|
İslâmi Rasyonellik Üzerine Bazı Düşünceler
Mehmet S. Aydın
Akıl, aklilik, ilim, iman, hatta ahlâk ve felsefe
gibi isimlerin basma "İslâmi" veya "İslâm" sıfatını
eklemek, İslâm'da düşünce tarihinin klasik
dönemlerinde görülen bir adet değildi. Zamanımıza
doğru yaklaştıkça "islâm Felsefesi", "İslâm Ahlâkı",
islâm Medeniyeti" şeklindeki ifadelerin yaygın bir
şekilde kullanıldığına şahit olmaktayız. Günümüzde
ise bunlara "islâmi Akıl", "islâmi Bilimi" ve "islâmi
Rasyonellik" gibi yenilerinin eklendiği
görülmektedir.
Ben, burada bu kulanımın ne ölçüde uygun olup
olmadığı üzerinde duracak değilim. Ancak, şunu
söylemeden geçmek istemiyorum: Müslüman bakış tarzı
evrensellikten uzaklaştıkça ve bu arada Batının
etkisiyle savunmacı bir hâlet-i ruhiye hâkim
oldukça, sözü edilen bu kullanımda bir artışın
olduğu gözlenmektedir.
Ben, burada "akılcılık" diye Türkçeye çevirdiğimiz
"rasyonalizm" kavramından ziyade, hem "akliliği",
hem de "makullüğü" içine alacak şekilde kullanılmak
üzere "rasyonellik" kavramı üzerinde durmak, bunu
yaparken de
önce hâkim Batı rasyonelliğine kısaca temas etmek,
daha sonra sözü "islâmi rasyonelliğe" getirmek
istiyorum^1'
Bilindiği gibi, rasyonellik, ilk olarak, bilim ve
felsefede deskriptif anlamda kullanılmakta ve hem
ontolojik hem de epistomolojik yönleri olan mantıkî
bir düzeni dile getirmektedir. Biz, düşünce
objelerini mantıksal bir tarzda düzene sokabilmek
için bir yol ve yordama muhtacız. Yine, bu mantıksal
düzeni, episte-monolojik bir uygunluk içinde
ontolojik düzenle irtibatlandırmak
mecburiyetindeyiz. Aksi takdirde "varlık düzeni"nden
"mantıksal düzene" geçmenin (veya tersinin) imkânı
kalmaz.
Nazari anlamda rasyonellik, hem de-düktif hem de
endüktif düşünmede vazgeçilmez bir şarttır.
Dedüktif muhakeme sözkonu-su olduğunda, tutarlılık,
uygunluk, şumüllük v.s. olmadan rasyonellikten söz
edemeyiz. Endüktif muhakeme tarzında ise
rasyonellik, doğrudan doğruya bilgi edinme yolları
ve elde edilen bilginin zihin dünyasına yerleşmesi
ve fonksiyon icra etmesi ile ilgilidir. Özellikle
burada rasyonelliğin hem bir araç, hem de bir amaç
olduğu görülmektedir.
ikinci olarak, rasyonelliğin, takdir etme, değer
koyma (veya biçme) anlamında (evalu-ative)
kullanıldığını biliyoruz. Bu anlamda bir insanın
rasyonel olması Ernest Gellner'in deyimiyle, onun
kendisine çeki düzen veren, kendisini olaylar
karşısında olabildiğince tarafsız görebilen,
meseleleri birbirine kanşürmayan, problem çözme
yeteneğine sahip olan, benzer durumlar karşısında
benzer tavırlar takınan ve mutlaka ölçülü olan bir
kimse olması anlamına gelir. Bu anlamdaki
rasyonelliğin "hikmet" kavramıyla çok yalan bir
münasebeti vardır. Meselâ, Kindi'den Ibn Rüşd'e
kadar uzanan çizgide yeralan bütün islâm
fılozoflanna göre, ancak hekim olan, gerçek anlamda
rasyonel olabilir; çünkü "hikmet"de hem nazari, hem
de ameli aklın kemâle ermiş olması söz konusudur.
