçlerin yeniden canlanması için hiçbir
umudun olmayacağına kanîyim. Böyle bir uzlaşmanın,
bugün uzun zamandan beri olandan daha yakın olduğuna
ve bunda bir çok insanın Batı medeniyetinin
ideallerini koruma ümidini gördüğüne dair Avrupa 'da
bir çok işaret var. Bu sebeple, liberalizm ve
Hristiyanlık arasındaki ilişkinin tartışmalarımızda
ayrı bir konu olarak ele alınmasını özellikle
istiyorum. "
Hayek, (bugün Mont Pelerin Topluluğu olarak adlandırılan)
derneğine, iki dindar liberalin adını koymayı bile
önerdi. O, 'üçüncü veli aziz' olarak muhtemelen
Jacob Burckhardt ile Britanya'dan Lord Acton ve
Fransa'dan Alexis Tocqueville için derneği, Acton-Tocqueville
Topluluğu diye adlandırmak istedi.
Hayatının son yıllarında Hayek büyük saygı gördü,
eserleri/görüşleri 1989'dan sonra Doğu Avrupa'da çok
tesirli oldu ve Papa II. John Paul ile uzun bir
konuşma yapma fırsatı yakaladı. Papa'nın 1991
'Yüzüncü Yıl' (Centesimus Annus) mektubunun (encylical)
belli kısımlarında Hayek'in etkilerinin izleri var.
Papa II. John Paul tarafından dinî (Hristiyan)
terimlerle ifade edilen gerçekçilik insan tabiatın-daki
radikal müphemiyet, yani insanın aynı anda hem (onu
cehenneme götürecek) kötü hem de (cennete götürecek)
iyi yanlarının olduğunun kabulü/kavranması Hayek
tarafından övülen entelektüel tevazuu ve özgürlük
aşkım yansıtmaktaydı. Yüzüncü Yılın özellikle 31. ve
32. bölümleri, açıkça Hayekçi düşünceleri
kullanıyor. Gerçekten, onların arasında bu iki
bölüm, ticaretle uğraşan insanların ahlâkî durumu
hakkında, herhangi bir ilahiyatçı ya da kilise
organının ürettiğinden daha büyük bir vuzuh
sağlıyor. Papanın tahlilinin yaydığı ışık, onun dinî
inancını paylaşanlarla sınırlandırılamaz. Sizi ikna
etmeyi umduğum gibi, burada 'iyi niyetli bütün
insanlar' için bir şeyler var. Benim amacım, bugün
pratik iş ahlâkı için mimarlık sağlayan eden bu iki
bölümün esas metinlerini sunmaktır.
İş Ahlâkı ile İlgili Sorunlar, İşletmelerde İş Ahlakı
Yeni bir mimarlığın gerekli oluşunun bir sebebi var. Görebildiğim
kadarıyla, iş ahlâkı üzerine yazılan kitapların
çoğu, esas itibariyle iş hakkında değil. Aslında bu
kitaplar aracılığıyla yapılan, iş ile ilgili ilke ve
idealler hakkında güçbela gerçekleştirilen
mütalaalar hariç, tüm alanlarda geçerli olan temel
ahlâkî ilkelerin mütalaa edilmesinden ibarettir.
Üzerinde durulan meselelerin çoğuna dürüstlük,
adillik, duyarlılık ve benzeri ortak ahlâkî
standartlar hakim olmuştur. Ticarette •karşılaşılan
kafa karışıklıklarından çıkarılan somut durumlar
üzerinde çalışıldığı doğrudur. Fakat benzeri
durumlar, hükümet, üniversiteler, hastaneler ve kâr
amacı gütmeyen örgütler gibi işçi ve işverenin
etkileşim içinde bulunduğu diğer alanlarda da
ortaya çıkabilir; neredeyse çok az bir mesele
ticarete hasredilebilir. Bu boşluğa dikkat çekerek
eleştiri yapmak niyetinde değilim. (İşletmeler
dahil) gerçek organizasyonlardaki gerçek
tecrübelerden alınan örnek olaylar, şüphesiz faydalı
ve aydınlatıcıdır. Üstelik, aynı zamanda, bir
felsefe ya da ilahiyat disiplini olarak genel ahlâka
girişin kendi başına bir değeri vardır.
Ne var ki, bir pratiğin tabiatında varolan ve ona özgü idealler
anlaşılmadıkça, pratik hakkındaki ahlâkî düşünceler
soyut olmaya hatta ilham vermemeye mahkûmdur.
Ahlâkı, ortaya çıkan belli bulmacalar, çıkmazlar ve
bilmeceler ile ilgilenmek olarak düşünmek
muhtemeldir. Bu da sonuçta, ahlâkı bir hayat
biçimine rehber olmaktan daha ziyade, bir
entellektüel alıştırma gibi gösterme sonucunu
doğurabilir. Bu durum, aşağıdaki gibi ahlâkî
soruların ortaya çıkmasını bile engelleyebilir.
Çeşitli alternatifler arasında, uyanıkken geçen
saatlerimin büyük bir bölümünü teslim edeceğim
hangi hayat biçimini kendime seçmek istiyorum? Bu
meslekte onu özel yapan doğal idealler neler? Onun
vereceği ahlâkî zevkler neler? Beni ona ne
cezbediyor? Onun vereceği ahlâkî tatminler neler? Ve
belli ihanetler?
Meselâ, kapitalizm öncesi aristokratik hayatın
kendine ait belli tutkuları, idealleri,
yükümlülükleri ve görevleri vardı. Çoğu, en azından
başlangıçta, geçimini çiftçilik, ormancılık ve
büyük emlak yönetimi gibi tarımın çeşitli
dallarından sağlayan prenslerin ve diğer soylu
ailelerin hayat biçimine rehberlik etmesi için
hiçbir ahlâk el kitabı yazılmadı. Gerçekten, böyle
işlerle uğraşanların "soylu yaşama biçimine" yakışır
ahlâkî sanatlar konusunda eğitilmeleri yaygındı.
Alexis de Tocqueville'in Democacy in Âmerica'sında
Fransa'da tanıdığı aristokrasinin özellikleri ile
Birleşik Devletler'de bulduğu ticarî cumhuriyetin
özellikleri arasındaki - bazen birinin bazen de
diğerinin avantajına olan - farklılıklar konusunda
zarif pasajlar var.
Tocqueville'nin büyük eserinden yaklaşık 160 yıl sonra bugün bile,
iyi iş hayatının güzelce tertip edilmiş felsefesine
(ya da ilahiyatına) sahip değiliz. Bunun
sebeplerinden biri muhtemelen felsefecilerin ve
ilahiyatçıların mesleklerini hâlâ aristokratik
idealler ışığında düşünmeleridir (hiç şüphesiz
tamamen öyle).
Hatta avam dili bile, aristokratik önyargıları ortaya koyuyor.
Meselâ, biri size "sen prenssin" dese, tarihte
gerçek prenslerin ahlâkî davranışlarının
(yeğenlerini katletme, kuzenlerine karşı entrikalar
tertip etme) -nazikçe söylersek, belirsiz olmasına
rağmen, muhtemelen kendinizi övülmüş hissedersiniz.
Shakespeare ve daha çok Machiavelli'ye göre
prensler, nadiren ahlâk adamı olmuştur; onlar kendi
yakınlarının çoğunu ölüme göndermiş, bir çok 'onur'
savaşını körüklemiş ve silahlı şövalyelerini
sayısız apaçık yağma eylemlerinde kullanmıştır.
Sonuç olarak, birbirine güvenmeyen aristokratların
çoğu kuvvetli muhkem kalelerde yaşamaya mecbur
kalmıştır. David Hume tarihî makalesinde prenslerin,
aristokratik çağı, halk tabakasının faydalarını
toplayacağı parlak bir model gibi sunmak durumunda
olmadığını gösterir.
Bugün bile, aristokratik düşünüş biçiminin avam dilindeki yeri o
kadar güçlü ki, birisi size üniversite ortamında
burjuva zevklerine sahip olduğunuzu söylese, siz
açıkçası kötülendiğinizden şüphelenirsiniz.
Aristokrasi çağıyla irtibatlandırı-lan hemen hemen
bütün güzel şeylerin (en iyi şaraplar, en iyi
peynirler, zarif çatal bıçak takımları, parlak
zırhlar, güzel mobilyalar ve kumaşlar, muhteşem
gecelikler, pelerinler ve pantolonlar, resimler,
goblenler ve avizeler) burjuva esnaf tarafından
geliştirilmesi, tasarlanması ve yapılmasına rağmen,
siz burjuva hakkında kötü düşünürsünüz (ve bu doğru
olabilir). Burjuva esnaflar ne köle ne de soyluydu,
kendi stüdyolarına, dükkanlarına ve ticaretlerine
sahip olabilecek yetecek kadar bağımsızdı ve
gösterişsiz evleri genellikle küçük kentlerde ve
kasabalarda toplandığı için onlara 'burjuva' adı
verildi. Bu burjuvalar zevksiz değildi,
aristokrasinin yüce hazlar alacağı bir çok nesneyi
yarattı.
Bu gerçeklere rağmen, sınıf önyargısı yüzünden aristokrasi, esnafı,
zanaatkarı ve ticaret erbabını hor gördü.
Aristokratlar, 'kendinden olan şeylere' asil şeylere
odaklandılar ya da öyle gibi gölündüler. İşçi ve
tüccar sınıflarına mensup kimseleri, sadece
taydalanyla değerlendirdiler, kendi başlarına bir
amaç olmaktan ziyade onları bir menfaat aracı olarak
gördüler. Buna ilâveten, işçiler ve tüccarların
nazarında ağır işler görmekte, kaba ve aşağı
tavırlar sergilemekteydi.
Ne yazık ki, bu aristokratik önyargı Hıristiyan ahlâk geleneğine
sirayet etti (fakat zannederim Yahudilere etmedi)'.
Jacob Viner, iktisadî düşünce tarihi üzerine
tanınmış bir makalesinde bu noktayı kısaca şöyle
dile getirdi:
Ya tabiatından dolayı ya da onunla uğraşanları
günaha teşvik etmesi yüzünden. Cicero 'ya göre
ticaret, bilhassa 'küçük 'ya da perakende ticaretin,
geniş ölçüde sahtekârlık ve aldatma ile
irtihatlandırılması Hıristiyan geleneğe de sirayet
eden
basmakalıp bir Yunan ya da Roma düşüncesidir..
Horace, ticareti 'gayri tabi' ve 'dinsiz ' olarak
görüp yermiştir.