Batı dünyasında, özellikle Rönesanstan itibaren
rasyonellikle hikmet arasında her gün artan bir
uzaklaşmanın olduğu görülmektedir. Başka bir
ifadeyle, bu geçen zaman içinde orada yavaş yavaş
yeni bir rasyonellik anlayışı kök salmaya başlamış,
bu anlayış Aydınlanma Döneminde iyice güçlenmiş ve
en sonunda modern Batı dünyası da hâkim vaziyete
gelmiştir. Burada dikkatleri "hâkim" kelimesine
çekmek istiyoaım. Batıda hâkim rasyonelliği
eleştiren görüşler daima varolagelmiştir. Bugün bu
eleştiriler hem kemiyet hem de keyfiyet bakımından
daha da fazlalaşmış durumdadır. Ama yine de bugün
bile hâkim rasyonellik, benim burada üzerinde kısaca
durmak istediğim rasyonelliktir.
Kanaatim odur ki, Kur'an olmak üzere, İslâm düşünce
tarihinin ana kaynaklarından şu veya bu derecede
etkilenmiş olan zihinler, bu hâkim Batı rasyonelliği
ile karşılaşınca ciddi bir rahatsızlık hissetmeye
başladılar. Bu rahatsızlığın sebepleri üzerinde
durmak, hâkim Is-lâmî rasyonellik konusunda bir
takım ipuçlan-na sahip olmak anlamına gelir.
Her şeyden önce, Batı rasyonelliği, müslüman zihnin
kabul etmekte zorluk çektiği bir bölmeciliğe
dayanmaktadır. Bu rasyonellik, kendisince kutsal
sayılan ile kutsal sayılmayan, iman ile bilgi, olan
ile olması gereken, din ile siyaset, din ile
ticaret, hatta din ile ahlâk arasına kaim bir ayrım
hattı çizmektedir. Hemen ifade edelim ki, bu
alanları birbirine kanştır-mak da sakıncalıdır. Ne
var ki, pratik, bilimsel ve akademik amaçları
gözönünde bulundurarak her alan için tanınması
gereken kısmî oto-nomluğu, tam bağımsızlığa
dönüştürmek ve neticede hayatı dar kompartmanlara
sıkıştırmak suretiyle bir bölünmüşlüğe sebep olmak,
müslümanın rasyonellik anlayışına ters düşmektedir.
Özellikle, son dönem İslâm düşünce tarihini tetkik
edenler, müslüman aydınların hâkim Batı
rasyonelliğinin bilgi alanları arasında vücuda
getirdiği "korkutucu boşluklar"dan ne kadar
yakındıklarını hemen farkederler. Namık Kemal, Said
Halim Paşa, Mehmet Akif, El-malık- Hamdi Yazır ve
Ahmet Hamdi Akseki gibi düşünürler, bir yandan Batı
rasyonelliğini bir tarih ve kültür bağlamı içinde
görüp değerlendirerek onun varlığını ve gücünü
belli ölçüde makul sayıyorlar; öbür yandan da aynı
rasyonelliğin Islâmi ortama taşınmak istenmesine
itiraz ediyorlardı. Önce niçin makul gördüklerine
kısaca bir göz atahm.
Denebilir ki, bütün beşeri faaliyetler -ilmi ve
felsefi olanları dahil- muayyen bir kogni-tif şemaya
ve değer sistemine dayanan bir tarih ve kültür
çerçevesinde olup bitmektedir. Bu çerçeve, onları
kesinkes belirlemese bile ciddi anlamda
etkilemektedir. Meselâ biraz önce sözü edilen
bölünmüşlüğün arkasında genelde bir din olarak
Hıristiyanlığın, özelde ise bir kurum olarak
Kilisenin takınmış oldukları tarihi tavırların rolü
büyük olmuştur. îlmi ve felsefi çabalar, o
tavırlardan rahatsız olmuş ve bağımsızlaşmayı kendi
hayatiyetleri bakımından zaruri görmüşlerdir. Oysa
ortaçağ İslâm dünyasında ilmi ve felsefi çabaların
güç kazanması, başka bazı sıkıntılar doğurmuş
olmakla birlikte, Batıda görünen şekliyle bir
bölünmeyi ortaya çıkarmamıştır.