İlk Hıristiyan pederler ve pagan felsefeciler, bir komisyoncunun
kâr ile uğraşmasına, buna 'açgözlülük' olarak görüp
bu nedenle 'günah' göstererek, özellikle karşı
çıkmıştır Ticaretin kınanmasının temelinde yatan,
tacirin aldığı fiyattan daha fazlasına salmasıyla
elde ettiği kazanca karşılık topluma ya da alıcıya
bir hizmet yapıldığım görmede başarısız olan zımnî
iktisadi tahlildir. Kalıcı bir etkiye sahip olacak
aziz Jerome 'nin pasajında bu, açığa vurulmaya en
yakın hale gelmiştir: 'Bütün zenginlik günahtan
gelir. Hiç kimse başkası kaybetmeden kazanamaz. "
Marksist ve sosyalist iktisadî düşüncenin, hem Hıristiyan hem de
aristokratik düşüncedeki bu ticaret karşıtı
gerginliğe çok minnettar olduklarını söylemeye gerek
yok. Acı alternatifler veri alındığında, en iyi
anlarında demokrasi ve kapitalizmi destekleyen
düşünürler bile, bu önyargıdan tamamen
kurtulamamıştır. Para, zenginlik, kâr ve
girişimcilik gibi terimler hâlâ onları bir dereceye
kadar mahcup eder.
Kısacası, aristokratik idealin yerini - söylemeye cesaret etmeli
miyim? 'iş ideali'nin almasıyla Batı tarihinde
şekillenen değerlerin çok derinden dönüşümünü idrak
etmede yavaş oluşumuzun, kültürel ve tarihî
sebepleri var. 'İş ideali' konusunda güvenle
konuşacak bir durumda olmadık. İşin idealden yoksun
olduğunu, sadece faydacı olduğunu, sadece kaba
kârla ilgilendiğini, insanî ve Hıristiyan bir
meslek olarak önemli ölçüde aşağılarda yer aldığını
düşünme eğiliminde olduk. Kısacası, iş hakkında biz
sanki aristokratmışız gibi düşünme eğiliminde olduk.
Bu yanlış bilinçlenmedir. Bu aynı zamanda bir tarih
hatasıdır. Machiavel-li'nin nesnel olarak
gözlemlediği gibi, aristokratlar hiç de kendi
çıkarlarıyla ilgilenmeyen kişiler değildi. Hiç
kimse de öyle değil. Büyük reformcu rahip aziz
Bernard, rahip arkadaşlarına 'bencillik, benden
onbeş dakika sonra ölür' diye öğretti. Eğer bu,
kendini sırf Tanrı ve insan sevgisine adayan
manastırlarda böyleyse, manastır duvarları dışında
bundan daha az değildir.
David Hııme ve Adam Smith'i takip ederek, Batının ahlâkî
realitesinde meydana gelen - özellikle sıradan
insanlar ve fakirlerin bakış açısına göre daha iyi
olduğu düşünülen - büyük ahlâkî dönüşümü başka
yerlerde tasvir ettim. Ticaretin nasıl insanlığın
ilerlemesinde keskin kenar olarak kabul edildiğini
anlamak istiyorsanız, bu ahlâkî dönüşümü kavramak
oldukça önemlidir. Hukukun üstünlüğünü, özgürlüğü
ve özerkliği sağlamaya ve insan ırkını eski
yoksulluğundan kurtarmaya çalışırken
Montesquieu'dan beri yazarlar yol göstermek için iş
dünyasına baktı. Burada tarihsel arkaplanı
genişletemeyeceğim, sadece onunla ilgili dersleri
özetleyeceğim.
Sınırlı hükümet, hukukun üstünlüğü, birey ve azınlık
haklarının korunmasına dayanan demokratik projeyi
tamamen destekliyorum. Aktif bir iş topluluğu olmadan, bu demokratik proje ampirik olarak sürdürülebilir değildir.6
Aktif bir iş topluluğu olmadan, ulusal zenginlik
yaratılamaz ya da geniş olarak dağıtılamaz. Aktif
bir iş topluluğu olmadan, istihdam - iş - imkânları
mecburen az ve düşük ücretli olmak zorundadır. Aktif
bir iş topluluğu olmadan, cumhuriyetçi özerklik için
gerekli hayatî ahlâkî alışkanlıkların - toplumsal
cumhuriyetçiliğin faziletlerinin -gelişmesi kuvvetle
gayri muhtemeldir. Demokrat Parti başkan adayı Paul
Tson-gas, Amerikan solcularına şunları söyledi:
'İşverenler olmadan istihdam yaratabileceklerine
inanıyorlar. Yanılıyorlar.' Bu sağduyulu uyarı,
değişmemize hizmet etsin. İş, özgür topluma kritik
hizmetler temin eder. Bu, onun faydasıdır. Fakat
onun içsel ahlâkî idealleri nelerdir? Eğer bu
ideallerin ne olduğunu bilirsek, bu ideallerle
yetişmiş, yönetilmiş ve düzeltilmiş bir iş ahlâkı
geliştirmek için daha iyi bir durumda oluruz.
Birinci İdeal, İş Ahlak
Papa
II.
John Paul son zamanlarda ticaret
mesleğinin içsel iki ideali konusunda oldukça
belâgatlı yazdı. Şüphesiz farklı şahsiyetlerin
farklı sebeplerle belli işlere cezbolması
olağandışı olmadığı için farklı idealler
seçilebilir. Çok geniş bir alanda kabiliyetlere ve
mizaçlara ihtiyaç duyan ve kullanan ticaret mesleği
ihtimaller, imkânlar ve fırsatlar bakımından
zengindir. Ne var ki, bugün maksadımıza uygun
olarak, Papa II. John Paul'un işaret ettiği iki
idealle dikkatimizi sınırlayarak, önümüzdeki büyük
göreve bir başlangıç yapmakla yetineceğiz. Bunlardan
ilki yaratıcılık, ikincisi ise topluluktur.
Çoğumuz kapitalizmin ahlâkı üzerinde düşünmeyi ilk
olarak Max Weber'in The Protestant Ethic and the
Spirit of Capitalism 'de ortaya koyduğu tahlil
yoluyla öğrendik. Weber'in büyük başarısı,
kapitalizmin tanımı için kültürel, özellikle dinî
güçlerin gerekli olduğu gerçeğini akla getirmesiydi;
kapitalizm sadece şeyler hakkında bir sistem değil,
insan ruhu hakkında bir sistemdir. Ne var ki, Max We-ber'in
gözleminde gerçekten kapitalizmin ruhunu yakalayıp
yakalayamadığı hususunda sorular var. Sanırım Weber
için, hedefe çok yaklaştı fakat vuramadı demek daha
doğru olur.9 Onun vurduğu hedef, insana
ait kendiliğinden olmayı bir " 'demir kafes' ile
sınırlayan matematik ussallıktı. Weber, yüzyılın
dönümünde büyük sınaî teşebbüsleri hatırında tutar
gibi göründü ve bürokrasinin gelen ruhundan
(gördüğü için) korktu. Bütün bunlarda meselenin
kalbine çok yakın bazı şeyleri ıskaladı: keşif,
icat, beklenmedik şeyler bulma şansı, sürpriz -
Liechtenstein Uluslararası Felsefe Akademisi'nden
arkadaşım Rocco Buttiglione'in 'Don Qui-xote
faktörü', riskin ve teşebbüsün maceraperestliği
dediği şey.
Friedrich Hayek, Joseph Schumpeter ve (daha ayrıntılı olarak)
Israel Kirzner' in gösterdiği gibi, kapitalizmin
kalbinde, dinamik özünde, teşebbüs yaratma
alışkanlığı vardır. Teşebbüs, fark etme eğilimidir,
sezme alışkanlığıdır, diğer insanların henüz
görmediğini keşfetme eğilimidir ve bunlara ilâveten
daha önce görülmeyen şeyleri gerçekleştirmek için
vukufla hareket etme kapasitesidir." II. John
Paul'un gözlemlediği gibi:
'Modern toplumda zenginliğe katkıda bulunan diğer önemli bir
kaynak, kesinlikle, hem başkalarının ihtiyaçlarını
hem de ihtiyacı olanları tatmin etmeye en iyi
uyarlanan üretim faktörleri terkibini önceden görme
yeteneğidir..,. Böyle üretken bir çabayı organize
etme, zamanını planlama, tatmin etmesi gereken
talepleri olumlu biçimde karşıladığından emin olma,
gerekli riskleri alma, bütün bunlar bugünün
toplumunda bir zenginlik kaynağıdır. Bu çerçevede,
disipline edilmiş ve yaratıcı insan çalışması ve bu
çalışmanın elzem bir parçası olarak başlama ve
teşebbüs kabiliyeti gittikçe artan bir şekilde
aşikâr ve kesin hale geliyor.
Bir çok akademik yazar yeni bir iş yaratmanın içerdiği yaratma
zevkini ve pür eğlenceyi hiç tahayyül etmiş gibi
görünmüyor. Böyle bir yaratıcılık, tamamen mümeyyiz
bir kişiliğin işaretidir. Bu zevkte o, yaratıcısına
mahsul verir, bu şekilde sanatsal yaratıcılıkla
rekabet eder.
Bunun doğruluğunu kanıtlamak için, sadece, kurucusunun hazır
bulunduğu bir işletmeyi ziyaret etmek gerekir. Gayet
muhtemeldir ki bir girişimcinin inşa ettiğinden
duyduğu mutluluk derecesinde, hiçbir prima donna
söylediği şarkıdan mutluluk duymamıştır. (Gayet
açıkça şunu da eklemeliyim ki, bu ülkede, Latin
Amerika'da ve dünya çapında müteşebbislerin hızla
artan bir oranı kadınlardır; teşebbüs piyasaya yeni
gelmiş kişiler için sipariş veren bir meslektir.)
Yaratıcılık sorununa yaklaştığı 32. bölümü Papa, tarihte iki
faktörün - çalışma ve toprak- her toplumda nasıl
bulunacağını açıklayarak şöyle bitirdi:
"Bir zamanlar çalışma bu verimliliğe yardımcı ve
destek olurken, yeryüzünün doğal verimliliği,
zenginliğin en mühim faktörü olarak görüldü ve
gerçekten öyleydi. Zamanımızda insan çalışmasının
rolü, hem maddî hem de maddî olmayan zenginlik için
gittikçe artan bir şekilde üretici güçlerle aynı
derecede önemli hale geliyor."
Papanın çalışmayı daha çok bilgi ile irtibatlandırmasına dikkat
edin. Ve bu kritik bir değişmedir. 'Emek değer
teorisi'ni geliştiren Marks'ın tersine Papa, değeri
bilgi ile irtibatlandırıyor: "İnsanlar, yeryüzünün
üretken potansiyelleri hakkında daha bilgili ve
daha önemlisi ihtiyaçlarını karşılamak için
çalıştıkları insanların ihtiyaçlarının farkında
oldukça, çalışma daha çok verimli ve üretken hale
gelir."14 Zenginliğin kaynağı bilgidir.
Bu kaynak insan aklında yer alır.