Bununla çok yakından ilgili olan bir başka konu ise,
hâkim Batı rasyonelliğinin in-dirgemeciliğe
yatkınlığı olmasıdır. Söz gelimi, önce madde ile ruh
arasında bir ayırım yapılmakta daha sonra biri
ötekine irca edilmektedir. Batı tarihindeki
spritualizm- metaryalizm tartışmasının başlıca
sebebi veya önde gelen sebeblerinden biri, bu
indirgemeciliktir.
Böyle kolay bir yol bir kez keşfedilince, pek çok
şeyin sözüm ona "bilimsel" açıklaması da zor
olmamıştır. Meselâ, "hür seçimler" diye inandığımız
eylemlerimiz, muhabbet, vatan ve millet için
canımızı feda etmemiz vs. bile genetik
şartlanmaların eserlerine indirgenebil-miştir.
Ayrıca din, hedefine ulaşamamış arzuların
yansımasına, yahut kollektif nevroza, iman hayatı
duygu hayatına, büyük tarihi mücadeleler sınıf
çatışmasına ve (daha yakın zamanlara gelirsek) islâm
dünyasında görülen hemen hemen her çeşit dini
uyanış, "fundamantalizm"e kolayca
indirgenebilmiştir. Modern rasyonelliğin bu tavrı
sadece nazari düzeyde kalmamış, sadece olgu ve
olayları değil, insan topluluklarını, milletleri de
ilkel-modern; vahşi-medeni vs. şeklinde
sınıflandırmalara ve indirgemelere tabi tutarak
sömürgeciliğin entellektüel arka planını ve
meşruiyet çerçevesini hazırlamıştır.
Şüphe yok ki, ındirgemecilik, sadece modern
rasyonelliğin bir hastalığı değildir. Bütün bir
insanlık tarihinde bu iptila görülmektedir. Onun
hal-ı hazırdaki korkutuculuğu, sahip olduğu imkân ve
vasıtaların gücünden ve yaygın bir uygulama alam
bulmasından gelmektedir.
işte hâkim Batı rasyonelliğinin bu olumsuz
özellikleridir ki, islam dünyasının düşünen
kafalarını tedirginliğe sevk etmiştir. Onların bu
rasyonelliğin dedüktif ve endüktif muhakemeye
dayanmasını, eleştirel tavrını, sınırı içinde kalmış
bilimselliğini ve daha birçok yönünü
desteklediklerini, hatta bunları tarihî Islâmî
rasyonelliğin bir parçası saydıklarını biliyoruz.
Parçalayıcı, indirgeyici, basitçi, dışarıda-tutu-cu
olmayan bu rasyonellik elbette reddedilebi-len bir
rasyonellik olamazdı. Buna herşeyden önce, Kur'anin
etkisiyle gelişen bir çeşit rasyonelliğin imkân
vermiyeceği açıktır. Bu rasyonellik, Islâmî denmeye
layık herşeye olduğu gibi, tevhid ilkesine göre
oluşan ve bu ilkeye sadık kalan bir rasyonelliktir.
Şimdi bu konuyu Kur'anin bazı ayetlerini de
hatırlamaya çalışarak, kısaca açmaya çalışayım.
Bilindiği gibi "akletme", "fikretme", "fıkhetme"
gibi rasyonellikle doğrudan doğruya ilgili olan
fiilleri oldukça sık kullanan Kur'an-ı Kerim,
kendine özgü belirleyici vasıfları olan bir
rasyonelliğe kapı açmaktadır, ilk olarak bu
rasyonellik, bağlantılı epistomolojik bir görüsü,
esas alır. Çıkış noktaları ve yükseliş
basamaklarını da ona göre düzenler. Kur'an,
bağlantıları insan fıtratına uygun tarzda kurulmamış
fikri bu çabayı "akletmezlik" olarak
değerlendiriyor. Sadece Kur'anin mesajını
reddetmekle yetinmeyen, o mesajı getirene yokedici
düşmanlığını ilan eden Ebu Cehil, aslında "çok
akıllı" bir insandı. Ama onun aklı, Kur'anin
istediği manada bağlantıları kuran, nefiste (iç
alemde) âfâkta(dış dünyada) ve tarihte
(insanoğlunun kollektif başarısında ve
başarısızlığında) olup bitenleri gören, anlayan ve
değerlendiren bir akıl değil, ufku, nefsin maddi
ihtiyaçlarını ve arzularını tatmin etmekle
sınırlanan ve o sınır içinde hesap-kitap yapan ve
hâkimiyet kurmayı neredeyse yegane amaç sayan bu
akıldı. Öyle bir akıl ki, enfüs, âfâk ve tarihten
yola çıkıp aşkın bağlantılar kuramıyor. Bilgide
ulaştığı basamağı son basamak sayıyor.(3)
Doğruya ulaşamadığı içinde her an farklı görüşler
içine düşüp bir tarafa çekiliyor; "düşünüyor, ölçüp
biçiyor", ama yanlış sonuçlar çıkarıyor. Kendisini
âlem planında öyle bir yere oturtuyor ki, o yer
kendi yeri değil. Bu yolla, sadece epistemik bir
hata işlemekle kalmıyor, hem kendisine, hem de
ilgili varlıklara zülm ederek ahlâki bir hata
işliyor.
Bu akıl, özellikle iki alanda ciddi bir yanılgıya
düşüyor: Âlemi Allah'a bağlayamıyor ("akl'ın bir
anlamının da "bağlamak"olduğunu unutmamak gerekir);
yahut bağlantıyı akılsızca kuruyor, meselâ araya
bir takım aracılar yerleştiriyor, ikincisi, bu dünya
hayatının gerçeklerini, ruhani gerçekleri dikkat
almadan, "öte"yi düşünmeden açıklamaya çalışıyor.
"Gördüklerimden ve yaşadıklarımdan başkası yoktur"
diyerek kendi kenisini dar bir çerçeveye mahkum
ediyor. Benzer bir tarzda, nihai sebepleri ve pek
tabii gaip sebebi inkâr ediyor. Yok olduklarını
ispat ettiği için değil, varolduklarını ispat
edemediği için bu yolu seçiyor.® "Böyle bir inkâr,
rasyonelliğin gereği sayılan bu faktör olduğu için
de, inkâr etmeyenler elbette irrasyonel olup
çıkıyor. Bu durum, öyle katılaşıyor ki, böyle bir
akla sahip olan kişi, artık akletmenin rehberi
durumunda olan sözleri (vahyi) işitmiyor; duymadığı
için de "ak-letmiyor". Kendi yaptıkları yüzünden
kalbi mühürleniyor.0' Ta ki "ah ne
olurdu işitseydim ve akletseydim!" diyeceği gün
gelip çatmcaya kadar.
İkinci olarak, bu bağlantı, epistomolojik görüş,
adeta donmuş, katılaşmış bir rasyonelliği değil,
köklerini sürekli olarak yaşamakta olan bir tecrübe
içinde muhafaza eden bir rasyonelliği besler ve
ondan beslenir, Makuliyet dairesini sürekli olarak
genişleyen bir mahiyette görmek gerekir. Orada her
tecrübe alanı öteki alanlarla canlı bir irtibat
içindedir. İlmi tecrübe dini tecrübeyi, estetik
tecrübe ahlâki tecrübeyi ve yine bunlar kendi
sıralarında ilmi ve dini tecrübeyi beslerler.
Rasyonellik bütün bu tecrübelerin kazandırdığı bir
"hal", yahut "halet-i rûhiyye" olduğuna göre, onun
her çeşit yeni tecrübeye daima açık olması ve
oluşum süreci içinde bulunmayı muhafaza etmesi
gerekir. Süreç içinde olmak merkezsiz bir değişmeyi
akla getirmemelidir. Islâmi rasyonellik içinde
vahiy, sadece ontolojik değil, epistemo-lojik bu
istikrar çerçevesini de oluşturuyor. Böyle bir
çerçeve en azından iki ilkeyi güvence altına
alıyor, rasyonellik, öncelikle, aşkına açık olmak
zorundadır. İkincisi, yommlar ne kadar farklı olursa
olsun, vahyin şüpheye mahal bırakmayacak açık
beyanları, yani muhkemi vardır. Özellikle bu
muhkem, din ve ahlâk epistemolojisinde tehlike
oluşturacak her türlü rölativizmi imansız
kılmaktadır. Bu, hem sağlam itikad, hem de sağlam
amel için son derec-e önemlidir. Bu konuya biraz
sonra tekrar döneceğim.