"Milletlerin zenginliğinin kaynağı nedir?" Bu soruyu ilk soran
1776'da Adam Smith idi ve Papa XIII. Leo bunu Renim
Novarum'da5 zikretti. Papa II. John
Paul'ün bir cevabı vardı:
"Zamanımızda, özellikle, topraktan daha az önemli olmayan bir diğer
mülkiyet hiçimi var: Know-how, teknoloji ve hünere
sahip olma. Sanayileşmiş milletlerin zenginliği
doğal kaynaklardan çok daha fazla hu tür mülkiyete
dayanır. "
Zenginliğin kaynağı, entellektüel sermayedir. Eğer milletlerin
zenginliği doğal kaynaklardan daha çok entellektüel
mülkiyet ve know-how'a. dayanıyorsa, o zaman,
(Japonya gibi) neredeyse hiç doğal kaynağı olmayan
milletler dünyada en zenginler arasına girerken,
(Brezilya gibi) doğal kaynakları çok zengin bazı
milletlerin hâlâ nasıl fakir kalabildiğini
anlayabiliriz.
Bu bakımdan Papa 20. yüzyılın yakın zamanlarım daha önceki iki
dönemden ayırıyor:
".... Modern toplumun trendleri ile geçmişin, hatta yakın geçmişin
trendleri arasında belli farklar var Bir zamanlar
belirleyici üretim faktörü toprak ve sonra -üretim
araçlarının karmaşık toplamı olarak anlaşılan
-sermaye iken, bugün belirleyici faktör, artan bir
şekilde, bilgisiyle, özellikle bilimsel bilgisiyle,
birbirleriyle ilişkili ve koınpakt organizasyonlar
için sahip olduğu kapasitesinin yanı sıra
başkalarının ihtiyaçlarını idrak etine ve onları
tatmin etme yeteneği ile insanın kendisiydi. '"
Bunlar - bilgi, bilimsel bilgi, kompakt organizasyonlar için sahip
olunan kapasite, başkalarının ihtiyaçlarını idrak
etme ve onları tatmin etme - tamamen Japonların
üstün olduğu faktörlerdir. Doğal kaynaklar
bakımından son derece fakir olan Japonlar, bu
faktörlerle üstün hale gelmişlerdir.
Elbette doğal kaynaklar hâlâ önemlidir. Fakat,
insanların piston makineyi geliştirmesi ve ham
petrolü benzine çevirme sürecini keşfetmesine kadar
tıpkı Arabistan kumlan altında bin yıllarca
kullanılmadan duran ve sıkıntı olarak görülen petrol
gibi, insanlar onların değerini görmezse ve onları
evrensel kullanıma sunmayı düşünmezse, doğal
kaynaklar keşfedilmeden ve kullanılmadan boş
kalabilir. İşe yaramaz ham şeyleri "doğal kaynak"
yapan, insanlardır. Bu anlamda, cansız şeyler en
derin, en güzel ya da en tükenmez kaynak değildir.
Julian Simon'un söylediği gibi, insan aklı 'en büyük
kaynaktır.
Dünyanın zenginliğine sınırlar koyan dünyanın kendisi değildir. Bu
meselede Roma Kulübü hayatî bir hata yaptı. İnsan
aklının ona verdiği değere bağlı olarak, bu
yerkürenin bir çok şeyi (örneğin balina yağı gibi),
bazı zamanlar faydalı, başka zamanlar faydasızdır.
Bu anlamda insan aklı zenginliğin birinci
kaynağıdır. Ve şüphesiz Yaratıcı, uzaktan bütün
bilgilerin kaynağına iştirak eder. Bu sebeple Papa
şöyle diyor:
"Gerçekten, yerkürenin yanı sıra, insanın en mühim
kaynağı insanın kendisidir. Zekası insanı,
yerkürenin üretken potansiyelini ve insan
ihtiyaçlarının tatmin edilebileceği çok farklı
yolları keşfetmeye muktedir kılar. "
Papa, insan bilgisinin bir zenginlik kaynağı olduğu üç durum
görüyor. Birincisi, "modern toplumda başka bir
önemli zenginlik kaynağı oluşturan, kesinlikle, hem
başkalarının ihtiyaçlarını hem de o ihtiyaçları
tatmin etmeye en yatkın üretim faktörlerinin
terkibini önceden görme kabiliyetidir." İkincisi,
'bir çok mal, tek başına bırakılmış bir bireyin
çalışmasıyla yeterli bir şekilde üretilemez, bunlar
ortak bir amaca doğru çalışan bir çok insanın
işbirliği yapmasını gerektirir.' Bu ikinci tür
bilgi, kurşun kalem gibi çok basit bir şeyi üretmek
için bile gerekli olan büyük ölçekli topluluğun
nasıl organize edileceğini bilmeyi gerektirir.
Kurşun kalem gibi çok basit bir nesnenin yerkürenin büyük ölçüde
farklı yerlerinden gelen (yalnızca en çok
görünenleri sayarak sadece uzmanların bileceği
diğerlerini dışarıda bırakırsak) grafit, tahta,
metal, lastik ve cila gibi unsurlardan
oluşturulması, genellikle ilahiyatçıların aklına
gelmez, fakat bu işadamları için günlük tecrübe
meselesidir. Kurşun kalemde oynayacakları kesin rol
için her bir ayrı unsuru hazırlamak için gerekli
bilgiler ve beceriler, neredeyse kesinlikle hiçbir
bireyin aklında hazır olmayan, fakat araştırmacılar,
yöneticiler, fabrikada ve dünyanın farklı çalışma
yerlerinde çalışan işçiler arasında geniş ölçüde
dağılmış olan çok büyük cesamette bilimsel ve pratik
bilgiyi temsil eder. Bütün bu üretim faktörlerinin -
materyaller, bilgi ve hünerli işçiler - hiç kimse
eline bir kalem almadan bir araya getirilmesi
gerekir.
Bu tür nedenlerle Papa hayranlıkla ikinci tür zenginlik üreten
bilgiyi takdir eder:
"Böyle üretken bir çabayı organize etme, zamanını
belirleme, tatmin etmesi gereken talepleri olumlu
bir biçimde karşıladığından emin olma ve gerekli
riskleri alma bütün bunlar da. bugünün toplumunda
zenginlik kaynağıdır. "
Buraya kadar Papa, insanın ekonomik yaratıcılığında etkili olan iki
tür bilgiyi tefrik etti: başkalarının ihtiyaçlarını
doğru bir şekilde idrak etme bilgisi ve dünya
çapında üretken bir çabanın nasıl organize edildiği
konusundaki pratik bilgi.
Fakat bilginin üçüncü bir tür var: "Yerkürenin üretken
potansiyelini keşfetmek için" harcanan zahmetli
çaba." Papa II. John Paul'ün ilk defa papa olduğu
1978'den beri, yayılması dünyayı çok büyük ölçüde
değiştiren üç buluşu kısaca düşünün: Bir çok yerde
bakırın yerini alan (ve bu sebeple Şili'nin bakır
sanayii için güçlükler yaratan) fiber optiğin icadı,
(sanayilerin temelini mekanikten elektronik
teknolojiye çevirmede çok şey yapan) word processor
(bilgisayarlar yaygınlaşmadan önce daktilonun
yerini alan cihaz -kelime işlemcisi- ç.n.) ve
genelde elektronik süreçlerin icadı ve bütün dünyayı
tek bir, anlık iletişim ağına bağlamak için
elektronik kuvvetler ve uyduların kullanımı. Bütün
bu soluk kesen buluşlar, "insanın en mühim
kaynağının", yaratıcı zekasının meyvesidir. Keşfeden
insan, Tanrı'nın suretinde yaratılır. Yaratıcı
olmak, yaratılan şeyi mükemmelliğe getirmek için
işbirliği yapmak, insan işidir.
Bu ışık altında, kapitalist ekonominin ilk olarak dünyanın derin
bir şekilde Yahudilik ve Hıristiyanlıktan etkilenen
bölümünde gelişmesinin, kaza olmadığını görebiliriz.
Milyonlarca insan yüzyıllar boyunca Yahudilik ve
Hıristiyanlıktan bu yerkürenin sadece, asla
araştırılmayacak, deney yapılmayacak tabular alanı
değil, aksine insanların araştırma, yaratma ve icat
etme güçlerini kullanacakları bir yer olarak kabul
etmeyi öğrendiler. Filozof Alfred North Whitehead,
modern bilimin doğuşunun, insanların Yahudilik ve
Hıristiyanlığın vesayeti altına uzun yüzyıllar
boyunca öğrendikleri alışkanlıklar dışında tasavvur
edilemeyeceğini söyledi. Yahudilik ve Hıristiyanlık
insanlara bütün dünyanın ve dünyadaki her şeyin
anlaşılabilir olduğunu öğretti, çünkü bütün şeyler
-durumsal ve görünüşte tesadüfi olsalar bile- her
şeyi bilen bir Yaratıcının muradından kaynaklanır.
Bu öğretinin pratik düzende önemli imaları var. Her
insanın imago Die olduğu inancı, inkişaf ve tecrübe
yoluyla, ilk kaziyesi zenginliğin en mühim kaynağı
insan yaratıcılığı olduğu bir ekonomik sistemin
gelişmesine yol açmak zorundadır.
Topluluk
31. bölümde Papa II. John Paul, bugünlerde "bir
kişinin çalışmasının doğal olarak nasıl başkalarının
çalışmalarıyla ilişkili olduğunun daha açık hale
geldiğine işaret etti. Hiç olmadığı kadar çalışma,
başkaları için başkalarıyla çalışmadır: Bu başkaları
için bir şeyler yapma meselesidir." Başlangıcından
beri modern iş ekonomisi, "ulusların, bütün
ulusların zenginliğini", sistematik ve toplumsal bir
şekilde yükseltmekle ilgilenen uluslararası bir
sistem olarak tasarlanmıştır; asla yalnız belli
kişilerin zenginliği üzerine odaklanmamıştır. 32.
bölümde Papa, bu düşünce çizgisini sürdürüyor:
"Daima genişleyen çevreleri içine alan bir 'çalışma
topluluğunda', paylaşarak insanların birbiriyle
çalıştığı gerçeği henüz zikredildi". Papa sonra "bir
çok malın tek başına kalmış bir bireyin çalışmasıyla
yeterli olarak üretilemeyeceğine, ortak bir amaç
için çalışan bir çok insanın işbirliğini
gerektirdiğine" işaret ediyor. Ve gene Papa, şu
yorumu yapıyor: "İnsanların başkalarıyla yakın
işbirliğinde disipline edilmiş çalışması, insanın
tabiî ve insanî çevrelerini dönüştürmekte
dayanılabilecek daha önce görülmemiş bir biçimde
geniş çalışma topluluklarından yararlanmasını mümkün
kılan şeydir."
Tek kelimeyle, işadamları sürekli bütün yönleriyle topluluk inşa
etmekle uğraşır. İşadamının kendi firmasında
doğrudan doğruya bir çalışma topluluğu inşa etmesi
gerekir. Sonra, pratik operasyonları için bu firma
daha büyük, arzda bulunanlar, müşteriler, bankalar
ve devlet memurları topluluklarına ulaşım
sistemlerine ve hukukun üstünlüğüne dayanır.