Böyle bir görüşten "alanların kısmi oto-nomluğu"na
bir zarar gelmez. Ben, burada din ile bilimin, yahut
ahlâk ile sanaün birbirine karıştırılmasından
değil, bu alanlardan akıp gelen verilerin beşeri
tecrübe sürecinde birbirini desteklemesinden
sözediyor ve rasyonelliğin ancak bu yolla
kazanılabileceğini iddia ediyorum.
İslâm düşünce tarihinde, burada saya-mıyacağımız pek
çok sebepten dolayı, böyle bir destekleme süreci
yeterince güçlü olamadığı için, kanaatimce, benim
Kur'an'da "okuduğum" yahut gördüğüme inandığım
rasyonellik, tam olarak gerçekleşemedi. Hukuk
-dolayısıyla siyaset- kelâm ve hatta felsefe
alanları, aklın nazari gücünden önemli ölçüde
istifade ettiler. Fakat bu alanlarda tecrübe ile
bağlantısı
daha doğrudan olan amelî akıl -en azından kelâm ve
felsefede- yeterince güçlü olmadı. Özellikle
filozoflar, rasyonelliğin nazari ve amelî bir
tecrübe bütünlüğüne dayandığını açıkça gördüler-,
ama ürünleriyle bu bütünlüğü ümmetin kollektif
tecrübesine getirmede başarılı olamadılar. Öte
yandan, tasavvuf alanı da aklın nazari taleplerini
yeterince dikkate almadı. Bu yüzden, İslâm düşünce
tarihi söz konusu olduğunda, bir tek tslâmî Akıt
darı değil, önemli ortak özellikleri olan hlâmî
akıllaf dan söz etmek bana daha makul görünüyor.
Bir tek Islâ-mi Akıl'dan söz edenlerin daha çok
onüçüncü asırdan itibaren hâkim duruma gelen ve
gücünü en fazla devlet hayatında gösteren, bazen
geleneksel, bazen de "köktenci" olarak
nitelendirilen akıldan bahsettiklerini
zannediyorum. Böyle bir genellemenin işe yarar
yanlarının bulunduğunu kabul ediyorum. Ancak bu
kavramın çok fazla da gerilmemesi gerektiğine
inanıyorum.
Üçüncü olarak, rasyonelliği açık tecrübe kavramı
içinde düşünmek, onun bir gelenek içinde
değiştiğini, zenginleştiğini görebilmek anlamına
gelir. Rasyonellik, aynı zamanda 'tarihi bir
oluşum'dur. Başka bir deyişle, rasyonellik ile
ilgili her kavramlaştırmanın arkasında bir kültür,
bir gelenek, bir tarih yatar. Pek tabii, bir
geleneğin tamamı "etkin tarih"e dahil olamaz. Ancak,
dahil olmama, bir takım değerlerden mahrum kalmayı
da intaç edebilir. Meselâ, son asırlarda, özellikle
hayatın bazı alanlarında gücünü hissettiren
"İslâm aklı" (tabirin kulllanılmasına şimdilik
müsamaha ile bakalım) eğer îslâmın büyük
geleneğinden ya-rarlanabilseydi, Muhammed İkbal ve
onun gibi düşünen müslüman aydınlann sözünü
ettikleri o meşhur "rasyonellik krizi" daha hafif
atlatılabilirdi.'11' Tarihi sebeplerden
dolayı belli kelâmi ve hukuki görüşlerin hep
merkezde yer alması, kollanyla birlikte
düşünüldüğünde, yüz civarında kelâm, yirmi
civarında hukuk ve dört büyük felsefe ekolünün hiç
değilse önemli bir kısmının etkin tarihe
götürüle-memesi, hakim İslâm aklı'nı büyük bir
zenginlikten mahrum bırakmıştır. İslâm dünyası,
belli bir tarih döneminden sonra mevcut tarihi aklı
da iyice arka plana itince, kendi entellek-tüel
problemlerini çözebilecek ortak aklını daha çok
zayıflatmıştır. Kendi öz dunımu böyle olunca,
diyalog kurmak istediği hâkim Batı aklında da
yeterince yararlanamamıştır.