Üçüncüsü, - kurşun kalem örneğinde gördüğümüz gibi
- modem ürünler gezegenin her yerinden çıkarılır.
Modem iş sistemi, bütün insan ırkının karşılıklı
dayanışmasını ifade eder. Öyleyse bütün bu üç
biçimde iş, bir topluluk faaliyetidir. Kapitalizm,
ferdiyetçiliğe dair değildir. Kapitalizm, yaratıcı
bir topluluk formuna dairdir.
Gerçekten (35. bölümde), kârın rolünden bahsederken bile Papa,
içsel terkibi bakımından bir işletmenin evvela bir
kişiler topluluğu olduğunu gösteriyor. O şöyle
yazıyor:
"Gerçekte, bir iş firmasının maksadı basitçe kar elde etmek
değildir, onun maksadı tüm toplumun hizmetinde
belli bir grup oluşturmak ve onların temel
ihtiyaçlarını tatmin etmek için çeşitli şekillerde
çabalayan bir kişiler topluluğu olarak kendi
varlığında bulunabilir".
Kesinlikle bir işletmenin evvela bir topluluk olarak anlaşılması
gerektiği için Papa şunları yazmaya muktedirdir:
"Kilise, bir işin iyi şekilde işlediğinin bir göstergesi olarak
kârın meşru rolünü kabul eder .... Fakat kârlılık
bir firmanın durumunun tek göstergesi değildir. Malî
hesapların usulüne göre olması, fakat - firmayı en
değerli varlık yapan - kişilerin tahkir edilmesi ve
itibarlarının kırılması mümkün olabilir. Ahlâkî
olarak kabul edilemezliğinin yanı sıra, bu,
sonunda, firmanın ekonomik etkenliği üzerinde
olumsuz geri tepmelere neden olacaktır. "
Kısacası, kapitalizmin insan ırkına en önemli
katkısı olan müessese, devletten bağımsız özel
işletmelerdir - ve onun hakkında fark edilmesi
gereken en önemli şey yeni ve önemli bir insan
topluluğu formu olmasıdır. İş, önemli sosyal
amaçlarından biri kâr elde etmek olan bir
topluluktur ki bu vücut bulmadan önce var olan
zenginliğin ötesinde yeni zenginlik yaratmak
demektir. Papa onaylayarak bu yöne işaret ediyor:
"Bir firma kâr ediyorsa, bu üretim faktörlerinin
uygun bir şekilde istihdam edildiği, tekabül eden
insan ihtiyaçlarının lâyıkıyla tatmin edildiği
anlamına gelir." Başka bir deyişle, bir işletme
bilgiyi kullanarak yerkürenin üretici
güçlerini münasip bir şekilde kullanır; işletme
insan ihtiyaçlarım iyi bir şekilde anlar ve onları
tatmin eder. Bu yolla bir işletme "bütün toplumun
hizmetindedir". Bir işletmenin iktisadî ve ahlâkî
noktası, başkalarına hizmet etmektir. Tek başına
bile bir işletme sıradışı fakat önemli bir insan
topluluğu formunu temsil eder.
Gerçekten, Papa 32. bölümde oldukça cüretkâr bir uzunlukta modern
iş sürecinin tasvirini işliyor. Modern iş sürecinin
"Hıristiyanlığın sürekli doğruladığı kişiye dair
hakikate ışık tuttuğunu" ve bu sebeple "onun
dikkatli ve destekleyici bir şekilde gözden
geçirilmesi gerektiğini" görüyor. Onun gördüğü
hakikat burada yansıtılmıştır: Toplulukta başka
kişilerle ve başka kişiler için çalışan kişi. Bu
yaratıcı topluluk, bedensel zevklerle ilgili
düzenin en büyük dönüştürücü gücüdür: "İnsanların
başkalarıyla yakın işbirliğinde çalışması, insanın
tabi ve insani çevrelerini dönüştürmede
dayanılabilecek daha önce görülmemiş biçimde yaygın
çalışına topluluklarının yaratılmasını mümkün
kılar."
Kapitalist Faziletler
Bu iktibas edilen son pasajdan hemen sonra Papa, "bu sürece katılan
önemli faziletler" diyor ve sonra onların isimlerin
veriyor:
"... Dikkat, çalışkanlık, makul riskleri üstlenmede
basiret, kişiler arası ilişkilerde itimat ve
sadakat, zor ve meşakkatli fakat hem işletmenin
bütün olarak çalışması için hem de muhtemel
aksilikleri karşılamak için gerekli kararları
uygulamada cesaret gibi"
İlk bakışta, bu değerler Max Weber'in meşhur kitabı The Protestant
Ethic and the Spiril of Capitalism''den alınmış bir
liste gibi görünür. Fakat, düşünmeyle, bağlam ve
anlamın tamamen farklı olduğu görülebilir. Max Weber
kapitalizmin köklerini Protestanların yaratılışa
karşı olumsuz tutumunda buldu: Onların fedakârlık,
kendini her türlü dünyevî zevkten soyutlama ve
insanın doğasında gömülü ahlâksızlık hisleri. Papa
II. John Paul tersine bu sıradan çok çeşitli
faziletleri yaratılışın esas güzelliği bağlamına
yerleştirir, çünkü o yaratıcının ellerinden ve ima-go
Die îıin ışığından etkilenen insan doğasından
kaynaklanır. Bu faziletler, icat, beklenmedik
şeyleri bulma şansı, sürpriz ve bir çoklarının
gömleklerini riske etmesine yol açan türde
maceraperestlik gerektirdiği için olumsuz, baskıcı
ve riya-zetçi değildir - en azından aslında öyle
değildir -.