Günümüzde durum, çok daha karmaşık bir görüntü
ortaya koymaktadır. Artık hâkim Batı aklı da kendi
iç bünyesinde ciddi darbeler yemektedir. Batı
ilahiyatı, münferit çıkışlar bir yana bırakılacak
olursa, neredeyse bir yüzyıldan fazla bir süreden
beri rasyonel, dolayısıyla kognitif olmayan akımlara
teslim olmuş gibidir. Çeşitli kollanyla
egzistansiyalizm, fenome-nolojik akımlar, son
yılların hermanotik çıkışları ve nihayet post -modernizm
hâkim Batı aklını bir hayli hırpalamaktadırlar.
Burada bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Söz
konusu akla karşı çıkma, tıpkı Aydınlanma döneminden
beri hakim duruma geçen rasyonellik gibi, bir Batı
ürünüdür. Aslında sadece bu rasyonellik değil, onun
hemen yanıbaşında duran tabiat, bilim ve hümanizm
anlayışları, ciddi bir eleştiri altındadır. Bu
eleştiriler ile pek çok Müslüman aydının ta
başından beri aynı konuda öne sürdükleri -ama bir
türlü sistemli hale getiremedikleri- eleştiriler
arasında üstüste gelen pek çok nokta vardır. Her
ikisi de hâkim Batı aklının gururundan, kontrol etme
ihtirasından, Batı kültürünün dışında kalan
kültürlere tepeden bakıp onları "ilkel" veya
benzeri terimler altında sınıflandırmasından,
dışlayıcılığından şikayetçidir, tslâmî akim, yukanda
söylediğim gibi ilave şikâyetleri de vardır. Ama bu
akıl, işe yaramayı hakikatin biricik ölçütü sayan,
yahut hakikaün her çeşidini araç-değer mesabesine
indiren, çelişkiye düşme bahasına "rölativizmde
mutlaklık" gören, ilimde " muhkeni'ı , ahlâkta
"marufu kabul etmeye yanaşmayan post-modern tutumu
da benimseyemez. Her aklın topyekün oluşumunda
tarih önemlidir; fakat aklın ulaştığı veya
kendisine sunulduğunda kabul ettiği her gerçeğin de
tarihe mutlak anlamda bağımlı olduğu anlamına
gelmez. Rasyonelliği, mümkün olanı, çok açılı olanı,
ilk planda yabancı görüleni, kendinden olmayanı ve
izafi olanı içine alıp takdir edebilecek şekilde
geniş ve açık tutmak önemlidir; ama bu, merkezden ve
istikametten mahrum gevşek bir sözde-rasyonel-liği
doğurmamalıdır. "Parça" da güzeldir, ama bu
güzellik, bizi daha zengin bir estetik tecrübenin
kaynağı olan "bütün"ün içinde parçayı görmek
zevkinden mahrum bırakmamalıdır. Her parça kendi
boyutunda anlamlıdır, ama her parça, aynı zamanda,
kendinden "Öte-olan"a işaret eder. Islâmi akıl,
bütün va-rolarüan"Ötede Varolan ve burada Varkılan'a
kalbinde yer vererek, akletmeden, fikretme-den,
zikretmeden ve bu tamlık içinde yakine ulaşma
ümidini de yitirmeden kendisini mutmain olmuş
saymaz." Tasarlanan ve bir gün gerçek olacağı umulan
Islâmi rasyonellik, bir kaç "âlem" ile dar bir "ilm"e
ulaşıp oradan ancak , küçük bir "âlem" gören
pozitivizmin modern rasyonelliği ile, " âlem" de
"ilmi"de "âlemi" de "gayr-ı malum"luğa iten
post-modern akliliğin arasına sıkışıp kalmak gibi
bir tercih ile karşı karşıya kalamaz, kalmamalıdır.
|