Bu oldukça önemli bir tezattır. Ve bu nedenle gayet doğru olarak
"Katolik ahlâkı ve kapitalizmin ruhu"ndan söz
edilebilir. Papanın, Filipinlerden Latin
Amerika'ya, Orta ve Doğu Avrupa'ya kadar şimdi
sosyalist ya da prekapitalist Üçüncü Dünya
ekonomisinden kapitalist bir ekonomiye geçiş yapmaya
başlayan bütün Katolik uluslara tavsiye ettiği yeni
ahlâk budur.
Sonuç
Netice olarak bunlar, Papanın iş ahlâkına
yaklaşımını yönelttiği iki temel idealdir:
Yaratıcılık, topluluk ve elbette bunların ihtiva
ettiği faziletler. Bu iki ilke,
son derece büyük çaba gerektiren ilkelerdir.
Bunlar ekonominin işleyişinde büyük değişiklikler
yapmayı gerektirir. Bunlar, bilhassa, evrensel
olarak, bütün yurttaşları arasında kişisel ekonomik
girişim hakkını henüz desteklemeyen bütün
ekonomileri değiştirmeyi gerektirir.
Ne kadar fakir ya da cahil olursa
olsun önemi yok, her bir kişi Tanrı'nın suretinde
yaratılmıştır. Her birisi, kendi kişisel ekonomik
yaratıcılığını kullanmak hakkına sahiptir.
Dolayısıyla, Tanrı'nın herkese ihsan ettiği suretini
suiistimal ettiği için, bireysel ekonomik
yaratıcılık hakkını kısıtlayan mevcut ekonomik
sistemler reforma tabi tutulmalıdır. Onlar, küçük
işletmelerin birleşmelerini engelleyecek şekilde
zorlaştırarak, (krediler yeni işletmelerin ana sütü
olmasına rağmen) fakir insanlara ucuz kredi temin
etmede başarısız olarak ve zenginliğin en mühim
kaynağı olarak insan sermayesini ve entellektüel
varlığını üstün tutmayarak bu sureti suiistimal
ederler. Gerçekten, Papanın samimi kapitalizm ahlâk
vizyonunu yerine getirmek için, üçüncü dünyanın
çoğunda barışçı fakat büyük bir devrim gerekecektir.
Gelişmiş dünyada da özellikle ahlâkî ve kültürel
alanda büyük değişiklikler yapılması gerekecektir;
fakat bu iş ahlâkının temellerinden daha geniş başka
bir konudur.
Papanın argümanı, gerçek gelişmenin aşağıdan yukarıya doğru
başlaması gerektiğini ima ediyor. Bu evrensel
olmalıdır. Ne kadar fakir ya da cahil olduğu mühim
değil, her kişinin ekonomik aktivizme katılmasına
izin verilmelidir. Dolayısıyla, her bir özgür
toplum, insan yaratıcılığını destekleyip
desteklemediğini ya da baskı altına alıp almadığını
görmek için bütün müesseselerini incelemelidir. İş
sisteminin test edilmesi, bedenen sağlam fakirler
arasında neler olduğuna bakıl-masıdır. Bu ülkede
kendi kendimize fakirleri iş faaliyetlerine çekmek
ve dahil etmek için yeterince çalışıp
çalışmadığımızı sormalıyız. Fakirlere yardım etmeye
niyet eden mevcut hükümet programları, fiilen
fakirlere yardım mı ediyor, yoksa engel mi oluyor?
Centesimus Annus, olağanüstü ve devrimci bir çalışmadır. Orijinal,
açık ve etkileyicidir. O, önümüze büyük bir gündem
koymaktadır. Kendi halimizden memnun olmak için
hiçbir alan önermiyor. O, daha önce hiçbir dinî
belgenin yapmadığını yapıyor: İş hayatının iç
yüzünü, heyecanını, idealizmini ve meydan
okumalarını idrak ediyor.
İş adamları ve iş kadınları daha önce varolmayan şeyleri yaratma
yeteneğine sahiptir. İş dünyasının önde gelenleri
nihayet Papa II. John Paul'de, kendilerini harekete
geçiren şeyleri açıkça gören, o ruh hakkında olumlu
biçimde konuşan ve önlerine büyük meydan okumalar
koyan bir dinî lider buldular. İş dünyasının önde
gelenlerinin meydan okumalardan daha çok sevdikleri
bir şey yoktur. Dolayısıyla, Papanın hiç olmadığı
kadar daha yaratıcı olmak ve dünya ekonomisinde
Papanın tasavvur ettiği devrim yoluna götürmek
sözleri, iş adamlarını ve iş kadınlarını harekete
geçirmemişse bu şaşırtıcı olur.
Papa II. John Paul için iş ahlâkı, medenî kanuna
uymaktan ve ahlâk kurallarını ihlâl etmemekten daha
büyük anlamlar ifade eder. İş ahlâkı, bireysel
yaratıcılık, topluluk ve girişimin özel
faaliyetlerine dayanan yeni bir ekonomik düzen tasavvur
etmek ve yaratmak demektir. İş ahlâkı, fakirlerin
kişisel ekonomik girişimciliği ve yaratıcılığı
hakkına saygı duymak demektir. İş ahlâkı, fakirlerin
yararına Tanrının yüce şanı için özgür kadın ve
erkeklere yakışan bir kültürü şekillendirmek
demektir.
Çeviren:
İbrahim Aydemir
Kaynak:
Michael Novak, American Enterprise Institutc'de
kıdemli araştırmacı.
|